Takıntının Sonsuz Azabı, ‘Acı Ay’ Ve Pas ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Takıntının Sonsuz Azabı, ‘Acı Ay’ Ve Pascal Bruckner...

Bir topun peşinde koşturan acayipleri ve onlara takılıp kalmış kalabalığı izlerken tuttuğum takımın kazanması halinde hayatımın değişeceğini düşünüyordum. Bu aptal oyunlar da benim eğlenceli takıntılarımdan biri. Bir ara yenileceğimizden korkunca edepsiz kapitalistlerin ‘morgda yatan genç’ resmiyle süsledikleri pakete uzanıp bir sigara yaktım. Birbirlerini taammüden tekmeledikten sonra kendilerini yerlere atıp ‘artistik’ hareketlerle debelenen futbolculara gülerken gözümün önünden şiddetli sahneler geçiyordu. Bir kalaşnikofla önce sigara patronlarını tarıyordum. Hazır başlamışken insani ilişkiler kurmaktan aciz hastalıklı arkadaşlarla devam edeyim, dedim. Tam bu ‘dâhiyane’ planlarla kanlı hülyalara dalmak üzereyken dünyanın en güzel gözlü kedisi Recai kucağıma yatıp beyaz tüylü yanağını okşatmaya karar verince haliyle gündem değişti.

Maç, gece ve sigaralar bitmek bilmiyordu. Biraz ürkerek gerçekten cesaret gerektiren bir girişkenlikle dünya kupası izleyen erkeklere iz bırakan ‘takıntılı roman kahramanlarını’ sordum. Neyse ki edebiyat da seviyorlar, şuursuzluğumu mazur gördüler. Birisi gözünü televizyondan ayırmadan ciddi bir ses tonuyla Boris Vian’ın Yürek Söken’indeki anne karakterini hatırlattı. Bir başkası kaçan gol bir fırsatından sonra yırtıcı bir baykuş çığlığıyla çaydanlık hırıltısına benzer garip sesler çıkardıktan sonra sakinleşip muhteşem bir intikam hikâyesi olan Canistan’daki Selim’den bahsetti. Sonra yine herkes kendi takıntılarının ve hayallerinin dip akıntısında usulca kayboldu.


O meşum liste....

Ben hâlâ benim ‘delilerle’ birlikteydim. Önce Yusuf Atılgan’ın diğer kahramanları geldi, sonra Tanpınar’ın Mümtaz’ı, Oğuz Atay’ın Hikmet’i, Selim’i, Thomas Bernhard’ın tekrarlanan düşüncelerle sürekli azap çeken huysuzları, Dostoyevski’nin suçluluk duygusuyla kıvranan ‘kaybedenleri’, Proust’un hayalperestleri, Fowles’un ‘kelebek koleksiyoncusu’, Saramago’nun Don Jose’si, Marquez’in son nefesine kadar vazgeçmeyenleri, Murakami’nin melankolikleri, Kafka’nın huzursuzları, Thomas Mann’ın Aschenbach’ı, Moravia’nın kendilerini yok eden erkekleri... Başım dönmeye başlamıştı. Çıldırmanın o incecik sınır çizgisinde duran bütün inatçı hayaletler zihnimin labirentlerinde koşuşturuyordu. “Roman kahramanı takıntılı olmalı”, dedim kendi kendine konuşan yalnızların ürkütücü sesiyle. Çarpık bacaklı adamlar hâlâ o çamurlu topun peşindeydi ve onlara eşlik eden vızırtı fena halde asabımı bozuyordu. Üst üste birkaç gol yesek de hiç değişmese bu sıkıntılı hayat, diye sayıklıyordum arada. Takıntım onu kışkırtan yazarlarla birlikte hortlamıştı. Sonra Anna Karenina’yı, Emma Bovary’i, Justine’i, Odette’i, Gatsby’i, Pan’ı, Don Kişot’u ve edebiyat tarihindeki diğer bütün ‘tutturukları’ ve onları insanlığa bağışlamak için yaşamanın sıradan hazlarından vazgeçen yaratıcılarını düşündüm. Hepsi takıntılarını sıra dışı karakterleriyle, bazen de içlerinden derin sancılarla söküp çıkardıkları ‘ötekilerle’ ölümsüzleştirmişti.


O şiddetli duygu fırtınası...

Ben sanatçıların özellikle de yazarların kontrol edemedikleri şiddetli yaratma dürtüsüyle zaten takıntılı olduğunu düşünüyorum. Üstelik saplantıları sadece yazmakla ilgili değil. Ruhlarını acımasızca fetheden düşünceler, çelişkiler, cevabı olmayan sorular itibarıyla da yazarlar aşkla dönen semazenler gibi hep aynı ‘sınırsız’ çemberin içinde yaşıyor aslında. Onların bu durumu hastalık gibi gören fanilerden farkı, takıntılarını dünyadaki her şeyden çok sevmeleri galiba, ancak böyle hayatta kalmayı ve geleceğe kararlı adımlarla yürümeyi beceriyorlar çünkü.

Sadece hikâyelerini okuduğumuz takıntılı kahramanların değil gerçek hayatta kendini ‘lanetlenmiş’ hisseden bütün huzursuzların, tabiatın yasalarına itiraz edenlerin şiddetli bir fırtınanın içinde yaşadığını sanıyorum. Bu korkunç bağımlılığın içinde incinmişlik, horlanma, kendine acıma, öfke, korku, yenilgiyi kabullenememe, kıskançlık, intikam hırsı, daha güçlü olana meydan okuma, zaaflara karşı verilen yorgun bir mücadele gibi birbirine benzemeyen ama tamamlayan pek çok farklı duygu kırılması var. O parçalanmış duyguların esiri olmaya yatkın insan tam olarak hangi aşamada kendinden vazgeçiyor acaba? Takıntılı olmaktan daha beter bir şey varsa bu hayatta, o da takıntının nesnesinden çok açtığı yarayla yaşamaya alışmak, ondan vazgeçememek sanırım. Bu çaresizliğe dair kısa ama çarpıcı bir hikâye dinledim geçenlerde.


Yarayı açan iyileştirir...

Bir arkadaşımla seyahat ederken müzik dinleyebilmesi için ona becerikli telefonumu verdim. “Teşekkür ederim, ben bunu kullanamam” deyip geri verdi. “Neden” diye sorunca da kısaca anlattı; Vaktiyle çok sevdiği biri uzaklara giderken onun hediye ettiği herhangi bir eşyayı üstünde taşımak istediği için o müzik aletlerinden istemiş. Adam döndüğünde “unuttum” demiş, tek bir kelimeyle sadece “unuttum! ”. “Neden unuttuğunu ve bunu nasıl o kadar rahat söylediğini çok sonra anladım, onun derinlerinde ben yoktum, seyahatte ona eşlik eden vardı, daha da kötüsü ben hiç olmamışım” dedi. Yolda müzik dinleyenleri görünce hâlâ kirpikleri ıslanıyormuş. Onu dinlerken yüzünü gölgeleyen hüznünden, sesindeki çatlaktan o yaranın hiç kapanmayacağını anladım; malum sır değildir, yarayı açan iyileştirir. Ve maalesef takıntı biraz da böyle eskimiş ve fazlasıyla rutubet kokan tanıdık bir hastalıktır.

Hatta çok daha azıdır bazen; gün ortasında, durup dururken hep duyduğunuz ama hiç kullanmadığınız berbat küfürleri masum dünyaya savurup birkaç dakika sonra şefkatli bir hatıranın yardımıyla gülmeye başlayabilirsiniz. Ya da itinayla sakladığınız mahrem parçaları yıllar sonra çöplüğe gönderirken, onu çok özlediğinizde atacak son bir parça daha kalsın diye o küçücük ‘sırrı’ çekmecenizin kuytu bir köşesinde saklarsınız. Sevdiğiniz birisiyle yağmur tıpırtıların huzurunda kaybolmuşken radyoda çalan eski bir şarkının sözleriyle o uysal andan ve muhtemel geleceğinizden nefret edersiniz belki de... Bazen ürpertici bir intikam hırsıyla onu nasıl mutsuz edebileceğinizi planlarken kendinizden utanıp hayatınızı alt üst eden o yıkıcı ‘güçten’ kalan boşluğu, korkunç azabı yeniden bütün zaaflarınızla sevmek istersiniz. Aslında genellikle sevdiğiniz o değil, acının keskin yüzüyle sizi kendisine bağlayan ‘saplanıp kalma’ halidir. Takıntı biraz da böyledir işte ve eminim siz hiç değilse dinlediğiniz hikâyelerden, okuduğunuz romanlardan biliyorsunuzdur ruhu kemiren bu küçük kurtçukların neye benzediğini. Takıntı nesnesinin mutlaka sevilen biri olmayacağını da elbette...


Zalimlerin değişen rolleri

O gece biz kazandık yani anlaşılan hayat değişecekti ama ben hâlâ ‘acaba değişmese mi’ deyip meczuplar gibi gülüyordum. Sonra bütün bu duygu karmaşasındaki hayaletlerle boğuşurken sıkı bir takıntı hikâyesi olan Acı Ay’ı hatırladım. Pascal Bruckner’in romanından uyarlanan filmi, hayatı trajediler ve ödüllerle dolu Polanski yönetmişti. Eve dönünce ona baktım biraz. Doğrusu görüntüleri ve anlatım biçimini biraz ucuzca, eskimiş buldum ama o hayatımın o dönemini hatırlamak hoşuma gitti. Sonra bu vesileyle romanı okudum ve şaşırdım. Evet, mevzu yeterince çarpıcı ama dili bu kadar zengin ve incelikli bir roman beklemiyordum doğrusu. Bruckner edebiyat seven bir felsefeci ve Türkçeye çevrilmiş başka romanları da var. Bu kitapta Marsilya’dan İstanbul’a yola çıkan bir gemide tekerlekli sandalyede yaşayan Franz, yolculardan birine karısı Rebecca’yla yaşadıklarını en mahrem ayrıntılarıyla anlatırken o çiftin hayatını da mahvediyor. Roman boyunca tehlikeli cinsel oyunlarla zehirli bir tutkunun kurbanı olan bir kadının ve erkeğin sürekli değişen rollerini ve birbirlerini nasıl zalimce yok ettiklerini izliyoruz.


Ay’ın karanlık yüzündekiler..

Bu romanı yazarken Bruckner’i kırbaçlayan dürtü, takıntının insanı sürüklediği karanlık uçurumu göstermek miydi bilmiyorum ama okuduklarımın arasında en iyisiydi. Elbette geri planda başka meseleleri de var ve hiç değilse hakiki bir saplantının ‘eşya koleksiyonculuğundan’ çok daha sarsıcı bir kusur olduğunu okura acımasızca gösterebilmiş. Bir otobüste karşılaştığı kadını aylar sonra bulan Franz başlangıçtaki duygularını anlatıyor: “Daha birkaç ay önce bir başka kadına ‘seni seviyorum’ dediğim halde, uzun yıllardır kimseyi sevmemiş gibiydim. Benzerlikleri ve farklarıyla, onu hem benim bir parçam hem de dışarının parçası yapan bir varlık bulmuştum.” Vaktiyle çekici olan o erkek hikâyesinin sonunu tekerlekli sandalyesinde ölü bir bitki tamamlıyor: “Rebecca’yı yeniden seviyorum. Gözüm artık yalnıza onu görüyor, hani müminlerin dudaklarından Tanrının bin adı dökülür ya, tıpkı öyle durmadan onun adı geliyor dilimin ucuna... Hiçbir kadınla aşktaki bu coşkuyu bulamayacağımı biliyorum. Tıpkı gaddarlıktaki bu hırsı bulamayacağım gibi. Seçme şansım yok artık. Bir başkasına âşık olmasından çok korkuyorum. Benim yanımda sadece kötürümlük ödeneğini almak için kalıyor. Bu yüzden, nasıl desem, görmezden gelmektense kendisinin rızasıyla ilişkilerini ayarlamayı tercih ediyorum.”

Arada nereler olduğunu bilmeyenler için bile hikâye korkunç değil mi? Peki biz nasıl şefkatle sevebiliyoruz bu zehirli kahramanları ve onların yaşadığı sefaleti? Hepimizin içinde o ‘Acı Ay’ın karanlık yüzünde gizlenen günahları, deliliği, suçluluğu, ihaneti, gaddarlığı merak eden ve bizi onların saplantılı köleleri olmaktan koruyan güçlü bir sistem var. Romanların, filmlerin romantizmiyle avunurken saf bir aldatmacayla genellikle hayatın rahat ettiğimiz aydınlık yüzüne tutunmaya çalışıyoruz sanırım. Bir takıntıdan kurtulmanın çarelerinden biri Bruckner’in yaptığı gibi onu yazmak olabilir mi?

Peki, ben takıntılı mıyım acaba?

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan