Tahta Bavul (öykü) Şiiri - Öcalan Mustafa

Öcalan Mustafa
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Tahta Bavul (öykü)

Sanki gökyüzü delinmişti. Bunca yağmur, bu kadar uzun süre yağar mıymış? Anlamış değillerdi. Gece gündüz hiç durmaksızın yağıyor, şuradan şuraya gidip gelmelerine izin bile vermiyordu. Mesudiye’ye de yağardı ama insanı bu kadar canından bezdirmezdi. Ara sıra durur, hafiften şöyle bir güneş şavkır, insanlar günlük işlerini görebilecek kadar zaman bulabilirlerdi. Giresun’a geleli yedi gün olmuştu da, güneşi bir kez bile görememişlerdi. Zaten otel odasına sıkışmışlar, bir başlarına kalakalmışlardı. Sadece Devlet Hastanesinde işleri olduğunda dışarı çıkıyorlar, işleri bitince de kaçar gibi gelip otel odasına sığınıyorlardı. Her gidiş gelişlerinde yarı bellerine kadar ıslanıyorlar, çıkardıkları ıslak elbiselerini otel odasındaki karyolanın demirlerine sererek kurutmaya çalışıyorlardı. Zaten tek kişilik karyolası bulunan küçücük bir odada baba oğul birlikte yatıp kalkıyorlardı. Çoğu kez girişteki kahvehaneden, Cemile Cevher’in sesi kemençe eşliğinde otelin hemen her yerine yayılıyor, az da olsa yalnızlıklarına ortak oluyordu…
“Giresun’un içinde iki sokak arası
“Altı kurşun attılar, üç de bıçak yarası…”



Mehmet Çavuş otel sahibiyle sıkı bir pazarlık yapmış, fiyatı hemen hemen yarıya kadar kırdırmıştı.
“Bak oğlum” demişti adının Osman olduğunu öğrendikleri otel sahibine: “ Biz taaa Mesudiye’den çıktık yola. Niksar, Lâdik, Samsun, Ordu, sonra da işte buradayız! Keyfimizden dolaşmadık bunca yeri. Daha sonra istersen anlatırım nedenini. Hep otellerde konakladık. Paramızın el verdiği kadar yedik içtik… İnan allahını seversen, evimizden ayrıldıktan sonra sıcak yemek girmedi kursağımıza. Paramız iyiden iyiye azaldı. Burada ne kadar kalacağımız belli değil. Hastanede işimiz on gün mü sürer, on beş mi belirsiz. Yap bize bir iyilik de darda koma bizi. Hele işimizi hayırlısıyla bir bitirelim, bayram edeceğiz bayram! Hem ben ara sıra Bulancak, Giresun, daha başka yerlere at satmaya gelirim. Yemin ederim sana Mesudiye’den ahlat kurusu getireceğim, küp çökeleği getireceğim, hem de yağlı olanından. Bak burada Fındık Pazarı’nda lastikçi Sarı Temel Ahbabım olur. O’nun torunu Salih’le Tahir tanırlar birbirlerini. Az mı birlikte ders çalıştılar Akpınar Ovası’ndaki başları diken bağlamış elma ağaçlarının altında. Halva ekmek bile yedik barabar… Lâdik’te on beş gün aynı otelde birlikte kaldık. Aynı aile gibi olduk…” durdu, nefeslendi:
“Çotanak Otel’e gidin! Benden de selam edin. Osman size yardımcı olur.” diye size gönderdi işte! ”
Mehmet Çavuş dikkatlice süzdü Otelci Osman’ı. Boyu neredeyse kendi boyu kadar uzundu. Sarışın saçlarını ustalıkla yana taramış, çakır gözleri fıldır fıldırdı. Kartalımsı kocaman burnu, çekip uzatılmış gibi duran yüzünü sanki diklemesine ikiye bölmüştü…
Gözlerinin içine baktı sonra. Anlattıkları ne denli etkilemişti O’nu acaba? Daha fazla şişirmemeliydi kafasını. Bakarsın ters teper, bir çuval inciri berbat edebilirdi. Daha düşük tonda ve ağır ağır sürdürdü konuşmasını.:

“ Tanırsın herhalde Lastikçi Sarı Temeli he? ”
Osman ne diyeceğini bilemedi hemen. Kafası allak bullak olmuştu. Biraz durakladıktan sonra:
“ Tanıyorum amca, tanımaz olur muyum? ” dedi. “ Giresun dedikleri işte gördüğün gibi bir avuç yer, herkes tanır birbirini…”
Mehmet Çavuş anlatımlarının doğruluğunu kanıtlamış olmanın verdiği rahatlıkla:
“ De hele oğlum ne kadar ödeyeceğiz? ”
“Birlikte yukarıya çıkalım hele.” dedi, Osman. Ahşap merdivene doğru yöneldi. Mehmet Çavuş’la Tahir arkasından yürüdüler.
Çotanak Otel; alt katı kahvehane, üst iki katı otele dönüştürülmüş, Karadeniz’in ahşap mimarisi tarzında yapılmış eski bir konaktı. Osman en üst katta en uçtaki odanın önünde durdu, kapıyı sonuna kadar açtı:
“Amca, burada idare edin. Ne kadar gerekiyorsa o kadar kalın! Mademki sizi buraya Temel Dayı yolladı, O’nun hatırına çocuktan para almıyorum. Sen de ücretin yarısını ödersin! Bir haftalık otel parasını peşin alırım ha! ” dedi. “Ancak küp çökeleğinden geçtim de,” Çakır gözlerinin içi gülüyordu. “Senin şu ahlat kurusunu merak ettim doğrusu…”
Mehmet Çavuş bu fiyata çoktan razı olmuştu olmasına da, Tahir’in rapor işinin ters gitmesi canını sıkılıyor, diğer taraftan şiddetli bir titremeyle birlikte soğuk soğuk terliyordu. Bir an önce yatağa girmeyi arzuluyordu. Öyle bir terlemeli, öyle bir terlemeliydi ki, Giresun’a yağan yağmura taş çıkartmalıydı. Yoksa bu hastalığı kapı dışarı edemezdi. Cuma gününe kadar dimdik ayağa kalkmalı, sabahtan hastanenin kapısına dayanmalıydılar Tahir’le birlikte. Osman’a dönerek:
“Sözümde dururum delikanlı! ” dedi Mehmet Çavuş. “Er ya da geç ahlat kurusu getiririm sana.”
Elleri titreyerek iç cebinden kullanılmaktan haşatı çıkmış deri cüzdanını çıkardı, parayı Osman’ın eline saydı. Aldığı parayı bir süre elinde tutan Osman:
“Amca” dedi, “Alttaki kahvehane de bize ait. Çayınızı suyunuzu içer, ekmeğinizi helvanızı da orada yersiniz. Yabancılık çekmeyin ha! ” dedi.
Fındık toplama mevsimi sona ermiş, fındık işçileri Giresun’dan çekip gitmişlerdi. Otel, gelecek yaza kadar sinek avlardı zaten.. O yüzden gelen müşteriyi kaçırmak Osman’ın da işine gelmemişti anlaşılan…


“Oğlum” dedi Mehmet Çavuş Tahir’e; “Ben biraz yatacağım, terliyorum. Sen çık dışarıya, dolaşa bildiğince dolaş. Unutma ha! Otelin adı Çotanak. Altı kahvehane. Acıkınca simit al, kahvede çayla birlikte atıştır. Fazla da geç kalma ha, meraklandırma beni!
Bu öneri Tahir’in hoşuna gitti. Babasının yarı açılabilen kırık şemsiyesini alarak dışarı çıktı. Şöyle bir kolaçan etti etrafı. Cemile Cevher’in sesi kemençeyle uyumlu olarak sokağa kadar taşımıştı gene:

“Vuruldun düştün yere, gidemedin uzağa
“ Ne edeyim Feride’m düşürdüler tuzağa…”

Büyük cadde yukarıya doğru uzanıyor, devlet hastanesine kadar gidiyordu. Oraya bu sabah babasıyla gitmişler, göz muayenesine girmiş, ellerindeki sağlık raporu formuna “sağlam” diye yazdırmışlardı. Asıl muayeneye cuma günü kulaktan girecekti. İşte o zaman dananın kuyruğu öyle ya da böyle kopacaktı. Bu konuyu anımsaması canını sıktı Tahir’in. Boncuk boncuk ter damlaları birikti anlında. Kolunun yeniyle sildi. Tam ters yöne, deniz tarafına döndü, kesme taşlarla kaplı dik yokuşu tırmanmaya başladı. Tırmandıkça kenti daha fazla görebiliyordu şimdi. Bu yokuşu sonuna kadar gidecek, düzlüğe çıkacak, öte yüze ağıp denize bakacaktı. Zordu ama denize yüksekten bakmanın heyecanını yaşamak istiyordu. Köyüne dönünce anlatırdı arkadaşlarına. Yağmurun etkisiyle yokuşu çıkmakta zorlanıyordu.
Serpin Köyü İlkokulu’na gittiği ilk günü anımsadı. O yol da yokuştu ve üstelik karla kaplıydı. Karın yüksekliği boyunu aşıyordu ama kendisinden büyük olan öğrencilerin açtığı çığırdan gidebilmiş, okulu ve ilk öğretmeniyle buluşabilmişti. Nede çok sevinmiş, nede çok onurlanmıştı o gün. El dikimi siyah bezden çantasını boynuna asmış, içine koyduğu defter, kalem ve silginin tanımı olanaksız kokusunu duyumsaya duyumsaya yol almıştı. Kışların karında ayazında, baharların yağmurunda çamurunda yıllarca bu yolu gitmiş gelmiş, daha sonraki yıllarda Celal Köylü tüm öğrenciler gibi Tahir’de, Serpin Köyü İlkokulu’ndan ve Rüstem Öğretmen’den ayrılarak kendi köylerine yapılan tek sınıflı oklula geçiş yapmışlardı. Tahir, böylelikle iki yıl daha kendi köyünde Osman Öğretmen’de okumuş, ilkokulu bitirmişti.
Celal Köyü’nün öğretmeni Osman öğretmen, tıpkı serpin Köyü’nün öğretmeni Rüstem gibi enstitü çıkışlı ve oldukça disiplinliydi. Tüm gücüyle öğrencilerini yatılı İlk öğretmen okulu sınavlarına hazırlıyordu. Zaten bu yoksul köy çocuklarının eğitimlerini sürdürebilmelerinin tek yolu, yatılı okul sınavlarını kazanmaktı. Aksi halde bu çocuk yaşlarda İstanbul’a iş aramaya gidecekler, olumsuz koşullarda ucuz işgücü olarak kullanılacaklardı… Osman Öğretmen bir gün Mehmet Çavuş’a;
“ İlkokulu bitiren öğrencilerimi ilçede yapılacak ilk öğretmen okulu sınavına sokacağım. Kim kazanırsa alıp götüreceğim Akpınar’daki sınavlara. Tahir’de umudum çok. Yap hazırlığını şimdiden! Uzak yer! Gitmesi gelmesi, yatması kalkması, yemesi içmesi hayli para tutar.”
Mehmet Çavuş bunun üzerine:
“ En iyiyi sen bilirsin Osman Öğretmen. Masrafı ayarlarım. Kasabada çocuk okutmak bizim boyumuzu aşar. Onca yıl nasıl dayanırım? Yeter ki kazansın, yeter ki öğretmen okuluna girsin, okusun! Zaten orası yatılıymış! Yemesi içmesi, giyimi kuşamı… Tam bize göre. Cumhuriyet biraz da bize gülsün hele! Biraz da güneş bize şavkısın! Dünya kurulalı beri cahil kalmışız zaten…
Gerçekten de mayıs ayı içinde ilçe merkezinde sınav yapılmış, bu sınavda Celal Köyü’nden Tahir, ağabeyi Yaşar, amcasının oğulları Mürsel’le Veysel Lâdik Akpınar İlk öğretmen Okulu’ndan kabul sınavına çağırılmışlardı. Osman Öğretmen dört öğrencisinin sınava çağrılmasından büyük onur duymuş, verdiği emekleri boşa çıkarmadıkları için öğrencilerinin alınlarından öpmüştü. Sınav zamanı yaklaşınca onları alıp Lâdik Akpınar’a götürmüştü. Buradaki sınavlarda iki öğrencisi sınavı kazanmış, Tahir de dokuzuncu yedekte kalmıştı. Zorunlu köyüne dönecekti Tahir. Yedek sırasını kim takip edecek, sırası gelirse kim haber ulaştıracaktı acaba, bilmiyordu…
Aylarca bekledi durdu köyünde Tahir. Ha bu gün ha yarın hep posta yolu gözledi. Sonunda umudunu tümden kesti… Önündeki tek seçenek, köyündeki okula bir yıl daha devam ederek bilgilerini pekiştirmekti. Mademki geçen yıl yedek kazanmıştı, ikinci yıl kesin olarak neden kazanamasındı ki? Bu isteği Osman öğretmen de onaylamış:
“Zaten beş sınıf bir arada. Tahir bana küçük sınıfların abc öğretiminde yardımcı olur, ben de artan zamanlarımda onu sınava hazırlarım. Çok da güzel olur.” demişti.

Tahir parke döşeli yokuşu çıkıp düzlüğe geldiğinde yağmur kesilmişti. Şemsiyesinin sularını silkeleyerek kapattı, biraz daha ilerleyince kocaman dalgalarıyla kayalıkları döven Karadeniz’le karşılaştı. Amma da büyüktü ha! Taa uzakta bir yük şilebi ağır ağır gidiyor muydu yoksa yerinde mi duruyordu anlayamadı. Balıkçı tekneleri sığır bağlar gibi sıra sıra limana bağlanmıştı. Hemen yanı başında bir anıt mezar gördü. Etrafında turladı şöyle bir. Kaidesi üzerindeki yazıları okudu. “Topal Osman” yazıyordu kaidenin en tepesinde.
“Adam hem topalmış, hem de komutan! ...” Aklı almadı Tahir’in.

Hayli zaman olmuştu otelden ayrılalı. Zaten yeniden gök gürlemeye başlamış, yoğun bir yağmur ha başladı, ha başlayacaktı. Şemsiyesini açtı, içi su almış kara lastiklerini gacırdata gacırdata geldiği yoldan inmeye başladı. Çotanak Kahvesi’nin hemen karşısındaki fırından iki simit aldı, gazeteye sardırdı.
“Babamla birlikte yeriz. O da acıkmıştır şimdi” diyerek otel kapısından girip merdivenleri tırmandı. Mehmet Çavuş yorganı başına çekmiş kıpırtısız yatıyordu. Yorganın inip çıkıyor oluşu nefes aldığını gösteriyordu. Ne kâbuslar görüyordu kim bilir? Köylerinde de sıklıkla böyle bir terleme hastalığına yakalanır, terli çamaşırları harman sırıklarına sererek kuruturlardı. Tahir babasının uyumadığını biliyordu bilmesine de:
“Kalk baba, simit aldım yiyelim birlikte.” diye seslenemedi. Babasını öylece bırakıp aşağı kahveye indi, köşede bir masaya oturdu. İçerisi sıcak gibi geldi, hoşlandı. Oynak bir kemençe sesi içerisini dolduruyordu.
“Bakalım yağmur mu önce kesilecek Giresun’da, yoksa kemençe sesi mi? ” diye geçirdi içinden.
Kemençenin kıvraklığı hoştu ama içini tırmalayan bir acı tüm neşesini silip süpürüyordu. Gazete kâğıdını açıp simitleri çıkardı. Öyle güzel kokuyorlardı ki… Gelen garsona büyük bardakta açık çay söyledi. Hem çabuk bitmez, hem de içine simit sokup yemesi kolay olurdu. Annesi geldi aklına hemen. Kara lâhana çorbasını güzel yapardı. Babası yukarıda hasta yatıyordu işte… Acıkmıştı kuşkusuz. Kara lâhana çorbası olsa ne de iştahlı yerdi şimdi… Simit boğazında düğümlendi. Üstüne bir yudum çay aldı. İçi hiç rahat değildi. Bunca zahmeti boşuna mı çekiyorlardı acaba? Yarından sonra cumaydı. Yaklaşıyordu işte! Ordu’daki gibi gene bir aksilik çıkarsa Lastikçi Sarı Temel kendilerine nasıl yardımcı olacaktı acaba? Ya O da yardımcı olamazsa! Kovaladı bu düşünceleri aklından…
Dışarıda yağmur delirmişçesine yağıyordu. Akşam yaklaşmakta olduğundan içeride bir iki müşteri kalmıştı. Tahir bir küçük çay daha söyledi. Babası geldi aklına. Hasta oluşu içini acıtıyordu, Günlerce yollardaydılar…

İlçe Merkezinde yapılan eleme sınavını kazanmış, Akpınar’ dan çağrılmıştı gene geçen yıl olduğu gibi.
“Oğlum Tahir! ” demişti Mehmet Çavuş: “Bu yıl Lâdik Akpınar’a sınavlara seni ben götüreyim. Erbaa, Niksar, Reşadiye’ye uğrarız. Oraların hayvan pazarlarından satın almak için at, öküz bakarız. Sonra da Lâdik Akpınar’a varırız. Sınavı kazanamazsan dönüşte fiyatları uygun olan at ve öküzleri alır sürer köye götürürüz. Bizim köylerde, olmazsa Çambaşı yayla pazarında satar, kışı geçirmek için biraz para kazanmış oluruz. Yoksa onca boğaz yaza nasıl çıkar oğlum?
“Sınavı kazanırsan Samsun üzerinden Ordu’ya gelir, Devlet Hastanesi’nden sağlık raporunu aldık mı, gerisin geri getirir seni Akpınar’a teslim ederim. Sınav tarihinden bir hafta on gün önce inelim Lâdik’e. Yeveli’den, Zile’den de öğrenciler gelecekmiş Akpınar’a. Orada okula ait tarlalar, meyve, sebze bahçeleri varmış. Ağaçların gölgesinde diğer çocuklarla birlikte sınav gününe kadar ders çalışırsınız. Yeveli’den Mıyık Enişte’nin yeğeni Hüseyin Öğretmen de öğrencilerinin başında oraya gelecekmiş. O da Akpınar’da okuyup öğretmen olmuş. Ders çalıştırdığı öğrencilerinin arasına seni de katar. Lâdik’teki oteller çok pahalı değilmiş. Üzüm ekmek de bolmuş. Sen yeter ki kararlı ol, şu birkaç gün sık dişini Tahir! ” demişti…
Mehmet Çavuş’un işi zordu. Ekilebilir kıraç tarlalarından bin bir güçlükle kaldırdığı arpa ya da buğday, ekmeklik un gereksinmelerini bile karşılamıyordu Celepçilik yaparak kıt kanaat geçimlerini sağlıyordu işte. Kurtuluş savaşı yıllarında babası savaşa alınınca; köyün ağası işe yarar tarlalarını ellerinden alıp tapularını üzerine geçirmemiş olsaydı, belki daha iyi geçim sağlayabilirdi ama, tarlaları geri alması hiç de kolay değildi.
Tahir sınavı kazanır da yatılı okula girerse, her ne kadar ayrılık hasretine dayanması zor olsa da, bir yandan da sofrada bir boğaz eksik olacağı için ayrıca sevinmiyor değildi.


Tahir küçük çayı bitirir bitirmez kalktı, babasına bakmak için üst kata çıktı. Odaya girdiğinde Mehmet Çavuş’un durumunda bir değişiklik yoktu. Yorganın içine gömülmüş, derin derin nefes alıp vererek iniltili sesler çıkarıyordu. Yalnız Tahir’in yokluğunda kalkmış, terlemekten sırılsıklam olmuş uzun beyaz donunu ve gömleğini çıkararak kuruması için karyolanın demirine sermişti. Belli ki yatağın içinde çırılçıplaktı. Tahir başucuna gelerek: “Baba! ” diye acıyla inledi. Babası hiç oralı olmadı. Bekledi bir süre kıpırtısız. Bir acı duyumsadı içinde Tahir, hüzünlendi. Yüzünde yuvarlanan gözyaşları kara lastiklerinin üzerine düştü pıt pıt… Düşünceli, başı öne eğik, ağır adımlarla odadan ayrılarak aşağı indi, kahvehaneye girerek aynı masaya yeniden oturdu. Yağmur biraz azalmış, yol kenarlarında akan sel suları yok denecek kadar azalmıştı. Ancak radyoda yayınlanan hava raporundan anladığına göre, yağmur önümüzdeki günlerde de yağacaktı.
“Bizi kaçırtmak için bıktırasıya yağsan da, rapor almadan inadım inat ayrılmayacağım işte buradan…” diye hırsla söylendi. Duyulup duyulmadığını anlamak için sağa sola bakındı.
Akşam müşterileri de gittiler. Boşa çıkan garson geldi, Tahir’in oturduğu masanın üzerine bir avuç çotanaklı fındık koydu. Tahir bir fındıklara, bir garsona baktı. Giresun’a geleli çok olmuştu ama henüz fındık yememişti. Gerçi köyünde hayvan otlatırken kayalıklardaki yabani fındık ağaçlarından az da olsa fındık toplamış yemişti ama böyle nar gibi kızarmış gerçek fındığı ilk kez görüyordu. Elini fındıklara sürmeye utandı, başın eğerek içleri ıslak kara lastiklerine bakmaya başladı.
“Sen her hal yabancısın yeğen” dedi garson. Fındık toplamaya gelen yabancılardan mısın? Nereden geldin, kimsen yok mu senin? ”
Tahir başını ağırdan kaldırarak garsonun gözlerine baktı:
“Yok, emmi” dedi. Biz Mesudiye’liyiz! ...” Bekledi biraz: “Babam yukarıda hasta yatıyor. Ben de burada vakit geçiriyorum işte. Eğer bir sakıncası varsa gider otel odasında otururum.”
“Yok yeğen! Benimkisi merak işte! Otur istediğin kadar.”
O arada üç kişiden oluşan yeni bir müşteri gurubu geldi. Garson onlara çay vermek içinTahir’in yanından ayrıldı. Garsonun içtenlikli olduğunu tahmin eden Tahir, çotanaklardan bir fındık çıkardı, dişleri arasında kırarak yedi. Kabuklarını da cebine koydu. Hoşuna gitmişti fındığın tadı. Birkaç tane daha yedi. Babası geldi aklına. Hızla yerinden kalkarak otel odasına koştu. Mehmet Çavuş kuruttuğu iç çamaşırlarını giymekle meşguldü. Dişleri çatır çatır birbirine vuruyordu.
“Tahir” dedi, “Dün akşam gittiğimiz aşçıya gidelim oğlum. Açlıktan içim içime yapıştı. Çorba içelim de içim ısınsın biraz! ”
Kahveye indiler önce. Tahir içtiği çayların parasını masanın üzerine bıraktı. Gazete kâğıdına sarılı simidi ve çotanaklı fındıkları alarak ceketinin dış cebine yerleştirdi. Çorba içtikten sonra fındıkları tek tek kıracak, babasına yedirecekti.
Lokantaya girdiklerinde içerisi boştu. Ocağa yakın bir masaya yöneldi Mehmet Çavuş. Daha sıcaktı orası.
“Çorba! ” diye seslendi aşçıya, “iki çorba! ”

Mehmet Çavuş’la Tahir tomruk yüklü bir kamyonun tepesinde Ladik’e indiklerinde akşam olmuş, gökyüzünde tek tük yıldızlar oynaşmağa başlamışlardı bile… Saat kulesinin dibindeki iki katlı ahşap yapılı bir otele attılar kapağı. Otel, Akpınar’a sınava gelenlerle hemen hemen dolmuş gibiydi. Altı yataklı bir koğuştan iki yatak ayırttılar. Mehmet Çavuş:
“Oğlumla bana tek yatak yeter” diyecek olduysa da otel sahibinin katılığını görünce vaz geçmişti. Neyse ki ücretler uygun sayılırdı. Sınavlar bitip sonuç alıncaya değin burada konaklayacaklardı. Hava güzeldi. Gündüzleri Akpınar’da geçirirler, akşam olunca da yürüyerek otellerine gelir konaklarlardı.
Ertesi sabah ekmek fırınındaki tahta sıralara oturup, aldıkları çavuş üzümünü fırından yeni çıkan bembeyaz somuna katık ederek yediler. Tahir beyaz ekmeğe bayılıyordu. Köyünde çoğunlukla hep arpa ekmeği yemiş, köyünden çıkana kadar beyaz ekmeğe hasret kalmıştı. Karınlarını iyice doyurup üstüne de sürahiden bardak bardak Lâdik’in buz gibi suyunu içtikten sonra Akpınar’a doğru yollandılar…
Lâdik Ovası kocamandı. Güneyinde boydan boya Akdağ yükseliyordu. Tahir’lerin Yağlı tepe’sine de benziyordu epey… Üzerinde sayısız yaylalar ve bu yaylalarda sürü sürü koyunlar uzak da olsa seçilebiliyordu. Akpınar’la Akdağ, Lâdik Ovası’nı aralarına almışlar, birbirlerine bakıp duruyorlardı. Ovanın kuzey bitimindeki Akpınar Kaynağı’nın hemen yanına inşa edilmiş olan Akpınar İlk Öğretmen Okulu yerleşkesi, doğu batı yönünde uzanan ana caddenin her iki yanına oturtulmuş tek katlı taş yapılardan oluşmuştu… Okula ait topraklar o kadar genişti ki, Lâdik Ovası’nın büyük bir bölümünü içine katmış, en kuzeydeki Ahmet Ağa’nın Çiftliği’ne kadar uzanıyordu.
Lâdik’le Akpınar’ı birbirine bağlayan şosenin her iki yanında, en doğuda Ladik Gölü’nden batıdaki Hamam Ayağı’na kadar harman yerine dönüşmüş geniş Ladik Ovası’nda, saman ve buğday yığınları küçük küçük tepecikler oluşturmuş, çok sayıda potoz ve traktör homurtuları ortalığı şenlendiriyordu…Arkalarına basılmış yumurta topuklu kunduraları, köşeli şapkaları, pos bıyıklı ve poturlu Ladik erkekleriyle; oyalı yazmalı, şalvarlı ve ayaklarında kara lastikleriyle Ladik kadınlarının ellerindeki yabaları saman yığınına daldırarak havaya savurmalarıyla rüzgarın gücüyle çecle samanın birbirinden ayrışarak yere düşmesi görülmeye değerdi… Ayçiçeği tarlaları güneyden kuzeye, doğudan batıya uzayıp gidiyor, ayçiçeklerinin rüzgârın esintisiyle nazlı bir gelin gibi bir o yana, bir bu yana salınmasının seyrine doyum olmuyordu.
Belli ki Cumhuriyet Lâdik Ovasına daha erken gelmişti. Öyle ya, bunca bolluğun olduğu yerde herhalde ekmek kıtlığı yaşanmazdı.
“Akpınar’ı kazanırsam ben de artık burada yaşayacağım.” diye de seviniyordu bir yandan Tahir. Geçen yıl yedek kazandığı sınavı bu yıl kesin olarak kazanmalıydı. Kendisine güvenci tamdı. Boşuna mı bir yıl daha tekrar etmişti okulunu, Babası Mehmet Çavuş bunca parayı boşuna mı harcamış, hasta hasta boşuna mı çekmişti bunca çileyi? “Çok ders çalışacağım çok! Uyumayacağım bile! ” diyordu.

Akpınar’a indiklerinde terlemişlerdi. Doğru Biriz Çeşmesi’nin başına giderek ellerini yüzlerini yıkadılar. Daha sonra idare binasıyla tüketim kooperatifi arasındaki öğrenci parkına girdiler, gölgedeki ahşap bir banka oturup etrafı merakla izlemeye başladılar. Giresun, Ordu, Samsun ve Amasya illerinden genellikle yoksul köy çocukları bağlı oldukları ilçe merkezlerinde yapılan eleme sınavlarını kazananmışlar, Akpınar’da yapılacak kesin sınav için zamanından önce gelerek Lâdik’i, Akpınar’ı işgal etmişlerdi. Binaların gölgelerinde, arazideki başları diken bağlamış meyve ağaçlarının altlarında, tek tek, öbek öbek ders çalışıyorlardı. Yazılı ve sözlü iki aşamalı sınavdan geçeceklerdi. İki yüz öğrencinin alınacağı okula beş yüz öğrenci çağrılmıştı. Minicik ve ürkek yürekleriyle umut doluydular… Yazık ki sınav sonunda büyük bir bölümü elenecek, başaramamamış olmanın verdiği eziklikle köylerinin yolunu tutacaklardı umarsız…

Mehmet Çavuş Mesudiye’den sınav için gelenleri araştırdı, Yeveli’den Hüseyin Öğretmen’i aradı, buldu:
“Ben Mıyık’ın kayın babasıyım” dedi. İşimi gücümü bırakıp buraya kadar geldim. İşte Tahir! Eti senin kemiği benim. Sabah teslim eder akşam alırım. Sizinkilerle birlikte ders çalışsın! ”
“Mehmet Dayı” dedi Hüseyin Öğretmen. “Benim öğrencilerin arasına katar, hiç ayırmam, meraklanma sen! Karnı aç olmasın yeter…”


Akpınar İlk öğretmen Okulu’nun tören alanı; sınava giren tüm öğrenciler, onların anne babaları, öğrencilerini sınava getiren öğretmenler tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu. Güneş henüz yükselmiş, sıcak bunaltıcı değildi. Biraz sonra sınav sonuçları açıklanacak, kimileri sevinçlerinin doruğuna tırmanacak, kimileri de korkunç bir hayal kırıklığıyla Akpınar’dan ayrılacaklardı. Mehmet Çavuş Tahir’in elinden tutmuş, kalabalığın tam orta yerinde duruyordu. Tahir büyük bir tedirginlik içinde, heyecandan dişleri çatır çatır birbirine vuruyordu. Gerçi girdiği sınavların iyi geçtiğini biliyordu ama iki gün önce çıkan söylenti moralini allak bullak etmişti. İki yüz öğrenci alınacak Akpınar’a, onlarca ilçe arasından sadece Mesudiye’den elli dört öğrenci çağrılmıştı. Nasıl olur da küçük bir dağ kasabasından bu kadar çok öğrenci eleme sınavını başarabilirdi? Mesudiye’deki sınavda toplu kopya çekme olayından kuşkulanılmış, bu ilçeden gelen öğrencilerin ilk sınavı geçersiz sayılacakmış… Söylenti böyleydi.
Bu söylenti, kesin kabul sınavına hazırlanmış öğrencileri büyük bir moral çöküntüsüne sokmuş, bunun üzerine Yeveli Köyü’nün Hüseyin öğretmen’i, Mesudiye’den gelen onlarca kişiyi okulun tören alanına toplamış:
“Mesudiye’den gelen kardeşlerim.” demişti. “Akpınar’da yaratılan söylenti sizi yıldırmasın! Bileğinizin hakkıyla buradasınız! Yarın gireceğiniz sınavlarda da aynı başarıyı göstereceğinizden hiç kuşkum yok! Sizi sınava almayacak adamın alnını karışlarım. Hiç kimse bizim yasal haklarımızı elimizden alamaz! Yarın sınav var! Artık ders çalışmayı bırakın! Hamama gidin iyice kirinizi pasınızı atın. Berbere gidin traş olun. Elbiselerinizi akşamdan yıkayın, kurutup sabahtan temiz temiz giyinin. Lastiklerinizin tozlarını çeşmede yıkayın! Bizim utanacak bir halimiz yok! Başınızı hep dik tutun, korkmayın! Ben sınavın her aşamasında size göz kulak olacağım…” diye onları sahiplenmişti de yüreklerine su serpilmişti… Alanda birikenler Hüseyin Öğretmen’in önerilerini yerine getirmek üzere başları öne eğik ve biraz da ürkek oradan ayrılmışlardı.

“Ne de olsa okumuş, öğretmen olmuş! O ne diyorsa doğrudur.” demişti Mehmet Çavuş. “ Yediği ahlâtlar helal olsun! Yürekli adammış vesselam!
.
İşte birazdan ak koyun kara koyun belli olacak, dananın da kuyruğu kopacaktı.
Tahir bir eliyle babasının koluna yapışmış, bir eliyle de yüzünde biriken terini siliyordu. Aniden bir dalgalanma oldu; bir gurup öğretmen ellerinde tomar tomar kağıtlar, tomar tomar zarflar olduğu halde merdivenin sahanlığına geldiler. Öyle bir karmaşa, öyle bir bağırış çağırış koptu, tören alanındaki kalabalık öyle bir harmanlandı ki, Tahir ne olup bittiğini hiç anlayamadı. Kısa bir süre sonra tören alanı seyrekleşmişti:
“Tahir, koş oğlum otobüse yetişelim! ” diyen babasının sesini duydu.
Koştu Mehmet Çavuşun peşinden. Samsun’a kalkan otobüsün merdivenlerine yaklaştıklarında, Mehmet Çavuşun koltuk altına sıkıştırdığı kocaman sarı zarfı gördü Tahir. Bir şimşek çaktı gözlerinde…

“Size birer çorba daha vereceğim! ” dedi aşçı. Bunlar da benden olsun. Nasıl olsa bu saatten sonra müşteri gelmez. Kalmasın yarına, için afiyetle! ” Daha sonra bir sürahi suyla, içi tepeleme ekmek dolu sepeti getirip masanın ortasına koydu. Ne de olsa günlerdir burada çorba içiyor, hesap ödeyip duruyorlardı. Hakları kalmasın, karınlarını iyice doyursunlardı…
Mehmet Çavuş çorbanın içine ekmek doğrayıp iştahla atıştırıyordu ama bir yandan da Sarı Temel’i merak ediyordu. Olumsuz bir yanıt alacağı olasılığına karşın gene de aşçıya dönerek:
“Ne dersin gardaş! ” dedi “ Sarı Temel sözünde durur değil mi? ”
“Vala” dedi aşçı: “Benim bildiğim Temel Aga verdiği sözü tutar! ”

Hastanede çıkacak olası bir olumsuzluğa karşı Sarı Temel’in güvenilir oluşu önemliydi…

Lokantadan çıkıp Çotanak Kahve’ye girdiler. Birkaç müşteri tek tek oturuyor, Giresun karşılamas’ını çalan kemençenin sesi hoperlörden her yana yayılıyordu. Birer ıhlamur söylediler kahveciye.
“Eee Tahir! ” dedi Mehmet Çavuş. “Şimdiye haber ulaşmıştır bizim köylere. Senin öğretmen olacağın duyulmuştur dört bir yanda! Azımsanacak gibi değil! Örnek olacaksın çevre köylerin çocuklarına… Belki senden görürler de kardeşlerin de okumaya meylederler kim bilir? Aferin oğlum! Hele hastaneden şu kulaktan da bir geçelim, bu iş bitti sayılır. Ordu’daki o suratsız kulak doktoru sardı bu işi başımıza!
‘Bir dağ köyünden yoksul bir çocuk kos koca Akpınar’ı kazanmış; kesmeyeyim şu garibin önünü; varsın okusun, aydınlansın, öğretmen olsun! ” demedi de: ‘Kulakları duymuyor, öğretmen olamaz! ’ diye okulun verdiği koca kâğıda” sağır” diye yazdı...”
Sinirlenmişti Mehmet Çavuş. Ihlamurundan üst üste iki yudum çekti: “Doktor olmuş ama adam olamamış deyyus” dedi…En çokta yıllarca her seçimde yardım ettiği vekile köpürüyordu…
“Aradım buldum, derdimi söyledim de yüzüme bile bakmadı! O kadar da iyiliğim dokunmuş, sayemizde Ankara’ya gitmiş…Seçimler yaklaşınca gelir göt öpmeye! İşte o zaman da oy istesin bakalım! Alır boyunun ölçüsünü! Artık o partinin gazetesini daha da sokmam evime. Biz Sağır İsmet’e kızıp bu adamların peşinden gittik ama, kurban olsunlar Sağır İsmet’in kesip attığı tırnağa. Taş attılar da kollarımı yoruldu. Kondular hazır devletin başına. Sağır İsmet, yoksul köy çocukları için koca koca okullar yaptırmış da, bu hödükler sınavı kazanmış oğlumu bu okula sokmak istemiyorlar… Ah şu kafa! Ah şu kafa! Şımarttıkta bela ettik başımıza bu vicdan yoksunlarını…”


Ordu devlet Hastanesinden çıktıklarında olumsuz bir sağlık raporu vardı ellerinde. Bu nasıl kulak ölçümüydü böyle? Tahir’i bir sandalyeye oturtmuşlar, bir hemşire elindeki pamukları Tahir’in kulaklarına iyice tıkamış, üzerine de parmaklarıyla bastırmıştı. O doktor olacak adamda, dört beş metre uzaktan rakamlar söyleyip, Tahir’n tekrar etmesini istemişti. Tahir, çoğu sayıları doğru yanıtlamış, çok azını da duyamadığından doğru yanıtlayamamıştı.
Ordu Caddesi’ne daldıklarında Mehmet Çavuş önde, Tahir arkada yürüyorlar, nereye, niçin gittiklerini unutmuşlardı sanki…Tahir’in gözleri ağlamaktan kıp kırmızı olmuş, iyice sersemlediğinden yalpalayarak yürüyordu. Mehmet Çavuş durdu, Tahir’in yaklaşmasın bekledi:
“Ağlama oğlum! ” dedi. Sen bunca sınavı kazandın. Suçun yok senin. Hiç merak etme! Ceketimi satacak, nerede olursa olsun seni gene okutacağım. Görsünler bakalım, el mi yaman bey mi yaman? ”
Ana caddeyi geçip Çarıkçılar Otele giden ara sokağa girmişlerdi ki, bir sesle irkildiler:
“Memed Aga! Memed Aga!
Gelen kişiyi Tahir önceden sanki görmüş gibiydi.
“Hayırdır Memed Aga? Çocuk da yanında! At, öküz mü getirdiniz satmak için yoksa? ”
Geldi, Mehmet Çavuşla tokalaştı. Tahir’e dönerek:
“Beni bildin mi yeğenim” dedi. “Hani geçen yıl gelmiş sizde konuk olmuştum. Fındık da getirmiştim ceplerimde de dağıtmıştım kardeşlerine”
“Bırak fındığı da başımızda bir hal var Cemal! ” dedi Mehmet Çavuş. “Bu işten nasıl sıyrılacağız sen onu söyle?
“Ne işi Memed Aga, hayırdır? ”
Hastanede olan biteni bir çırpıda anlattı Mehmet Çavuş. Sonra da bir çare olacak sanısıyla gözlerine baktı Cemal’in… Cemal kafasını aşağı eğdi, biraz düşündü, sonra da:
“Bu iş olur Memed Aga ” dedi. Ama sana pahalıya patlar! ”
“Ne diyon lan Cemal! ” dedi Mehmet Çavuş. Sevincinden gözlerinde şimşekler çaktı. Tahir büyük bir şaşkınlıkla izliyordu onları. Gene bir güneş doğmuştu içine. Yüreği küt küt atmaya başlamıştı… Mehmet Çavuş güngörmüş bir adamdı. Böylesi işlerde para kaptırmakta vardı işin içinde… Biraz kuşkulu da olsa:
“De hele Cemal nasıl olacak bu iş? ” dedi.
Cemal’de uyanıktı. Mehmet Çavuş’un aklından geçenleri tahmin etmişti doğrusu. Bir iki adım geri çekildi:
“Bilirsin Memed Aga, bana Şayip’li Cemal derler! Ne dersem odur. Sen bu rapor formunu bana ver, git evine dinlen. Ben kulakçıya hem sağlam yazdıracağım, hem de raporu heyetten geçirip tapu gibi hazır edeceğim. Bir hafta sonra gel! Önce ben sana raporu vereceğim, sen de bana yüz lirayı. Sen sağ ben selamet. Bunca yemiş içmişliğimiz var, bir iyiliğim dokunsun habu çocuğa…
“Tamam ula Cemal” dedi Mehmet Çavuş. Hele otelden yerimizi ayırtalım, bulurum yarın ben seni…

Çarıkçılar Otel çok eskiden beri Ordu’ya gelen Mesudiye’lilerin önemli bir konaklama mekânıydı. Parası olan öder, zor durumda kalanlar bazen yarısını, bazen de hiç ödeme yapmadan çekip giderlerdi. Harman sonu ödemek üzere borçlanarak konaklayanlar da az değildi. Çarıkçı Cemil hali vakti yerinde, gözü tok bir insandı. Zamanında çok yoksulluk çektiğinden halden anlar, müşterilerine hiç zorluk çıkarmazdı. Mehmet Çavuş’la Tahir üst katta on yataklı koğuştaki ara sokağa bakan pencerenin önünde tahta masaya oturmuşlar, helva ekmekten oluşan akşam yemeklerini atıştırıyorlardı ama yedikleri boğazlarında düğümlenip kalıyordu. Yüz lira çok büyük bir paraydı. Mehmet Çavuş yüz lirayla dokuz nüfusu bir kış boyu doyurabilirdi:
“Bak ne diyeceğim Tahir! ” dedi Mehmet Çavuş. “Gel biz bu yüz lirayı bu yamyamlara kaptırmayalım oğlum! Akpınar’da başı diken bağlamış elma ağaçlarının altında birlikte ders çalıştığın Giresun’lu Salih’in dedesi Sarı Temel’in adresini almıştım. Fındık Pazarında kadın erkek lastikleri satan bir dükkânı varmış. “Gelirsen çayımı içersin” demişti bana. Yarın sabah atlayalım minibüse, varalım Giresun’a, girelim fındık Pazarı’ndaki lastik dükkânına, “arkadaş durum işte böyle böyle” diyelim. Bakalım ne der bize. Bir şansımızı da Giresun Devlet Hastanesi’nde deneyelim. Yine de olmazsa gelir burada yüz lirayı bayılırız. Gerçi yüz liram yok ama veresiye sattığım at ve öküzlerin sahiplerine gider “arkadaş durum bundan ibaret” derim. Sonuçta onlar da insan… Toplarım birer ikişer tamam ederim yüz lirayı. Sen moralini bozma oğlum. Haa! Çarıkçı Cemil’den duydum. Millet vekili Seyfettin Voyvoda buralardaymış. Partiden has adamımdır. Ne yapar eder bulurum onu yarın. Bir emir verse iş tamamdır. Az mı iyiliğim dokundu, az mı köy köy dolaşıp oy topladım O’nun için… Yarın bizim için çok önemli Tahir! Gün ola harman ola…”
“Bu babamda ne akıllı adam” diye geçirdi içinden Tahir. “Onca yer dolaştık, neredeyse tanımadığı kimse yok! ” Kendi köyünde de sözü geçer, hatırı sayılırdı. Hiçbir önemli iş onun onayı alınmadan yapılmazdı.
Çoğu kez köyden ayrılır, Erbaa, Niksar taraflarına gider; on beş yirmi gün sonra birkaç at ve öküzle köye gelirdi. Köyde bir iki gün kalır, bu kez de Ordu, Giresun, Çambaşı taraflarında getirdiği hayvanları satabilmek için köyden ayrılır, yüzlerce kilometre yolu arşınlar dururdu. İşte bu yüzden babasına hep hasret kalır, O’nun eve dönmesini büyük bir özlemle beklerdi Tahir… Akpınar’a girebilirse, bu kez de uzun süreler hiç göremeyecekti babasını… Uzak yerdi. Öyle gelinip gidilemezdi sık sık. Ancak yaz tatillerinde görebilecekti annesini babasını, kardeşlerini.. Bir düğüm oluştu boğazında. İstemese de yaşlar yuvarlandı yanaklarında…
“Ağlama oğlum ağlama! ” dedi Mehmet Çavuş. “Göreceksin halledeceğim her şeyi…”

O gün sabahtan gelmişler, hastanenin önünde bir o yana bir bu yana turluyorlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, yağmur tümden kesilmiş, pırıl pırıl bir güneş her yanı aydınlatmıştı. Hastanenin etrafındaki meyve ağaçlarının, fındık çalılarının yapraklarında henüz yere düşmemiş yağmur damlacıklarında kırılarak gözlerine yansıyan güneş ışınları içlerine bir ferahlık, bir sevinç dolduruyordu.
“Baba” dedi Tahir, Bunca zaman güneşe hasret kaldık Giresun’da. Bak şimdi sanki bize bir müjde verir gibi nasıl da şavkıyor? Ben bu gün kulaktan geçeceğim göreceksin! ”
Gülümsedi Mehmet Çavuş. Akpınar’a giremezse kıyamet kopmayacaktı ama, ne de çok istiyordu okumayı bu çocuk! Onca sınavı da kazanmıştı. Daha ne olsundu?


Sicim gibi yağan yağmur altında bindikleri minibüs gelip Giresun’da Fındık Pazarı’nın kenarında durduğunda aşağı inmişler, koşarak gidip Sarı Temel’in lastikçi dükkânına sığınmışlardı. Ismarlanan çayları içerken başlarından geçenleri bir güzel Sarı Temel’e anlatıvermişti Mehmet Çavuş. Durumu değerlendiren Sarı Temel elleriyle uzun beyaz sakallarını tarar gibi yaparak biraz düşünmüş,ayağa kalkarak Mehmet Çavuş’la Tahir’ dükkanın kapısına çıkararak:

“ Şu görünen boğazı öte aşın. Hükümet konağının hemen karşısında Arzuhalci Şevket’i bulun. Elinizdeki sağlık raporunun aynısını boş olarak daktiloda bir adet çıkartın. Ufak bir ücret ödersiniz. Yarın da hiçbir şey olmamış gibi hastaneye yeni formla başvurunuzu yapın. Sakın ağzınızdan bir şey kaçırmayın ha! Normal muayenelerinize girin. Kulak muayenesine de girin. Hiç belli olmaz. Zaten çocuk sağır gibi görünmüyor, ne dersem anlıyor. Şu Ordu’daki doktoru görsem:
“Ulan vicdansız! ” derdim. “ Bu çocuğun neresi sağır da rapor vermedin? Sarılırdım yakasına vallahi! Neyse, burada da bir sorun çıkarsa işte o zaman bize iş düşer. Her şey iyi geçecekmiş gibi sakin olun, meraklanmayın” demişti.


Hastane doktorları, hemşireler, diğer evrak memurları ellerinde çantaları, her an yağmur başlayacakmış gibi yanlarında taşıdıkları şemsiyeleriyle birer ikişer gelip hastane kapısından içeri giriyorlardı. Çok da güzel giyinmişler, kadın erkek herkesin başı açık ve saçları taralıydı. Bir tanesinin bile ayaklarında kara lastik yoktu. Tahir, özellikle doktor kılıklı adamları dikkatten kaçırmıyordu. Acaba kulak doktoru bunlardan hangisiydi? Güleç yüzlü olmasını ne de çok istiyordu. Bir aksilik olursa muayene de: “Çok sınav kazandım doktor bey! Okumayı çok istiyorum” der bakardı gözlerinin içine...
“ K.B.B.” yazılı kapının önündeki banka oturdular. Bir süre beklediler tedirgin. Kendilerinden önce birkaç hasta girip çıktı içeriye.
“Tahir Toprak” diye seslendi hemşire kapıyı açıp. Yerinden fırladı Tahir, babasına baktı. “ Beni kurtar! ” der gibiydi sanki…
“Ben buradayım oğlum korkma! ” dedi Mehmet Çavuş.
Tahir içeriye girdiğinde Ordu Devlet Hastanesinde olduğu gibi gene bir sandalyeye oturttular. Hemşire yanına yaklaştı, elindeki pamukları gene Tahir’in kulak deliklerine tıkadı:
“Adın ne senin? ” diye sordu Tahir’e
“Tahir” dedi “Tahir Toprak! ” Sesi titriyor, dizleri birbirini dövüyordu korkudan…
“Bastır bakayım parmaklarınla pamuklara, Doktor Bey’in söylediklerini tekrar et.” diyerek doktorun yanına yürüdü. Tahir kulaklarının delikleri üzerine değil de, şakak kemikleri üzerine bastırdı ellerini. Doktorun ağzından fısıltıyla çıkan rakamları tekrarladı Tahir. Çok azını da tam duyamadığı için yanıtsız bıraktı.
“Bu kez tamam herhal! ” diye geçirdi içinden Tahir.
“Gel bakalım ufaklık! ” diye yanına çağırdi Tahir’i doktor. Kulaklarındakileri de çıkar! ”
Tahir ayağa kalktı, sendeledi, biryandan da kulaklarında tıkalı pamukları çıkarıp eline alarak doktora yaklaştı.
“Hangi okulu kazandın sen? ” diye sordu Tahir’e. Akpınar’ı mı?
“He! ” dedi Tahir, Akpınar’ı
“Benim kazanamadığım okulu kazanmışsın aferim sana! ” dedi doktor. Sonucu yazmak için de rapor formunu önüne çekti:
“Çıkabilirsin! ” dedi.
Tahir henüz kendine gelememişti. Kapıya yönelip dışarı çıkmak üzereyken gözü doktorun kalemine takıldı. “Sağlam” yazdığını gördü. Adımını dışarı atar atmaz babasıyla göz göze geldi. tedirgin birbirlerine baktılar bir süre.
“ Ne oldu? ! ” diye sordu Mehmet Çavuş heyacanla. Olumsuz bir yanıt alırsa düşüp bayılacaktı sanki.
“Geçtim baba! ” diye yapıştı ellerine babasının…
“Essah mı lan Tahir, sen ne biliyon? ”
“Tam kapıdan çıkarken doktorun yazdıklarını okudum baba! ” dedi Tahir. “Sağlam” yazdı.
Mehmet Çavuş şapkasını çıkarıp birkaç kez dizlerine çarparak:
“Oh be! Oh be! ” diyerek koridordaki hastaların dikkatlerini çekecek şekilde sevinç gösterisinde bulundu. Birden bacaklarına güç gelmiş, oğlunun okul işinin olumlu sonuçlanması tüm yorgunluğunu, çektiği tüm sıkıntıları söküp atmıştı…

Mehmet Çavuşla Tahir köyden ayrılalı hayli çok olmuştu. Ne onlar köyden, ne de köye kendilerinden bir haber ulaşmamıştı. Mehmet Çavuş en çok harmana yığdığı ekinlerin dövenle ezilip çecinden ayrıştırılarak samanlığa atılıp atılmadığını merak ediyordu. Çünkü bundan sonra kolay kolay harman havası yakalamak oldukça zordu. Ama ne olursa olsun, Tahir’in okul işinin kesinlenmiş oluşu her şeye bedeldi. Şimdi sıra Tahir’in urbalarının alınmasına gelmişti. Öyle ya; köy yerinde, kırda bayırda giyindiği elbiselerle okula yollamak yakışık almazdı. Kesenin ağzını açmalı, Tahir’i giyindirip kuşandırmalıydı. Bunu zaten çoktan hak etmişti. Nasıl olsa yüz lirayı da kurtarmışlardı. Ordu Otogarına giden geniş cadde üzerinde bir müstamelci dükkânına girdiler baba oğul. Mehmet Çavuş tanırdı buranın sahibini.
“Ooooo hoş geldin Memed Aga, buyurun buyurun!
“Hele birer çay söyle de…” diyerek bir sandalyeye attı kendini Mehmet Çavuş. Belli ki yorgundu. “Biraz dinleneyim de! ” dedi
“Hayrola Memed Aga nerden böyle çocukla? ” diye sordu müstamelci ismet.
“Öğretmen okulunu kazandı da, biraz urba alalım dedik.”
“Ladik Akpınar’ı mı? İyi iyi hayırlı olsun! Herkese gülmez bu şans.”
“Şans mans değil be İsmet! Neler çektiğimizi bir biz, bir de Allah bilir! Bir pantolon bakak hele çocuğa! ” dedi.
İsmet üst üste istiflenmiş pantolonları alıp masanın üzerine yığdı. Karıştırdı, karıştırdı, içlerinden birini Tahir’e uzatarak:
“Yeğenim hele şunu giyin de bir bakalım.” dedi.
Tahir pantolonu giyindi, düğmelerini ilikledi, dükkânın orta yerinde dikelip durdu. Mehmet Çavuş Tahir’in etrafında bir tur attı, pantolonu iyice gözden geçirdi, Tahir’e dönerek:
“Çök oğlum çök çök” dedi. Tahir giydiği pantolonla çöktü.
“Aç bacaklarını yana aç! ” dedi, Tahir bacaklarını yana açıtı.
Böylelikle alınacak pantolonun sağlamlığını sınıyordu Mehmet Çavuş. Patlayacaksa da burada patlasındı.
“Kalk oğlum kalk kalk! ” Ayağa kalktı Tahir.
“Dön oğlum dön dön” Olduğu yerde ağır ağır döndü.
“Kaç lira demiştin bu pantolona İsmet? ” diye sordu Mehmet Çavuş.
“Dört lira Memed Aga” dedi İsmet.
“Çıkar oğlum çıkar çıkar! ” diye emretti Tahir’e Mehmet Çavuş. Belli ki fiyatı kırmak için almaktan vazgeçmiş izlenimini veriyordu.Ancak İsmet’in ele geçirdiği müşteriyi kaçırmaya hiç de niyeti yoktu.
“Bırak şimdi çıkartmayı Memed Aga” dedi İsmet. Tam da oldu bedenine, iyi de yakıştı. Atla deve değil ya, giyinsin çocuk!
“Söylemesi kolay ismet! Biz evden çıkalı kaç gün oldu biliyor musun? Daha bunun ceketi var, gömleği var, kundurası var. Kurtarırsa iki buçuğa bağlayalım bu işi!
Müstamelci İsmet, Mehmet Çavuş’tan daha fazla para çıkmayacağını anlamış olmalı ki, iki buçuğa itiraz etmedi. Zaten fındık satışlarının olduğu bu mevsimde Mesudiye’lilerden başka müstamel elbise müşterisi zor bulunurdu. Fazla uzatırsa iyi olmayacaktı.
“Tamam, yeğenim.” dedi İsmet, Tahir’e dönerek: “Çıkarma kalsın kıçında. Sana bir de ceket ayarlayalım da öğretmene benze daha şimdiden.”
“Yahu Memed Aga! Bizim çocukların yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında da, sınıflarını geçemiyorlar be yav! Sizin çocuklar bunca yoksulluk içinde bir sürü sınavı kazanıyorlar da yatılı öğretmen okuluna girebiliyorlar, anlayamıyorum bir türlü. Helal olsun valla!
“Anlamayacak ne var bunda İsmet! ” dedi Mehmet Çavuş. “Hani ne derler: ‘Canı yanan eşek attan yürük gider! ’ “Bunca çileli yaşamdan sıyrılmak için başka çare mi var sanıyorsun? ”
Başını iki yana salladı İsmet. Belli ki Mehmet Çavuş’un ne demek istediğini anlayamamıştı. Gitti, askılıktan bir ceket getirip Tahir’in sırtına geçirdi. Etekleri ve kol uçları kesilerek küçültülmüştü. Pantolonda olduğu gibi ceketin üzerinde de kahverengi çizgiler vardı. Neredeyse ikisi birlikte bir takım elbise gibi duruyordu.
“Aynada bir bak yeğenim” dedi Tahir’e. Nasıl yakıştığı sen de gör! ”
Tahir aynanın karşısına geçti, sağa sola döndü, çömeldi kalktı, belli ki beğenmişti. Babasının gözlerine baktı.
“Beğendin mi oğlum takımı” dedi, Mehmet Çavuş.
“He he! ” dedi Tahir, “Beğendim.”
“Bir de beyaz gömlek giydireyim yeğenime” dedi İsmet. Gitti gömlekleri karıştırdı, Tahir’e uygun olacağını düşündüğü bir gömleği getirip Tahir’e giydirdi. Gitti, çekmecesindeki kravatların içinden takım elbiseye uyan bir kravatı getirip Tahir’in boynuna bağladı. Kravat biraz buruşuktu ama olsundu, bundan da para almaz, olur biterdi.
Boynunda kravatıyla tekrar geçti aynanın karşısına Tahir. Utangaç süzdü kendisini. Gülümseyerek babasına baktı. Mehmet Çavuş da gülümsüyordu…

Güneşli bir eylül sabahıydı. Martılar henüz apartmanların aralarında uçuşuyor, ara sıra kapıların önlerine konarak bulabildikleri yiyecek kırıntılarını atıştırıyorlardı. İşte tam bu saatlerde; Ordu’dan kalkıp Samsun yönüne giden minübüsün içinde; gözleri ağlamaktan kızarmış, tahta bavulunu iki dizi arasına sıkıştırmış; kravatlı, takım elbiseli, ayaklarında kara lastikleri, başarmış olmanın vermiş olduğu özgüvenle başı dik, sevinçlerin en büyüğünü ve hüzünlerin en yoğununu aynı anda birlikte yaşamakta olan on üç yaşında bir öğretmen adayı; pencereden, kayalıkları döven Karadeniz’in köpüklü dalgalarını seyrediyordu…
Gene aynı saatlerde, Ordu’dan Mesudiye’ye yola çıkmaya hazırlanan ve harıl harıl çalışmakta olan bir yük kamyonunun yanında; ince uzun boylu, kasketli, elmacık kemikleri çıkık, ap ak saçları ve giyinmekten her yanı aşınmış lacivert kruvaze takım elbiseli koca bir adam:
“Oğuuuul, oğul! Yüreğimi yaktın oğul! ” diyerek hıçkırıyordu…

……..
“Kardeşim Tahir; Ben yeni işe girdim. Bir Ermeni’nin dokuma tezgâhında kazak dokumayı öğreniyorum. Bakalım ay sonunda maaşımı alabilecek miyim? Bu ermeni patron için “ iyi adam” diyorlar. Kimsenin onda parası kalmazmış. Ben de buna güvenerek ablamın yanından ayrıldım, kendim için başka bir ev kiraladım. Ablam ayrılmama razı gelmedi, ağladı sızladı ama, olacak gibi değildi. Benim tuttuğum ev iki odalı. Bodrumda olduğu için biraz karanlık ama, başka çaremiz de yok Ablama yakın oluşu da burayı kiralamamda etkili oldu. Yengen de köyden yanıma geldi. Babam bizi ziyarete gelecek. Seni karne tatilinde buraya bekliyoruz. Hayırlı haberlerimde var ama, onu şimdi sana söylemem! Her şeyin bir sırası var bilirsin…
İhmal etme ha! Sözümü dinlemez, köye gider de İstanbul’a gelmezsen bir daha da bana “ağabey” deme! Ablam ve yengen sana selem ediyorlar. “Tahir bir gelse de görsek” diyorlar. Hem sen Ladik’e gittim diye hava atıyordun ama, gel de şehir nasıl olurmuş bir gör. Ucu bucağı yok. Tren var, vapur var, otobüsler de var ama bunların bazıları elektrikle çalışıyor. Bir sürü de damalı taksi pire gibi dolaşıp duruyor şehrin içinde. Parayı bastıran damalılarla istediği yere gidiyorlarmış. Ben daha hiç binmedim. Hele maaşımı bir alayım, o zevki ben de yaşamak istiyorum. Bir de siyah renkli içleri görünmeyen taksiler var. En pahalı arabalar da onlarmış! Bizim köyün tüm tarlalarını, koyununu kuzusunu, ineğini öküzünü satsan, o arabalardan birini bile alamazmışsın…
İşte böyle Tahir. Tekrar selam eder gözlerinden öperim. Seni dört gözle bekliyorum.
Yaşar Toprak.”

Bir kez daha okudu mektubu Tahir. Sonra katlayarak iç cebine yerleştirdi.
“Mektup okumanın zamanı mı oğlum? ” dedi Mustafa. “Bu gün yapılacak sınav sorularının o mektuptan çıkacağını mı sanıyorsun? ” Mustafa, Tahir’in sıra arkadaşıydı.
Hafif bir dirsek attı arkadaşının böğrüne Tahir. Bunca yıl aynı sırayı paylaşmışlardı ne de olsa!
“Ben anlamam oğlum” dedi. “Kopya verme sırası bu gün sende!

Yanıt vermedi Mustafa, Vakit kaybedemezdi. Tarih yazılısına gireceklerdi bu gün. Kolay değildi öyle, kuruluşundan çöküşüne kadar tüm Osmanlı Padişahları’nın baba adlarını, hanği tarihlerde tahta çıkıp hangi tarihlerde indiklerini ezberlemek.


Tahir arkasına yaslandı, dışarıda döne döne inen kar tanelerini seyre daldı. Birbirlerinin üzerlerine düşüp kalıyorlardı. Yakındaki meyve bahçeleri belli belirsiz seçiliyor, daha uzaklarda Lâdik Kasabası ve onun arkasında yükselen Ak Dağ hiç mi hiç görülmüyordu. Sınıfın kömür sobası henüz tutuşmasına karşın içerisi onca öğrencinin nefesinden ısınmış gibiydi.
Gelen mektup kafasını karıştırmıştı Tahir’in. Annesini ve kardeşlerini çok özlemişti ama İstanbul’u görmek de az şey değildi. Üstelik böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Hem babası da gelecekmiş oraya. Ağabeyinin: “Önemli haberlerim var” demesi de ilginçti. Ne olabilirdi ki bu haber. İki arada bir derede kalmıştı işte! Düşündü kaldı bir süre… İstanbul’a gitme isteği daha ağır basacak gibiydi…
Elini tekrar cebine atıp mektubu çıkarmaya yelteniyordu ki; sınıfın kapısı sessizce açıldı, sınıf öğretmenleri Durali Bey girdi içeri. Kara tahtanın önüne geldi, “ hazrol! ” vaziyetini aldı, öğrencileri süzdü tek tek. Dalga geçen kimse yoktu. Herkes dersine çalışıyordu. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, bıyıklarını sıvazladı. Aynı sessizlikle yürüdü, kapıyı yavaşça kapatarak çıktı gitti. Belli ki Tahir’in önünde kitap olmadığını fark edememişti. Yoksa O’nu hırpalamadan çıkmazdı dışarı…
Durali Bey Tahir’lerin sınıfının ilk yıldan bu yana genellikle hem matematik derslerine girmiş, hem de sınıf öğretmenliği görevini sürdürmüştü. Nedense bırakmamıştı bu sınıfı. Aileleri tarafından öğrencilere gönderilen harçlıklar; okul yönetimince Durali Bey’e teslim edilir, O’da her hafta sonu, öğrencilerle gıdım gıdım dağıtırdı. Durali Bey’den para koparmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu.
Kumral saçlarını yana tarardı. Mahcup ve güleç yüzünde ince bir burnu vardı. Çok sinirlendiğinde sağ kolunu ve işaret parmağını bir ok gibi ileriye uzatarak çarpık adımlarıyla hınçla öğrencinin üzerine yürür, göz göze gelince de biraz bekler, daha sonra yüzüne hafif bir gülümseme yayılır; içinde biriken öfke, sabun köpüğü gibi dağılır giderdi…

Tahir bildi bileli hep aynı çizgili lacivert elbise sırtındaydı Durali Bey’in. Belli ki başka giyecek elbisesi yoktu. Eşi ve beş çocuğuyla birlikte enstitü kuruluşunda top sahasının etrafına inşa edilen öğretmen lojmanlarından birinde otururdu. Ders anlatırken Erzurum aksanı ağır basar, öğrencilerin gülüşmelerine neden olurdu. Ara sıra dayak ta atardı ama, zaten genellikle dayak kültürüyle büyümüş öğrenciler bunu yadırgamazlar, içten içe gene de severlerdi Durali Bey’i… Çünkü O, öğrencilerini çok önemser, sanki babalarıymış gibi onları korumak istediğini hep belli ederdi. Kızdırıldığında: “Sözümden hiç çikmayııııın! Ben sizin babanızıııııııım…! ” diye içtenlikle bağırır çağırırdı.
Hele; yazılı sınavlarda kopya çekilmesini önlemek için ayakkabılarını çıkarıp öğrenci masalarının üstüne çıkar, masadan masaya atlayarak sessizce dolaşırdı. Şüphelendiği öğrencilere: “Özdemiiiir! “Buluuut” diye bağırır, böylelikle kopya çekmeye yeltenecek olanları da ürkütürdü.
Tahir’in, birinci sınıfın ilk yarısında aldığı karnesinde sadece matematik zayıf gelmişti. Bu yüzden karne tatilinde matematik çalışma amacıyla köyüne gitmemiş, okulda kalmıştı. Babasının araması sonucu tatilin bitimine az bir zaman kala Akpınar’dan uğurlanmış, zor ve tehlikeli bir kış yolculuğu sonucu donmaktan canını zor kurtararak evine, ailesine ulaşabilmişti. Durali Bey’den ıkınarak koparabildiği “beş” lerle altıncı sınıfa kadar ulaşabilmişti gene de…
Her öğretmenin öğrencilere karşı tavırları birbirinden farklıydı. Durali Bey’in aksine meslek dersleri öğretmeni Gamalı Azmi Bey; her yazılı sınavında altmış soru yazdırır, sonra da sınıftan çıkar giderdi. O gidince sorularla ilgili tüm dokümanlar masaların üzerine yayılır, kopya çekme faslı başlardı. Uzun bir aradan sonra sınıfın kapısını aralayarak kafasını içeri sokar, bunu fark eden öğrenciler kitapları defterleri tek hamleyle masaların gözüne kaydırırlardı. Gamalı Azmi Bey; sınıfın tavanında gözlerini gezdirir, hiçbir şey görmemiş gibi yaparak yeniden çeker giderdi.
Tahir en çok resim dersini sevmişti. Havaların güneşli olduğu bahar günlerinde öğretmenler lokali ile konuk evi arasındaki çamların altında otururlar, daha çok suluboya resim çalışırlardı. Birinci sınıfta katıldığı resim yarışmasında üçüncü olmuş, ödül olarak beş liralık Ziraat Bankası cüzdanı vermişler, bu parayı alabilmesi için on sekiz yaşına gelmesi gerektiğini öğrenince de beli buza dönmüştü…


Tahir yüzünü sınıfa çevirdi yeniden. Arka masada oturan Şakir’in sıra arkadaşıyla didişmelerinden başka olumsuzluk yoktu. Tüm sınıf o gün yapılacak tarih sınavına odaklanmıştı. Hepsi de kendisi gibi kocaman adam olmuşlardı işte… Birinci sınıftan beri aynı sınıfta, aynı yatakhanede, aynı yemekhanede birlikteydiler. İyi günde, kötü günde ve Akpınar yaşamının her alanında birlikte olmuşlar, ergenlik ve ilk gençlik yıllarını birlikte geçirmişlerdi. Birbirleriyle sadece sınıf arkadaşı değil, aynı ailenin bireyleri olmuşlardı sanki…
Bunca yaşanmışlıklarda zaman zaman aralarında uyumsuzluklar, kıskançlıklar, hemşehri guruplaşmaları, hatta şiddet içeren itiş kakışlar ortaya çıkmış olsa da onlar biliyorlardı ki; bu yıl öğretmen olup birbirlerinden ayrılacaklar, yurdun dört bir yanına ışık olarak dağılacaklardı. O nedenle geçen yıllara oranla bu son birlikteliklerinde birbirlerine daha saygılı, daha sevecen, daha hoşgörülü ve daha paylaşımcı davranıyorlar; bundan sonraki yaşamlarında aynı kaderi paylaşacaklarını, benzer heyacanları yaşayacaklarını biliyorlardı. Zaten ikinci yarı Ladik köylerindeki ilkokullara guruplar halinde dağılacaklar, öğretmenliğe hazırlık amaçlı staja gideceklerdi. Gerçeklerle burun buruna gelme zamanı gelip çatmıştı işte…

Yeniden dışarıdaki yoğun kar yağışını izlemeye başladı Tahir. Aralıklarla çıkan rüzgar yere düşen kar tanelerini hafifçe savuruyor, daha sonra üst üste yığılmasına izin veriyordu. Köyüne gitti aklı. Annesi, babası, kardeşleri düştü usuna. Bu yıl mezun olup Anadolu’ya gidecek, bundan sonraki yaşamında onları çok daha az görecekti… Hüzünlendi… Mektup yazalı bir ay olmuş, yanıtını henüz alamamıştı. Babası gene sık sık hastalanıyor muydu acaba…

…..
Ordu’da müstamel elbiselerini giyinip,tahta bavulu elinde babasından ayrılıp Samsuna gitmek için minibüse bindiğinde kendini tutamamış nasıl da ağlamıştı hüngür hüngür… Kanadı kırık bir kuştu sanki! Babası minübüsün sürücüsüne yalvarırcasına:
“Bak gardaş! ” demişti, “Bu çocuk Ladik’e gidecek. Samsun’a varınca ona bir otel göster.Ne de olsa cahal, sevaptır! ”
“Merak etme amca” demişti sürücü. “O benim de çocuğum sayılır. Tanıdık bir yer var. Yolumun üstünde, gönlünü ferah tut! ” demiş, basmıştı gaza. Tahir arkasına dönüp el bile sallayamamıştı babasına. Samsun’a geldiklerinde sürücü minibüsü Saat Meydanı’nın kenarında durdurmuş:
“Hadi in bakalım” demişti Tahir’e. “Bak şu karşıda bir kıraathane var. Sen oraya git, yatacak yer var orada.”
Tahir minibüsten iner inmez sürücü gazlamış gitmişti Elinde bavuluyla kala kalmış, korku ve merak karışımı bir duyguyla kafası allak bullak olmuştu. Ağır adımlarla yürüyerk hayranlıkla saat kulesini izlemiş, etrafında bir tur attıktan sonra kahvehaneye yönelmişti. İçerisi tıklım tıklım doluydu. Böyle bir yere hiç girmemişti Tahir. Çay dağıtma işini bitiren kahveci elindeki bavuldan Tahir’in yabancı olduğunu anlamış:
“Hoş geldin yeğen, Ladik’e mi yolculuk? ”
“Geldiğim minibüsün sürücüsü otel diye beni buraya yolladı da! ”
“Bizim İbram’dır O. Ordu’dan getirdi değil mi? ”
“ He he! ” demişti Tahir.
“ Al bavulunu da gel peşimden” diyerek giriş kapısının arkasındaki merdivenlere yönelmiş, Tahir de peşinden yürümüştü. Üst katta bir odada tek kişilik ranzalar vardı.
“Burada yat1” dedi kahveci. “Akşama çok var daha. Çık dışarı gez, dolaş. Uzaklaşma sakın ha! Bulamazsın sonra burayı! ”
Bavulunu ranzanın altına saklayan Tahir dışarı çıkarak hava kararıncaya değin Saat Meydanı’na açılan caddelere girip çıkmış, yüksek binalara, mağazalara, geçen arabalara, kentli insanların giyim kuşamlarına bakıp durmuştu. Atatürk Heykeli’nin ne tarafta olduğunu sorup öğrenmişti ama kaybolma korkusuyla cesaret edip görmeye gidememişti. Oysa ne de çok merak etmişti ders kitaplarında gördüğü heykelin aslını… Hava kararınca kıraathaneye gelip üst kata çıkmış, babasının verdiği harçlığı çalınır korkusuyla çoraplarının içine sokmuş, öylece de yatıp uyumuştu.
Sabah uyandığında odada yalnızdı. Yeni alınan müstamel takım elbisesini giyinip elini yüzünü yıkamış, saçlarını da güzelce taramıştı. Bavulunu alıp aşağıya indiğinde, kahvehane kapısının kilitli olduğunu görerek irkilmiş, “Ya açmazlarsa ne yaparım? ” korkusuna kapılmıştı. Kahvehanenin içinde üst üste yığılmış incir kasalarını, taban döşemesi üzerine sıralanmış üzüm sepetlerini görünce de şaşırmıştı. İçerisini mis gibi incir ve üzüm kokusu doldurmuştu. Yarın kurulacak pazarda satılmak için getirilmiş, burada güvenceye alınmıştı anlaşılan.
Tahir’in ağzı sulanmıştı. Mesudiye’de bu meyveler hiç yetişmezdi. Tatlarını bilirdi ama ağız dolusu doya doya yiyememişti hiç… Kasalardan birkaç incir, selelerden bir salkım üzüm alsa da yese kimsenin ruhu bile duymazdı. Gene de dişini sıkmalı, el bile sürmemeliydi. Gerçi arkadaşlarıyla birlikte; köylerinde Kara Yusuf’un ak eriğinden fırsat buldukça aşırırlardı ama “Komşunun komşuda hakkı vardır.” denir, köy yerinde hoş karşılanırdı.
Yukarı çıkıp bekledi Tahir. Anahtar sesini duyunca kapandan kurtulacağı sevinciyle aşağıya koşmuş, içeri giren kahveciye:
“Amca! ” demişti, “Ladk’e gidecek arabalar nereden kalkıyor? ”
“Şu bankanın köşesini dön, sağa sola sapma, on dakika yürü! Sor, bulursun! ”
Cebinden çıkardığı bozuk paralardan yatak ücretini kahvecinin eline saymış:
“Tamam mı amca” demişti.
“Tamam yeğen tamam! Hadi güle güle! ”
Tahir; bir türlü el sürüp yiyemediği üzüm ve incirlerin kokusu burnunda, bankanın köşesini dönmüş, yürümüştü…
Aynı günün ikindisinde, Akpınar İlköğretmen Okulu’nun idare binasının önünde minibüsten inmiş, tahta bavulu elinde tören alanına girmişti.
“Gel gel! Buraya! ” diye kendisine seslenildiğini duymuş, bir tavşan ürkekliğiyle kendisini çağıran üst sınıf ağabeylerinin yanına gitmişti. Birlikte kayıt oasına girmişler, bavulundan çıkardığı sarı zarf ile nüfus kağıdını vererek kaydını yaptırmıştı. Kendisi gibi kayıt yaptıran başka öğrencilerle birlikte taş yapılı yatakhane binasına götürülerek yatacakları yataklar gösterilmiş, yemekhane, genel tuvaletler, lavabolar gezdirilmişti.
Okul açılmak üzere olduğundan yollar, parklar, sınıflar, koridorlar, ağaçların gölgeleri öğrenci kaynıyordu. Birçok ağacın altında, merdivenlerin sahanlıklarında çalınan mandolinlerin sesleri her tarafa yayılıyor, Tahir’in içindeki ayrılık hüznünü az da olsa sevince dönüştürüyordu. Elbiselerinin müstamel oluşu neyse de kara lastikli oluşundan çok utanıyordu. Hemen herkesin ayağı kunduralıydı. Yeni gelen köy çocuklarının bazılarında kara lastik görünce onlara yaklaşıyor, tanışmaya çalışıyordu. Her ne kadar öğrencilerin büyük bir bölümü köy çocuğu olsa da içlerinde kent ve kasabalardan gelenlerde vardı. Onların giyim kuşamı, konuşmaları, insan ilişkileri daha gelişkindi. Köyden gelenlere karşı üstünlük bile taslıyorlardı. Okulun açıldığı ilk ay içinde kundura, gömlek, kravat, kazak, çorap ve iç çamaşır dağıtımı yapılmış, elbise ve palto dikimi için okul terzisine ölçü bile vermişlerdi. Tahir ilk kez kundura giymenin sevincini tatmış, yeni gömleğini ve yeni kravatını takmıştı. Yakında terzinin elinden çıkan takım elbise ve paltoyuda giyerse dünyalar onun olacaktı. Eski çamaşırlarını ve müstamel elbiselerini tahta bavulunda saklayıp, köydeki kardeşlerine götürecekti. Onlar da sevinsinlerdi…
Tahir bundan böyle kendisini herkesle eşit sayıyor, hatta bazı arkadaş guruplarının sohbetlerinde söz bile alıyordu. Bir gün sınıfta konuşurken ağzından çıkan “dohdur” sözcüğünü duyan Mengüşoğlu: “Oğlum ne dohturu lan! Doktor, doktor! ” diye araya girmiş, Tahir’i utandırmıştı.
“ Çok okuyacağım, yetişeceğim size! ” diye söylenmişti kendi kendine…

…..
1969 Şunatının ikinci haftasıydı.Tüm doğa göz alabildiğnce kar altındaydı Yoğun kar yağışı ağaçların dallarında birikmiş, şemsiye görünümüne sokmuştu. Özellikle geceleri buzlanma oluyor, Akpınar yerleşkesi içindeki yollarda yürümek iyice zorlaşıyordu. Birinci yarıyılı sınavları bitmiş, tüm öğrenciler cuma günü alacakları karnelere odaklanmışlardı. İki yıl üst üste sınıfta kalanların okuldan atıldığını bildiklerinden olanca güçlerince ders çalışmışlar, okul kurallarına ve yönetmeliklere uygun davranmaya özen göstermişlerdi. Okuldan atılma korkusu bir sızı gibi içlerinde dolanıp durmuştu onca yıl…
En çok müzik ve resim- yazı derslerinden zorlanmışlar, İstiklal Marşı’nı mandolinle çalamayanların okuldan mezun olamadıklarını duymuşlardı. O yüzden Akpınar’da yaz kış mandolin sesi hiç eksik olmazdı. Teorik dersler genellikle sınıflarda yapılır, iyi ezber yapanlar iyi not alırlardı. Ezberi az olanlar sağdan soldan yardım alırlar, ya da kopya çekerlerdi. Hangi sınıfta kimlerin kopyacı olduğu, kimlerin bu işi hiç beceremediği bilinirdi. Tahir’in başarısız olduğu derslerden birisi de Tarımdı. Arazide yapılan belleme işini iyi beceriyordu ama yazılı ve sözlü sınavlarda çuvallıyordu. Beşinci sınıfta tarım derslerine matematik öğretmeni Yılmaz Bey girmişti. Matematik derslerini iyi öğretiyordu ama, tarım derslerinde öğrencilere azber yapmaktan başka çare bırakmıyordu.Bir gün Tahir’i sözlü sınavına kaldırmış:
“Hercai çiçeğini tanıt bakalım” demişti.
Tahir, hercai çiçeğinin tarım kitabında resmini görmüştü ama gerçeğine elini hiç sürmemişti. Ikınmış sıkınmış, arkadaşlarının gözlerine bakmış, yardım alamayacağını anlayınca da:
“Hocam” demişti, “Hercai çiçeği kırmızı, sarı ve mavi renklerde olup saksılarda yetişen bir çiçektir! ” diye başlamış. Bu yanıtın atmasyon olduğunu anlayan Yılmaz Bey araya girmiş:
“Bunu anladık” demişti. “Sardunya ya gel hele! Bakalım onu nasıl tanıtacaksın? ”
Tahir kitapta gördüğü çiçek resimlerini usunda canlandırmış, sardunyayı bir türlü anımsayamamıştı. Yanıt vermek zorunda olduğunu bildiğinden:
“Hocam; sardunya bir bahçe… Pardon bir saksı çiçeği olup; kırmızı sarı ve mavi renklerde...”
“Dur, dur! Hızlı gidiyorsun! ” Tahir’in yanına gelmiş, sert sert gözlerinin içine bakarak, “Şimdide begonyayı anlat hele de bu işi bitirelim.” demişti.
İyice bunalmış, terlemeye başlamıştı Tahir:
“Hocam begonya… begonya çiçeği kırmızı sarı ve mavi ren…” der demez, Yılmaz Bey çileden çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak:
“Ulan! ” demişti. “Nasıl oluyor da bütün çiçekler kırmızı, sarı ve mavi oluyor? Dünyada başka renk mi kalmadı? ”
Enstitü zamanında okul arazisi içerisinde kurulan meyve bahçelerindeki elma ve armut ağaçlarının başları diken bağlamış, iyice yozlaşmışlardı. Ne tavlada, ne kümeslerde ne mandırada nede arı kovanlarında bir kez bile uygulama dersi yapmamışlardı. Tahir bu işe akıl erdirememiş, bu üretim yerlerinin neden oluşturulduğunu, şimdi neden gereğince işletilmediğini kendi kendine sorup durmuştu.


“ Seni de yazdım listeye Tahir! ” dedi Cemalettin. Necip Samsun’a gitti. Ulusoy’lardan bir otobüs kiralayıp getirecek. Yarın öğleye doğru Biriz Çeşmesi’nin önünde hazır olacak. Yap hazırlığını.”
İstanbul’u hayal etti Tahir. Merakı büyüktü. Bu zamana değin yaşamı köyünde ve Lâdik Akpınar’da geçmiş, kent yaşamını merak edip durmuştu. “Fırsat bu fırsat, bir daha ya giderim ya gidemem.” demiş, köye gitmekten vaz geçerek İstanbul’da karar kılmıştı.
“İyi iyi” dedi Tahir.” Durali Bey akşama para dağıtacak. Getirir veririm ücretini.”
“Yabancı mısın canım? ” demişti Cemalettin. “ Otobüse binince verirsin, acelesi yok.”.
Okulun en uzun boylu öğrencilerinden birisiydi Cemalettin. Daha önce İstanbul’a gidip gelmiş, hatta yaz tatillerinde İstanbul Çeliktepe’de ağabeyinin bakkal dükkanında bile çalışmıştı. İstanbul gibi ucu bucağı belirsiz bir kente giderken O’nun yanında olması Tahir için bir güvence sayılırdı.
Öğrenciler yoğun bir telaşe içine girdiler o akşam. Soğuk suyla duş alanlar, tıraş olanlar, çorap gömlek yıkayanlar, pantolonlarını yatak ütüsüne koyanlar, ayakkabı boyayanlar, eşyalarını bavullara yerleştirenler... Ödünç para alıp vermeler. Yarınki karne alma telaşıyla birbirlerini görememe olasılığına karşı şimdiden sarılıp kucaklaşmalar… Şamata gırgır…
Yarın yola çıkıp memleketlerine gidecekler, sevdikleriyle kucaklaşıp, çektikleri ayrılığın acısını çıkaracaklardı… Ne de büyük bir coşku içindeydiler…

….
Akşam olmuş, hava kararmıştı. Her taraf kar altındaydı. Yollar greyderle açılmış, kar tezekleri donarak yol boylarında yığınlar oluşturmuştu. Nedense bu yıl İstanbul’a çok kar yağmıştı. Otobüs Harem Vapur İskelesi’ne yanaşmış, vapur seferlerinin olumsuz hava koşulları nedeniyle iptal edilmesi üzerine Kadıköy Sahiline gelmiş, Akpınar’lı öğrencileri ellerinde bavullarıyla indirmişti. Bundan sonra kim nereye gidecekse kendi olanaklarıyla gidecekti.
Karşıya geçecek olan öğrenciler Karaköy Vapur iskelesinin önünde durdular. Vapur henüz gelmemişti. Akpınar’lılar tahta bavullarını yere koyup üzerine oturarak gecenin gizeminde İstanbulu seyre daldılar. Gelen geçenler bir gariplik varmış gibi dönüp dönüp onlara bakıyordu.
Boğazda, yüzlerce metre uzunluğunda karmaşık bir ışık zinciri dikkatlerini çekmişti. Karşı kıyı ve boğazdaki gemiler karanlıkta seçilmiyordu.
“ Bu uzun ışıklar ne oluyor böyle? ” diye sordu Cemalettin’e Tahir.
“ Valla ben de çıkaramadım ama öğrenirim şimdi” diyerek yakındaki büfeye gitti. Elinde üzerinde “Milliyet” yazan bir gazeteyle döndüğünde:
“Amerikan gemileriymiş. Altıncı filo diyorlar”dedi.
“Bu kadar uzun gemi olurmu ki? ”
“Peşpeşe dizimişlerdir. Karanlıkta seçilmiyor. Yarın gelip seyrederiz istersen.”

…….
: Mıstık’n sesini anımsadı Tahir.
“Yazyooooor, yazıyoooor! Altıncı Filonun İstanbul’u ziyaret edeceğini yazıyoooor! ” bağırıp durmuştu Akpınar’da geçen hafta…
Kısacık saçları, köse sakalı, minyon görünümü ve paytak paytak yürümesiyle tüm akpınarlı’ların maskotuydu Mıstık. Tercüman’dan başka gazete satmazdı nedense. Öğrencilerin bireysel olarak her gün gazete alabilecek maddi olanakları olmadığından, her sınıf ortaklaşa bir gazete alır, gün içinde dönüşümlü okurlardı. Okunan gazeteler atılmaz, defter kitap kaplanarak değerlendirilirdi.

İskelelere yanaşan ve iskelelerden kalkan vapurların düdük sesleri, akşamın alaca karanlığında uçuşan martıların çığlıkları, toplu taşıma araçlarının korna sesleri, binlerce kişinin arı kovanı gibi çıkardığı uğultuların birbirine karışmasıyla oluşan hengâmeyi izlemek Tahir’in çok hoşuna gitti. Akpınar’lı öğrenciler Karaköy’e gidecek vapuru beklerken, diğer iskelelere yanaşan vapurlardan çıkan Amerikan askerleri guruplar halinde Kadıköy Meydanı’na dağıldılar. Ellerindeki bira şişelerini kafalarına dikip şamata koparıyorlar, kendilerini izleyenleri rahatsız edecek şekilde bağırıp çağırıyorlardı.

Akpınarlı öğrenciler bir yandan Karaköy’e gidecek vapuru bekleyip Altıncı Filo askerlerini merakla izlerken, bir yandan da bavulların üstünde oturmuş simit atıştırıyorlardı.

Dün öğleden beri yollardaydılar. Samsun’a Ulusoy’dan otobüs kiralamaya giden Necip; Ulusoy’la ücret konusunda anlaşamamış, daha ucuza taka bir otobüs kiralayarak Akpınar’a getirmişti. Moralleri bozulan öğrenciler zoraki bu otobüse doluşarak yola çıkmışlar, Havza’ya yaklaşırken otobüs ağırlaşmış, hırıltılı sesler çıkararak bir süre daha yol aldıktan sonra “zınk” diye durmuştu. Sürücü uğraşmış, didinmiş, muavini otobüsün altına yatırmış, bir takım civatalar sökülmüş takılmış ama bir türlü otobüsü harekete geçirememişti.
Hava buz gibiydi. Otobüsün içi iyice soğumuştu. Öğrenciler paltolarını giyinmelerine, atkılarını sarınmalarına karşın gene de üşüyorlardı. Öğlen yemeği yemediklerinden karınları da acıkmıştı.
“Arkadaşlar! ” diye ünledi sürücü. “Çaresi yok yürümüyor! Şimdi hep birlikte inip otobüsü tamirciye kadar ittireceğiz! Fazla uzak değil! ”
Zorunlu inmişlerdi aşağıya. Yol asfalt döşeli olsa da yer yer çukurlar oluşmuş, çamur zift karışımı bir hal almıştı. Boyanıp cilalanmış ayakkabılar ve ütülenmiş pantolonlarla araba itelemek öğrencilerin moralini bozmuştu. Otobüsü tamirhaneye soktuklarında üstleri başları berbattı. Tamirhanenin orta yerinde harıl harıl yanan sobada dönüşümlü olarak ısındılar. Tamiratın uzun süreceği anlaşılınca yakınlardaki kahvehanelere dağıldılar. Hem ısınacak, hemde çayla simit yiyerek açlıklarını bastıracaklardı. Üstüne de sigaralarını tüttüreceklerdi korkusuz…
Tamircide beş saat beklemişler, onarılan otobüsle ağır aksak ilerleyerek gece yarısı Ankara Garı’na inmişlerdi. Akpınar’ lı öğrenciler yeniden bozulabilir gerekçesiyle aynı arabayla devem etmek istememişler, sürücüyle uzun bir ağız dalaşından sonra araya giren polislerin zorlamasıyla yeni bir otobüs getirilmiş, kazasız belasız İstanbul’a inebilmişlerdi sonunda.
Yeni Otobüsle Bolu’yu geçip Düzce’ye doğru sallandıklarında Necip bavulundan mandolini çıkarmış, kıvrak bir oyun havası çalmaya başlamıştı. Bu durum Cemalettin’in hoşuna gitmiş:
“Otobüs sorumlusu olarak herkesi oyuna davet ediyorum” demiş, iki uzun kollarını yana açarak başlamıştı oynamaya. Herkes birbirini ayağa kaldırmış, kimi olduğu yerde, kimi otobüsün koridoruna çıkarak uzun süre el çırparak oynamışlar, şarkı türkü söyleyerek iyi bir şamata koparmışlardı…

…..
O arada uzun boylu, parkalı, ayakları potinli ve pos bıyıklı genç bir adam bavulunun üzerinde oturan Tahir’n yanına gelip dikeldi. Tahir başını çevirip baktı, yabancıydı. Gözlerini Amerikan Askerleri’ne dikmiş, bir heykel gibi dim dik duruyordu. Bir süre sonra aniden eğildi, yerden don tutmuş iri bir kar kütlesi aldı, hızla koşarak toplu halde duran Amerikan askerlerinin üzerine fırlattı. Havada birkaç parçaya bölünen kar kütleleri askerlerin kafalarına, sırtlarına düştü. Acayip sesler çıkararak sağa sola kaçıştılar. Yırtılırcasına öten bekçi düdükleri ortalığı inletti birden… Bir gurup polis ellerinde coplarıyla donmuş kar kütlesini atan genci yakalamak için koşuşturdular. Polisleri gören genç zikzaklar çizerek olanca gücüyle kaçıp, kalabalıklar arasında kaybolup gitti. Kadıköy Meydanı’na açılan caddelerden çıkıp, sirenlerini acı acı öttürerek gelen polis araçları meydanı kuşattı. Ortalık ana baba gününe döndü. Akpınarlı öğrenciler tedirgin oldular. Böyle bir karmaşayı daha önce hiç yaşamamışlardı. Tahta bavullarını alarak iskeleye yanaşmış olan Karaköy Vapuru’na attılar kapağı… Bir köşeye çekilip, bavullarını dizlerinin arasında sıkıştırarak ayakta durdular. Yorgun olmalarına karşın, kendilerinden yaşlılar varken, koltuklara oturmayı içlerine sindiremediler.

Tahir bir yandan vapurda bulunan İstanbul’luları merakla izliyor, bir yandan da tanımadığı bir genç adamın Amerikan Askerlerine don tutmuş kar kütlesiyle saldırmasını kafasında evirip çeviriyordu. Yaşadıklarıyla düşündükleri arasında kendisini sürekli rahatsız eden bir çelişki olduğu belliydi.

Bize bunca yardımda bulunan büyük bir devletin askerlerine konuk olarak geldiği ülkemizde saldırmak Türk konukseverliğine yakışmıyordu hiç! Amerikan savaş gemilerinin İstabbul’a gelmesi az şey miydi? Geçen hafta Mıstık’ın sattığı Tercüman gazetesinin ön sayfasında Amerikan Başkanı Johnson ile başbakanımız Süleyman Demirel’in objektife birlikte verdikleri poz ne de görkemliydi öyle.
Tahir az mı içmişti ilkokulda Amerikan süt tozundan pişirilen sütleri. Az mı almışlardı Mesudiye’de Rum’lardan kalma kilisenin salonuna stoklanmış ucuz Amerikan buğdayından? Evlerindeki yatak yorgan yüzleri bile Amerikan bezinden dikilmemiş miydi?

Başka düşüncelere de gitti Tahir’in aklı. Dersten arta kalan zamanlarını okul kitaplığında kitap okuyarak geçiren iki kardeşi idarede sorguya çekmişler, komünist oldukları ve zararlı düşünceleri öğrenciler arasında yaydıkları için uzun süreli okuldan uzaklaştırılmışlardı. Okulda dolaşan söylentiye göre bu iki kardeş Samsun, Ordu ve Sinop’ta kurulan Amerikan üslerinin eğemenliğimize gölge düşürdüğünü, yabancı ülke bayraklarının topraklarımızda dalgalanmasının bağımsız devlet oluşumuzla bağdaşmadığını, üstelik Lozan Barış Anlaşması’nın Amerika tarafından imzalanmamasının kuvva-yı milliye sınırlarımızı tanımadığı anlamına geldiğini öğrenciler arasında dillendirmişlerdi…
“Madem öyle de” demişti Tahir, “Neden Tarih dersinde öğretmen bu konulardan bahsetmemişti öğrencilerine? ”
Okuldan uzaklaştırılan ağabeylerin söyledikleri doğru muydu acaba? Eğer doğruysa bu haksızlık onlara neden yapılmıştı?
Okulun büyük yemekhane salonunda ve Ladik’ teki sinemada Kızılderili’lerin Şerif’lerle cebelleşmelerini konu alan Amerikan filimlerini ne de çok izlemişlerdi. Bu filimlerde öğrenciler beyazların tarafını tutar, filmin sonuç bölümünü sanki kendileri zafer kazanmışlar gibi çılgınca alkışlarlardı. Oysaki yerleri yurtları ellerinden alınan Kızılderili’lerdi. Burada bir terslik olduğunu Tahir sezinliyordu ama öğrencilerin neden beyazların taraf olduğuna akıl erdiremiyordu.

“Daha ne kadar bekleyeceğiz burada Necip? ” diye sordu Tahir.
Necip’in ağabeyi gibi Tahir’in ağabeyi de Feriköy Ortanca Sokakta oturuyordu. Vapurdan inince birlikte yürüyeceklerdi oraya kadar. Uzaktı ama, harçlıkları iyice azaldığından otobüse para vermek istemiyorlardı.
“Uyuma oğlum! ” dedi Necip, “ Ne beklemesi? Karaköy’e geldik bile,
baksana! ”
Tahir; arkasına dönerek vapurun penceresinden dışarıya baktı.Sahil bandı ve Karaköy Köprüsü’nün üstü karınca sürüsü gibi insan kaynıyordu.

Akpınarlı öğrencilerin bir kısmı Kadıköy’de dağılmışlardı. Vapurla Karaköy’e geçenler de birbirleriyle vedalaşarak farklı semtlere gitmek için ayrıldılar.Tahir’le Necip tahta bavulları ellerinde Taksim’e kadar soluksuz yürüdüler.
“Merak eder dururdun Tahir! ” dedi Necip. İşte Taksim Zafer Anıtı! Seyret istediğin kadar…
Tahir anıtın etrafında iki tur attı. Beğendi. Ama figürler arasında Sovyetler Birliği Askerleri’nin oluşuna bir anlam veremedi. “Ne işi var komünistlerin burada? ” diye söylendi kendi kendine…
Tahir Taksim Meydanına hayran kaldı. Bavulunu Necip’e bırakarak İstiklal Caddesinin girişine kadar ilerleyip izledi. Cadde ışıklandırılmış, pırıl pırıl olmuştu. Sağdan soldan hiç de alışık olmadığı enstrüman sesleri, ona uymlu ızdırap çekiyormuşcasına çıkarılan ve uzayıp giden insan sesleri kafasını doldurmuştu. Anıtın yanına döndü:
“ Gidelim Tahir.” Dedi Necip, “Çok geciktik. Merak ederler bizi…”
Harbiye’den kıvrılıp, Feriköy Boğazı’nı öte aşıp son durağa doğru sallandılar Aşağı doğru gittikçe binaların boyları küçülüyor, sokakların aydınliği azalıyordu. Ortanca sokağa girdiklerinde heyacanlanmıştı Tahir. Ablasını, eniştesini, yeğenlerini, ağabeyini, yengesini görecekti aylar sonra. Babası bile gelmişti köyden.
“Sendeki tarife göre burası olmalı. Vurur açtırırsın kapıyı. Ben ayrılıyorum” dedi Necip. “Bizimkiler yukarda kaldı. Yarın görüşürüz”
Tahir kapıyı tıklatmadan biraz soluklandı. Sağ tarafta üç dört katlı evler, sol tarafta bir iki katlı, küçücük pencerelerinden ölgün ışıklar sızan, baraka evleri gördü. Sokağın girişine konulmuş lamba sokağı yarı karanlık kılmıştı.
Tahir’in tıklatmasıyla kapının açılması bir oldu. Ağabeyi Yaşar’dı kapıyı açan:
“Kulağım tetikteydi zaten” dedi. “ Sarıldı Tahir’e iyice. “Bekleye bekleye odun olduk be ya! Nerde kaldınız? ”
“Geldi baba, Tahir geldi! ” diye seslendi içeriye. Odanın kapısı açıldı birden. İçerde kim var kim yoksa fırlayıp hole doluştular. Çoğunu tanımıyordu Tahir.İçlerinde en uzun boylusu babası Mehmet Çavuştu. Sarıldı ellerine Tahir babasının. Kucakladı oğlunu uzun kollarıyla Mehmet Çavuş. Dudaklarını bastıra bastıra öptü iki gözlerinden…
“Çok şükür, çok şükür kavuşturana! ” dedi. Yaşaran gözlerini kaçırdı görmesinler diye. Ablasının,eniştesinin, yangesinin ellerini öptü, yeğenlerini kucakladı. Tanımadıkları konukların da ellerinden öptü. Birlikte doluştular içeriye. Üzeri yatak serili ranzaya, köyden getirilip yere yayılmış Tahir’in annesinin el dokuması kilimin üstüne oturdular. “Gözleriniz aydın komşum” dedi konuklar sırayla.
Hem Yaşar’ın köyden konuk gelen babası Mehmet Çavuş’a “hoş geldin” diyecekler,hem de bu akşam geleceğini bildikleri öğretmen çıkacak kardeşiyle hasret gidermelerine ortak olacaklardı. Macit Bakkal ve Eşi, el arabasında eniştesiyle ortaklaşa mısır satan Kastamonu’lu Gölcü Amca ve kamburu iyice çıkmış çelimsiz karısı Zülal Teyze, temizlik işlerinde ablasıyla birlikte çalışan Kezban Gelin ve O’nun işsiz dolaşan kocası Numan Bey ve onların biri üç yaşında, diğeri kundakta iki çocukları… Herkesin yüzü gülüyordu. Sevgiyle baktılar Tahir’e. Kendi oğulları da gelse ancak bu kadar sevinirlerdi:
“Muallim çıkacakmışsın yeğen.”dedi Gölcü Amca.” Bizim zamanımızda mektep yoğidi. Okuyamadık! Ne mutlu sana! Bizim gibi sürünme de, git vatanın evlatlarını okut…”
“Tahir açtır! ” dedi yengesi. Gitti büyük bir sofra bezi getirip odanın orta yerine serdi. Büyükçe bir aliminyum tepsiyi de üstüne koydu. Bir tabak dolusu küp çökeleği ile ıslatılmış bir ilistir dolu peksimeti sofranın ortasına oturttu. Holdeki gaz olağının üstünde demlenmiş çayı bardaklara doldurdu.
“Hadi bakayım konuklar! ” dedi Mehmet Çavuş. “ Oturun sofraya da allah ne verdiyse atıştıralım.”
Kimse nazlanmadı. Yememek yakışık almazdı…Kimisi çatalla, kimiside köy usulü ıslak peksimetlerden koparıp küp çökeleğine bandıırarak çayla birlikte atıştırdılar.
“Aynı köydeki gibi” diye düşündü Tahir. “Ayrıları gayrıları yok! Ne güzel…


Tahir sabah uyandığında yalnızdı. İçerisi loştu. Kalktı lambayı yaktı. Giyindi, saçlarını taradı. Pantolonunun ütüsü idare ederdi ama, ayakkabıları çamurlanmıştı. Bulduğu bir bez parçasını ıslatarak ayakkabılarının çamurlarını temizledi.
“İstanbul denen şehri bir de gündüz gözüyle göreyim de…” deyip çıkmak için kapıya yöneldiğinde, ellerinde su dolu bidonlarla girdi içeri yengesi:
“ Aynı köydeki gibi! ” dedi. “Çeşmeden getiriyoruz suyu.”


Otobüs yoluna çıkıp, son durağa doğru yürüdü Tahir. Buralar Kadıköy’e, Taksim’e hiç benzemiyordu. Gece esen sam yelleri yağan karı tümden eritmişti.Yollar eşik, ara yollar çamurluydu. Evler köydekilerden çok daha kötüydü. “Gecekondu” dedikleri demek ki bunlardı. Çeşme başlarında kadınlar kızlar ellerinde su bidonlarıyla uzun kuyruklar oluşturmuştu.
Yönünü Kurtuluş tarafına döndü. Feriköy Boğazından Harbiye’ye, oradan da Taksim’e inecek, Beyoğlu dedikleri efsane caddeyi gezecekti. Harbiye’ye yaklaşınca polislerin yolu kestiğini, harbiye’den Taksim’e kadar insan ve taşıt girişini durdurduğunu gördü. Taksim tarafından insan bağırtıları yükseliyordu. Biriken kalabalığın arasından sıyrılarak en öndeki polis barikatına kadar yaklaştı. “Bu İstanbul’da amma acaip ha! ” diye düşündü. Ne olup bittiğini merak ediyordu. Hemen önünde duran polise:
“ Memur bey” dedi. Yolu neden kestiniz, ne oluyor Taksim tarafında? ”
“Geri çekil geri! ” diye azarladı polis memuru. İteledi elinin tersiyle Tahir’i. “İstersen yol vereyim sana! Gitte de alsınlar boyunun ölçüsünü! ”
“Allah Allah! ” çekti Tahir. Neden alacaklarmış ki boyumun ölçüsünü? ”
Geri geri çekildi biraz. Arkasında duran yaşlı bir adama döndü yüzünü:
“Bu yolu neden kesmişler amca? ” diye sordu.
“Bilmiyorum oğlum ama…Altıncı Filo muymuş neymiş. Boğaza demir atmış! ” dedi. “ Gitsin diyenlerle gitmesin diyenler dövüşürlermiş Taksim Meydanı’nda! ” Biraz durdu, düşündü, tedirgin eğildi Tahir’in kulağına: “İki uşak ölmüş! ” Çenesi titriyordu yaşlı adamın.” Can kurtaranlar gidip geliyor Etfal Hastanesi’ne. Çoook yaralı varmış çok! ”!
Geldiği yöne sıyrılarak kalabalıktan ayrıldı Tahir. Neler oluyordu böyle?
“Amerika nere, Türkiye nere? ” diye düşündü. “Dünyanın öte ucu…İki genç öldürmüşler ha? ”

….
Ogün öğleden sonra yağmur başladı. Tahir Feriköy son duraktaki bakkaldan bir Milliyet Gazetesi aldı. Bakkalı Halasının oğlu Kazım Ağabey’i işletiyordu.
“Ne kadar kalacaksın İstanbul’da? ” diye sordu Tahir’e. Dayım’ı al gel bu akşam konuğumuz olun. Yatarsınız bizde.”
“Ay sonu döneceğim okuluma. Babama söylerim Ağabey. Ben de görmek isterim yeğenlerimi.”
“Eee yeğenim, bu yıl öğretmen olacakmışsın. Bakalım ne tarafa gidersin. Buralara yakın gelsen keşke..”
“Nere olursa olsun Ağabey! Bayrağımızın dalgalandığı her yerde öğretmenlik yaparız.” diye yanıtladı Tahir.

Yağmurdan ıslanmamak için apartmanların, gecekonduların saçakları altında yürümeğe çalışarak Yaşar Ağabeyi’nin evine geldi. Mehmet Çavuş da yeni gelmiş, sofrada yemek yiyordu:
“Gel oğlum gel.” dedi. “Otur da birlikte yiyelim.”
Tahir ellerini yıkayıp sofraya oturdu. Babasıyla aynı kaptan yemeye başladı.
“Şöyle bir dolaştım.” dedi Mehmet Çavuş. “Bizim köylülerin oturduğu mahallelere gittim. Bir gecekondu ya da bir arsa baktım. Kardeşlerin köyde avare geziyor. Öğretmen okulunu kazanamadılar. Orta okula da veremedik. Onları da getireceğim İstanbul’a. Bir zanat öğrensinler. Belki de bir fabrika işi olur. Köyde ekmek kalmadı gayrı…Artık bize de bir ev gerek İstanbul’da. Ömür billah el evlerinde oturulmaz ya.
Biraz soluklandı. Ayran tasından hızlı hızlı kaşıkladı. Arkasına yaslandı:
“İneklerden ikisini satarım. Koyunların tümünü satmıştım zaten kışa girerken. Öküzleri satmadan olmaz ama, aha yaz geldi nerdeyse. Tohum ekilecek. Kimin öküzlerini koşarız bilmem? Biraz da ordan burdan borç buldum mu…”
“Mezun olabilirsem ben de maaş alacağım eylülde” dedi Tahir. “Yollarım sana.”
“Hele sen öğretmen ol, kendi göbeğini kendin kes de, bakarız…”dedi Mehmet Çavuş.
Kapı açıldı, Rahime Ablası girdi içeri:
“İşten geliyorum, geçerken uğradım.” Dedi. Tahir’e dönerek:
“Gel kardaş bize gidelim. Bizim evimizi de gör.”
Tahir ablasıyla birlikte evden çıkarken seslendi Mehmet Çavuş:
“Rahime kızım.” dedi. “Kulağına çıtlatmayı unutma! Ara bakalım ağzını.”

Ablasının evi aynı sokakta, karşı sıradaydı. İki katlı ikişer minik odası bulunan tahtadan yapılmış baraka türü bir evdi. Evin önüne geldiklerinde:
“Burada akşam tanıdığın Gölcü Amca’lar oturuyor.” diye alt katı gösterdi. Üç dört basamaklı tahta merdiveni çıkarak üst kata girdiler. Kapıları daracık bir hole acılan yan yana iki odacığı vardı. Bu odalar ön ve arka tarafa açılan iki minik pencereyle aydınlatılmıştı.Arka bahçeye bakan pencerenin önüne oturdu Tahir.
İçinde çeşit çeşit kekler, tatlılar, börekler bulunan bir kese kağıdını Tahir’in önüne koyydu Ablası:
“Ye kardeşim” dedi. “İyice doyur karnını. İşyerimden verdiler. Bazen yiyecek, bazen giyim kuşam …Az çok gündeliğimi de alıyorum. Geçinmeye çalışıyoruz işte. Okuma yok yazma yok! Bizim nasibimize de hizmekarlık düştü… Çekileek gibi değil ama siğortaya kaydımı yaptırdılar. O yüzden gönlüm rahat.
Gitti, evinin hemen bitişiğindeki Macit Bakkal’dan bir Çamlıca gazozu alıp getirerek Tahir’e uzattı.
“İç afiyetle! ” dedi.
Ablasının Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan bir Ermeni ailesinin Osmanbey’deki evlerinde temizlikçi olarak çalıştığını duymuştu Tahir.
“Ne vicdanlı adamlarmış abla! ” dedi. “Fabrika işçileri bile sigortasızken! ...

Ablası elini Tahir’in omuzuna koydu. Kadife gibi yumuşak bir sesle:
“Gardaş! ” dedi. Duraladı. Sıkıntılıydı… Derin bir nefes aldıktan sonra:
“Sana bir kız bulduk! ” dedi.
“Ne kızı abla? ” diye şaşkınlıkla sordu Tahir.
“Bas bayağı kız işte! Senin için! ” Kalktı, odanın kapısını kapadı. Kimse duysun istemiyordu:
“ Babam bize mektup yolladı köyden. ‘Tahir bu yıl okulu bitiriyor. Kim bilir nerelere taini çıkacak. Yemek yapamaz, bulaşık çamaşır yıkayamaz. Sefil kalır ellerin memleketinde. Oralardan tanıdık bildik oğluma uygun bir kız bakın hele de, bulursanız Tahir’in karne tatilinde ben de geleyim, Tahir’ide oraya çağıralım, hiç olmazsa bir söz keseriz. Ne de olsa şehir kızı daha görgülü olur’ diye bize haber yolladı. Mektubu okur okumaz “hah! ” dedim. Hep aklımdaydı zaten Zeynep… Bizim Gülümser’in kızı. Zaten her gördüğümde: “Kardeşim gelse de şu kızı bir göstersem.” der dururduum… Bir güzel bir güzel… Bayılırsın! Tam sana göre gardaşım! ”
Ablasının anlatımları Tahir’i heyecanlandırmıştı. Ancak aklında hayalinde evlilik yoktu ki... Henüz öğrenciydi.
“Abla! ” dedi. “Ağabeyim mektubunda: ‘ Sana hayırlı haberlerim var, ama şimdi söylemem. Bilirsin her şeyin bir sırası var.” diye yazmıştı da meraklanmıştım.
“Tamam işte! ” dedi ablası. Babam köyden bu nedenle geldi. Eğer sen “he” dersen cumartesi akşam kız görmeye gideceğiz. Zeynep’in de haberi var. Bakarsın, edersin… Beğenirsen isteriz. Beğenmezsen gönül komazlar. “Nasip değilmiş.” der, herkes kaderine razı olur.
“İyi de abla! ” dedi Tahir. “Ya kız beni beğenmezse?
“Hoplar bile. Nereden bulacak senin gibisini? Öğretmene varmak her kıza nasip olur mu? Sen bu işi olmuş bil gardaşım, gerisine karışma! ”
Aklı karışmıştı Tahir’in. “Gel de çık bu işin içinden şimdi…” diye tedirginleşti. Bu evlilik işi de nereden çıkmıştı karşısına birden bire…Kafasını yere eğdi, düşünmeye başladı.
“Kararın nedir gardaş? ” dedi ablası. “De hele! Babama ne diyek? ”
Tahir ayağa kalktı, odanın içinde birkaç gez gitti geldi. Cebinden mendilini çıkararak alnında biriken terleri sildi:
“Valla abla! ” dedi. Ben şimdi ne diyeyim? Bir iki gün düşüneyim, ondan sonra söylerim bir şey…”
“Biz bu işi olmuş bitmiş görüyoruz ha! ” dedi ablası. “ Kararını ona göre ver de! ”

……
Geç yatmasına karşın bir türlü uyku tutmamıştı Tahir’i. Ne yapacaktı şimdi? Kapana kıstırılmıştı sanki. Ablasının anlatımlarından son kararın kendisine bırakıldığı anlaşılıyordu ama, ‘ Ben bu işte yokum’ demesi durumunda nasıl da büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Belki de gönül koyacaklardı. Hay allah! Annesini yanında neden getirmemişti babası? Alacağı kızı annesinin de görmesi gerekmez miydi?
Yer yatağında yatıyordu Tahir. Yastığı alarak ters tarafa koydu, yeniden uzandı sırt üstü. Akpınar’a ilk gidişinde, Ordu’da Müstamelci İsmet’in dükkânında giysi alış veriş sahnelerini anımsayarak gülümsedi. Babasının diğer kardeşleri arasında kendisine ayrıcalıklı davrandığının bilincindeydi. Henüz bir yaşındayken dedesi askere alınarak Osmanlı Ordusu’nun yaban ellerdeki savaşlarına katılmış ve bir daha da hiç dönmemişti….Mezarı var mı, yok mu bilinmiyordu. Yetim büyümenin zorluklarını ve acısını yaşamış, yaşamı boyunca içini dağlayan baba özlemini gidermek için babasının adını tahir’e vermişti. Oğluna düşkünlüğünün asıl nedeni belki de buydu. Tahir de babasının bir dediğini iki etmez, O’nu üzecek bir davranışta bulunmazdı…
Sıkılmıştı yatakta iyice. Oturdu, yastığı arkasına koyarak duvara yaslandı. Bir yandan da babasını uyandırmaktan çekiniyordu. Yarın gözlerinin içine bakacaklardı ne yanıt verecek diye. “Olur” mu deseydi acaba. Kıyamet kopmazdı ya, gider görürdü Zeynep’i. Nasıl bir kızdı? … Bakışırlar mıydı karşılıklı? Heyacanlandı…
Yaz tatillerinde köyündeki kızlarla yan yana yürümeleri bile hoş karşılanmazdı. Uzaktan bakışırlardı umarsız. Sadece düğünden düğüne kemençe eşliğinde horon oynarken el ele tutuşurlardı ürkek ürkek… Okulunda bile durum daha kötüydü. Yatılı kız öğrenci alınmıyordu. Ladik’ten sabah derse gelip, akşam dersten çıkar çıkmaz okulu terk eden gündüzlü kız öğrenciler gelirdi. Onları da okul idaresi sadece (A) şubelerine beşer altışar bölüştürür, diğer şubeler havasını alırdı. Teneffüslerde (A) şubelerinin önlerinde trafik yoğunlaşır, Kafasını sınıfın kapısından içeri uzatıp kızlara şöyle bir göz atabilenler kendilerini şanslı sayarlardı…
Omuzları üşüdü Tahir’in. Tekrar yatağa girerek yorganı başına çekti. Şimdi de Zeynep’i hayal etmeye çalıştı. Esmer miydi, sarışın mı? Kısa boylu olsun istemezdi ama…
“ Nasıl olursa olsun oğlum! ” dedi kendi kendine. Hemen nikah kıyacak değilsin ya! Hoş, bir macera yaşarsın en azından, deneyim kazanırsın! … Okula dönünce de anlatırsın arkadaşlarına ballandıra ballandıra! ...”
“ İnsafsız olma Tahir” diye söylendi içinden! Çocuk oyuncağı mı bu? Genç bir kızın hayalleriyle dalga mı geçilir? Ya şimdiden “Ben bu işte yokum.” der vaz geçersin, gideceksen de içtenlikli, art niyetsiz olursun…Annesi geldi gözlerinin önüne:
“Madem evlenmeye niyetliydin, mektuplarında neden bir kez bana açılmadın? Kız görmeye giderken insan anasını yanında götürmez mi a oğul? der gibiydi…
“Beni sıkıştırma anne” diye söylendi içinden.” Benim de haberim yoktu bu işten! Babam böyle istedi. O’ na “hayır” diyemedim! ...
“Git gitmesine de, iyi düşün taşın… Ama her ne olursa olsun dürüst ol! Gururunu kırma kızın! Yoksa emzirdiğim sütlerimi helel etmem sana bilesin! …”
Ne kadar öğüt verse de belli ki, içerlemişti kendisine…Bir yanlışın içine mi sürükleniyordu acaba? Düşündü durdu…
Zeynep de merak ediyordur kendisini kuşkusuz… O’nu da uyku tutmuyor muy du acaba? Ter basıyor muydu kendisi gibi…

Akpınar’da yaşadıklarını anımsadı. Geçen yıldı. Bayrak töreninde Okul Müdürü’nün:
“Amasya Kız İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri yarın okulumuzda olacaklar! ” demesiyle birlikte öğrenciler cevinç çığlığı atarak çılgınca alkışlamışlar, okul müdürü tekrar araya girerek:
“ Efendiler, efendiler! ... Kesin gürültüyü bakalım! ” diye sesini yükselterek:
“Yarın kız arkadaşlarınızı centilmence ağırlayacağınızdan kuşku duymyyorum! ...” demişti.
O andan itibaren Akpınar bir bayram yeriydi artık. Kızlarla tanışacaklar, dolaşacaklar, öğle yemeğinde aynı masada birlikte yemek yiyeceklerdi. Bunca yıllarını köylerinde ve okullarında geçiren ve öğretmen olmanın eşiğine gelmiş kız erkek köy gençlerinin belki de ilk kez bir araya gelmenin heyecanını yaşayacaklar, ömür boyu unutamayacakları bir anıları olacaktı…
O akşam yatmadan önce tıraş olmuşlar, ayakkabı boyamışlar, pantolonlarını yatak ütüsüne yatırmışlar, giysi değiş tokuşu yapmışlar, para alıp vermişlerdi.
Ertesi gün öğle olmadan Amasya’dan gelip Biriz Çeşmesi’nin önünde duran otobüslerden inen kız öğrenciler; kendilerini sabırsızlıkla bekleyen Akpınar’lı öğrencilerin alkışlarıyla karşılanmışlar, kısa sürede kendi aralarında kızlı erkekli guruplar oluşturarak Akpınar Yerleşkesi içine dağılmışlardı.
Uzun geçen karlı ve soğuk kış günlerinin ardından gelen baharla birlikte Ladik Ovası’nda, Akpınar Yerleşkesinde binbir renkte açan çiçeklerin kokusu ortalığa yayılmıştı…Çam ve akasya ağaçlarını mekan tutan kumrular ‘ Guuuuguk guk! Guuuuguk guk! ’ diye ötüşerek, kız ve erkek öğrencilerin bu ilk tanışmalarını kutluyorlardı adeta…
Tahir; yanında sıra arkadaşı Mustafa ve konuk gelen üç kız öğrenciyle birlikte Enstitülü öğrencilerce dikilip gök yüzüne boy atmış çam ağaçlarının aralarından geçerek konuk evine, oradan da ‘Önce Vatan’ a çıkmışlardı. Tel örgülü pano üzerine elektrik ampülleri yerleştirerek oluşturulan Atatürk portresine hayranlıkla bakmışlar, Akpınar mezarlığını gezerek hüzünlenmişlerdi…
Önce Vatan’dan baktıklarında Akpınar’n taş yapılarını, tarlalarını, meyve bahçelerini, bir boydan bir boya ekili ve binbir çiçekli Ladik Ovasını; tüm bu güzellileri korumakla görevliymiş gibi bir sfenks heybetiyle duran Koca Akdağ’ı izlemişlerdi.. Akdağ’ın eteklerinde yeşeren meşelikler; Ladik’in benzeri bulunmaz ahşap evlerine, saat kulesine, kesme taştan yapılmış camilerine ve görkemli minarelerine fon oluşturmuş; daha yukarılara çıkıldıkça yemyeşil kıl çadırlı yaylalarında otlayan koyun kuzu sürüleri; zirveye doğru yükseldikçe pare pare kar kütleleri, gökyüzündeki bembeyaz bulutlarla ne de çok uyum sağlamışlardı…
‘Önce Vatan’ dan çamların arasındaki revirin önüne, oradan da top sahasına inmişler; derslik binasının uzun koridorunu geçerek yeni yatakhane binasının önünden, hamamın arkasına, meyve bahçelerine dalmışlar; cılız derecikleri geçerek Akpınar Gözesi’nin başına kadar yürümüşlerdi. Eğilerek su içmişler, kaynağın hemen üstündeki papatyalarla kaplı çimenlikte oturup sohbet etmiş, şakalaşmışlardı...İlk gençliğin itisiyle birbirlerine ne de çok dokunmak istemelerine karşın cesaret edememişlerdi. Gün geçsin istemiyorlardı…
Seher’di kızlardan birinin adı. Hoşlanmıştı Tahir ondan. Kalçasına kadar inen kumral saçları, iri kara gözleri vardı. Gülümsediğinde, çimenlikteki papatyalar yüzüne doluşuyordu…
Öksürdü Mehmet çavuş kesik kesik.. Bir yandan diğer yana dönerken gıcırdattı somyayı. Kalktı tuvalete gitti, geldi. Kendi üzerindeki battaniyeyi alıp Tahir’in üzerine örttü.
“Acaba” dedi Tahir.” Ben de baba olduğumda bu kadar özverili olabilecek miyim? ”
Derin derin bir iki nefes aldı. İki yanına döndü durdu uzun süre. Zeynep geldi aklına tekrar. Ablasının anlatımlarına bakılırsa güzel kızdı. Amasya’lı Seher kadar güzelse! …” diye geçirdi içinden. İçi titredi… Zaten karşıt cins özlemi doruktaydı.
”Gideyim bir göreyim! Kıyamet kopmaz ya! ” diye geçirdi içinden tekrar. Heyecanlandı… Sonra da karamsarlığa evrildi yeniden:
“Dereyi görmeden paçayı sıvama oğlum Tahir! ” dedi…” Ya kız seni beğenmez se?
“Öğretmense öğretmen! Gönlüm O’na akmadı.” derse? …
“ Olur, mu olur! Yerin dibine batar, rezil olduğunla kalırsın ortada…”
“ Zeynep’in haberi var.” demişti ablası ama, acaba o da kendisi gibi ailesinin etkisi altında kalmış olamaz mıydı? Üstelik uzun süredir İstanbul’da yaşıyordu Zeynep. Gitmek ister miydi Anadolu’nun ışıksız, yolsuz; kuş uçmaz kervan geçmez köylerine? …Çıkamadı işin içinden…:
“ Durali Bey’in sorduğu çok bilinmeyenli cebir denklemlerini çözmek bu sorunu çözmekten daha kolay! ...” diye geçirdi içinden…
Gün ışımaya yakındı ki, uyudu…

…..
Gürün Han’dan çıkıp, Mahmutpaşa’dan Beyazıt Meydanı’na giden yokuşta ıkına sıkına güçlükle ilerliyorlardı. Doğan Bey’in triko atelyesinde dokunmuş kazak parçalarını tıka basa hararlara basmışlar, Beyazıt’tan kalkıp Zeytinburnu’na giden yolcu minibüslerine yetişeceklerdi. Minibüslerin arka koltuklarına yerleştirecekleri hararları mahallelerine varınca indirecekler, tekrar sırtlayarak getirip evlerine yıkacaklardı… Dikiş makinalarında parçaları birleştirecekler, el işçiliğinden sonra ütüleyerek tekrar hararlara istifleyip getirdikleri gibi götürüp teslim edecek, emeklerinin karşılığını az ya da çok alacaklardı…
Mahmure Kadın:
“Gülümser kız! ” dedi. “Dinlenelim hele, belim kırılacak! ”
“Hararları indirecek yer mi var bacım? Az yukarda yol genişliyor. Sık dişini oraya kadar…”
Genişleyen yolun kenarında bir ağacın altına indirdiler hararları. Hava kapalı ve soğuktu. Üşüyen ellerini ısıtmak için koltuk altlarına soktular. Ana yollar, ara sokaklar tıklım tıklım insan kaynıyordu. Tüm İstanbul’lular işi gücü bırakmış buraya doluşmuşlardı sanki… Seyyar satıcılar, oraya buraya koşuşturanlar, aile boyu alış verişe çıkanlar, hamallar, dilenciler, eski ve incecik giysileriyle yalın ayaklı kimsesiz çocuklar… Kornasını ötüren damalı taksiler…
“Gençliğimiz Terme’de, Çarşamba’da ağaların tarlalarında mısır kırarak, sırtımızda yük taşıyarak geçti! Şimdi de bu yaştan sonra Doğan Bey’in amelesi olduk! ” dedi Gülümser kadın. “Kurban olduğum Allah bize iyi bir gün göstermedi…” Diz altına kadar uzanan Sümerbank basmasından entarisi, üstüne aynı uzunlukta pardüsü geçirmiş,, başına da ağarmaya yüz tutmuş saçlarının ön tarafını açıkta bırakacak şekilde beyaz bir yazma bağlamıştı.
“Öyle deme gülümser! ” dedi Mahmure Kadın. “Allah’ın gücüne gider. Zor da olsa ordan burdan ekmek paramızı çıkarıyoruz. Başımızı sokacak iyi kötö kondumuz da var. Daha ne olsun? ”
Durdukça daha çok üşüyorlardı. Hatice Kadın:
“Bırakın gevezeliği de, kalkalım artık! Benim adam işten geldi mi, önünde yemek ister! ” dedi. Kocasını çekiştirmeden de duramadı.
“İşinin zorluğundan yakınıp duruyor! Hele şu hararları yüklense de, oflaya puflaya Gürün Han’dan Beyazıt’a çıkarsa! O zaman gelir aklı başına ya! …” diye sürdürdü konuşmasını.
“Haydin yüklenin de kalkalım bari” dedi gülümser kadın. Sırtladı hararını: “Benim de önemli konuklarım var bu akşam. Hazırlanmam gerek…”

Minibüsün arka koltuklarına hararları tıkıştırdıklarında terlemişlerdi. Bir öndeki koltuklara oturdular. Minibüsün muavini:
“Zeytinburniiii, Zeytinburniiii! diye bağırıp duruyordu. Kısa sürede içerisi tıklım tıklım doldu. Ayakta gitmek isteyenleri de alarak kornasını öttürdü ve yürüdü. Minibüsün içini Ferdi Tayfur’un sesi doldurmuştu:
“Artık dayanacak gücüm kalmadı
Ne olur tükenin bitin acılar…”
Meydan’ndan sıyrılıp Aksaray Yolu’na girdiklerinde yoğun bir trafiğe takıldılar. Canı sıkıldı Gülümser Kadın’ın. Gerçi Zeynep’e güveniyordu; silmiş süpürmüş, pırıl pırıl etmiştir her yanı ya, gene de bir an önce eve varsa iyi olacaktı. Ne de olsa kızını görmeye geleceklerdi bu akşam:
“Hayırlı olur inşallah! ” diye geçirdi içinden. İlk Zeynep’i doğurmuştu. Kendisi kazak işlerini yaparken Zeynep’te hem evin diğer işlerini çekip çeviriyor, hem de kardeşlerine bakıyordu. Daha on sekizine basmamıştı ama, mademki bir nasiplisi çıkmıştı, bir an önce yerine yerleşsindi. Tahir’i hiç görmemişti ama annesini babasını yakından tanıyordu. İstanbul’a göç başlamadan önceki yıllarda geçimlerini sağlamak için yaz geldiğinde Mesudiye’den yayan yapıldak birlikte yola çıkarlar, sekiz on günlük çileli bir yolculuktan sonra Ordu’yu geçip Çarşamba’ya varırlardı. Varsılların mısır tarlalarında ırgatlık ederler, güz sonları kışlık yiyeceklerini sırtlayıp geldikleri yoldan köylerine geri dönerlerdi…
“O günler gitsin de gelmesin bir daha! ” diye geçirdi içinden gülümser Kadın. “Onca yolu nasıl gidip gelmişiz, nasıl dayanmışız yıllarca? ...
İlk göz ağrısı Zeynep, gelin olup gidecek miydi şimdi? ...Hüzünlendi, burnunu çekti üst üste. Göz yaşları yuvarlandı yanaklarına… “Hayılı olsun da! ” dedi…
Beş kız, iki oğul anasıydı Gülümser. Mesudiye’nin kıraç topraklarında bunca canı doyuramayacak duruma geldiklerinde Kocası Cemal’le birlikte çocuklarını da yanlarına alarak tutmuşlardı İstanbul’un yolunu. Zorlanmışlar, yokluk çekmişler, canları yanmıştı uzun süre…
“Aç kalıp kendi toprağımızda ölseydik de düşmeseydik bu yaban ellere! ”diye çok yakınmışlardı ama, sonunda kocası Cemal’in Bakırköy Sümerbank Dokuma Fabrikası’na işe girmesiyle yaşamları kolaylaşmıştı. Devlet fabrikasında iş bulmak çok az kişiye nasip olurdu…
Cemal; akşam iş çıkışıyla birlikte bulabildiği ilk dolmuşla evine gelir, daha önceden hazır ettiği bardak yüklü üç tekerlekli el arabasını alarak gecekondu mahallelerinde satışa çıkardı.
“Çaya suya bardaaaaak! Çaya suya bardaaaaak! ” diye bağırtısını duyan gecekondu kadınları sokağa çıkarak bardak arabasının etrafına üşüşür, hem kaliteli hem de ucuz olduğunu bildikleri Cemal’in arabasından daha çok da veresiye bardak alırlardı.
Cemal, Fabrikada dokuma tezgahının başında sürekli ayakta kaldığından yorgun düşer, ara sıra el arabasının dibine çöker dinlenir, hava kararmaya yüz tutunca:
“Buna da şükür! ” der evinin yolunu tutardı…
İnce uzun boyluydu. Kumral saçlarını yana tarar, hep takım elbiseli dolaşırdı. İyimser, güleç yüzlü ve şakacıydı. Okul yüzü görmese de asker ocağında okuma yazma öğrenmişti. Yıllar önce ince hastalığa yakalanmış, geçirdiği ağır bir ameliyat sonucunda sağ akciğeri alınmıştı. Geçen yıl nefes darlığı nedeniyle gittiği Samatya Sigorta Hastanesi’nde çektirdiği akciğer filmini gören doktorlar paniklemiş:
“Adamın ciğerinin birisi erimiş yahu! Hastaya bunu nasıl söylesek acaba? ” diye aralarında konuşurlarken Cemal yanlarına yaklaşmış:
“Onu bunu bilmem! Ben iki ciğerimi de isterim…” diye dalgasını geçince durumu anlayan doktorlar basmışlardı kahkahayı…
Daha sonraki yıllarda biraz biriktirerek, biraz da borç para bularak Ali Dayı’sının kondusunun hemen bitişiğindeki arsayı satın almış, topladığı köylüleriyle birlikte şimdi içinde oturdukları gecekonduyu akşamdan sabaha bir gecede kondurmuşlardı… Belediye seçimleri yaklaşmamış olmasaydı zabıtalar çoktan yıkarlardı ama, şansı yaver gitmiş, kimse de yıkım için gelmemişti.
“Aman! Zabıtalar uzak dursun da! ” demiş, Allaha yakarmıştı…

…..
“Olmaz Dayı! ” dedi Bakkal Kazım. “Otobüsle trenle gitmek olmaz! Taksiyi ben tutacağım! Hem de kız evinin kapısına kadar. Bir de korna öttüreceğiz uzun uzun. Tahir senin oğlunsa benimde yeğenim! Var mı bunun ötesi?
Bir damalıya ıslık çaldı Bakkal Kazım. Dönüp geldi ayaklarının dibine “zıng” diye durdu taksi:
“Sen öne otur dayı! Araba geniş. Biz de sıkışırız arkaya…”
Doluştular taksiye. Sürücü kornaya bastı:
“Nereye amca? ” diye sordu Mehmet Çavuş’a. Arkadan yanıtladı Bakkal Kazım:
“Zeytinburnu! ” dedi. “Sümer Mahallesi! ”
“Ulan Deli Kazım! ” dedi Mehmet Çavuş. “Huyun hiç değişmemiş! Hep gidersin burnunun dikine! ”
Tahir konuşulanları duymuyordu bile…Zeynep’le karşılaşacaklardı az sonra! Kalbi “küt küt” atmaya başlamıştı. Onca insanın içinde birbirlerini görmeleri yetecek miydi? O’nunla azda olsa baş başa konuşmalarına izin vermezler miydi acaba? İzn verilse bile ne diyecek, ne söyleyecekti elin kızına? Sıkıntı bastı Tahir’i…Rahime Ablası’nın kulağına eğilerek:
“Abla! ” diye fısıldadı. Babası duysun istemiyordu. “Zeynep’le ikimiz başbaşa görüşüp konuşabilecek miyiz? Benim için önemli. Yoksa bu iş olmaz, bilmiş ol! ”
“Siz birbirinizi beğenin de gardaşım! ” dedi Rahime ablası. “O iş kolay, meraklanma sen…” Devamı var.....

Öcalan Mustafa
Kayıt Tarihi : 30.4.2017 11:07:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Öcalan Mustafa