Tahta Bavul ( Bu Bir Anı Roman Denemesidir)

Öcalan Mustafa
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Tahta Bavul ( Bu Bir Anı Roman Denemesidir)

TAHTA BAVUL

Sanki gökyüzü delinmişti. Bunca yağmur, bu kadar uzun süre yağar mıymış? Anlamış değillerdi. Gece gündüz hiç durmaksızın yağıyor, şuradan şuraya gidip gelmelerine izin bile vermiyordu. Mesudiye’ye de yağardı ama insanı bu denli canından bezdirmezdi. Ara sıra durur, hafiften şöyle bir güneş şavkır, insanlar günlük işlerini görebilecek kadar zaman bulabilirlerdi. Giresun’a geleli yedi gün olmuştu da, güneşi bir kez bile görememişlerdi. Zaten otel odasına sıkışmışlar, bir başlarına kalakalmışlardı. Sadece Devlet Hastanesinde işleri olduğunda dışarı çıkıyorlar, işleri bitince de kaçar gibi gelip otel odasına sığınıyorlardı. Her gidiş gelişlerinde yarı bellerine kadar ıslanıyorlar, çıkardıkları ıslak elbiselerini otel odasındaki karyolanın demirlerine sererek kurutmaya çalışıyorlardı. Zaten tek kişilik karyolası bulunan küçücük bir odada baba oğul birlikte yatıp kalkıyorlardı. Çoğu kez girişteki kahvehaneden, Cemile Cevher’in sesi kemençe eşliğinde otelin hemen her yerine yayılıyor, az da olsa yalnızlıklarına ortak oluyordu…
“Giresun’un içinde iki sokak arası
“Altı kurşun attılar, üç de bıçak yarası…”



Mehmet Çavuş otel sahibiyle sıkı bir pazarlık yapmış, fiyatı hemen hemen yarıya kadar kırdırmıştı.
“Bak oğlum” demişti adının Osman olduğunu öğrendikleri otel sahibine: “ Biz taaa Mesudiye’den çıktık yola. Niksar, Lâdik, Samsun, Ordu, sonra da işte buradayız! Keyfimizden dolaşmadık bunca yeri. Daha sonra istersen anlatırım nedenini. Hep otellerde konakladık. Paramızın el verdiği kadar yedik içtik… İnan Allah’ını seversen, evimizden ayrıldıktan sonra sıcak yemek girmedi kursağımıza. Paramız iyiden iyiye azaldı. Burada ne kadar kalacağımız belli değil. Hastanede işimiz on gün mü sürer, on beş mi belirsiz. Yap bize bir iyilik de darda koma bizi. Hele işimizi hayırlısıyla bir bitirelim, bayram edeceğiz bayram! Hem ben ara sıra Bulancak, Giresun, daha başka yerlere at satmaya gelirim. Yemin ederim sana Mesudiye’den ahlat kurusu getireceğim, küp çökeleği getireceğim, hem de yağlı olanından. Bak burada Fındık Pazarı’nda lastikçi Sarı Temel Ahbabım olur. O’nun torunu Salih’le Tahir tanırlar birbirlerini. Az mı birlikte ders çalıştılar Akpınar Ovası’ndaki başları diken bağlamış elma ağaçlarının altında. Halva ekmek bile yedik barabar… Lâdik’te on beş gün aynı otelde birlikte kaldık. Aynı aile gibi olduk…” durdu, nefeslendi:
“Çotanak Otel’e gidin! Benden de selam edin. Osman size yardımcı olur.” diye size gönderdi işte!”
Mehmet Çavuş dikkatlice süzdü Otelci Osman’ı. Boyu neredeyse kendi boyu kadar uzundu. Sarışın saçlarını ustalıkla yana taramış, çakır gözleri fıldır fıldırdı. Kartalımsı kocaman burnu, çekip uzatılmış gibi duran yüzünü sanki diklemesine ikiye bölmüştü…
Gözlerinin içine baktı sonra. Anlattıkları ne denli etkilemişti O’nu acaba? Daha fazla şişirmemeliydi kafasını. Bakarsın ters teper, bir çuval inciri berbat edebilirdi. Daha düşük tonda ve ağır ağır sürdürdü konuşmasını.:

“ Tanırsın herhalde Lastikçi Sarı Temeli he?”
Osman ne diyeceğini bilemedi hemen. Kafası allak bullak olmuştu. Biraz durakladıktan sonra:
“ Tanıyorum amca, tanımaz olur muyum?” dedi. “ Giresun dedikleri işte gördüğün gibi bir avuç yer, herkes tanır birbirini…”
Mehmet Çavuş anlatımlarının doğruluğunu kanıtlamış olmanın verdiği rahatlıkla:
“ De hele oğlum ne kadar ödeyeceğiz ?”
“Birlikte yukarıya çıkalım hele.” dedi, Osman. Ahşap merdivene doğru yöneldi. Mehmet Çavuş’la Tahir arkasından yürüdüler.
Çotanak Otel; alt katı kahvehane, üst iki katı otele dönüştürülmüş, Karadeniz’in ahşap mimarisi tarzında yapılmış eski bir konaktı. Osman en üst katta en uçtaki odanın önünde durdu, kapıyı sonuna kadar açtı:
“Amca, burada idare edin. Ne kadar gerekiyorsa o kadar kalın! Mademki sizi buraya Temel Dayı yolladı, O’nun hatırına çocuktan para almıyorum. Sen de ücretin yarısını ödersin! Bir haftalık otel parasını peşin alırım ha!” dedi. “Ancak küp çökeleğinden geçtim de,” Çakır gözlerinin içi gülüyordu. “Senin şu ahlat kurusunu merak ettim doğrusu…”
Mehmet Çavuş bu fiyata çoktan razı olmuştu olmasına da, Tahir’in rapor işinin ters gitmesi canını sıkılıyor, diğer taraftan şiddetli bir titremeyle birlikte soğuk soğuk terliyordu. Bir an önce yatağa girmeyi arzuluyordu. Öyle bir terlemeli, öyle bir terlemeliydi ki, Giresun’a yağan yağmura taş çıkartmalıydı. Yoksa bu hastalığı kapı dışarı edemezdi. Cuma gününe kadar dimdik ayağa kalkmalı, sabahtan hastanenin kapısına dayanmalıydılar Tahir’le birlikte. Osman’a dönerek:
“Sözümde dururum delikanlı!” dedi Mehmet Çavuş. “Er ya da geç ahlat kurusu getiririm sana.”
Elleri titreyerek iç cebinden kullanılmaktan haşatı çıkmış deri cüzdanını çıkardı, parayı Osman’ın eline saydı. Aldığı parayı bir süre elinde tutan Osman:
“Amca” dedi, “Alttaki kahvehane de bize ait. Çayınızı suyunuzu içer, ekmeğinizi helvanızı da orada yersiniz. Yabancılık çekmeyin ha!” dedi.
Fındık toplama mevsimi sona ermiş, fındık işçileri Giresun’dan çekip gitmişlerdi. Otel, gelecek yaza kadar sinek avlardı zaten.. O yüzden gelen müşteriyi kaçırmak Osman’ın da işine gelmemişti anlaşılan…


“Oğlum” dedi Mehmet Çavuş Tahir’e; “Ben biraz yatacağım, terliyorum. Sen çık dışarıya, dolaşa bildiğince dolaş. Unutma ha! Otelin adı Çotanak. Altı kahvehane. Acıkınca simit al, kahvede çayla birlikte atıştır. Fazla da geç kalma ha, meraklandırma beni!
Bu öneri Tahir’in hoşuna gitti. Babasının yarı açılabilen kırık şemsiyesini alarak dışarı çıktı. Şöyle bir kolaçan etti etrafı. Cemile Cevher’in sesi kemençeyle uyumlu olarak sokağa kadar taşımıştı gene:

“Vuruldun düştün yere, gidemedin uzağa
“ Ne edeyim Feride’m düşürdüler tuzağa…”

Büyük cadde yukarıya doğru uzanıyor, devlet hastanesine kadar gidiyordu. Oraya bu sabah babasıyla gitmişler, göz muayenesine girmiş, ellerindeki sağlık raporu formuna “sağlam” diye yazdırmışlardı. Asıl muayeneye cuma günü kulaktan girecekti. İşte o zaman dananın kuyruğu öyle ya da böyle kopacaktı. Bu konuyu anımsaması canını sıktı Tahir’in. Boncuk boncuk ter damlaları birikti anlında. Kolunun yeniyle sildi. Tam ters yöne, deniz tarafına döndü, kesme taşlarla kaplı dik yokuşu tırmanmaya başladı. Tırmandıkça kenti daha fazla görebiliyordu şimdi. Bu yokuşu sonuna kadar gidecek, düzlüğe çıkacak, öte yüze ağıp denize bakacaktı. Zordu ama denize yüksekten bakmanın heyecanını yaşamak istiyordu. Köyüne dönünce anlatırdı arkadaşlarına. Yağmurun etkisiyle yokuşu çıkmakta zorlanıyordu.
Serpin Köyü İlkokulu’na gittiği ilk günü anımsadı. O yol da yokuştu ve üstelik karla kaplıydı. Karın yüksekliği boyunu aşıyordu ama kendisinden büyük olan öğrencilerin açtığı çığırdan gidebilmiş, okulu ve ilk öğretmeniyle buluşabilmişti. Nede çok sevinmiş, nede çok onurlanmıştı o gün. El dikimi siyah bezden çantasını boynuna asmış, içine koyduğu defter, kalem ve silginin tanımı olanaksız kokusunu duyumsaya duyumsaya yol almıştı. Kışların karında ayazında, baharların yağmurunda çamurunda yıllarca bu yolu gitmiş gelmiş, daha sonraki yıllarda Celal Köylü tüm öğrenciler gibi Tahir’de, Serpin Köyü İlkokulu’ndan ve Rüstem Öğretmen’den ayrılarak kendi köylerine yapılan tek sınıflı oklula geçiş yapmışlardı. Tahir, böylelikle iki yıl daha kendi köyünde Osman Öğretmen’de okumuş, ilkokulu bitirmişti.
Celal Köyü’nün öğretmeni Osman öğretmen, tıpkı serpin Köyü’nün öğretmeni Rüstem gibi enstitü çıkışlı ve oldukça disiplinliydi. Tüm gücüyle öğrencilerini yatılı İlk öğretmen okulu sınavlarına hazırlıyordu. Zaten bu yoksul köy çocuklarının eğitimlerini sürdürebilmelerinin tek yolu, yatılı okul sınavlarını kazanmaktı. Aksi halde bu çocuk yaşlarda İstanbul’a iş aramaya gidecekler, olumsuz koşullarda ucuz işgücü olarak kullanılacaklardı… Osman Öğretmen bir gün Mehmet Çavuş’a;
“ İlkokulu bitiren öğrencilerimi ilçede yapılacak ilk öğretmen okulu sınavına sokacağım. Kim kazanırsa alıp götüreceğim Akpınar’daki sınavlara. Tahir’de umudum çok. Yap hazırlığını şimdiden! Uzak yer! Gitmesi gelmesi, yatması kalkması, yemesi içmesi hayli para tutar.”
Mehmet Çavuş bunun üzerine:
“ En iyiyi sen bilirsin Osman Öğretmen. Masrafı ayarlarım. Kasabada çocuk okutmak bizim boyumuzu aşar. Onca yıl nasıl dayanırım? Yeter ki kazansın, yeter ki öğretmen okuluna girsin, okusun! Zaten orası yatılıymış! Yemesi içmesi, giyimi kuşamı… Tam bize göre. Cumhuriyet biraz da bize gülsün hele! Biraz da güneş bize şavkısın! Dünya kurulalı beri cahil kalmışız zaten…
Gerçekten de mayıs ayı içinde ilçe merkezinde sınav yapılmış, bu sınavda Celal Köyü’nden Tahir, ağabeyi Yaşar, amcasının oğulları Gürsel’le Veysel Lâdik Akpınar İlk öğretmen Okulu’ndan kabul sınavına çağırılmışlardı. Osman Öğretmen dört öğrencisinin sınava çağrılmasından büyük onur duymuş, verdiği emekleri boşa çıkarmadıkları için öğrencilerinin alınlarından öpmüştü. Sınav zamanı yaklaşınca onları alıp Lâdik Akpınar’a götürmüştü. Buradaki sınavlarda iki öğrencisi sınavı kazanmış, Tahir de dokuzuncu yedekte kalmıştı. Zorunlu köyüne dönecekti Tahir. Yedek sırasını kim takip edecek, sırası gelirse kim haber ulaştıracaktı acaba, bilmiyordu…
Aylarca bekledi durdu köyünde Tahir. Ha bu gün ha yarın hep posta yolu gözledi. Sonunda umudunu tümden kesti… Önündeki tek seçenek, köyündeki okula bir yıl daha devam ederek bilgilerini pekiştirmekti. Mademki geçen yıl yedek kazanmıştı, ikinci yıl kesin olarak neden kazanamasındı ki? Bu isteği Osman öğretmen de onaylamış:
“Zaten, beş sınıf bir arada. Tahir bana küçük sınıfların abc öğretiminde yardımcı olur, ben de artan zamanlarımda onu sınava hazırlarım. Çok da güzel olur.” demişti.

Tahir parke döşeli yokuşu çıkıp düzlüğe geldiğinde yağmur kesilmişti. Şemsiyesinin sularını silkeleyerek kapattı, biraz daha ilerleyince kocaman dalgalarıyla kayalıkları döven Karadeniz’le karşılaştı. Amma da büyüktü ha! Taa uzakta bir yük şilebi ağır ağır gidiyor muydu yoksa yerinde mi duruyordu anlayamadı. Balıkçı tekneleri sığır bağlar gibi sıra sıra limana bağlanmıştı. Hemen yanı başında bir anıt mezar gördü. Etrafında turladı şöyle bir. Kaidesi üzerindeki yazıları okudu. “Topal Osman” yazıyordu kaidenin en tepesinde.
“Adam hem topalmış, hem de komutan!” Aklı almadı Tahir’in.

Hayli zaman olmuştu otelden ayrılalı. Zaten yeniden gök gürlemeye başlamış, yoğun bir yağmur ha başladı, ha başlayacaktı. Şemsiyesini açtı, içi su almış kara lastiklerini gıcırdata gıcırdata geldiği yoldan inmeye başladı. Çotanak Kahvesi’nin hemen karşısındaki fırından iki simit aldı, gazeteye sardırdı.
“Babamla birlikte yeriz. O da acıkmıştır şimdi” diyerek otel kapısından girip merdivenleri tırmandı. Mehmet Çavuş yorganı başına çekmiş, kıpırtısız yatıyordu. Yorganın inip çıkıyor oluşu nefes aldığını gösteriyordu. Ne kâbuslar görüyordu kim bilir? Köylerinde de sıklıkla böyle bir terleme hastalığına yakalanır, terli çamaşırları harman sırıklarına sererek kuruturlardı. Tahir, babasının uyumadığını biliyordu bilmesine de:
“Kalk baba, simit aldım yiyelim birlikte.” diye seslenemedi. Babasını öylece bırakıp aşağı kahveye indi, köşede bir masaya oturdu. İçerisi sıcaktı. Oynak bir kemençe sesi içerisini dolduruyordu.
“Bakalım, Giresun’da yağmur mu önce dinecek, yosa kemençe sesi mi?” diye geçirdi içinden.
Kemençenin kıvraklığı hoştu ama içini tırmalayan bir acı tüm neşesini silip süpürüyordu. Gazete kâğıdını açıp simitleri çıkardı. Öyle güzel kokuyorlardı ki… Gelen garsona büyük bardakta açık çay söyledi. Hem çabuk bitmez, hem de içine simit sokup yemesi hoş olurdu. Annesi geldi aklına hemen. Karalâhana çorbasını güzel yapardı. Babası yukarıda hasta yatıyordu işte… Acıkmıştı kuşkusuz. Karalâhana çorbası olsa ne de iştahlı yerdi şimdi… Simit boğazında düğümlendi. Üstüne bir yudum çay aldı. İçi hiç rahat değildi. Bunca zahmeti boşuna mı çekiyorlardı acaba? Yarından sonra Cuma idi. Yaklaşıyordu işte! Ordu’daki gibi gene bir aksilik çıkarsa, Lastikçi Sarı Temel kendilerine nasıl yardımcı olacaktı acaba? Ya O da yardımcı olamazsa! Kovaladı bu düşünceleri aklından…
Dışarıda yağmur delirmişçesine yağıyordu. Akşam olduğundan içeride bir iki müşteri kalmıştı. Tahir bir küçük çay daha söyledi. Babası geldi aklına. Hasta oluşu içini acıtıyordu. Günlerce yollardaydılar…

İlçe Merkezinde yapılan eleme sınavını kazanmış, Akpınar’dan çağrılmıştı gene geçen yıl olduğu gibi.
“Oğlum Tahir!” demişti Mehmet Çavuş: “Bu yıl Lâdik Akpınar’a sınavlara seni ben götüreyim. Erbaa, Niksar, Reşadiye’ye uğrarız. Oraların hayvan pazarlarından satın almak için at, öküz bakarız. Sonra da Lâdik Akpınar’a varırız. Sınavı kazanamazsan dönüşte fiyatları uygun olan at ve öküzleri alır sürer köye götürürüz. Bizim köylerde, olmazsa Çambaşı yayla pazarında satar, kışı geçirmek için biraz para kazanmış oluruz. Yoksa onca boğaz yaza nasıl çıkar oğlum?
“Sınavı kazanırsan Samsun üzerinden Ordu’ya gelir, Devlet Hastanesi’nden sağlık raporunu aldık mı, gerisin geri getirir seni Akpınar’a teslim ederim. Sınav tarihinden bir hafta on gün önce inelim Lâdik’e. Yeveli’den, Zile’den de öğrenciler gelecekmiş Akpınar’a. Orada okula ait tarlalar, meyve, sebze bahçeleri varmış. Ağaçların gölgesinde diğer çocuklarla birlikte sınav gününe kadar ders çalışırsınız. Yeveli’den Mıyık Enişte’nin yeğeni Hüseyin Öğretmen de öğrencilerinin başında oraya gelecekmiş. O da Akpınar’da okuyup öğretmen olmuş. Ders çalıştırdığı öğrencilerinin arasına seni de katar. Lâdik’teki oteller çok pahalı değilmiş. Üzüm ekmek de bolmuş. Sen yeter ki kararlı ol, şu birkaç gün sık dişini Tahir!” demişti…
Mehmet Çavuş’un işi zordu. Ekilebilir kıraç tarlalarından bin bir güçlükle kaldırdığı arpa ya da buğday, ekmeklik un gereksinmelerini bile karşılamıyordu Celepçilik yaparak kıt kanaat geçimlerini sağlıyordu. Kurtuluş savaşı yıllarında babası savaşa alınınca; köyün ağası işe yarar tarlalarını ellerinden alıp tapularını üzerine geçirmemiş olsaydı, belki daha iyi geçim sağlayabilirdi ama tarlaları geri alması hiç de kolay değildi.
Tahir sınavı kazanır da yatılı okula girerse, her ne kadar ayrılık hasretine dayanması zor olsa da, bir yandan da sofrada bir boğaz eksik olacağı için ayrıca sevinmiyor değildi.


Tahir küçük çayı bitirir bitirmez kalktı, babasına bakmak için üst kata çıktı. Odaya girdiğinde Mehmet Çavuş’un durumunda bir değişiklik yoktu. Yorganın içine gömülmüş, derin derin nefes alıp vererek iniltili sesler çıkarıyordu. Yalnız Tahir’in yokluğunda kalkmış, terlemekten sırılsıklam olmuş uzun beyaz donunu ve gömleğini çıkararak kuruması için karyolanın demirine sermişti. Belli ki yatağın içinde çırılçıplaktı. Tahir başucuna gelerek: “Baba!” diye acıyla inledi. Babası hiç oralı olmadı. Bekledi bir süre kıpırtısız. Bir acı duyumsadı içinde Tahir, hüzünlendi. Yüzünde yuvarlanan gözyaşları kara lastiklerinin üzerine düştü pıt pıt… Düşünceli, başı öne eğik, ağır adımlarla odadan ayrılarak aşağı indi, kahvehaneye girerek aynı masaya yeniden oturdu. Yağmur biraz azalmış, yol kenarlarında akan sel suları yok denecek kadar azalmıştı. Ancak radyoda yayınlanan hava raporundan anladığına göre, yağmur önümüzdeki günlerde de yağacaktı.
“Bizi kaçırtmak için bıktırasıya yağsan da, rapor almadan inadım inat ayrılmayacağım işte buradan…” diye hırsla söylendi. Duyulup duyulmadığını anlamak için sağa sola bakındı.
Akşam müşterileri de gittiler. Boşa çıkan garson geldi, Tahir’in oturduğu masanın üzerine bir avuç çotanaklı fındık koydu. Tahir bir fındıklara, bir garsona baktı. Giresun’a geleli çok olmuştu ama henüz fındık yememişti. Gerçi köyünde hayvan otlatırken kayalıklardaki yabani fındık ağaçlarından az da olsa fındık toplamış yemişti ama böyle nar gibi kızarmış gerçek fındığı ilk kez görüyordu. Elini fındıklara sürmeye utandı, başın eğerek içleri ıslak kara lastiklerine bakmaya başladı.
“Sen her hal yabancısın yeğen” dedi garson. Fındık toplamaya gelen yabancılardan mısın? Nereden geldin, kimsen yok mu senin?”
Tahir başını ağırdan kaldırarak garsonun gözlerine baktı:
“Yok, emmi” dedi. Biz Mesudiyeliyiz!” Bekledi biraz: “Babam yukarıda hasta yatıyor. Ben de burada vakit geçiriyorum işte. Eğer bir sakıncası varsa gider otel odasında otururum.”
“Yok yeğen! Benimkisi merak işte! Otur istediğin kadar.”
O arada üç kişiden oluşan yeni bir müşteri gurubu geldi. Garson onlara çay vermek için Tahir’in yanından ayrıldı. Garsonun içtenlikli olduğunu tahmin eden Tahir, çotanaklardan bir fındık çıkardı, dişleri arasında kırarak yedi. Kabuklarını da cebine koydu. Hoşuna gitmişti fındığın tadı. Birkaç tane daha yedi. Babası geldi aklına. Hızla yerinden kalkarak otel odasına koştu. Mehmet Çavuş kuruttuğu iç çamaşırlarını giymekle meşguldü. Dişleri çatır çatır birbirine vuruyordu.
“Tahir” dedi, “Dün akşam gittiğimiz aşçıya gidelim oğlum. Açlıktan içim içime yapıştı. Çorba içelim de içim ısınsın biraz!”
Kahveye indiler önce. Tahir içtiği çayların parasını masanın üzerine bıraktı. Gazete kâğıdına sarılı simidi ve çotanaklı fındıkları alarak ceketinin dış cebine yerleştirdi. Çorba içtikten sonra fındıkları tek tek kıracak, babasına yedirecekti.
Lokantaya girdiklerinde içerisi boştu. Ocağa yakın bir masaya yöneldi Mehmet Çavuş. Daha sıcaktı orası.
“Çorba!” diye seslendi aşçıya, “iki çorba!”

Mehmet Çavuş’la Tahir tomruk yüklü bir kamyonun tepesinde Lâdik’e indiklerinde akşam olmuş, gökyüzünde tek tük yıldızlar oynaşmağa başlamışlardı bile… Saat kulesinin dibindeki iki katlı ahşap yapılı bir otele attılar kapağı. Otel, Akpınar’a sınava gelenlerle hemen hemen dolmuş gibiydi. Altı yataklı bir koğuştan iki yatak ayırttılar. Mehmet Çavuş:
“Oğlumla bana tek yatak yeter” diyecek olduysa da otel sahibinin katılığını görünce vaz geçmişti. Neyse ki ücretler uygun sayılırdı. Sınavlar bitip sonuç alıncaya değin burada konaklayacaklardı. Hava güzeldi. Gündüzleri Akpınar’da geçirirler, akşam olunca da yürüyerek otellerine gelir konaklarlardı.
Ertesi sabah ekmek fırınındaki tahta sıralara oturup, aldıkları çavuş üzümünü fırından yeni çıkan bembeyaz somuna katık ederek yediler. Tahir beyaz ekmeğe bayılıyordu. Köyünde çoğunlukla hep arpa ekmeği yemiş, köyünden çıkana kadar beyaz ekmeğe hasret kalmıştı. Karınlarını iyice doyurup üstüne de sürahiden bardak bardak Lâdik’in buz gibi suyunu içtikten sonra Akpınar’a doğru yollandılar…
Lâdik Ovası kocamandı. Güneyinde boydan boya Akdağ yükseliyordu. Tahir’lerin Yağlı tepe’sine de benziyordu epey… Üzerinde sayısız yaylalar ve bu yaylalarda sürü sürü koyunlar uzak da olsa seçilebiliyordu. Akpınar’la Akdağ, Lâdik Ovası’nı aralarına almışlar, birbirlerine bakıp duruyorlardı. Ovanın kuzey bitimindeki Akpınar Kaynağı’nın hemen yanına inşa edilmiş olan Akpınar İlk Öğretmen Okulu yerleşkesi, doğu batı yönünde uzanan ana caddenin her iki yanına oturtulmuş tek katlı taş yapılardan oluşmuştu… Okula ait topraklar o kadar genişti ki, Lâdik Ovası’nın büyük bir bölümünü içine katmış, en kuzeydeki Ahmet Ağa’nın Çiftliği’ne kadar uzanıyordu.
Lâdik’le Akpınar’ı birbirine bağlayan şosenin her iki yanında, en doğuda Lâdik Gölü’nden batıdaki Hamam Ayağı’na kadar harman yerine dönüşmüş geniş Lâdik Ovası’nda, saman ve buğday yığınları küçük küçük tepecikler oluşturmuş, çok sayıda potoz ve traktör homurtuları ortalığı şenlendiriyordu… Arkalarına basılmış yumurta topuklu kunduraları, köşeli şapkaları, pos bıyıklı ve poturlu Lâdik erkekleriyle; oyalı yazmalı, şalvarlı ve ayaklarında kara lastikleriyle Lâdik kadınlarının ellerindeki yabaları saman yığınına daldırarak havaya savurmalarıyla rüzgârın gücüyle çecle samanın birbirinden ayrışarak yere düşmesi görülmeye değerdi… Ayçiçeği tarlaları güneyden kuzeye, doğudan batıya uzayıp gidiyor, ayçiçeklerinin rüzgârın esintisiyle nazlı bir gelin gibi bir o yana, bir bu yana salınmasının seyrine doyum olmuyordu.
Belli ki Cumhuriyet Lâdik Ovasına daha erken gelmişti. Öyle ya, bunca bolluğun olduğu yerde herhalde ekmek kıtlığı yaşanmazdı.
“Akpınar’ı kazanırsam ben de artık burada yaşayacağım.” diye de seviniyordu bir yandan Tahir. Geçen yıl yedek kazandığı sınavı bu yıl kesin olarak kazanmalıydı. Kendisine güvenci tamdı. Boşuna mı bir yıl daha tekrar etmişti okulunu, Babası Mehmet Çavuş bunca parayı boşuna mı harcamış, hasta hasta boşuna mı çekmişti bunca çileyi? “Çok ders çalışacağım çok! Uyumayacağım bile!” diyordu.

Akpınar’a indiklerinde terlemişlerdi. Doğru Biriz Çeşmesi’nin başına giderek ellerini yüzlerini yıkadılar. Daha sonra idare binasıyla tüketim kooperatifi arasındaki öğrenci parkına girdiler, gölgedeki ahşap bir banka oturup etrafı merakla izlemeye başladılar. Giresun, Ordu, Samsun ve Amasya illerinden genellikle yoksul köy çocukları bağlı oldukları ilçe merkezlerinde yapılan eleme sınavlarını kazananmışlar, Akpınar’da yapılacak kesin sınav için zamanından önce gelerek Lâdik’i, Akpınar’ı işgal etmişlerdi. Binaların gölgelerinde, arazideki başları diken bağlamış meyve ağaçlarının altlarında, tek tek, öbek öbek ders çalışıyorlardı. Yazılı ve sözlü iki aşamalı sınavdan geçeceklerdi. İki yüz öğrencinin alınacağı okula beş yüz öğrenci çağrılmıştı. Minicik ve ürkek yürekleriyle umut doluydular… Yazık ki sınav sonunda büyük bir bölümü elenecek, başaramamış olmanın verdiği eziklikle köylerinin yolunu tutacaklardı umarsız…

Mehmet Çavuş Mesudiye’den sınav için gelenleri araştırdı, Yeveli’den Hüseyin Öğretmen’i aradı, buldu:
“Ben Mıyık’ın kayın babasıyım” dedi. İşimi gücümü bırakıp buraya kadar geldim. İşte Tahir! Eti senin kemiği benim. Sabah teslim eder akşam alırım. Sizinkilerle birlikte ders çalışsın !”
“Mehmet Dayı” dedi Hüseyin Öğretmen. “Benim öğrencilerin arasına katar, hiç ayırmam, meraklanma sen! Karnı aç olmasın yeter…”


Akpınar İlk öğretmen Okulu’nun tören alanı; sınava giren tüm öğrenciler, onların anne babaları, öğrencilerini sınava getiren öğretmenler tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu. Güneş henüz yükselmiş, sıcak bunaltıcı değildi. Biraz sonra sınav sonuçları açıklanacak, kimileri sevinçlerinin doruğuna tırmanacak, kimileri de korkunç bir hayal kırıklığıyla Akpınar’dan ayrılacaklardı. Mehmet Çavuş Tahir’in elinden tutmuş, kalabalığın tam orta yerinde duruyordu. Tahir büyük bir tedirginlik içinde, heyecandan dişleri çatır çatır birbirine vuruyordu. Gerçi girdiği sınavların iyi geçtiğini biliyordu ama iki gün önce çıkan söylenti moralini allak bullak etmişti. İki yüz öğrenci alınacak Akpınar’a, onlarca ilçe arasından sadece Mesudiye’den elli dört öğrenci çağrılmıştı. Nasıl olur da küçük bir dağ kasabasından bu kadar çok öğrenci eleme sınavını başarabilirdi? Mesudiye’deki sınavda toplu kopya çekme olayından kuşkulanılmış, bu ilçeden gelen öğrencilerin ilk sınavı geçersiz sayılacakmış… Söylenti böyleydi.
Bu söylenti, kesin kabul sınavına hazırlanmış öğrencileri büyük bir moral çöküntüsüne sokmuş, bunun üzerine Yeveli Köyü’nün Hüseyin öğretmen’i, Mesudiye’den gelen onlarca kişiyi okulun tören alanına toplamış:
“Mesudiye’den gelen kardeşlerim.” demişti. “Akpınar’da yaratılan söylenti sizi yıldırmasın! Bileğinizin hakkıyla buradasınız! Yarın gireceğiniz sınavlarda da aynı başarıyı göstereceğinizden hiç kuşkum yok! Sizi sınava almayacak adamın alnını karışlarım. Hiç kimse bizim yasal haklarımızı elimizden alamaz! Yarın sınav var! Artık ders çalışmayı bırakın! Hamama gidin iyice kirinizi pasınızı atın. Berbere gidin traş olun. Elbiselerinizi akşamdan yıkayın, kurutup sabahtan temiz temiz giyinin. Lastiklerinizin tozlarını çeşmede yıkayın! Bizim utanacak bir halimiz yok! Başınızı hep dik tutun, korkmayın! Ben sınavın her aşamasında size göz kulak olacağım…” diye onları sahiplenmişti de yüreklerine su serpilmişti… Alanda birikenler Hüseyin Öğretmen’in önerilerini yerine getirmek üzere başları öne eğik ve biraz da ürkek oradan ayrılmışlardı.

“Ne de olsa okumuş, öğretmen olmuş! O ne diyorsa doğrudur.” demişti Mehmet Çavuş. “ Yediği ahlâtlar helal olsun! Yürekli adammış vesselam!
.
İşte birazdan ak koyun kara koyun belli olacak, dananın da kuyruğu kopacaktı.
Tahir bir eliyle babasının koluna yapışmış, bir eliyle de yüzünde biriken terini siliyordu. Aniden bir dalgalanma oldu; bir gurup öğretmen ellerinde tomar tomar kağıtlar, tomar tomar zarflar olduğu halde merdivenin sahanlığına geldiler. Öyle bir karmaşa, öyle bir bağırış çağırış koptu, tören alanındaki kalabalık öyle bir harmanlandı ki, Tahir ne olup bittiğini hiç anlayamadı. Kısa bir süre sonra tören alanı seyrekleşmişti:
“Tahir, koş oğlum otobüse yetişelim!” diyen babasının sesini duydu.
Koştu Mehmet Çavuşun peşinden. Samsun’a kalkan otobüsün merdivenlerine yaklaştıklarında, Mehmet Çavuşun koltuk altına sıkıştırdığı kocaman sarı zarfı gördü Tahir. Bir şimşek çaktı gözlerinde…

“Size birer çorba daha vereceğim!” dedi aşçı. Bunlar da benden olsun. Nasıl olsa bu saatten sonra müşteri gelmez. Kalmasın yarına, için afiyetle!” Daha sonra bir sürahi suyla, içi tepeleme ekmek dolu sepeti getirip masanın ortasına koydu. Ne de olsa günlerdir burada çorba içiyor, hesap ödeyip duruyorlardı. Hakları kalmasın, karınlarını iyice doyursunlardı…
Mehmet Çavuş çorbanın içine ekmek doğrayıp iştahla atıştırıyordu ama bir yandan da Sarı Temel’i merak ediyordu. Olumsuz bir yanıt alacağı olasılığına karşın gene de aşçıya dönerek:
“Ne dersin gardaş!” dedi “ Sarı Temel sözünde durur değil mi?”
“Vala” dedi aşçı: “Benim bildiğim Temel Aga verdiği sözü tutar!”

Hastanede çıkacak olası bir olumsuzluğa karşı Sarı Temel’in güvenilir oluşu önemliydi…

Lokantadan çıkıp Çotanak Kahve’ye girdiler. Birkaç müşteri tek tek oturuyor, Giresun Karşılaması’nı çalan kemençenin sesi hoperlörden her yana yayılıyordu. Birer ıhlamur söylediler kahveciye.
“Eee Tahir!” dedi Mehmet Çavuş. “Şimdiye haber ulaşmıştır bizim köylere. Senin öğretmen olacağın duyulmuştur dört bir yanda! Azımsanacak gibi değil! Örnek olacaksın çevre köylerin çocuklarına… Belki senden görürler de kardeşlerin de okumaya meylederler kim bilir? Aferin oğlum! Hele hastaneden şu kulaktan da bir geçelim, bu iş bitti sayılır. Ordu’daki o suratsız kulak doktoru sardı bu işi başımıza!
‘Bir dağ köyünden yoksul bir çocuk kos koca Akpınar’ı kazanmış; kesmeyeyim şu garibin önünü; varsın okusun, aydınlansın, öğretmen olsun!” demedi de: ‘Kulakları duymuyor, öğretmen olamaz!’ diye okulun verdiği koca kâğıda” sağır” diye yazdı...”
Sinirlenmişti Mehmet Çavuş. Ihlamurundan üst üste iki yudum çekti: “Doktor olmuş ama adam olamamış deyyus” dedi… En çokta yıllarca her seçimde yardım ettiği vekile köpürüyordu…
“Aradım buldum, derdimi söyledim de yüzüme bile bakmadı! O kadar da iyiliğim dokunmuş, sayemizde Ankara’ya gitmiş… Seçimler yaklaşınca gelir göt öpmeye! İşte o zaman da oy istesin bakalım! Alır boyunun ölçüsünü! Artık o partinin gazetesini daha da sokmam evime. Biz Sağır İsmet’e kızıp bu adamların peşinden gittik ama kurban olsunlar Sağır İsmet’in kesip attığı tırnağa. Taş attılar da kollarımı yoruldu. Kondular hazır devletin başına. Sağır İsmet, yoksul köy çocukları için koca koca okullar yaptırmış da, bu hödükler sınavı kazanmış oğlumu bu okula sokmak istemiyorlar… Ah şu kafa! Ah şu kafa! Şımarttıkta bela ettik başımıza bu vicdan yoksunlarını…”


Ordu devlet Hastanesinden çıktıklarında olumsuz bir sağlık raporu vardı ellerinde. Bu nasıl kulak ölçümüydü böyle? Tahir’i bir sandalyeye oturtmuşlar, bir hemşire elindeki pamukları Tahir’in kulaklarına iyice tıkamış, üzerine de parmaklarıyla bastırmıştı. O doktor olacak adamda, dört beş metre uzaktan rakamlar söyleyip, Tahir’n tekrar etmesini istemişti. Tahir, çoğu sayıları doğru yanıtlamış, çok azını da duyamadığından doğru yanıtlayamamıştı.
Ordu Caddesi’ne daldıklarında Mehmet Çavuş önde, Tahir arkada yürüyorlar, nereye, niçin gittiklerini unutmuşlardı sanki… Tahir’in gözleri ağlamaktan kıp kırmızı olmuş, iyice sersemlediğinden yalpalayarak yürüyordu. Mehmet Çavuş durdu, Tahir’in yaklaşmasın bekledi:
“Ağlama oğlum!” dedi. Sen bunca sınavı kazandın. Suçun yok senin. Hiç merak etme! Ceketimi satacak, nerede olursa olsun seni gene okutacağım. Görsünler bakalım, el mi yaman bey mi yaman?”
Ana caddeyi geçip Çarıkçılar Otele giden ara sokağa girmişlerdi ki, bir sesle irkildiler:
“Memed Aga! Memed Aga!
Gelen kişiyi Tahir önceden sanki görmüş gibiydi.
“Hayırdır Memed Aga? Çocuk da yanında! At, öküz mü getirdiniz satmak için yoksa?”
Geldi, Mehmet Çavuşla tokalaştı. Tahir’e dönerek:
“Beni bildin mi yeğenim” dedi. “Hani geçen yıl gelmiş sizde konuk olmuştum. Fındık da getirmiştim ceplerimde de dağıtmıştım kardeşlerine”
“Bırak fındığı da başımızda bir hal var Cemal!” dedi Mehmet Çavuş. “Bu işten nasıl sıyrılacağız sen onu söyle?
“Ne işi Memed Aga, hayırdır?”
Hastanede olan biteni bir çırpıda anlattı Mehmet Çavuş. Sonra da bir çare olacak sanısıyla gözlerine baktı Cemal’in… Cemal kafasını aşağı eğdi, biraz düşündü, sonra da:
“Bu iş olur Memed Aga ” dedi. Ama sana pahalıya patlar!”
“Ne diyon lan Cemal!” dedi Mehmet Çavuş. Sevincinden gözlerinde şimşekler çaktı. Tahir büyük bir şaşkınlıkla izliyordu onları. Gene bir güneş doğmuştu içine. Yüreği küt küt atmaya başlamıştı… Mehmet Çavuş güngörmüş bir adamdı. Böylesi işlerde para kaptırmakta vardı işin içinde… Biraz kuşkulu da olsa:
“De hele Cemal nasıl olacak bu iş?” dedi.
Cemal’de uyanıktı. Mehmet Çavuş’un aklından geçenleri tahmin etmişti doğrusu. Bir iki adım geri çekildi:
“Bilirsin Memed Aga, bana Karakuyu’lu Cemal derler! Ne dersem odur. Sen bu rapor formunu bana ver, git evine dinlen. Ben kulakçıya hem sağlam yazdıracağım, hem de raporu heyetten geçirip tapu gibi hazır edeceğim. Bir hafta sonra gel! Önce ben sana raporu vereceğim, sen de bana yüz lirayı. Sen sağ ben selamet. Bunca yemiş içmişliğimiz var, bir iyiliğim dokunsun habu çocuğa…
“Tamam, ula Cemal” dedi Mehmet Çavuş. Hele otelden yerimizi ayırtalım, bulurum yarın ben seni…

Çarıkçılar Otel çok eskiden beri Ordu’ya gelen Mesudiyelilerin önemli bir konaklama mekânıydı. Parası olan öder, zor durumda kalanlar bazen yarısını, bazen de hiç ödeme yapmadan çekip giderlerdi. Harman sonu ödemek üzere borçlanarak konaklayanlar da az değildi. Çarıkçı Cemil hali vakti yerinde, gözü tok bir insandı. Zamanında çok yoksulluk çektiğinden halden anlar, müşterilerine hiç zorluk çıkarmazdı. Mehmet Çavuş’la Tahir üst katta on yataklı koğuştaki ara sokağa bakan pencerenin önünde tahta masaya oturmuşlar, helva ekmekten oluşan akşam yemeklerini atıştırıyorlardı ama yedikleri boğazlarında düğümlenip kalıyordu. Yüz lira çok büyük bir paraydı. Mehmet Çavuş yüz lirayla dokuz nüfusu bir kış boyu doyurabilirdi:
“Bak ne diyeceğim Tahir!” dedi Mehmet Çavuş. “Gel biz bu yüz lirayı bu yamyamlara kaptırmayalım oğlum! Akpınar’da başı diken bağlamış elma ağaçlarının altında birlikte ders çalıştığın Giresunlu Salih’in dedesi Sarı Temel’in adresini almıştım. Fındık Pazarında kadın erkek lastikleri satan bir dükkânı varmış. “Gelirsen çayımı içersin” demişti bana. Yarın sabah atlayalım minibüse, varalım Giresun’a, girelim fındık Pazarı’ndaki lastik dükkânına, “arkadaş durum işte böyle böyle” diyelim. Bakalım ne der bize. Bir şansımızı da Giresun Devlet Hastanesi’nde deneyelim. Yine de olmazsa gelir burada yüz lirayı bayılırız. Gerçi yüz liram yok ama veresiye sattığım at ve öküzlerin sahiplerine gider “arkadaş durum bundan ibaret” derim. Sonuçta onlar da insan… Toplarım birer ikişer tamam ederim yüz lirayı. Sen moralini bozma oğlum. Haa! Çarıkçı Cemil’den duydum. Milletvekili Seyfettin Voyvoda buralardaymış. Partiden has adamımdır. Ne yapar eder bulurum onu yarın. Bir emir verse iş tamamdır. Az mı iyiliğim dokundu, az mı köy köy dolaşıp oy topladım O’nun için… Yarın bizim için çok önemli Tahir! Gün ola harman ola…”
“Bu babamda ne akıllı adam” diye geçirdi içinden Tahir. “Onca yer dolaştık, neredeyse tanımadığı kimse yok!” Kendi köyünde de sözü geçer, hatırı sayılırdı. Hiçbir önemli iş onun onayı alınmadan yapılmazdı.
Çoğu kez köyden ayrılır, Erbaa, Niksar taraflarına gider; on beş yirmi gün sonra birkaç at ve öküzle köye gelirdi. Köyde bir iki gün kalır, bu kez de Ordu, Giresun, Çambaşı taraflarında getirdiği hayvanları satabilmek için köyden ayrılır, yüzlerce kilometre yolu arşınlar dururdu. İşte bu yüzden babasına hep hasret kalır, O’nun eve dönmesini büyük bir özlemle beklerdi Tahir… Akpınar’a girebilirse, bu kez de uzun süreler hiç göremeyecekti babasını… Uzak yerdi. Öyle gelinip gidilemezdi sık sık. Ancak yaz tatillerinde görebilecekti annesini babasını, kardeşlerini.. Bir düğüm oluştu boğazında. İstemese de yaşlar yuvarlandı yanaklarında…
“Ağlama oğlum ağlama!” dedi Mehmet Çavuş. “Göreceksin halledeceğim her şeyi…”

O gün sabahtan gelmişler, hastanenin önünde bir o yana bir bu yana turluyorlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, yağmur tümden kesilmiş, pırıl pırıl bir güneş her yanı aydınlatmıştı. Hastanenin etrafındaki meyve ağaçlarının, fındık çalılarının yapraklarında henüz yere düşmemiş yağmur damlacıklarında kırılarak gözlerine yansıyan güneş ışınları içlerine bir ferahlık, bir sevinç dolduruyordu.
“Baba” dedi Tahir, Bunca zaman güneşe hasret kaldık Giresun’da. Bak şimdi sanki bize bir müjde verir gibi nasıl da şavkıyor? Ben bu gün kulaktan geçeceğim göreceksin!”
Gülümsedi Mehmet Çavuş. Akpınar’a giremezse kıyamet kopmayacaktı ama, ne de çok istiyordu okumayı bu çocuk! Onca sınavı da kazanmıştı. Daha ne olsundu?


Sicim gibi yağan yağmur altında bindikleri minibüs gelip Giresun’da Fındık Pazarı’nın kenarında durduğunda aşağı inmişler, koşarak gidip Sarı Temel’in lastikçi dükkânına sığınmışlardı. Ismarlanan çayları içerken başlarından geçenleri bir güzel Sarı Temel’e anlatıvermişti Mehmet Çavuş. Durumu değerlendiren Sarı Temel elleriyle uzun beyaz sakallarını tarar gibi yaparak biraz düşünmüş,ayağa kalkarak Mehmet Çavuş’la Tahir’ dükkanın kapısına çıkararak:

“ Şu görünen boğazı öte aşın. Hükümet konağının hemen karşısında Arzuhalci Şevket’i bulun. Elinizdeki sağlık raporunun aynısını boş olarak daktiloda bir adet çıkartın. Ufak bir ücret ödersiniz. Yarın da hiçbir şey olmamış gibi hastaneye yeni formla başvurunuzu yapın. Sakın ağzınızdan bir şey kaçırmayın ha! Normal muayenelerinize girin. Kulak muayenesine de girin. Hiç belli olmaz. Zaten çocuk sağır gibi görünmüyor, ne dersem anlıyor. Şu Ordu’daki doktoru görsem:
“Ulan vicdansız!” derdim. “ Bu çocuğun neresi sağır da rapor vermedin? Sarılırdım yakasına vallahi! Neyse, burada da bir sorun çıkarsa işte o zaman bize iş düşer. Her şey iyi geçecekmiş gibi sakin olun, meraklanmayın” demişti.


Hastane doktorları, hemşireler, diğer evrak memurları ellerinde çantaları, her an yağmur başlayacakmış gibi yanlarında taşıdıkları şemsiyeleriyle birer ikişer gelip hastane kapısından içeri giriyorlardı. Çok da güzel giyinmişler, kadın erkek herkesin başı açık ve saçları taralıydı. Bir tanesinin bile ayaklarında kara lastik yoktu. Tahir, özellikle doktor kılıklı adamları dikkatten kaçırmıyordu. Acaba kulak doktoru bunlardan hangisiydi? Güleç yüzlü olmasını ne de çok istiyordu. Bir aksilik olursa muayene de: “Çok sınav kazandım doktor bey! Okumayı çok istiyorum” der bakardı gözlerinin içine. ..
“ K.B.B.” yazılı kapının önündeki banka oturdular. Bir süre beklediler tedirgin. Kendilerinden önce birkaç hasta girip çıktı içeriye.
“Tahir Toprak” diye seslendi hemşire kapıyı açıp. Yerinden fırladı Tahir, babasının gözlerine baktı. “ Beni kurtar !” der gibiydi sanki…
“Ben buradayım oğlum korkma!” dedi Mehmet Çavuş.
Tahir içeriye girdiğinde Ordu Devlet Hastanesinde olduğu gibi gene bir sandalyeye oturttular. Hemşire yanına yaklaştı, elindeki pamukları gene Tahir’in kulak deliklerine tıkadı:
“Adın ne senin?” diye sordu Tahir’e
“Tahir” dedi “Tahir Toprak!” Sesi titriyor, dizleri birbirini dövüyordu korkudan…
“Bastır bakayım parmaklarınla pamuklara, Doktor Bey’in söylediklerini tekrar et .” diyerek doktorun yanına yürüdü. Tahir kulaklarının delikleri üzerine değil de, şakak kemikleri üzerine bastırdı ellerini. Doktorun ağzından fısıltıyla çıkan rakamları tekrarladı. Çok azını da tam duyamadığı için yanıtsız bıraktı.
“Bu kez tamam herhal!” diye geçirdi içinden Tahir.
“Gel bakalım ufaklık!” diye yanına çağırdı Tahir’i doktor. Kulaklarındakileri de çıkar!”
Tahir ayağa kalktı, sendeledi, biryandan da kulaklarında tıkalı pamukları çıkarıp eline alarak doktora yaklaştı.
“Hangi okulu kazandın sen?” diye sordu. “Akpınar’ı mı?
“He!” dedi Tahir, Akpınar’ı
“Benim kazanamadığım okulu kazanmışsın aferin sana!” dedi doktor. Sonucu yazmak için de rapor formunu önüne çekti:
“Çıkabilirsin!” dedi.
Tahir henüz kendine gelememişti. Kapıya yönelip dışarı çıkmak üzereyken gözü doktorun kalemine takıldı. “Sağlam” yazdığını gördü. Adımını dışarı atar atmaz babasıyla göz göze geldi. Tedirgin birbirlerine baktılar bir süre.
“ Ne oldu?!” diye sordu Mehmet Çavuş heyacanla. Olumsuz bir yanıt alırsa düşüp bayılacak gibiydi.
“Geçtim baba!” diye yapıştı ellerine babasının…
“Essah mı lan Tahir, sen ne biliyon?”
“Tam kapıdan çıkarken doktorun yazdıklarını okudum baba!” dedi Tahir. “Sağlam” yazdı.
Mehmet Çavuş şapkasını çıkarıp birkaç kez dizlerine çarparak:
“Oh be! Oh be!” diyerek koridordaki hastaların dikkatlerini çekecek şekilde sevinç gösterisinde bulundu. Birden bacaklarına güç gelmiş, oğlunun okul işinin olumlu sonuçlanması tüm yorgunluğunu, çektiği tüm sıkıntıları söküp atmıştı…

Mehmet Çavuşla Tahir köyden ayrılalı hayli çok olmuştu. Ne onlar köyden, ne de köye kendilerinden bir haber ulaşmamıştı. Mehmet Çavuş en çok harmana yığdığı ekinlerin dövenle ezilip çeçinden ayrıştırılarak samanlığa atılıp atılmadığını merak ediyordu. Çünkü bundan sonra kolay kolay harman havası yakalamak oldukça zordu. Ama ne olursa olsun, Tahir’in okul işinin kesinlenmiş olması her şeye bedeldi. Şimdi sıra Tahir’in urbalarının alınmasına gelmişti. Öyle ya; köy yerinde, kırda bayırda giyindiği elbiselerle okula yollamak yakışık almazdı. Kesenin ağzını açmalı, Tahir’i giyindirip kuşandırmalıydı. Bunu zaten çoktan hak etmişti. Kulak işini hallettiklerinden Ordu’lu Cemal’e yüz lirayı da vermeyeceklerdi üstelik.
“Tahir” dedi Mehmet Çavuş. “Ordu’da müstamelci tanıdıklarım var. Paramız yeter yetmez. Olmazsa veresiye de alırım. Giresun’da daha fazla kalmayalım. Yağmur da bunalttı bizi.


Giresun’dan geldikler minibüsten Ordu Oto Garı’na giden geniş cadde üzerinde indiler, az ilerdeki İsmet’in müstamelci dükkânına daldılar baba oğul.
“Ooooo hoş geldin Memed Aga, buyurun buyurun!
“Hele birer çay söyle de…” diyerek bir sandalyeye attı kendini Mehmet Çavuş. Belli ki yorgundu. “Biraz dinleneyim de !” dedi
“Hayrola Memed Aga nerden böyle çocukla?” diye sordu İsmet.
“Öğretmen okulunu kazandı oğlum Urba da alalım dedik.”
“Lâdik Akpınar’ı mı? İyi iyi, hayırlı olsun! Herkese gülmez böyle şans!”
“Ne şansı be İsmet! Neler çektiğimizi bir biz, bir de Allah bilir! Bir pantolon bakak hele çocuğa!” dedi. Acele edelim ki kaçırmayalım Mesudiye arabasını
“Hemen hallederiz Memed Ağa.”
Gitti, üst üste istiflenmiş pantolonları alıp masanın üzerine yığdı. Karıştırdı, karıştırdı, içlerinden birini Tahir’e uzatarak:
“Yeğenim hele şunu giyin de bir bakalım.” dedi.
Tahir pantolonu giyindi, düğmelerini ilikledi, dükkânın orta yerinde dikelip durdu. Mehmet Çavuş Tahir’in etrafında bir tur attı, pantolonu iyice gözden geçirdi, Tahir’e dönerek:
“Çök oğlum çök çök” dedi. Tahir giydiği pantolonla çöktü.
“Aç bacaklarını yana aç!” dedi, Tahir bacaklarını yana açıtı.
Böylelikle pantolonun sağlamlığını sınıyordu Mehmet Çavuş. Patlayacaksa da burada patlasındı.
“Kalk oğlum kalk kalk!” Ayağa kalktı Tahir.
“Dön oğlum dön dön” Olduğu yerde ağır ağır döndü.
“Kaç lira demiştin bu pantolona İsmet?” diye sordu Mehmet Çavuş.
“Dört lira Memed Aga” dedi İsmet.
“Çıkar oğlum çıkar çıkar!” diye emretti Tahir’e Mehmet Çavuş. Belli ki fiyatı kırmak için almaktan vazgeçmiş izlenimini veriyordu. Ancak İsmet’in ele geçirdiği müşteriyi kaçırmaya hiç de niyeti yoktu.
“Bırak şimdi çıkartmayı Memed Aga” dedi İsmet. Tam da oturdu bedenine, iyi de yakıştı. Atla deve değil ya, giyinsin çocuk!
“Söylemesi kolay ismet! Biz evden çıkalı kaç gün oldu biliyor musun? Daha bunun ceketi var, gömleği var, kundurası var. Kurtarırsa iki buçuğa bağlayalım bu işi!
Müstamelci İsmet, Mehmet Çavuş’tan daha fazla para çıkmayacağını anlamış olmalı ki, iki buçuğa itiraz etmedi. Zaten fındık satışlarının olduğu bu mevsimde Mesudiye’lilerden başka müstamel elbise müşterisi zor bulunurdu. Fazla uzatırsa iyi olmayacaktı.
“Tamam, yeğenim.” dedi İsmet, Tahir’e dönerek: “Çıkarma kalsın kıçında. Sana bir de ceket ayarlayalım da öğretmene benze daha şimdiden.”
“Yahu Memed Aga! Bizim çocukların yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında da, sınıflarını geçemiyorlar be yav! Sizin çocuklar bunca yoksulluk içinde bir sürü sınavı kazanıyorlar da yatılı öğretmen okuluna girebiliyorlar, anlayamıyorum bir türlü. Helal olsun valla!
“Anlamayacak ne var bunda İsmet!” dedi Mehmet Çavuş. “Hani ne derler: ‘Canı yanan eşek attan yürük gider!’ “Bunca çileli yaşamdan sıyrılmak için başka çare mi var sanıyorsun?”
Başını iki yana salladı İsmet. Belli ki Mehmet Çavuş’un ne demek istediğini anlayamamıştı. Gitti, askılıktan bir ceket getirip Tahir’in sırtına geçirdi. Etekleri ve kol uçları kesilerek küçültülmüştü. Pantolonda olduğu gibi ceketin üzerinde de kahverengi çizgiler vardı. Neredeyse ikisi birlikte bir takım elbise gibi duruyordu.
“Aynada bir bak yeğenim” dedi Tahir’e. Nasıl yakıştığı sen de gör!”
Tahir aynanın karşısına geçti, sağa sola döndü, çömeldi kalktı, belli ki beğenmişti. Babasının gözlerine baktı.
“Beğendin mi oğlum takımı” dedi, Mehmet Çavuş.
“He he!” dedi Tahir, “Beğendim.”
“Bir de beyaz gömlek giydireyim yeğenime” dedi İsmet. Gitti gömlekleri karıştırdı, Tahir’e uygun olacağını düşündüğü bir gömleği getirip Tahir’e giydirdi. Gitti, çekmecesindeki kravatların içinden takım elbiseye uyan bir kravatı getirip Tahir’in boynuna bağladı. Kravat biraz buruşuktu ama olsundu, bundan da para almaz, olur biterdi.
Boynunda kravatıyla tekrar geçti aynanın karşısına Tahir. Utangaç süzdü kendisini. Gülümseyerek babasına baktı. Mehmet Çavuş da gülümsüyordu…

Güneşli bir eylül sabahıydı. Martılar henüz apartmanların aralarında uçuşuyor, ara sıra kapıların önlerine konarak bulabildikleri yiyecek kırıntılarını atıştırıyorlardı. İşte tam bu saatlerde; Ordu’dan kalkıp Samsun yönüne giden minübüsün içinde; gözleri ağlamaktan kızarmış, tahta bavulunu iki dizi arasına sıkıştırmış; kravatlı, takım elbiseli, ayaklarında kara lastikleri, başarmış olmanın vermiş olduğu özgüvenle başı dik, sevinçlerin en büyüğünü ve hüzünlerin en yoğununu aynı anda birlikte yaşamakta olan on üç yaşında bir öğretmen adayı, pencereden, kayalıkları döven Karadeniz’in köpüklü dalgalarını seyrediyordu…
Gene aynı saatlerde, Ordu’dan Mesudiye’ye yola çıkmaya hazırlanan ve harıl harıl çalışmakta olan bir yük kamyonunun yanında; ince uzun boylu, kasketli, elmacık kemikleri çıkık, ap ak saçları ve giyinmekten her yanı aşınmış lacivert kruvaze takım elbiseli koca bir adam:
“Oğuuuul, oğul! Yüreğimi yaktın oğul!” diyerek hıçkırıyordu…

……..
“Kardeşim Tahir; Ben yeni işe girdim. Bir Ermeni’nin dokuma tezgâhında kazak dokumayı öğreniyorum. Bakalım ay sonunda maaşımı alabilecek miyim? Bu ermeni patron için “ iyi adam” diyorlar. Kimsenin onda parası kalmazmış. Ben de buna güvenerek ablamın yanından ayrıldım, kendim için başka bir ev kiraladım. Ablam ayrılmama razı gelmedi, ağladı sızladı ama olacak gibi değildi. Benim tuttuğum ev iki odalı. Bodrumda olduğu için biraz karanlık ama başka çaremiz de yok Ablama yakın oluşu da burayı kiralamamda etkili oldu. Yengen de köyden yanıma geldi. Babam bizi ziyarete gelecek. Seni karne tatilinde buraya bekliyoruz. Hayırlı haberlerimde var ama, onu şimdi sana söylemem! Her şeyin bir sırası var bilirsin…
İhmal etme ha! Sözümü dinlemez, köye gider de İstanbul’a gelmezsen bir daha da bana “ağabey” deme! Ablam ve yengen sana selem ediyorlar. “Tahir bir gelse de görsek” diyorlar. Hem sen Lâdik’e gittim diye hava atıyordun ama gel de şehir nasıl olurmuş bir gör. Ucu bucağı yok. Tren var, vapur var, otobüsler de var ama bunların bazıları elektrikle çalışıyor. Bir sürü de damalı taksi pire gibi dolaşıp duruyor şehrin içinde. Parayı bastıran damalılarla istediği yere gidiyorlarmış. Ben daha hiç binmedim. Hele maaşımı bir alayım, o zevki ben de yaşamak istiyorum. Bir de siyah renkli içleri görünmeyen taksiler var. En pahalı arabalar da onlarmış! Bizim köyün tüm tarlalarını, koyununu kuzusunu, ineğini öküzünü satsan, o arabalardan birini bile alamazmışsın…
İşte böyle Tahir! Tekrar selam eder gözlerinden öperim. Seni dört gözle bekliyorum.
Yaşar Toprak.”

Bir kez daha okudu mektubu Tahir. Sonra katlayarak iç cebine yerleştirdi.
“Mektup okumanın zamanı mı oğlum?” dedi Mustafa. “Bu gün yapılacak sınav sorularının o mektuptan çıkacağını mı sanıyorsun?” Mustafa, Tahir’in sıra arkadaşıydı.
Hafif bir dirsek attı arkadaşının böğrüne Tahir. Bunca yıl aynı sırayı paylaşmışlardı ne de olsa!
“Ben anlamam oğlum” dedi. “Kopya verme sırası bu gün sende!

Yanıt vermedi Mustafa, Vakit kaybedemezdi. Tarih yazılısına gireceklerdi bu gün. Kolay değildi öyle, kuruluşundan çöküşüne kadar tüm Osmanlı Padişahları’nın baba adlarını, hanği tarihlerde tahta çıkıp hangi tarihlerde indiklerini ezberlemek.


Tahir arkasına yaslandı, dışarıda döne döne inen kar tanelerini seyre daldı. Birbirlerinin üzerlerine düşüp kalıyorlardı. Yakındaki meyve bahçeleri belli belirsiz seçiliyor, daha uzaklarda Lâdik Kasabası ve onun arkasında yükselen Ak Dağ hiç mi hiç görülmüyordu. Sınıfın kömür sobası henüz tutuşmasına karşın içerisi onca öğrencinin nefesinden ısınmış gibiydi.
Gelen mektup kafasını karıştırmıştı Tahir’in. Annesini ve kardeşlerini çok özlemişti ama İstanbul’u görmek de az şey değildi. Üstelik böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Hem babası da gelecekmiş oraya. Ağabeyinin: “Önemli haberlerim var” demesi de ilginçti. Ne olabilirdi ki bu haber. İki arada bir derede kalmıştı işte! Düşündü kaldı bir süre… İstanbul’a gitme isteği daha ağır basacak gibiydi…
Elini tekrar cebine atıp mektubu çıkarmaya yelteniyordu ki; sınıfın kapısı sessizce açıldı, sınıf öğretmenleri Durali Bey girdi içeri. Kara tahtanın önüne geldi, “ hazrol!” vaziyetini aldı, öğrencileri süzdü tek tek. Dalga geçen kimse yoktu. Herkes dersine çalışıyordu. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, bıyıklarını sıvazladı. Aynı sessizlikle yürüdü, kapıyı yavaşça kapatarak çıktı gitti. Belli ki Tahir’in önünde kitap olmadığını fark edememişti. Yoksa O’nu hırpalamadan çıkmazdı dışarı…
Durali Bey Tahir’lerin sınıfının ilk yıldan bu yana genellikle hem matematik derslerine girmiş, hem de sınıf öğretmenliği görevini sürdürmüştü. Nedense bırakmamıştı bu sınıfı. Aileleri tarafından öğrencilere gönderilen harçlıklar; okul yönetimince Durali Bey’e teslim edilir, O’da her hafta sonu, öğrencilerle gıdım gıdım dağıtırdı. Durali Bey’den para koparmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu.
Kumral saçlarını yana tarardı. Mahcup ve güleç yüzünde ince bir burnu vardı. Çok sinirlendiğinde sağ kolunu ve işaret parmağını bir ok gibi ileriye uzatarak çarpık adımlarıyla hınçla öğrencinin üzerine yürür, göz göze gelince de biraz bekler, daha sonra yüzüne hafif bir gülümseme yayılır; içinde biriken öfke, sabun köpüğü gibi dağılır giderdi…

Tahir bildi bileli hep aynı çizgili lacivert elbise sırtındaydı Durali Bey’in. Belli ki başka giyecek elbisesi yoktu. Eşi ve beş çocuğuyla birlikte enstitü kuruluşunda top sahasının etrafına inşa edilen öğretmen lojmanlarından birinde otururdu. Ders anlatırken Erzurum aksanı ağır basar, öğrencilerin gülüşmelerine neden olurdu. Ara sıra dayak ta atardı ama, zaten genellikle dayak kültürüyle büyümüş öğrenciler bunu yadırgamazlar, içten içe gene de severlerdi Durali Bey’i… Çünkü O, öğrencilerini çok önemser, sanki babalarıymış gibi onları korumak istediğini hep belli ederdi. Kızdırıldığında: “Sözümden hiç çikmayııııın! Ben sizin babanızıııııııım…!” diye içtenlikle bağırır çağırırdı.
Hele; yazılı sınavlarda kopya çekilmesini önlemek için ayakkabılarını çıkarıp öğrenci masalarının üstüne çıkar, masadan masaya atlayarak sessizce dolaşırdı. Şüphelendiği öğrencilere: “Özdemiiiir! “Buluuut” diye bağırır, böylelikle kopya çekmeye yeltenecek olanları da ürkütürdü.
Tahir’in, birinci sınıfın ilk yarısında aldığı karnesinde sadece matematik zayıf gelmişti. Bu yüzden karne tatilinde matematik çalışma amacıyla köyüne gitmemiş, okulda kalmıştı. Babasının araması sonucu tatilin bitimine az bir zaman kala Akpınar’dan uğurlanmış, zor ve tehlikeli bir kış yolculuğu sonucu donmaktan canını zor kurtararak evine, ailesine ulaşabilmişti. Durali Bey’den ıkınarak koparabildiği “beş” lerle altıncı sınıfa kadar ulaşabilmişti gene de…
Her öğretmenin öğrencilere karşı tavırları birbirinden farklıydı. Durali Bey’in aksine meslek dersleri öğretmeni Gamalı Azmi Bey; her yazılı sınavında altmış soru yazdırır, sonra da sınıftan çıkar giderdi. O gidince sorularla ilgili tüm dokümanlar masaların üzerine yayılır, kopya çekme faslı başlardı. Uzun bir aradan sonra sınıfın kapısını aralayarak kafasını içeri sokar, bunu fark eden öğrenciler kitapları defterleri tek hamleyle masaların gözüne kaydırırlardı. Gamalı Azmi Bey; sınıfın tavanında gözlerini gezdirir, hiçbir şey görmemiş gibi yaparak yeniden çeker giderdi.
Tahir en çok resim dersini sevmişti. Havaların güneşli olduğu bahar günlerinde öğretmenler lokali ile konuk evi arasındaki çamların altında otururlar, daha çok suluboya resim çalışırlardı. Birinci sınıfta katıldığı resim yarışmasında üçüncü olmuş, ödül olarak beş liralık Ziraat Bankası cüzdanı vermişler, bu parayı alabilmesi için on sekiz yaşına gelmesi gerektiğini öğrenince de beli buza dönmüştü…


Tahir yüzünü sınıfa çevirdi yeniden. Arka masada oturan Şakir’in sıra arkadaşıyla didişmelerinden başka olumsuzluk yoktu. Tüm sınıf o gün yapılacak tarih sınavına odaklanmıştı. Hepsi de kendisi gibi kocaman adam olmuşlardı işte… Birinci sınıftan beri aynı sınıfta, aynı yatakhanede, aynı yemekhanede birlikteydiler. İyi günde, kötü günde ve Akpınar yaşamının her alanında birlikte olmuşlar, ergenlik ve ilk gençlik yıllarını birlikte geçirmişlerdi. Birbirleriyle sadece sınıf arkadaşı değil, aynı ailenin bireyleri olmuşlardı sanki…
Bunca yaşanmışlıklarda zaman zaman aralarında uyumsuzluklar, kıskançlıklar, hemşeri guruplaşmaları, hatta şiddet içeren itiş kakışlar ortaya çıkmış olsa da onlar biliyorlardı ki; bu yıl öğretmen olup birbirlerinden ayrılacaklar, yurdun dört bir yanına ışık olarak dağılacaklardı. O nedenle geçen yıllara oranla bu son birlikteliklerinde birbirlerine daha saygılı, daha sevecen, daha hoşgörülü ve daha paylaşımcı davranıyorlar; bundan sonraki yaşamlarında aynı kaderi paylaşacaklarını, benzer heyecanları yaşayacaklarını biliyorlardı. Zaten ikinci yarı Lâdik köylerindeki ilkokullara guruplar halinde dağılacaklar, öğretmenliğe hazırlık amaçlı staja gideceklerdi. Gerçeklerle burun buruna gelme zamanı gelip çatmıştı işte…

Yeniden dışarıdaki yoğun kar yağışını izlemeye başladı Tahir. Aralıklarla çıkan rüzgâr yere düşen kar tanelerini hafifçe savuruyor, daha sonra üst üste yığılmasına izin veriyordu. Köyüne gitti aklı. Annesi, babası, kardeşleri düştü usuna. Bu yıl mezun olup Anadolu’ya gidecek, bundan sonraki yaşamında onları çok daha az görecekti… Hüzünlendi… Mektup yazalı bir ay olmuş, yanıtını henüz alamamıştı. Babası gene sık sık hastalanıyor muydu acaba…

…..
Ordu’da müstamel elbiselerini giyinip, tahta bavulu elinde babasından ayrılıp Samsuna gitmek için minibüse bindiğinde kendini tutamamış nasıl da ağlamıştı hüngür hüngür… Kanadı kırık bir kuştu sanki! Babası minibüsün sürücüsüne yalvarırcasına:
“Bak gardaş!” demişti, “Bu çocuk Lâdik’e gidecek. Samsun’a varınca ona bir otel göster.Ne de olsa cahal, sevaptır!”
“Merak etme amca” demişti sürücü. “O benim de çocuğum sayılır. Tanıdık bir yer var. Yolumun üstünde, gönlünü ferah tut!” demiş, basmıştı gaza. Tahir arkasına dönüp el bile sallayamamıştı babasına. Samsun’a geldiklerinde sürücü minibüsü Saat Meydanı’nın kenarında durdurmuş:
“Hadi in bakalım” demişti Tahir’e. “Bak şu karşıda bir kıraathane var. Sen oraya git, yatacak yer var orada.”
Tahir minibüsten iner inmez sürücü gazlamış gitmişti Elinde bavuluyla kala kalmış, korku ve merak karışımı bir duyguyla kafası allak bullak olmuştu. Ağır adımlarla yürüyerek hayranlıkla saat kulesini izlemiş, etrafında bir tur attıktan sonra kahvehaneye yönelmişti. İçerisi tıklım tıklım doluydu. Böyle bir yere hiç girmemişti Tahir. Çay dağıtma işini bitiren kahveci elindeki bavuldan Tahir’in yabancı olduğunu anlamış:
“Hoş geldin yeğen, Lâdik’e mi yolculuk?”
“Geldiğim minibüsün sürücüsü otel diye beni buraya yolladı da!”
“Bizim İbram’dır O. Ordu’dan getirdi değil mi?”
“ He he!” demişti Tahir.
“ Al bavulunu da gel peşimden” diyerek giriş kapısının arkasındaki merdivenlere yönelmiş, Tahir de peşinden yürümüştü. Üst katta bir odada tek kişilik ranzalar vardı.
“Burada yat1” dedi kahveci. “Akşama çok var daha. Çık dışarı gez, dolaş. Uzaklaşma sakın ha! Bulamazsın sonra burayı!”
Bavulunu ranzanın altına saklayan Tahir dışarı çıkarak hava kararıncaya değin Saat Meydanı’na açılan caddelere girip çıkmış, yüksek binalara, mağazalara, geçen arabalara, kentli insanların giyim kuşamlarına bakıp durmuştu. Atatürk Heykeli’nin ne tarafta olduğunu sorup öğrenmişti ama kaybolma korkusuyla cesaret edip görmeye gidememişti. Oysa ne de çok merak etmişti ders kitaplarında gördüğü heykelin aslını… Hava kararınca kıraathaneye gelip üst kata çıkmış, babasının verdiği harçlığı çalınır korkusuyla çoraplarının içine sokmuş, öylece de yatıp uyumuştu.
Sabah uyandığında odada yalnızdı. Yeni alınan müstamel takım elbisesini giyinip elini yüzünü yıkamış, saçlarını da güzelce taramıştı. Bavulunu alıp aşağıya indiğinde, kahvehane kapısının kilitli olduğunu görerek irkilmiş, “Ya açmazlarsa ne yaparım?” korkusuna kapılmıştı. Kahvehanenin içinde üst üste yığılmış incir kasalarını, taban döşemesi üzerine sıralanmış üzüm sepetlerini görünce de şaşırmıştı. İçerisini mis gibi incir ve üzüm kokusu doldurmuştu. Yarın kurulacak pazarda satılmak için getirilmiş, burada güvenceye alınmıştı anlaşılan.
Tahir’in ağzı sulanmıştı. Mesudiye’de bu meyveler hiç yetişmezdi. Tatlarını bilirdi ama ağız dolusu doya doya yiyememişti hiç… Kasalardan birkaç incir, selelerden bir salkım üzüm alsa da yese kimsenin ruhu bile duymazdı. Gene de dişini sıkmalı, el bile sürmemeliydi. Gerçi arkadaşlarıyla birlikte; köylerinde Kara Yusuf’un ak eriğinden fırsat buldukça aşırırlardı ama “Komşunun komşuda hakkı vardır.” denir, köy yerinde hoş karşılanırdı.
Yukarı çıkıp bekledi Tahir. Anahtar sesini duyunca kapandan kurtulacağı sevinciyle aşağıya koşmuş, içeri giren kahveciye:
“Amca!” demişti, “Ladk’e gidecek arabalar nereden kalkıyor?”
“Şu bankanın köşesini dön, sağa sola sapma, on dakika yürü! Sor, bulursun!”
Cebinden çıkardığı bozuk paralardan yatak ücretini kahvecinin eline saymış:
“Tamam mı amca” demişti.
“Tamam, yeğen tamam! Hadi güle güle!”
Tahir; bir türlü el sürüp yiyemediği üzüm ve incirlerin kokusu burnunda, bankanın köşesini dönmüş, yürümüştü…
Aynı günün ikindisinde, Akpınar İlköğretmen Okulu’nun idare binasının önünde minibüsten inmiş, tahta bavulu elinde tören alanına girmişti.
“Gel gel! Buraya!” diye kendisine seslenildiğini duymuş, bir tavşan ürkekliğiyle kendisini çağıran üst sınıf ağabeylerinin yanına gitmişti. Birlikte kayıt odasına girmişler, bavulundan çıkardığı sarı zarf ile nüfus kâğıdını vererek kaydını yaptırmıştı. Kendisi gibi kayıt yaptıran başka öğrencilerle birlikte taş yapılı yatakhane binasına götürülerek yatacakları yataklar gösterilmiş, yemekhane, genel tuvaletler, lavabolar gezdirilmişti.
Okul açılmak üzere olduğundan yollar, parklar, sınıflar, koridorlar, ağaçların gölgeleri öğrenci kaynıyordu. Birçok ağacın altında, merdivenlerin sahanlıklarında çalınan mandolinlerin sesleri her tarafa yayılıyor, Tahir’in içindeki ayrılık hüznünü az da olsa sevince dönüştürüyordu. Elbiselerinin müstamel oluşu neyse de kara lastikli oluşundan çok utanıyordu. Hemen herkesin ayağı kunduralıydı. Yeni gelen köy çocuklarının bazılarında kara lastik görünce onlara yaklaşıyor, tanışmaya çalışıyordu. Her ne kadar öğrencilerin büyük bir bölümü köy çocuğu olsa da içlerinde kent ve kasabalardan gelenlerde vardı. Onların giyim kuşamı, konuşmaları, insan ilişkileri daha gelişkindi. Köyden gelenlere karşı üstünlük bile taslıyorlardı. Okulun açıldığı ilk ay içinde kundura, gömlek, kravat, kazak, çorap ve iç çamaşır dağıtımı yapılmış, elbise ve palto dikimi için okul terzisine ölçü bile vermişlerdi. Tahir ilk kez kundura giymenin sevincini tatmış, yeni gömleğini ve yeni kravatını takmıştı. Yakında terzinin elinden çıkan takım elbise ve paltoyuda giyerse dünyalar onun olacaktı. Eski çamaşırlarını ve müstamel elbiselerini tahta bavulunda saklayıp, köydeki kardeşlerine götürecekti. Onlar da sevinsinlerdi…
Tahir bundan böyle kendisini herkesle eşit sayıyor, hatta bazı arkadaş guruplarının sohbetlerinde söz bile alıyordu. Bir gün sınıfta konuşurken ağzından çıkan “dohdur” sözcüğünü duyan Mengüşoğlu: “Oğlum ne dohturu lan! Doktor, doktor!” diye araya girmiş, Tahir’i utandırmıştı.
“ Çok okuyacağım, yetişeceğim size!” diye söylenmişti kendi kendine…

…..
1969 Şubatının ikinci haftasıydı.Tüm doğa göz alabildiğince kar altındaydı Yoğun kar yağışı ağaçların dallarında birikmiş, şemsiye görünümüne sokmuştu. Özellikle geceleri buzlanma oluyor, Akpınar yerleşkesi içindeki yollarda yürümek iyice zorlaşıyordu. Birinci yarıyılı sınavları bitmiş, tüm öğrenciler cuma günü alacakları karnelere odaklanmışlardı. İki yıl üst üste sınıfta kalanların okuldan atıldığını bildiklerinden olanca güçlerince ders çalışmışlar, okul kurallarına ve yönetmeliklere uygun davranmaya özen göstermişlerdi. Okuldan atılma korkusu bir sızı gibi içlerinde dolanıp durmuştu onca yıl…
En çok müzik ve resim- yazı derslerinden zorlanmışlar, İstiklal Marşı’nı mandolinle çalamayanların okuldan mezun olamadıklarını duymuşlardı. O yüzden Akpınar’da yaz kış mandolin sesi hiç eksik olmazdı. Teorik dersler genellikle sınıflarda yapılır, iyi ezber yapanlar iyi not alırlardı. Ezberi az olanlar sağdan soldan yardım alırlar, ya da kopya çekerlerdi. Hangi sınıfta kimlerin kopyacı olduğu, kimlerin bu işi hiç beceremediği bilinirdi. Tahir’in başarısız olduğu derslerden birisi de tarımdı. Arazide yapılan belleme işini iyi beceriyordu ama yazılı ve sözlü sınavlarda çuvallıyordu. Beşinci sınıfta tarım derslerine matematik öğretmeni Yılmaz Bey girmişti. Matematik derslerini iyi öğretiyordu ama, tarım derslerinde öğrencilere azber yapmaktan başka çare bırakmıyordu. Bir gün Tahir’i sözlü sınavına kaldırmış:
“Hercai çiçeğini tanıt bakalım” demişti.
Tahir, hercai çiçeğinin tarım kitabında resmini görmüştü ama gerçeğine elini hiç sürmemişti. Ikınmış sıkınmış, arkadaşlarının gözlerine bakmış, yardım alamayacağını anlayınca da:
“Hocam” demişti, “Hercai çiçeği kırmızı, sarı ve mavi renklerde olup saksılarda yetişen bir çiçektir!” diye başlamış. Bu yanıtın atmasyon olduğunu anlayan Yılmaz Bey araya girmiş:
“Bunu anladık” demişti. “Sardunya ya gel hele! Bakalım onu nasıl tanıtacaksın?”
Tahir kitapta gördüğü çiçek resimlerini usunda canlandırmış, sardunyayı bir türlü anımsayamamıştı. Yanıt vermek zorunda olduğunu bildiğinden:
“Hocam; sardunya bir bahçe… Pardon bir saksı çiçeği olup; kırmızı sarı ve mavi renklerde...”
“Dur, dur! Hızlı gidiyorsun!” Tahir’in yanına gelmiş, sert sert gözlerinin içine bakarak, “Şimdide begonyayı anlat hele de bu işi bitirelim.” demişti.
İyice bunalmış, terlemeye başlamıştı Tahir:
“Hocam, begonya… Begonya çiçeği kırmızı sarı ve mavi ren…” der demez, Yılmaz Bey çileden çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak:
“Ulan!” demişti. “Nasıl oluyor da bütün çiçekler kırmızı, sarı ve mavi oluyor? Dünyada başka renk mi kalmadı?”
Enstitü zamanında okul arazisi içerisinde kurulan meyve bahçelerindeki elma ve armut ağaçlarının başları diken bağlamış, iyice yozlaşmışlardı. Ne tavlada, ne kümeslerde ne mandırada nede arı kovanlarında bir kez bile uygulama dersi yapmamışlardı. Tahir bu işe akıl erdirememiş, bu üretim yerlerinin neden oluşturulduğunu, şimdi neden gereğince işletilmediğini kendi kendine sorup durmuştu.


“ Seni de yazdım listeye Tahir!” dedi Cemalettin. Necip Samsun’a gitti. Ulusoy’lardan bir otobüs kiralayıp getirecek. Yarın öğleye doğru Biriz Çeşmesi’nin önünde hazır olacak. Yap hazırlığını.”
İstanbul’u hayal etti Tahir. Merakı büyüktü. Bu zamana değin yaşamı köyünde ve Lâdik Akpınar’da geçmiş, kent yaşamını merak edip durmuştu. “Fırsat bu fırsat, bir daha ya giderim ya gidemem.” demiş, köye gitmekten vaz geçerek İstanbul’da karar kılmıştı.
“İyi iyi” dedi Tahir.” Durali Bey akşama para dağıtacak. Getirir veririm ücretini.”
“Yabancı mısın canım?” demişti Cemalettin. “ Otobüse binince verirsin, acelesi yok.”.
Okulun en uzun boylu öğrencilerinden birisiydi Cemalettin. Daha önce İstanbul’a gidip gelmiş, hatta yaz tatillerinde İstanbul Çeliktepe’de ağabeyinin bakkal dükkânında bile çalışmıştı. İstanbul gibi ucu bucağı belirsiz bir kente giderken O’nun yanında olması Tahir için bir güvence sayılırdı.
Öğrenciler yoğun bir telâşe içine girdiler o akşam. Soğuk suyla duş alanlar, tıraş olanlar, çorap gömlek yıkayanlar, pantolonlarını yatak ütüsüne koyanlar, ayakkabı boyayanlar, eşyalarını bavullara yerleştirenler... Ödünç para alıp vermeler. Yarınki karne alma telaşıyla birbirlerini görememe olasılığına karşı şimdiden sarılıp kucaklaşmalar… Şamata gırgır…
Yarın yola çıkıp memleketlerine gidecekler, sevdikleriyle kucaklaşıp, çektikleri ayrılığın acısını çıkaracaklardı… Ne de büyük bir coşku içindeydiler…

….
Akşam olmuş, hava kararmıştı. Her taraf kar altındaydı. Yollar greyderle açılmış, kar tezekleri donarak yol boylarında yığınlar oluşturmuştu. Nedense bu yıl İstanbul’a çok kar yağmıştı. Otobüs Harem Vapur İskelesi’ne yanaşmış, vapur seferlerinin olumsuz hava koşulları nedeniyle iptal edilmesi üzerine Kadıköy Sahiline gelmiş, Akpınar’lı öğrencileri ellerinde bavullarıyla indirmişti. Bundan sonra kim nereye gidecekse kendi olanaklarıyla gidecekti.
Karşıya geçecek olan öğrenciler Karaköy Vapur iskelesinin önünde durdular. Vapur henüz gelmemişti. Akpınar’lılar tahta bavullarını yere koyup üzerine oturarak gecenin gizeminde İstanbul’u seyre daldılar. Gelen geçenler bir gariplik varmış gibi dönüp dönüp onlara bakıyordu.
Boğazda, yüzlerce metre uzunluğunda karmaşık bir ışık zinciri dikkatlerini çekmişti. Karşı kıyı ve boğazdaki gemiler karanlıkta seçilmiyordu.
“ Bu uzun ışıklar ne oluyor böyle?” diye sordu Cemalettin’e Tahir.
“ Valla ben de çıkaramadım ama öğrenirim şimdi” diyerek yakındaki büfeye gitti. Elinde üzerinde “Milliyet” yazan bir gazeteyle döndüğünde:
“Amerikan gemileriymiş. Altıncı filo diyorlar”dedi.
“Bu kadar uzun gemi olurmu ki?”
“Peşpeşe dizimişlerdir. Karanlıkta seçilmiyor. Yarın gelip seyrederiz istersen.”

…….
: Mıstık’n sesini anımsadı Tahir.
“Yazyooooor, yazıyoooor! Altıncı Filonun İstanbul’u ziyaret edeceğini yazıyoooor!” bağırıp durmuştu Akpınar’da geçen hafta…
Kısacık saçları, köse sakalı, minyon görünümü ve paytak paytak yürümesiyle tüm Akpınarlıların maskotuydu Mıstık. Tercüman’dan başka gazete satmazdı nedense. Öğrencilerin bireysel olarak her gün gazete alabilecek maddi olanakları olmadığından, her sınıf ortaklaşa bir gazete alır, gün içinde dönüşümlü okurlardı. Okunan gazeteler atılmaz, defter kitap kaplanarak değerlendirilirdi.

İskelelere yanaşan ve iskelelerden kalkan vapurların düdük sesleri, akşamın alaca karanlığında uçuşan martıların çığlıkları, toplu taşıma araçlarının korna sesleri, binlerce kişinin arı kovanı gibi çıkardığı uğultuların birbirine karışmasıyla oluşan hengâmeyi izlemek Tahir’in çok hoşuna gitti. Akpınar’lı öğrenciler Karaköy’e gidecek vapuru beklerken, diğer iskelelere yanaşan vapurlardan çıkan Amerikan askerleri guruplar halinde Kadıköy Meydanı’na dağıldılar. Ellerindeki bira şişelerini kafalarına dikip şamata koparıyorlar, kendilerini izleyenleri rahatsız edecek şekilde bağırıp çağırıyorlardı.

Akpınarlı öğrenciler bir yandan Karaköy’e gidecek vapuru bekleyip Altıncı Filo askerlerini merakla izlerken, bir yandan da bavulların üstünde oturmuş simit atıştırıyorlardı.

Dün öğleden beri yollardaydılar. Samsun’a Ulusoy’dan otobüs kiralamaya giden Necip; Ulusoy’la ücret konusunda anlaşamamış, daha ucuza taka bir otobüs kiralayarak Akpınar’a getirmişti. Moralleri bozulan öğrenciler zoraki bu otobüse doluşarak yola çıkmışlar, Havza’ya yaklaşırken otobüs ağırlaşmış, hırıltılı sesler çıkararak bir süre daha yol aldıktan sonra “zınk” diye durmuştu. Sürücü uğraşmış, didinmiş, muavini otobüsün altına yatırmış, bir takım cıvatalar sökülmüş takılmış ama bir türlü otobüsü harekete geçirememişti.
Hava buz gibiydi. Otobüsün içi iyice soğumuştu. Öğrenciler paltolarını giyinmelerine, atkılarını sarınmalarına karşın gene de üşüyorlardı. Öğlen yemeği yemediklerinden karınları da acıkmıştı.
“Arkadaşlar!” diye ünledi sürücü. “Çaresi yok yürümüyor! Şimdi hep birlikte inip otobüsü tamirciye kadar ittireceğiz! Fazla uzak değil!”
Zorunlu inmişlerdi aşağıya. Yol asfalt döşeli olsa da yer yer çukurlar oluşmuş, çamur zift karışımı bir hal almıştı. Boyanıp cilalanmış ayakkabılar ve ütülenmiş pantolonlarla araba itelemek öğrencilerin moralini bozmuştu. Otobüsü tamirhaneye soktuklarında üstleri başları berbattı. Tamirhanenin orta yerinde harıl harıl yanan sobada dönüşümlü olarak ısındılar. Tamiratın uzun süreceği anlaşılınca yakınlardaki kahvehanelere dağıldılar. Hem ısınacak, hem de çayla simit yiyerek açlıklarını bastıracaklardı. Üstüne de sigaralarını tüttüreceklerdi korkusuz…
Tamircide beş saat beklemişler, onarılan otobüsle ağır aksak ilerleyerek gece yarısı Ankara Garı’na inmişlerdi. Akpınar’ lı öğrenciler yeniden bozulabilir gerekçesiyle aynı arabayla devem etmek istememişler, sürücüyle uzun bir ağız dalaşından sonra araya giren polislerin zorlamasıyla yeni bir otobüs getirilmiş, kazasız belasız İstanbul’a inebilmişlerdi sonunda.
Yeni Otobüsle Bolu’yu geçip Düzce’ye doğru sallandıklarında Necip bavulundan mandolini çıkarmış, kıvrak bir oyun havası çalmaya başlamıştı. Bu durum Cemalettin’in hoşuna gitmiş:
“Otobüs sorumlusu olarak herkesi oyuna davet ediyorum” demiş, iki uzun kollarını yana açarak başlamıştı oynamaya. Herkes birbirini ayağa kaldırmış, kimi olduğu yerde, kimi otobüsün koridoruna çıkarak uzun süre el çırparak oynamışlar, şarkı türkü söyleyerek iyi bir şamata koparmışlardı…

…..
O arada uzun boylu, parkalı, ayakları potinli ve pos bıyıklı genç bir adam bavulunun üzerinde oturan Tahir’n yanına gelip dikeldi. Tahir başını çevirip baktı, yabancıydı. Gözlerini Amerikan Askerleri’ne dikmiş, bir heykel gibi dim dik duruyordu. Bir süre sonra aniden eğildi, yerden don tutmuş iri bir kar kütlesi aldı, hızla koşarak toplu halde duran Amerikan askerlerinin üzerine fırlattı. Havada birkaç parçaya bölünen kar kütleleri askerlerin kafalarına, sırtlarına düştü. Acayip sesler çıkararak sağa sola kaçıştılar. Yırtılırcasına öten bekçi düdükleri ortalığı inletti birden… Bir gurup polis ellerinde coplarıyla donmuş kar kütlesini atan genci yakalamak için koşuşturdular. Polisleri gören genç zikzaklar çizerek olanca gücüyle kaçıp, kalabalıklar arasında kaybolup gitti. Kadıköy Meydanı’na açılan caddelerden çıkıp, sirenlerini acı acı öttürerek gelen polis araçları meydanı kuşattı. Ortalık ana baba gününe döndü. Akpınarlı öğrenciler tedirgin oldular. Böyle bir karmaşayı daha önce hiç yaşamamışlardı. Tahta bavullarını alarak iskeleye yanaşmış olan Karaköy Vapuru’na attılar kapağı… Bir köşeye çekilip, bavullarını dizlerinin arasında sıkıştırarak ayakta durdular. Yorgun olmalarına karşın, kendilerinden yaşlılar varken, koltuklara oturmayı içlerine sindiremediler.

Tahir bir yandan vapurda bulunan İstanbulluları merakla izliyor, bir yandan da tanımadığı bir genç adamın Amerikan Askerlerine don tutmuş kar kütlesiyle saldırmasını kafasında evirip çeviriyordu. Yaşadıklarıyla düşündükleri arasında kendisini sürekli rahatsız eden bir çelişki olduğu belliydi.

Bize bunca yardımda bulunan büyük bir devletin askerlerine konuk olarak geldiği ülkemizde saldırmak Türk konukseverliğine yakışmıyordu hiç! Amerikan savaş gemilerinin İstanbul’a gelmesi az şey miydi? Geçen hafta Mıstık’ın sattığı Tercüman gazetesinin ön sayfasında Amerikan Başkanı Johnson ile başbakanımız Süleyman Demirel’in objektife birlikte verdikleri poz ne de görkemliydi öyle.
Tahir az mı içmişti ilkokulda Amerikan süt tozundan pişirilen sütleri. Az mı almışlardı Mesudiye’de Rum’lardan kalma kilisenin salonuna stoklanmış ucuz Amerikan buğdayından? Evlerindeki yatak yorgan yüzleri bile Amerikan bezinden dikilmemiş miydi?

Başka düşüncelere de gitti Tahir’in aklı. Dersten arta kalan zamanlarını okul kitaplığında kitap okuyarak geçiren iki kardeşi idarede sorguya çekmişler, komünist oldukları ve zararlı düşünceleri öğrenciler arasında yaydıkları için uzun süreli okuldan uzaklaştırılmışlardı. Okulda dolaşan söylentiye göre bu iki kardeş Samsun, Ordu ve Sinop’ta kurulan Amerikan üslerinin egemenliğimize gölge düşürdüğünü, yabancı ülke bayraklarının topraklarımızda dalgalanmasının bağımsız devlet oluşumuzla bağdaşmadığını, üstelik Lozan Barış Anlaşması’nın Amerika tarafından imzalanmamasının kuvva-yı milliye sınırlarımızı tanımadığı anlamına geldiğini öğrenciler arasında dillendirmişlerdi…
“Madem öyle de” demişti Tahir, “Neden Tarih dersinde öğretmen bu konulardan bahsetmemişti öğrencilerine?”
Okuldan uzaklaştırılan ağabeylerin söyledikleri doğru muydu acaba? Eğer doğruysa bu haksızlık onlara neden yapılmıştı?
Okulun büyük yemekhane salonunda ve Lâdik’ teki sinemada Kızılderili’lerin Şerif’lerle cebelleşmelerini konu alan Amerikan filimlerini ne de çok izlemişlerdi. Bu filimlerde öğrenciler beyazların tarafını tutar, filmin sonuç bölümünü sanki kendileri zafer kazanmışlar gibi çılgınca alkışlarlardı. Oysaki yerleri yurtları ellerinden alınan Kızılderili’lerdi. Burada bir terslik olduğunu Tahir sezinliyordu ama öğrencilerin neden beyazların taraf olduğuna akıl erdiremiyordu.

“Daha ne kadar bekleyeceğiz burada Necip?” diye sordu Tahir.
Necip’in ağabeyi gibi Tahir’in ağabeyi de Feriköy Ortanca Sokakta oturuyordu. Vapurdan inince birlikte yürüyeceklerdi oraya kadar. Uzaktı ama harçlıkları iyice azaldığından otobüse para vermek istemiyorlardı.
“Uyuma oğlum!” dedi Necip, “ Ne beklemesi? Karaköy’e geldik bile,
baksana!”
Tahir; arkasına dönerek vapurun penceresinden dışarıya baktı.Sahil bandı ve Karaköy Köprüsü’nün üstü karınca sürüsü gibi insan kaynıyordu.

Akpınarlı öğrencilerin bir kısmı Kadıköy’de dağılmışlardı. Vapurla Karaköy’e geçenler de birbirleriyle vedalaşarak farklı semtlere gitmek için ayrıldılar. Tahir’le Necip tahta bavulları ellerinde Taksim’e kadar soluksuz yürüdüler.
“Merak eder dururdun Tahir!” dedi Necip. İşte Taksim Zafer Anıtı! Seyret istediğin kadar…
Tahir anıtın etrafında iki tur attı. Beğendi. Ama figürler arasında Sovyetler Birliği Askerleri’nin oluşuna bir anlam veremedi. “Ne işi var komünistlerin burada?” diye söylendi kendi kendine…
Tahir Taksim Meydanına hayran kaldı. Bavulunu Necip’e bırakarak İstiklal Caddesi’nin girişine kadar ilerleyip izledi. Cadde ışıklandırılmış, pırıl pırıl olmuştu. Sağdan soldan hiç de alışık olmadığı enstrüman sesleri, ona uyumlu, ızdırap çekiyormuşçasına çıkarılan ve uzayıp giden insan sesleri kafasını doldurmuştu. Anıtın yanına döndü:
“ Gidelim Tahir.” Dedi Necip, “Çok geciktik. Merak ederler bizi…”
Harbiye’den kıvrılıp, Feriköy Boğazı’nı öte aşıp son durağa doğru sallandılar Aşağı doğru gittikçe binaların boyları küçülüyor, sokakların aydınlığı azalıyordu. Ortanca sokağa girdiklerinde heyecanlanmıştı Tahir. Ablasını, eniştesini, yeğenlerini, ağabeyini, yengesini görecekti aylar sonra. Babası bile gelmişti köyden.
“Sendeki tarife göre burası olmalı. Vurur açtırırsın kapıyı. Ben ayrılıyorum” dedi Necip. “Bizimkiler yukarda kaldı. Yarın görüşürüz”
Tahir kapıyı tıklatmadan biraz soluklandı. Sağ tarafta üç dört katlı evler, sol tarafta bir iki katlı, küçücük pencerelerinden ölgün ışıklar sızan, baraka evleri gördü. Sokağın girişine konulmuş lamba sokağı yarı karanlık kılmıştı.
Tahir’in tıklatmasıyla kapının açılması bir oldu. Ağabeyi Yaşar’dı kapıyı açan:
“Kulağım tetikteydi zaten” dedi. “ Sarıldı Tahir’e iyice. “Bekleye bekleye odun olduk be ya! Nerde kaldınız?”
“Geldi baba, Tahir geldi!” diye seslendi içeriye. Odanın kapısı açıldı birden. İçerde kim var kim yoksa fırlayıp hole doluştular. Çoğunu tanımıyordu Tahir. İçlerinde en uzun boylusu babası Mehmet Çavuştu. Sarıldı ellerine Tahir babasının. Kucakladı oğlunu uzun kollarıyla Mehmet Çavuş. Dudaklarını bastıra bastıra öptü iki gözlerinden…
“Çok şükür, çok şükür kavuşturana!” dedi. Yaşaran gözlerini kaçırdı görmesinler diye. Ablasının, eniştesinin, yengesinin ellerini öptü, yeğenlerini kucakladı. Tanımadıkları konukların da ellerinden öptü. Birlikte doluştular içeriye. Üzeri yatak serili ranzaya, köyden getirilip yere yayılmış Tahir’in annesinin el dokuması kilimin üstüne oturdular. “Gözleriniz aydın komşum” dedi konuklar sırayla.
Hem Yaşar’ın köyden konuk gelen babası Mehmet Çavuş’a “hoş geldin” diyecekler, hem de bu akşam geleceğini bildikleri öğretmen çıkacak kardeşiyle hasret gidermelerine ortak olacaklardı. Macit Bakkal ve Eşi, el arabasında eniştesiyle ortaklaşa mısır satan Kastamonulu Gölcü Amca ve kamburu iyice çıkmış çelimsiz karısı Zülâl Teyze, temizlik işlerinde ablasıyla birlikte çalışan Kezban Gelin ve O’nun işsiz dolaşan kocası Numan Bey ve onların biri üç yaşında, diğeri kundakta iki çocukları… Herkesin yüzü gülüyordu. Sevgiyle baktılar Tahir’e. Kendi oğulları da gelse ancak bu kadar sevinirlerdi:
“Muallim çıkacakmışsın yeğen.”dedi Gölcü Amca.” Bizim zamanımızda mektep yoğidi. Okuyamadık! Ne mutlu sana! Bizim gibi sürünme de, git vatanın evlatlarını okut…”
“Tahir açtır!” dedi yengesi. Gitti büyük bir sofra bezi getirip odanın orta yerine serdi. Büyükçe bir alüminyum tepsiyi de üstüne koydu. Bir tabak dolusu küp çökeleği ile ıslatılmış bir ilistir dolu peksimeti sofranın ortasına oturttu. Holdeki gaz ocağının üstünde demlenmiş çayı bardaklara doldurdu.
“Hadi bakayım konuklar!” dedi Mehmet Çavuş. “ Oturun sofraya da Allah ne verdiyse atıştıralım.”
Kimse nazlanmadı. Yememek yakışık almazdı… Kimisi çatalla, kimiside köy usulü ıslak peksimetlerden koparıp küp çökeleğine bandıırarak çayla birlikte atıştırdılar.
“Aynı köydeki gibi” diye düşündü Tahir. “Ayrıları gayrıları yok! Ne güzel…


Tahir sabah uyandığında yalnızdı. İçerisi loştu. Kalktı lambayı yaktı. Giyindi, saçlarını taradı. Pantolonunun ütüsü idare ederdi ama ayakkabıları çamurlanmıştı. Bulduğu bir bez parçasını ıslatarak ayakkabılarının çamurlarını temizledi.
“İstanbul denen şehri bir de gündüz gözüyle göreyim de…” deyip çıkmak için kapıya yöneldiğinde, ellerinde su dolu bidonlarla girdi içeri yengesi:
“ Aynı köydeki gibi!” dedi. “Çeşmeden getiriyoruz suyu.”


Otobüs yoluna çıkıp, son durağa doğru yürüdü Tahir. Buralar Kadıköy’e, Taksim’e hiç benzemiyordu. Gece esen sam yelleri yağan karı tümden eritmişti. Yollar eşik, ara yollar çamurluydu. Evler köydekilerden çok daha kötüydü. “Gecekondu” dedikleri demek ki bunlardı. Çeşme başlarında kadınlar kızlar ellerinde su bidonlarıyla uzun kuyruklar oluşturmuştu.
Yönünü Kurtuluş tarafına döndü. Feriköy Boğazından Harbiye’ye, oradan da Taksim’e inecek, Beyoğlu dedikleri efsane caddeyi gezecekti. Harbiye’ye yaklaşınca polislerin yolu kestiğini, Harbiye’den Taksim’e kadar insan ve taşıt girişini durdurduğunu gördü. Taksim tarafından insan bağırtıları yükseliyordu. Biriken kalabalığın arasından sıyrılarak en öndeki polis barikatına kadar yaklaştı. “Bu İstanbul’da amma acayip ha!” diye düşündü. Ne olup bittiğini merak ediyordu. Hemen önünde duran polise:
“ Memur bey” dedi. Yolu neden kestiniz, ne oluyor Taksim tarafında?”
“Geri çekil geri!” diye azarladı polis memuru. İteledi elinin tersiyle Tahir’i. “İstersen yol vereyim sana! Git de alsınlar boyunun ölçüsünü!”
“Allah Allah!” çekti Tahir. Neden alacaklarmış ki boyumun ölçüsünü?”
Geri geri çekildi biraz. Arkasında duran yaşlı bir adama döndü yüzünü:
“Bu yolu neden kesmişler amca?” diye sordu.
“Bilmiyorum oğlum ama… Altıncı Filo muymuş neymiş. Boğaza demir atmış!” dedi. “ Gitsin diyenlerle gitmesin diyenler dövüşürlermiş Taksim Meydanı’nda!”
Biraz durdu, düşündü, tedirgin eğildi Tahir’in kulağına: “İki uşak ölmüş!” Çenesi titriyordu yaşlı adamın.” Cankurtaranlar gidip geliyor Etfal Hastanesi’ne. Çoook yaralı varmış çok!”!
Geldiği yöne sıyrılarak kalabalıktan ayrıldı Tahir. Neler oluyordu böyle?
“Amerika nere, Türkiye nere?” diye düşündü. “Dünyanın öte ucu… İki genç öldürmüşler ha?”

….
Ogün öğleden sonra yağmur başladı. Tahir Feriköy son duraktaki bakkaldan bir Milliyet Gazetesi aldı. Bakkalı Halasının oğlu Kazım Ağabey’i işletiyordu.
“Ne kadar kalacaksın İstanbul’da?” diye sordu Tahir’e. Dayım’ı da al gel, bu akşam konuğumuz olun. Yatarsınız bizde.”
“Ay sonu döneceğim okuluma. Babama söylerim Ağabey. Ben de görmek isterim yeğenlerimi.”
“Eee yeğenim, bu yıl öğretmen olacakmışsın. Bakalım ne tarafa gidersin. Buralara yakın gelsen keşke..”
“Nere olursa olsun Ağabey! Bayrağımızın dalgalandığı her yerde öğretmenlik yaparız.” diye yanıtladı Tahir.

Yağmurdan ıslanmamak için apartmanların, gecekonduların saçakları altında yürümeğe çalışarak Yaşar Ağabeyi’nin evine geldi. Mehmet Çavuş da yeni gelmiş, sofrada yemek yiyordu:
“Gel oğlum gel.” dedi. “Otur da birlikte yiyelim.”
Tahir ellerini yıkayıp sofraya oturdu. Babasıyla aynı kaptan yemeye başladı.
“Şöyle bir dolaştım.” dedi Mehmet Çavuş. “Bizim köylülerin oturduğu mahallelere gittim. Satılık gecekondu aradım. Kardeşlerin köyde avare geziyor. Öğretmen okulunu kazanamadılar. Ortaokula da veremedik. Onları da getireceğim İstanbul’a. Bir zanaat öğrensinler. Belki de bir fabrika işi olur. Köyde ekmek kalmadı gayrı… Artık bize de bir ev gerek İstanbul’da. Ömür billâh el evlerinde oturulmaz ya!
Biraz soluklandı. Ayran tasından hızlı hızlı kaşıkladı. Arkasına yaslandı:
“İneklerden ikisini satarım. Koyunların tümünü satmıştım zaten kışa girerken. Öküzleri satmadan olmaz ama aha yaz geldi nerdeyse. Tohum ekilecek. Kimin öküzlerini koşarız bilmem? Biraz da ordan burdan borç buldum mu?”
“Mezun olabilirsem ben de maaş alacağım eylülde” dedi Tahir. “Yollarım sana.”
“Hele sen öğretmen ol, kendi göbeğini kendin kes de, bakarız…”dedi Mehmet Çavuş.
Kapı açıldı, Rahime Ablası girdi içeri:
“İşten geliyorum, geçerken uğradım.” Dedi. Tahir’e dönerek:
“Gel kardaş bize gidelim. Bizim evimizi de gör.”
Tahir ablasıyla birlikte evden çıkarken seslendi Mehmet Çavuş:
“Rahime kızım.” dedi. “Kulağına çıtlatmayı unutma! Ara bakalım ağzını.”

Ablasının evi aynı sokakta, karşı sıradaydı. İki katlı ikişer minik odası bulunan tahtadan yapılmış baraka türü bir evdi. Evin önüne geldiklerinde:
“Burada akşam tanıdığın Gölcü Amca’lar oturuyor.” diye alt katı gösterdi. Üç dört basamaklı tahta merdiveni çıkarak üst kata girdiler. Kapıları daracık bir hole acılan yan yana iki odacığı vardı. Bu odalar ön ve arka tarafa açılan iki minik pencereyle aydınlatılmıştı. Arka bahçeye bakan pencerenin önüne oturdu Tahir.
İçinde çeşit çeşit kekler, tatlılar, börekler bulunan bir kese kağıdını Tahir’in önüne koydu Ablası:
“Ye kardeşim” dedi. “İyice doyur karnını. İş yerimden verdiler. Bazen yiyecek, bazen giyim kuşam… Az çok gündeliğimi de alıyorum. Geçinmeye çalışıyoruz işte. Okuma yok yazma yok! Bizim nasibimize de hizmetkârlık düştü… Çekileek gibi değil ama sigortaya kaydımı yaptırdılar. O yüzden gönlüm rahat.
Gitti, evinin hemen bitişiğindeki Macit Bakkal’dan bir Çamlıca gazozu alıp getirerek Tahir’e uzattı.
“İç afiyetle!” dedi.
Ablasının Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan bir Ermeni ailesinin Osmanbey’deki evlerinde temizlikçi olarak çalıştığını duymuştu Tahir.
“Ne vicdanlı adamlarmış abla !” dedi. “Fabrika işçileri bile sigortasızken!...

Ablası elini Tahir’in omuzuna koydu. Kadife gibi yumuşak bir sesle:
“Gardaş !” dedi. Duraladı. Sıkıntılıydı… Derin bir nefes aldıktan sonra:
“Sana bir kız bulduk!” dedi.
“Ne kızı abla?” diye şaşkınlıkla sordu Tahir.
“Bas bayağı kız işte! Senin için!” Kalktı, odanın kapısını kapadı. Kimse duysun istemiyordu:
“ Babam bize mektup yolladı köyden. ‘Tahir bu yıl okulu bitiriyor. Kim bilir nerelere tayini çıkacak. Yemek yapamaz; bulaşık, çamaşır yıkayamaz. Sefil kalır ellerin memleketinde. Oralardan, tanıdık- bildik, oğluma uygun bir kız bakın hele de… Bulursanız, Tahir’in karne tatilinde ben de geleyim İstanbul’a. Tahir’i de çağıralım oraya. Hiç olmazsa sözünü keseriz. Ne de olsa şehirli kızı daha görgülü olur…’ diye yazdı.
Mektubu okur okumaz : “hah!” dedim. Zeynep hep aklımdaydı zaten… Bizim Gülümse’rin kızı. Ara sıra gördüğümde: “Kardeşim gelse de şu kızı bir göstersem.” der dururdum… Bir güzel bir güzel… Bayılırsın! Tam sana göre gardaşım!”
Ablasının anlatımları Tahir’i heyecanlandırmıştı. Ancak aklında hayalinde evlilik yoktu ki... Henüz öğrenciydi.
“Abla!” dedi, Tahir: “Ağabeyim mektubunda: ‘ Sana hayırlı haberlerim var, ama şimdi söylemem. Bilirsin her şeyin bir sırası var.” diye yazmıştı da meraklanmıştım.
“Tamam, işte!” dedi ablası. Babam köyden bu nedenle geldi. Eğer sen “he” dersen cumartesi akşam kız görmeye gideceğiz. Zeynep’in de haberi var. Bakarsın, edersin… Beğenirsen isteriz. Beğenmezsen gönül komazlar. “Nasip değilmiş.” der, herkes kaderine razı olur.
“İyi de abla!” dedi Tahir. “Ya kız beni beğenmezse?
“Hoplar bile. Nereden bulacak senin gibisini? Öğretmene varmak her kıza nasip olur mu? Sen bu işi olmuş bil gardaşım, gerisine karışma!”
Aklı karışmıştı Tahir’in. “Gel de çık bu işin içinden şimdi…” diye geçirdi içinden. Bu evlilik işi nereden çıkmıştı karşısına şimdi? Başını öne eğdi, düşünmeye başladı.
Rahime Ablası da bir süre suskun kaldıktan sonra:
“Kararın nedir gardaş?” dedi. “De hele! Babama ne diyek?”
Tahir ayağa kalktı, odanın içinde birkaç gez gitti geldi. Cebinden mendilini çıkararak alnında biriken terleri sildi:
“Valla abla !” dedi. Ben şimdi ne diyeyim? Bir iki gün düşüneyim, ondan sonra söylerim bir şey…”
“Biz bu işi olmuş bitmiş görüyoruz ha!” dedi ablası. “ Kararını ona göre ver de!”

……
Geç yatmasına karşın bir türlü uyku tutmamıştı Tahir’i. Ne yapacaktı şimdi? Kapana kıstırılmıştı sanki. Ablasının anlatımlarından son kararın kendisine bırakıldığı anlaşılıyordu ama ‘ Ben bu işte yokum’ demesi durumunda nasıl da büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Belki de gönül koyacaklardı. Hay allah! Annesini yanında neden getirmemişti babası? Alacağı kızı annesinin de görmesi gerekmez miydi?
Yer yatağında yatıyordu Tahir. Yastığı alarak ters tarafa koydu, yeniden uzandı sırt üstü. Akpınar’a ilk gidişinde, Ordu’da Müstamelci İsmet’in dükkânında giysi alış veriş sahnelerini anımsayarak gülümsedi. Babasının diğer kardeşleri arasında kendisine ayrıcalıklı davrandığının bilincindeydi. Henüz bir yaşındayken dedesi askere alınarak Osmanlı Ordusu’nun yaban ellerdeki savaşlarına katılmış ve bir daha da hiç dönmemişti… .Mezarı var mı, yok mu bilinmiyordu. Yetim büyümenin zorluklarını ve acısını yaşamış, yaşamı boyunca içini dağlayan baba özlemini gidermek için üçüncü oğluna “Tahir” adını vermişti… Tahir’e düşkünlüğünün asıl nedeni belki de buydu. Tahir de babasının bir dediğini iki etmez, O’nu üzecek bir davranışta bulunmazdı…
Sıkılmıştı yatakta iyice. Oturdu, yastığı arkasına koyarak duvara yaslandı. Bir yandan da babasını uyandırmaktan çekiniyordu. Yarın gözlerinin içine bakacaklardı ‘ne yanıt verecek?’ diye. “Olur” mu deseydi acaba. Kıyamet kopmazdı ya, gider görürdü Zeynep’i. Nasıl bir kızdı? … Bakışırlar mıydı karşılıklı? Heyecanlandı…
Yaz tatillerinde köyündeki kızlarla yan yana yürümeleri bile hoş karşılanmazdı. Uzaktan bakışırlardı umarsız. Sadece düğünden düğüne kemençe eşliğinde horon oynarken el ele tutuşurlardı ürkek ürkek… Okulunda bile durum daha kötüydü. Yatılı kız öğrenci alınmıyordu. Ladik’ten sabah derse gelip, akşam dersten çıkar çıkmaz okulu terk eden gündüzlü kız öğrenciler gelirdi. Onları da okul idaresi sadece (A) şubelerine beşer altışar bölüştürür, diğer şubeler havasını alırdı. Teneffüslerde (A) şubelerinin önlerinde trafik yoğunlaşır, Kafasını sınıfın kapısından içeri uzatıp, kızlara şöyle bir göz atabilenler kendilerini şanslı sayarlardı…
Omuzları üşüdü Tahir’in. Tekrar yatağa girerek yorganı başına çekti. Şimdi de Zeynep’i hayal etmeye çalıştı. Esmer miydi, sarışın mı? Kısa boylu olsun istemezdi ama…
“ Nasıl olursa olsun oğlum!” dedi kendi kendine. Hemen nikâh kıyacak değilsin ya! Hoş, bir macera yaşarsın en azından, deneyim kazanırsın! Okula dönünce de anlatırsın arkadaşlarına ballandıra ballandıra!...”
“ İnsafsız olma Tahir” diye söylendi içinden! Çocuk oyuncağı mı bu? Genç bir kızın hayalleriyle dalga mı geçilir? Ya şimdiden “Ben bu işte yokum.” der vaz geçersin, gideceksen de içtenlikli, art niyetsiz olursun… Annesi geldi gözlerinin önüne:
“Madem evlenmeye niyetliydin, mektuplarında neden bir kez bana açılmadın? Kız görmeye giderken insan anasını yanında götürmez mi a oğul? “der gibiydi…
“Beni sıkıştırma anne” diye söylendi içinden.” Benim de haberim yoktu bu işten! Babam böyle istemiş. O’ na “hayır” diyemedim!...
“Git gitmesine de, iyi düşün taşın… Ama her ne olursa olsun dürüst ol! Gururunu incitme kızın! Yoksa emzirdiğim sütlerimi helal etmem sana bilesin!…”
Ne kadar öğüt verse de belli ki, içerlemişti kendisine… Bir yanlışın içine mi sürükleniyordu acaba? Düşündü durdu…
Zeynep de merak ediyordur kendisini kuşkusuz… O’nu dater basıyor, uyku tutmuyor muydu acaba… ?


Geçen yıl Akpınar’da yaşadıklarını anımsadı. Bayrak töreniydi. Okul Müdürü’nün:
“Amasya Kız İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri yarın okulumuzda olacaklar!” demesiyle birlikte öğrenciler çığlık atarak havaya zıplamışlar, çılgınca alkış tutmuşlardı. Okul müdürü tekrar araya girmiş:
“ Efendiler, efendiler! Kesin gürültüyü bakalım!” diye sesini yükseltmiş:
“Yarın kız arkadaşlarınızı centilmence ağırlayacağınızdan kuşku duymuyorum!...” demişti.
O andan itibaren Akpınar’ ın her yanına bayram yerine dönmüştü âdete… Kızlarla tanışacaklar, dolaşacaklar, öğle yemeğinde aynı masada birlikte yemek yiyeceklerdi. Bunca yıllarını köylerinde ve okullarında geçiren ve öğretmen olmanın eşiğine gelmiş kız- erkek köy gençleri, belki de ilk kez bir araya gelmenin heyecanını yaşayacaklar, ömür boyu unutamayacakları bir anıları olacaktı…
O akşam yatmadan önce tıraş olmuşlar, ayakkabı boyamışlar, pantolonlarını yatak ütüsüne yatırmışlar, giysi değiş tokuşu yapmışlar, para alıp vermişlerdi.
Ertesi gün öğle olmadan Amasya’dan gelip Biriz Çeşmesi’nin önünde duran otobüslerden inen kız öğrenciler; kendilerini sabırsızlıkla bekleyen Akpınar’lı öğrencilerin alkışlarıyla karşılanmışlar, kısa sürede kendi aralarında kızlı erkekli guruplar oluşturarak Akpınar Yerleşkesi içine dağılmışlardı.
Uzun geçen karlı ve soğuk kış günlerinin ardından gelen baharla birlikte Ladik Ovası’nda, Akpınar Yerleşkesinde bin bir renkte açan çiçeklerin kokusu ortalığa yayılmıştı… Çam ve akasya ağaçlarını mekan tutan kumrular ‘ Guuuuguk guk! Guuuuguk guk!’ diye ötüşüyor, kız ve erkek öğrencilerin bu ilk tanışmalarını kutluyorlardı sanki…
Tahir; yanında sıra arkadaşı Mustafa ve konuk gelen üç kız öğrenciyle birlikte Enstitülü öğrencilerce dikilip gökyüzüne boy atmış çam ağaçlarının arasından geçerek konuk evine, oradan da ‘Önce Vatan’ a çıkmışlardı. Tel örgülü pano üzerine elektrik ampulleri yerleştirerek oluşturulan Atatürk Portresi’ne hayranlıkla bakmışlar, Akpınar mezarlığını gezmişler, ölen öğretmen,öğrenci mezarlarını gördüklerinde de hüzünlenmişlerdi…
Önce Vatan’dan baktıklarında Akpınar’ın taş yapılarını, tarlalarını, meyve bahçelerini, bir boydan bir boya ekili ve bin bir çiçekli Ladik Ovasını; tüm bu güzellileri korumakla görevliymiş gibi bir sfenks heybetiyle duran Koca Akdağ’ı izlemişlerdi.. Akdağ’ın Etekleri’nde yeşeren meşelikler; Lâdik’in benzeri bulunmaz ahşap evlerine, saat kulesine, kesme taştan yapılmış camilerine ve görkemli minarelerine fon oluşturmuş; daha yukarılara çıkıldıkça yemyeşil kıl çadırlı yaylalarında otlayan koyun kuzu sürüleri; zirveye doğru yükseldikçe pare pare kar kütleleri, gökyüzündeki bembeyaz bulutlarla ne de çok uyum sağlamışlardı…
‘Önce Vatan’dan çamların arasındaki revirin önüne, oradan da top sahasına inmişler; derslik binasının uzun koridorunu geçerek yeni yatakhane binasının önünden, hamamın arkasına, meyve bahçelerine dalmışlar; cılız derecikleri geçerek Akpınar Gözesi’nin başına kadar yürümüşlerdi. Eğilerek su içmişler, kaynağın hemen üstündeki papatyalarla kaplı çimenlikte oturup sohbet etmiş, şakalaşmışlardı... İlk gençliğin itisiyle birbirlerine ne de çok dokunmak istemelerine karşın cesaret edememişlerdi. Gün geçsin istemiyorlardı…
Seher’di kızlardan birinin adı. Hoşlanmıştı Tahir ondan. Kalçasına kadar inen kumral saçları, iri kara gözleri vardı. Gülümsediğinde, çimenlikteki papatyalar yüzünde birikiyordu …
Öksürdü Mehmet çavuş kesik kesik.. Bir yandan diğer yana dönerken gıcırdattı somyayı. Kalktı, kendi üzerindeki battaniyeyi alıp Tahir’in üzerine örttü.
“Acaba” dedi Tahir.” Ben de baba olduğumda bu kadar özverili olabilecek miyim?”
Derin derin bir iki nefes aldı. İki yanına döndü durdu uzun süre. Zeynep geldi aklına tekrar. Ablasının anlatımlarına bakılırsa güzel kızdı. Ya Amasya’lı Seher kadar güzelse!” diye geçirdi içinden. İçi titredi… Zaten karşıt cins özlemi içini kavurup duruyordu…
”Gideyim bir göreyim! Kıyamet kopmaz ya!” diye geçirdi içinden… Heyecanlandı… Sonra da karamsarlığa verildi yeniden:
“Dereyi görmeden paçayı sıvama oğlum Tahir!” dedi…” Ya kız seni beğenmez se?
“Öğretmense öğretmen! Gönlüm O’na akmadı.” derse?…
“ Olur mu olur! Yerin dibine batar, rezil olduğunla kalırsın ortada…”
“ Zeynep’in haberi var.” demişti ablası ama acaba o da kendisi gibi ailesinin etkisi altında kalmış olamaz mıydı? Üstelik uzun süredir İstanbul’da yaşıyordu Zeynep. Gitmek ister miydi Anadolu’nun ışıksız, yolsuz; kuş uçmaz kervan geçmez köylerine? Çıkamadı işin içinden…:
“ Durali Bey’in sorduğu çok bilinmeyenli cebir denklemlerini çözmek bu sorunu çözmekten daha kolay!” diye geçirdi içinden…
Gün ışımaya yakındı ki, uyudu…

…..
Gürün Han’dan çıkıp, Mahmutpaşa’dan Beyazıt Meydanı’na giden yokuşta ıkına sıkına güçlükle ilerliyorlardı. Doğan Bey’in triko atelyesinde dokunmuş kazak parçalarını tıka basa hararlara basmışlar, Beyazıt’tan kalkıp Zeytinburnu’na giden yolcu minibüslerine yetişeceklerdi. Minibüslerin arka koltuklarına yerleştirecekleri hararları mahallelerine varınca indirecekler, tekrar sırtlayarak getirip evlerine yıkacaklardı… Dikiş makinelerinde parçaları birleştirecekler, el işçiliğinden sonra ütüleyerek tekrar hararlara istifleyip getirdikleri gibi götürüp teslim edecek, emeklerinin karşılığını az ya da çok alacaklardı…
Mahmure Kadın:
“Gülümser kız!” dedi. “Dinlenelim hele, belim kırılacak!”
“Hararları indirecek yer mi var bacım? Az yukarda yol genişliyor. Sık dişini oraya kadar…”
Genişleyen yolun kenarında bir ağacın altına indirdiler hararları. Hava kapalı ve soğuktu. Üşüyen ellerini ısıtmak için koltuk altlarına soktular. Ana yollar, ara sokaklar tıklım tıklım insan kaynıyordu. Tüm İstanbul’lular işi gücü bırakmış buraya doluşmuşlardı sanki… Seyyar satıcılar, oraya buraya koşuşturanlar, aile boyu alış verişe çıkanlar, hamallar, dilenciler, eski ve incecik giysileriyle yalın ayaklı kimsesiz çocuklar… Kornasını öttüren damalı taksiler…
“Gençliğimiz Terme’de, Çarşamba’da ağaların tarlalarında mısır kırarak, sırtımızda yük taşıyarak geçti! Şimdi de bu yaştan sonra Doğan Bey’in amelesi olduk!” dedi Gülümser kadın. “Kurban olduğum Allah bize iyi bir gün göstermedi…” Diz altına kadar uzanan Sümerbank basmasından entarisi, üstüne aynı uzunlukta pardesü geçirmiş, başına da ağarmaya yüz tutmuş saçlarının ön tarafını açıkta bırakacak şekilde beyaz bir yazma bağlamıştı.
“Öyle deme gülümser!” dedi Mahmure Kadın. “Allah’ın gücüne gider. Zor da olsa ordan burdan ekmek paramızı çıkarıyoruz. Başımızı sokacak iyi kötü kondomuz da var. Daha ne olsun?”
Durdukça daha çok üşüyorlardı. Hatice Kadın:
“Bırakın gevezeliği de, kalkalım artık! Benim adam işten geldi mi, önünde yemek ister!” dedi. Kocasını çekiştirmeden de geri durmadı.
“İşinin zorluğundan yakınıp duruyor! Hele şu hararları yüklense de, oflaya puflaya Gürün Han’dan Beyazıt’a çıkarsa! O zaman gelir aklı başına ya!…” diye sürdürdü konuşmasını.
“Haydin yüklenin de kalkalım bari” dedi gülümser kadın. Sırtladı hararını: “Benim de önemli konuklarım var bu akşam. Hazırlanmam gerek…”

Minibüsün arka koltuklarına hararları tıkıştırdıklarında terlemişlerdi. Bir öndeki koltuklara oturdular. Minibüsün muavini:
“Zeytinburniiii, Zeytinburniiii!” diye bağırıp duruyordu. Kısa sürede içerisi tıklım tıklım doldu. Ayakta gitmek isteyenleri de alarak kornasını öttürdü ve yürüdü. Minibüsün içini Ferdi Tayfur’un sesi doldurmuştu:
“Artık dayanacak gücüm kalmadı
Ne olur tükenin bitin acılar…”
Meydan’dan sıyrılıp Aksaray Yolu’na girdiklerinde yoğun bir trafiğe takıldılar. Canı sıkıldı gülümser Kadın’ın. Gerçi Zeynep’e güveniyordu; silmiş süpürmüş, pırıl pırıl etmiştir her yanı ya, gene de bir an önce eve varsa iyi olacaktı. Ne de olsa kızını görmeye geleceklerdi bu akşam…
“Hayırlı olur inşallah!” diye geçirdi içinden. İlk Zeynep’i doğurmuştu. Kendisi kazak işlerini yaparken Zeynep’te hem evin diğer işlerini çekip çeviriyor, hem de kardeşlerine bakıyordu. Daha on sekizine basmamıştı ama mademki bir nasiplisi çıkmıştı, bir an önce yerine yerleşsindi. Tahir’i hiç görmemişti ama annesini babasını yakından tanıyordu. İstanbul’a göç başlamadan önceki yıllarda geçimlerini sağlamak için yaz geldiğinde Mesudiye’den yayan yapıldak birlikte yola çıkarlar, sekiz on günlük çileli bir yolculuktan sonra Ordu’yu geçip Çarşamba’ya varırlardı. Varsılların mısır tarlalarında ırgatlık ederler, güz sonları kışlık yiyeceklerini sırtlayıp geldikleri yoldan köylerine geri dönerlerdi…
‘O günler gitsin de gelmesin bir daha!’ diye geçirdi içinden gülümser Kadın. ‘Onca yolu nasıl gidip gelmişiz, nasıl dayanmışız yıllarca?...’
İlk göz ağrısı Zeynep, gelin olup gidecek miydi şimdi?...Hüzünlendi, burnunu çekti üst üste. Gözyaşları yuvarlandı yanaklarına… “Hayırlı olsun da!” dedi…
Beş kız, iki oğul anasıydı Gülümser. Mesudiye’nin kıraç topraklarında bunca canı doyuramayacak duruma geldiklerinde Kocası Cemal’le birlikte çocuklarını da yanlarına alarak tutmuşlardı İstanbul’un yolunu. Zorlanmışlar, yokluk çekmişler, canları yanmıştı uzun süre…
“Aç kalıp kendi toprağımızda ölseydik de düşmeseydik bu yaban ellere!”diye çok yakınmışlardı ama sonunda Cemal’in Bakırköy Sümerbank Dokuma Fabrikası’na işe girmesiyle yaşamları kolaylaşmıştı. Devlet fabrikasında iş bulmak çok az kişiye nasip olurdu…
Cemal; akşam iş çıkışıyla birlikte bulabildiği ilk dolmuşla evine gelir, daha önceden hazır ettiği bardak yüklü üç tekerlekli el arabasını alarak gecekondu mahallelerinde satışa çıkardı.
“Çaya suya bardaaaaak! Çaya suya bardaaaaak!” diye bağırtısını duyan gecekondu kadınları sokağa çıkarak bardak arabasının etrafına üşüşür, hem kaliteli hem de ucuz olduğunu bildikleri Cemal’in arabasından daha çok da veresiye bardak alırlardı.
Cemal, Fabrikada dokuma tezgâhının başında sürekli ayakta kaldığından yorgun düşer, ara sıra el arabasının dibine çöker dinlenir, hava kararmaya yüz tutunca:
“Buna da şükür!” der evinin yolunu tutardı…
İnce uzun boyluydu. Kumral saçlarını yana tarar, hep takım elbiseli dolaşırdı. İyimser, güleç yüzlü ve şakacıydı. Okul yüzü görmese de asker ocağında okuma yazma öğrenmişti. Yıllar önce ince hastalığa yakalanmış, geçirdiği ağır bir ameliyat sonucunda sağ akciğeri alınmıştı. Geçen yıl nefes darlığı nedeniyle gittiği Samatya Sigorta Hastanesi’nde çektirdiği akciğer filmini gören doktorlar paniklemiş:
“Adamın ciğerinin birisi erimiş yahu! Hastaya bunu nasıl söylesek acaba?” diye aralarında konuşurlarken Cemal yanlarına yaklaşmış:
“Onu bunu bilmem! Ben iki ciğerimi de isterim…” diye dalgasını geçince durumu anlayan doktorlar basmışlardı kahkahayı…
Daha sonraki yıllarda biraz biriktirerek, biraz da borç para bularak Ali Dayı’sının kondusunun hemen bitişiğindeki arsayı satın almış, topladığı köylüleriyle birlikte şimdi içinde oturdukları gecekonduyu akşamdan sabaha bir gecede kondurmuşlardı… Belediye seçimleri yaklaşmamış olmasaydı zabıtalar çoktan yıkarlardı ama şansı yaver gitmiş, kimse de yıkım için gelmemişti.
“Aman! Zabıtalar uzak dursun da!” demiş, Allaha yakarmıştı…

…..
“Olmaz Dayı!” dedi Bakkal Kazım. “Otobüsle trenle gitmek olmaz! Taksiyi ben tutacağım! Hem de kız evinin kapısına kadar. Bir de korna öttüreceğiz uzun uzun. Tahir senin oğlunsa benimde yeğenim! Var mı bunun ötesi?
Bir damalıya ıslık çaldı Bakkal Kazım. Dönüp geldi ayaklarının dibine “zıng” diye durdu taksi:
“Sen öne otur dayı! Araba geniş. Biz de sıkışırız arkaya…”
Doluştular taksiye. Sürücü kornaya bastı:
“Nereye amca?” diye sordu Mehmet Çavuş’a. Arkadan yanıtladı Bakkal Kazım:
“Zeytinburnu!” dedi. “Sümer Mahallesi!”
“Ulan Deli Kazım!” dedi Mehmet Çavuş. “Huyun hiç değişmemiş! Hep gidersin burnunun dikine!”
Tahir konuşulanları duymuyordu bile… Zeynep’le karşılaşacaklardı az sonra! Kalbi “küt küt” atmaya başlamıştı. Onca insanın içinde birbirlerini görecek olmaları ne denli yeterli olabilirdi? O’nunla azda olsa baş başa konuşmalarına izin vermezler miydi acaba? İzin verilse bile ne diyecek, ne söyleyecekti elin kızına? Sıkıntı bastı Tahir’i… Rahime Ablası’nın kulağına eğilerek:
“Abla!” diye fısıldadı. Babası duysun istemiyordu. “Zeynep’le ikimiz baş başa görüşüp konuşabilecek miyiz? Benim için önemli. Yoksa bu iş olmaz, bilmiş ol!”
“Siz birbirinizi beğenin de gardaşım!” dedi Rahime ablası. “O iş kolay, meraklanma sen…”
Damalı taksi Sümer Mahallesi’nde, etrafı tahta daraba ile çevrili bir gecekondunun kapısı önünde durur durmaz arka koltukta oturan Deli kazım direksiyona kadar uzandı, kornayı uzun uzun öttürdü…



İçi içini yiyor, uyuyamıyordu. Köyde bıraktığı karısını çok özlemişti. Kanatları olsa koğuşun kapısını açıp dışarı çıkacak; fırtına, ayaz demeden havalanıp uçarak Ulubey’in Şayip Köyü’ndeki evlerinin penceresinden içeri süzülüp Güldeste’sinin koynuna girecekti… Sarı sarı ‘misir püskülü’ saçları, yayla gözesi duruluğunda mavi gözleri… Aklını başından alan bembeyaz taze tenleri… İçi daraldı Hüseyin’in… Derin derin soludu birkaç kez. Sonra ani bir hareketle battaniyeyi üzerinden fırlatıp ranzadan aşağı indi. Lavobaya gidip yüzünü yıkadı. Pijamalarının düğmelerini çözdü, bir süre aynada kıllı göğsünde parmaklarını gezdirdi. Mutfağa geçip ekmek bıçağını aldı. Duvarda asılı duran mandoline takıldı gözleri. Mandolini de diğer eline alarak koğuşa daldı. Gecenin ilerleyen saatinde tüm staj arkadaşları derin uykuda, kıpırtısız yatıyorlardı.. Ekmek bıçağı ile mandolinin tellerine hızlıca vurdu bir kaç kez. Sessizce bekledi kısa bir süre. Kimse de: “ne oluyor?” diye yatağında doğrulup tepki vermedi.
Karısı Güldeste geldi gözlerinin önüne yeniden. Bırakıp gelmişti işte! Güldeste’sinde gözü olan bir yığın serseri vardı köyünde üstelik… Kafası karıştı iyice:
“Heyyyyt ulan!” diye bir nara attı. “Kalkın laaan, kalkın! Kalkmayanı doğrarım Allahıma! Bu gece burada herkes oynayacak!
Tahir yatağında telaşla doğruldu:
“Hüseyin, delirdin mi oğlum lan!” dedi. “Ne yaptığının farkında mısın gecenin bu saatinde?”
Tahir’i hiç duymamıştı bile.
“İnin aşağı laaan!” diye bağırdı yeniden.
Tüm koğuş uyanmış, ne olup bittiğini anlamak için yataklarında doğrulmuşlardı şimdi.
“Tamam, şimdi oldu!”dedi Hüseyin sesini yumuşatarak. Pijamasının cebinden penasını çıkardı, mandolinin tellerine ustalıkla vurarak bir Ordu Karşılaması çalmaya başladı. Birkaç kişi ranzalarından inip etrafını çevirdiler. Hüseyin’in evli olduğunu Tahir’den başka kimse bilmiyordu. Yatılı öğretmen okulunda evlilik yasaktı. Okul yönetimi haber alırsa okuldan atılacağını bildiği için gizli tutuyordu Hüseyin’in yerli yersiz yaptığı taşkınlıkları da biliyorlardı. Yatağından çıkmayanların başına dikilip :”Valla doğrarım ha!” diyerek bıçağı çekiyor; karşı koymak isteyenleri kollarından tutup aşağı indiriyor, oyuna katıyordu. Bir anda koğuş neşeye gömülmüş, mandolin eşliğinde şamata ile karışık oynayıp duruyorlardı. Böyle bir ortamı yarattığı için neredeyse herkes Hüseyin’e teşekkür edecekti. Neşenin tam da doruğa çıktığı sırada koğuşun pencerelerinde birkaç kez araba farı parladı söndü, parladı söndü. Baskına uğradıklarını anlamışlardı. Koğuşun ışığını söndürüp apar topar yataklarına girip, yumuldular. Yürekleri küt küt atıyordu… Kapının çalmasını nefessiz beklediler bir süre… Baskını yapanlar arasında Kamalı Azmi Bey kesin vardı ya, yanı sıra okul müdürü de gelmiş miydi acaba? Açıklarını yakalarlarsa yanmıştı çıraları…
Önce koğuşun penceresi tıklatıldı dışarıdan. Sonra da kapı çalındı acele. O günün nöbetçisi Tahir’di. Fırladı yatağından, ışıkları yaktı. Dış kapının sürgüsünü çekerek kapıyı açtı, kenara çekildi tedirgin…
“Efendimiz önden buyursun” dedi Kamalı Azmi Bey.. Okul Müdürü Haşim Nehir önde, makam cipinin şoförü “Orhan Abi”de en arkada girdiler içeri. Tahir, oturma odasının kapısını açarak:
“Buyurun efendim” dedi.
Bir kanepe, beş- on sandalye, yere serilmiş el dokuması bir kilim ve bir sehpadan oluşan oturma odası soğuktu. Pencereler eski yatak çarşaflarından uyarlanmış perdelerle örtülmüştü.
“Şimdi parlatırım sobayı efendim” deyip çıktı dışarı Tahir. Koğuşa yöneldi önce. Stajyerler elbiselerini giyiniyorlardı acele.
“Yandık oğlum yandık!” dedi. “ Haşim Bey de gelmiş! Haydi Çabuk olun da…”
Tahir sobayı tutuşturduğunda Tatlıcak Köyü’nün stajyer öğrencileri yüzlerini yıkayıp saçlarını taradıktan sonra birer ikişer ürkek ürkek gelip okul Müdürü Haşim Nehir ve Meslek Dersleri Öğretmeni Kamalı Azmi Bey’e ‘hoş geldiniz’ diyerek ayakta beklediler.
“Efendiler, oturun bakalım” diye seslendi Haşim Bey.

Üç yıldır müdürüydü Akpınar İlköğretmen Okulu’nun. Ataması çıkan Ahmet Oğuz Keyvan’ın yerine gelmişti. Biraz sert mizaçlı görünmesine karşın, haksızlıklar karşısında öğrencileri koruduğu biliniyordu. Ara sıra öğrencilere dayak attığı görülüyordu görülmesine de, dayak atmayan çok az sayıda öğretmen vardı Akpınar’da. Köy Enstitülerinde dayaksız yapılan eğitim, öğretmen okullarında dayaklı eğitime evrilmişti her nedense…

Ayakta kalan Tahir konuklara dönerek:
“Ne içersiniz efendim” diye sordu.
Yanıt Kamalı Azmi bey’den geldi:
“Efendimiz kant içer!” dedi.
Okul müdürüne yağ mı çekiyordu, yoksa şakayla karışık dalgasını mı geçiyordu, belirsizdi. Tahir birinci sınıfa geldiği yıl, okul kütüphanesinde memur olarak çalışıyordu. Daha sonraki yıllarda okuldan ayrılıp gitmiş, birkaç yıl sonra yeniden meslek dersleri öğretmeni olarak Akpınar’a geri dönmüştü.
Tahir göz ucuyla yardımcı nöbetçi iki arkadaşına “sizde gelin” dercesine sinyal verip mutfağa geçti. ‘Orhan Abi’’ üzerinde yemek pişirilen sönmüş kuzine sobasının başında, tahta bir sandalyeye oturmuştu.
“ Hoş geldin Orhan Abi” dedi Tahir. “Soba sönük ama kabahat bizde değil. Biraz daha erken gelseydiniz ya!
“Sağ ol Tahir. Paltom kalın, idare ederim. Dışarıda ayaz fena! Cipin içinde oturamazdım. Burada beklemek daha iyi.
Okulun şoförü idi “Orhan. Abi.” Traktörle tarlalara öğrenci götürür getirir, şeker pancarı, ayçiçeği, odun, kömür taşır, çoğu kez de okulda bulunan bir kamyon ve bir traktörden başka makam aracı olarak kullanılan cipin sürücülüğünü yapardı. Yapılı, pos bıyıklı, ciddi ama sevecen tavırlarıyla herkesin güvenini kazanmış, hiç kimsenin kalbini kırdığı görülmemişti. O, tüm Akpınarlıların ‘Orhan Abi’ siydi…
Tahir, piknik tüpünü orta yere getirip yaktı. Büyük çaydanlığı buz gibi soğuk suyla doldurup tüpün üzerine koydu. Yardımcı nöbetçilerin katkılarıyla büyük tepsinin üzerine tabaklarıyla birlikte bardakları dizdiler. Kestikleri limonları tabakların kenarına yerleştirdiler. Tepsinin ortasında içi kesme şeker dolu bakır bir tas vardı.
Zaman hızla geçiyordu ama çaydanlıktaki su bir türlü kaynamak bilmiyordu. Ara sıra Kamalı Azmi Bey telaşla mutfağa geliyor: “Hadi olum, hadi olum, Efendimizin acelesi var!”diye uyarıp gidiyordu.
Bir ara ‘Orhan Abi’:
“ Ulan Oğlum bu tüp sönmek üzere!” dedi. “ Vay anasını, bu ne şanssızlık böyle?
Tahir telaşlandı. Tüp söner de su kaynamazsa kabak başına patlayacaktı…
Oturma odasında neler olup bittiğinden habersizdi. Epey sonra ‘Orhan Abi’
“Hadi gözün aydın Tahir, su kaynıyor bak!” dedi.
Sevindi Tahir. Bardakları koydular orta yere. Döktüler sıcak suyu içlerine… O da ne? Çay kırıntıları yüzmüyor mu bardakların içinde! Kanları dondu… Yeniden su kaynatmaları olanaksızdı. Zaten Haşim Bey’i fazladan bekletmişlerdi! Yanlarına varıp da:
: ‘Efendim böyle böyle oldu.’ diyemezlerdi ya!
“Oğlum!”dedi ‘Orhan Abi’ , “ Vallahi yakar canınızı Müdür Bey! İnsan bir bakar çaydanlığın içine “ne var ne yok” diye yahu!”
Utanmıştı Tahir. Yere baktı kaldı…
“ Bardaklardaki suları çaydanlığa geri boşaltın bakayım!” dedi ‘Orhan Abi’ “
“Sizde mendil de yoktur şimdi ya!” diye mırıldandı.
Cebinden katlanmış tertemiz bir mendil çıkardı. Gergin tuttu bardakların üzerinde. Yeniden doldurdu bardakları Tahir.
“Orhan Abi” dedi Tahir, iyi akıl ettin, kurtardın bizi.”
“ Hadi hadi! Gevezeliğin sırası değil! Hemen götür de, bir an önce… Eve geç kaldım zaten…

Tatlıcak köyü Lâdik Ovası’nın batısında bulunan Lâdik Gölü’nün hemen kıyısına kurulmuş, yörenin önemli köylerinden birisiydi. Doğusunda Taşova’ya, kuzeyinde Toptepe’ye aşan tepeler, batısında kışları bembeyaz, yazları bin bir renkte ve emeğin harmana dönüştüğü yörenin ekmek teknesi Lâdik Ovası, Kuzeyinde ise bir heykel görünümüyle tüm doğayı koruyormuş gibi duran Akdağ ile çevriliydi. Tahir ilk sulama kanallarını burada görmüştü. Yolları, kışları çıkılamayacak kadar çamur olsa da yine de gördüğü en iyi köy yoluydu. Köy de daha çok şeker pancarı, ay çiçeği, buğday tarımı ve hayvancılık yapılırdı
Öğretmenliğe uyum sağlamakta deneyim kazanmaları için Akpınar’ın son sınıfında okuyan, Tahir’inde içinde bulunduğu bir gurup öğretmen adayı Tatlıcak İlkokulu’na, Müdür Servet Oğuzun yanına staj için gelmişlerdi. Bazen Müdür Beyin, bazen de öğretmen Abdullah Beyin sınıflarına dönüşümlü olarak derslere giriyorlar, boş zamanlarında da derslerde yaşanan olumlu yada olumsuz durumları tartışıyorlardı. Müdür Servet Oğuz stajyer öğretmenleri sürekli izliyor, ara sıra akşamları hem denetim hem de çay sohbeti için stajyerlerin konutuna geliyordu. “ne olur ne olmaz’ diyerek bu gelişlerinde baltasını da elinden eksik etmiyordu.
Stajyerlerin okuldaki çalışmaları iyi gidiyordu ama köy halkıyla hiç yüz yüze getirilmiyorlardı nedense. Oysaki öğrencilerle doğru iletişim ne kadar gerekliyse, eğitimin sağlıklı yürütülmesi için öğrencilerin anne babalarıyla öğretmenlerin iletişim içinde olmaları da bir gereklilikti.

Bazı akşamlar öz güveni olan köy gençleri akşam oturması için yanlarına geliyordu. Bu gelişleri, daha çok köy kızlarıyla iletişim kurup kurmadıklarını anlamaya yönelikti. Ne de olsa içlerinde yavukluları vardı. Ellerinden kaçırmak istemezlerdi. Zaten köy kızlarıyla stajyerlerin yan yana gelmesi olanaksızdı. Öğle yemeği için konuta geldiklerinde mutfak penceresinden rahatlıkla görülen köy çeşmesine su doldurmak için gelen köy kızlarına ürkek ürkek bakmakla yetinirlerdi. Oysa ne de çok istiyorlardı onlarla tanışmayı, konuşmayı. Kızların da aynı istek ve aynı duygularla yanıp tutuştukları gözlerinden kaçmıyordu. Sık sık çeşmeye gelmeleri., beğenilme dürtüsüyle her gelişlerinde farklı giysiler kuşanmaları bunun kanıtıydı. Yazık ki köy gençleri köy kızlarına, Servet Öğretmen de öğretmen adaylarına göz açtırmıyorlardı.


Servet oğuz bir gün öğretmen adaylarını son dersten sonra müdür odasında topladı:
“Beyler” dedi. “Yarın köy gezisine gidiyoruz. Kuzeyde, dağda bir köy! Ona göre kalın giyinin, kahvaltınızı da iyi yapın! Ders zili çaldığında yola çıkmış olacağız. Abdullah Öğretmen Okulu idare eder. Biz tümümüz gideceğiz.”
Ertesi sabah Hasırcı Köyü’ne doğru yola çıktıklarında kar yağmıyordu ama köye giden patika yol yer yer kapanmıştı. Tek sıra halinde en öndekinin izinden ilerlediler.
Tahir ortalarda bir yerdeydi. Serpin Köyü’ne okula gittiği ilk gün geldi usuna… Asim Ağa elinde sopası öne geçmiş, Celal Köyü çocukları tek sıra halinde onun açtığı çığırdan düşe kalka ilerlemişlerdi… Annesi… Babası… Kardeşleri… Rüstem Öğretmen… Bir bir geçtiler gözlerinin önünden… Değişen çok şey yoktu aslında. İlkokula başlarken de karlı patika yolda yürümüş, öğretmen okulu son sınıfında iken de karlı patika yoldaydı gene!...
Bir tepeyi aşmış, inişe geçmişlerdi. Aşağıda çağıldayan bir dere görülüyordu. Henüz bahar gelmese de havaların biraz ılımasıyla alttan altta eriyen kar suları dereyi geçilemeyecek kadar doldurmuştu. Derenin en dar yerini kocaman taşlarla doldurup üstüne basarak geçtiler. Yol, yokuşa vurdu yeniden. Çalıların arasından, yer yer karların erimesiyle çamurlaşmış çimenliklerden yürüyerek, bazen de kar yığınlarını atlayarak dağın yamacındaki köye ulaştılar.
Hasırcı Köyü çocukları kış günlerinde köylerine gelen tanımadıkları bir gurup insanı merak etmiş, yıkık dökük bir yapının önünde birikmişlerdi.
“Öğretmeniniz nerede?” diye sordu Servet Oğuz. Çocuklar henüz yanıt vermeden binanın kapısında belirdi Hasır’cı Köyü’nün Öğretmeni. Takım elbiseli, kravatlı, saçlarını özenle taramış, sarışın, güleç yüzlüydü. Servet Öğretmeni görünce anlamıştı durumu... Yanlarına yaklaştı, “Hoş geldiniz.” diyerek tümüyle tek tek tokalaştı.
“ Buyurun eve girelim.” dedi.
“Biz önce sınıfa girelim de…” diye yanıtladı Servet Oğuz. Dersliğe yöneldi.
Samanlıktan bozma okul binası; içten ve dıştan saman karışımlı çamurla sıvanıp ortasından ikiye bölünmüş, bir yanı öğretmen evi, diğer yanı sınıf olarak ayrılmıştı. İki küçük pencereyle aydınlatılan sınıfta duvarlarda çivilerle gerili ipliklere asılı fişler, derme çatma sıra ve masalar, el yapımı kara tahta, ortada harı harıl harıl yanan odun sobası vardı.
“Sobayı sürekli yakıyoruz ama çocuklar gene de üşüyor” diye söze girdi Hasırcı Köyü’nün öğretmeni.
“Oturun arkadaşlar” dedi Servet Oğuz. “Oturun da Hasırcı Köyü Öğretmeniyle halleşelim biraz…”
Stajyerler öğretmenler öğrenci sıralarına oturdular. Servet Oğuz:
“Anadolu’da buraya benzeyen binlerce köy var daha. Siz de böyle olanakları kıt bir köye düşebilirsiniz… Gördüğünüz gibi işlerimiz kolay değil. Ama hep umutlu olacağız! Bu yoklukları varsıllığa çevireceğiz hep birlikte..” diye söze girdi.
“Öğretmenim” dedi Tahir. “Lâdik Ovası’na erken gelen Cumhuriyet bu köyü nasıl gözden kaçırmış, anlayamadım.”
.
Bir öğrenci çekingen içeriye süzülerek:
“Öğretmenim çaylar hazırmış” dedi.
Hep birlikte kalkıp öğretmenin konutuna geçtiler. Tek odalı ama içerisi pırıl pırıldı. Öğretmenin eşi:
“Hoş geldiniz evimize, yalnızlıktan bunalmıştık, sevindik.” dedi.
Çaylar içildi, sigara ve kolonya sunumu yapıldı:
“Biz kalkalım öğretmen!” dedi Servet bey. “ En iyi konuk en az kalandır.” derler.
“Sağ olun Servet Öğretmenim. Bizi onurlandırdınız.”
Stajyer öğretmenler de dönerek:
“Bu yoksul, yolsuz ve okulsuz köyde yazgıma teslim olduğumu düşünmeyin sakın. Ben burada, sizler de gittiğiniz diğer yurt köşelerinde çok çalışıp kurtaracağız ülkemizi yoksulluğun ve karanlığın elinden…


Geldikleri yoldan dönüşe geçtiklerinde hafiften kar serpiştirmeğe başladı. Ayaklarında okulun verdiği kunduralar olsa da, içlerine kar dolmuş, ayaklarını buza kesmişti. Hem ısınmak, hem de bir an önce Tatlıcak’a varmak için yokuş aşağı koşmaya başladılar.
Hasırcı Köyü’nün eğitim ortamına ve öğrencilerin perişan haline Tahir çok şaşırmamıştı ama sayıları az da olsa kasaba ve kentlerden gelen stajyer öğretmenlerin düşünceleri allak bullak olmuştu.
Tatlıcak’a yaklaştıklarında Servet Bey adaylara dönerek:
“ Şimdi anladınız mı onca köy dururken sizi neden en yoksul köye götürdüğümü? Ona göre bileyin kalemlerinizi!”



Tahir, staj yaşamına alışmıştı. Bazen Müdür Bey, bazen de Abdullah Bey’le birlikte derslere giriyor, onlar sessizce masalarında otururken, akşamdan hazırladığı ders planını eksiksiz uygulamaya çalışıyordu. Bazı derslerde bocalıyor, tam da o anda sınıfı öğretmeni devreye girerek Tahir’i zora düşmekten kurtarıyordu. Müzik ve resim derslerinde başarılıydı. Sınıfta mandolin çalıyor oluşu öğrencilerin çok hoşuna gidiyordu Ancak Servet Öğretmen’in Hasırcı Köyü’nden dönüşte söylediği: “Ona göre bileyin kalemlerinizi!” sözü belleğine bir çivi gibi saplanmıştı…
Altı yıldır süregelen öğrencilik yaşamı sonlanacak, öğretmen olarak Anadolu’nun kim bilir neresine, hangi köyüne atanacaktı? Köy koşullarına yabancı değildi ama iletişim yeteneği ve öğretmenliğin gerektirdiği akademik yeterliliği hangi düzeydeydi? Eksiklikleri nelerdi acaba?
Birinci sınıfa ilk geldiğinde kasaba ve kentlerden gelen öğrencilerin insan ilişkileri ve güzel konuşma becerilerini gözlemlemiş, kendisinin de onlar gibi olması için yoğun bir çabaya girişmişti. Önceleri gülünç duruma düşme korkusuyla arkadaş sohbetlerine katılmamış, derslerde söz alıp konuşamamıştı. Daha çok ders kitaplarına odaklanmış, kalan zamanlarında mandolin öğrenmeye, daha çok da resim yapmaya başlamıştı. Mandolinde ilerlemesi yavaştı ama yaptığı resimler arkadaşları tarafından beğeniliyor, resim öğretmeninden yüksek not alıyordu. Böylelikle öz güveni artıyordu Tahir’in…
Öğretmen okulunun ilk iki yılında ders kitaplarının dışında kitap okumamıştı Tahir. Gerçi Akpınar İlköğretmen Okulu’nun Köy Enstitüsü döneminden kalma zengin bir kitaplığı vardı ama, yönlendirilmediği için kapısından içeri bile girmemişti. Üçüncü sınıfta durum değişti. Türkçe dersine Remzi Yakar giriyordu. Öğrencilere öykü yazdırır, tahtaya kaldırarak sınıfa okuturdu. Bu etkinlik Tahir için bulunmaz fırsattı. Bir Pazar günü Müzik Salonunun arkasındaki ağaçların altına oturarak, köyündeki bir kızla aralarında geçen hayali bir gönül ilişkisini konu alan bir öykü yazmıştı. Bir sonraki derste yazdığı bu öyküden birkaç bölüm okumuş, bunun üzerine Remzi Yakar bazı eleştiriler yaptıktan sonra:
“Haftaya yeni bir öyküyle gel!” demişti.
Yeni bir öykü denemesi yapmak için uğraşmış, konu bulamadığından işin içinden çıkamamıştı. Bir çözüm bulmalıydı. Kitaplıktaki yüzlerce kitabı nasıl yazmışlardı? Bunu anlayabilmek için kitap okuması gerektiğini düşünmüştü. Okul kitaplığının kapısına gelmiş, kapıyı yavaşça açarak içeriye süzülmüştü. Kütüphane memuru masasındaki kitaplara okulun kaşesini vurmakla meşguldü. İçeride, önlerine koydukları ansiklopediden alıntılar yapan birkaç öğrenci daha vardı. Ortam sessizdi.. Tahir rafları gözleriyle taradı. Nasıl bir kitap alacaktı? Kalın kitabı okuyabilir miydi? Az yapraklı olması daha iyiydi. Roman bölümündeki raftan eline aldığı kitabın üzerinde “Ortakçılar” Talip Apaydın yazılarını okumuştu. Kapağında buğday tarlaları görüntülenmişti. Buğday başakları öyle tanıdık ve öyle sıcaktı ki… Kanı kaynamıştı kitaba. Arka kapağındaki cepte bulunan etikete adını yazmış, kütüphanecinin önüne bırakarak sevinçle sınıfına yollanmıştı.

Etüt saatinde okumaya başladı Ortakçıları Tahir. Okudukça bağlandı kitaba, bırakamadı. Zil çalınca yemeğe de gitmeyip sürdürdü okumasını. … Uçsuz bucaksız topraklar, bu topraklarda kan ter içinde çalışanlar… Sefer ve babası, mandolin… Ağa, ağanın oğlu… Talip Apaydın sanki Tahir’in yaşamını anlatmıştı Ortakçılarda…
Roman okumanın tadını alan Tahir artık kitaplıktan çıkmaz, Köy Enstitü’lü yazarlarının romanlarını elinden bırakmaz olmuştu.Fakir Baykurt’un “Onuncu Köy” romanı Tahir’ in dünyasında kırılmalar yaratmış, düşünce sistemini allak bullak etmişti. “Öğretmeni on köyden neden kovmuşlardı? Kendisinin de başına böyle olaylar gelebilir miydi?” Düşünüp kalmış, çıkamamıştı içinden…
1967 yazında dördüncü sınıflar yaz çalışması için okulda kalmışlardı. Okulun tarım işlerinde çalıştırılacaklardı. Yaz çalışması, Köy Enstitülerinden kalma bir gelenekti. Öğleye kadar tarlalarda çalışmışlar, öğleden sonra boş kalımışlardı. Bu durumu fırsata çeviren Tahir, okul kitaplığından aldığı romanları ardı ardına okumaya başlamıştı. Bu kitaplarda Yaşar Kemal’in İnce Memed’iyle Çukurova Köylüsü’ nün Abdi Ağa’yla kapışmasına katılmış, Jhon Steiberg’in Gazap Üzümleriyle Amerika’da kapitalizmin sefalete sürüklediği işçi ailelerinin çileli yaşamına ortak olmuş, Viktor Hugo’nun Sefiller’iyle kürek mahkumuyla polis şefinin kovalamacasını izlemiş, Petrov’un Akzambaklar Ülkesi’iyle Finlandiya okullarında öğretmenlik yapmış, Maksim Gorki’nin “Ana”sıyla Çarlık Rusya’sının son dönemi toplumsal olaylarına tanıklık etmiş, Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ıyla su kanallarında ağalarla boğuşmuş, Orhan Kemal’in Murtaza’sını ne de çok sevmişti…
Tahir öğrencilerine, öğrenciler de Tahir’e alışmışlardı. Martın sonunda staj son bulacak ve birbirlerinden ayrılacaklardı. Bunu düşündükçe daha şimdiden üzün yağıyordu Tahir’in yüreğine… Oldum olası ayrılık anlarını çok yoğun yaşardı. Akpınar’a gitmek üzere ilk kez köyünden ayrılırken gözlerinin buğulanmasını gizlemeye çalışarak köyün tüm evlerini tek tek dolaşmış, büyük küçük herkesin boynunu kucaklamıştı. Kasabaya taraf köy çıkışında kardeşlerini belki de ilk kez sıkı sıkı kucaklamış, annesine sarılınca da hüngür hüngür ağlamasına engel olamamıştı… “Haydi, oğlum!” demişti Mehmet Çavuş “ Acele edelim de kaçırmayalım kamyonu!”diye seslenince, Kemal Emmi’si koltuk altlarından havaya kaldırıp oturtmuştu Tahir’i Mehmet Çavuş’un bindiği atın terkisine… Babası Ordu’ya kadar eşlik edecek, oradan Lâdik Akpınar’a uğurlayacaktı. Bu ayrılık anını her anımsadığında Mehmet Çavuş’un: ”Haydi oğlum!” diye seslenişini duyar gibi oluyordu hep…
Hasırcı Köyü’nün çocukları nasılda hayran hayran bakmıştı öğretmen adaylarına? Eski püskü giysiler içinde ayazda titreşirlerken samanlıktan bozma okulun önüne çıkıp, içtenlikle gülümseyerek el sallamaları unutulacak gibi değildi…



Akdağ’ın zirvesi sıvama karla kaplı olmasına karşın; eteklerinde alacalanmalar başlamış, Lâdik Ovası’nda ve Ladik Gölü’nün etrafında dere yatakları dışında neredeyse kar kalmamıştı. Karın kalktığı alanlar hafiften yeşillenmiş, yeşillenen alanlarda daha çok kardelenler, menekşeler, sümbüller yeryüzüne “ merhaba” demişlerdi… Isınan toprak buğulanıyor, ekili buğday tarlalarında filizler uç veriyordu. Ladik Gölü’nün üstü pürüzsüzdü. Tek tük de olsa leylekler üstünde turluyor, yakınlardaki ağaçların tepelerine bin bir emekle yuva kurmaya çalışıyorlardı.
Okulun sürücüsü “Orhan Abi” kamyonun direksiyonunda Ladik Gölü kenarındaki su kanallarını izleyen çamurlu yolda Akpınar’a doğru virajı alırken, Tahir ve staj arkadaşları kamyona yükledikleri eşyalarının üstüne oturmuşlar, unutulmaz anılar yaşadıkları Tatlıcak Köyü’ne el sallayarak veda ediyorlardı… İki ay birlikte gülüp birlikte oynadıkları, birlikte ders yaptıkları ilk öğrencilerinden ve Okul Müdürü Servet Oğuz’la Abdullah Bey’den ayrılmanın hüznü içindeydiler. Yavaş yavaş öğrenci konumundan çıkıp öğretmenliğe evriliyorlardı artık. Staj öncesine göre şimdi daha donanımlı, daha özgüvenliydiler. Haziranda girecekleri bitirme sınavlarından sonra diplomalarını alacaklar, sorumlulukları daha da artmış olarak gidecekleri köylerin aydınlatılmasında hiç durmaksızın çalışacaklardı… Bunca yıl yatılı okulda devletin kıt olanaklarıyla yedirilmiş, içirilmiş, doyurulmuş, giydirilmişler, öğretmenlik için hazırlanmışlardı.
Kamyon, Lâdik’i arkada bırakıp burnunu Lâdik Ovası’na, Akpınar’a çevirdi. Akpınar yerleşkesi görüldü uzaktan. İki aydır köy yaşamında kalan Stajyerler okullarını görünce gülümsediler. İçlerinde gülümsemeyen sadece Ordu’lu Hüseyin’di. Stajın sonlanması, bitirme sınavlarının yaklaşması ve alacağı diploma umurunda bile değildi. Güldeste’si vardı aklında hep. O ‘na kavuşabilmenin özlemiyle yanıp tutuşuyordu…



Güneşli bir haziran günüydü. Tahir, Öncevatan’ı geçip daha yukarıda pelitliğe yakın çimenliğe gidip oturdu. Her yan değişik tür ve renkte kır çiçekleriyle donanmış; tarla kuşlarının, ibibiklerin cıvıltısı almış yürümüştü. Elindeki paketi yere bırakıp ayağa kalktı. Kollarını iki yana açarak derin derin nefes alıp verdi. Baharın o doyumsuz kokusunu içine çekti… Olduğu yerde ağır ağır dönerek; ergenlik ve ilk gençlik yıllarını yaşadığı Akpınar Yerleşkesi’ni; yerleşkeyi çevreleyen Akdağ’ı, Hamam Ayağı Boğazı’nı, Lâdik Gölü üzerinden Taşova’ya aşan sırtları, Ahmet Ağa’nın çiftliğini sanki son kez görüyormuş gibi uzun süre seyretti. Akpınar’a geldiği ilk günü, sınıfları belirlenirken tören alanında sıra olduklarında Tarım öğretmeni Niyazi Bey’in saçlarını okşamasını anımsadı… Gözleri buğulandı. Ne de çabuk geçmişti onca yıl?
Birkaç adım gitti geldi sağa sola. Sonra oturdu, paketi açtı; Abbas Sayar’ın “Yılkı Atı” romanının sayfaları arasına sakladığı mektupları çıkardı. Yaka cebinden aldığı altın yüzüğü elinde çevirerek içine kazınmış “Zeynep” yazısını, Zeynep yanındaymış gibi seslice okudu. Mektupların içindenektupların iki adet fotoğraf çıkardı. Bunlardan birisinde Zeynep’le Tahir yan yana durmuşlardı. Düşünceli görünüyorlardı. Zeynep Tahir’in koluna girmiş; kocaman kara gözleri, beline kadar uzanan simsiyah saçlarıyla, buğday başakları arasında boy atmış, insanın içini ısıtan gelincik çiçekleri kadar güzel görünüyordu… Tahir; okulun verdiği takım elbisesinin içinde, dalgalı saçlarını arkaya taramıştı. Diğer fotoğraftakiler kalabalıktı. Z eyneple Tahir etrafını saran yakınlarının ortasına, sandalyede oturuyorlardı. Zeynep, elinde bir demet beyaz karanfil tutuyordu.Tahir’in babası Mehmet Çavuş’la, Zeynep’in babası bardakçı Cemal, uzun boylarıyla en arkada durmuşlardı. Kafasını iki yana salladı Tahir:
“ Bu fotoğrafta annem de olmalıydı…” dedi.

Pürüzsüz masmavi gökyüzünde arkasında tren yoluna benzer iz bırakarak Ladik Ovası üzerinden geçip Akdağ’ın zirvesinden öte ağan uçağı izledi bir süre. Üzüntüsü az da olsa dağılmıştı. Nişan yüzüğünü geçirdi parmağına. Ne de çok yakışmıştı eline…
“Bir daha çıkarmayacağım parmağımdan.” diye söylendi.
Görürlerse görsünler di. Nasıl olsa yakında diplomasını alacak, ayrılacaktı Akpınar’dan.
Zeyneple ilk görüşmeye gittikleri gece geldi usuna. Nede çok terlemişti o kış gününde! Damalı taksi Zeynep’lerin kapısında durup Deli Kazım’ın kornaya basmasıyla gecekondunun bahçe kapısı açılmış, taksiden inip dalmışlardı içeriye. Konuk odasında hoş beşten sonra tanışık olan taraflar birbirleriyle sohbete dalmış, Tahir de büfenin üzerine konulmuş fotoğrafı büyük bir özenle izlemeye almıştı. Olasılıkla Zeynep’ti. Elini çenesine dayamış, alnında tatlı kavisler çizen saçları omuzlarını örtmüştü. “Çok güzel!”diye geçirmişti içinden.
Odanın kapısı açılıp elinde kahve tepsisiyle içeri giren Zeynep’i görünce irkilmiş, başını kaldırmadan göz ucuyla şöyle bir süzmüştü… Tam bir esmer güzeliydi… Böyle kızı “beğenmedim” diyebilir miydi hiç? Karşıt cinse karşı duyduğu özlem de dayanılır gibi değildi üstelik… İki arada bir derede kalmıştı… Kulakları uğuldamış, konuşulanları duymamıştı bile… Kahvesini alırken Zeynep’le göz göze gelmişler, gülümsemişlerdi birbirlerine. Tahir, şimdi daha çok can atıyordu Zeynep’le birlikte olmaya…
Zeynep, kahve fincanlarını toplayıp odadan çıkarken Rahime Ablası Tahir’i dürtmüş: “Biz de çıkalım hadi!” demişti. Üçü biden küçük odaya girdiklerinde:
“Gardaşım, aha Zeynep! Tanışın bilişin !” demiş, çıkmıştı dışarı.
Tahir ilk kez bir kızla birlikteydi işte! Ter içinde kalmıştı. Bir süre sessiz kalmışlar, sonradan başlarını kaldırarak göz göze gelmişlerdi… Kocaman, kapkara gözleri vardı Zenep’in… Bir okyanus gibi derindi… Başını döndürmüştü Tahir’in. O anda kararını vermişti. Zeynep’le nişanlanacaktı. Zeynep’in de gönüllü olduğu sıcak yaklaşımından belliydi. Sonra yeniden olumsuzluğa evrilmişti Tahir. Gülümsemesi donmuş kalmıştı yanaklarında. Yüzü kırmızıya kesmişti. İşin şakaya gelir yanı yoktu. Zeynep, güzel olmasına güzeldi de, bir kez görüşmeyle evlilik kararı vermeleri ne kadar doğru olurdu? Tedirginleşmişti. Daha sonra kendini toparlamış:
“Nasılsın Zeynep ?” diye sormuştu Tahir. Sesi titremişti…
Zeynep; gamzeli yanaklarında tatlı bir gülümsemeyle başını ağır ağır kaldırmış, kara gözlerini Tahir’in gözlerinin içine dikerek:
“İyiyim. Siz nasılsınız? diye yanıtlamıştı yumuşak bir sesle… O’nun da sesi titremişti işte…
“Bak Zeynep!” demişti Tahir. İşi biraz yokuşa sürecek gibiydi.
“ Seninle ilk kez görüşüyoruz. Hoş bir kızsın doğrusu. İstanbul yaşamına da alışıksın. Öğretmen olduğumda nerede, hangi köye gideceğim belli değil. Büyük olasılıkla yol, elektrik, doktor, ilaç da olmayacak. Yazı var, kışı var! İyi günü var, kötü günü var! Tanımadığımız insanlar…”
Tahir sustu bir süre. Zeynep’in vereceği tepkiye odaklandı. Zeynep başını öne eğmiş, konuşmanın devamını dinlemek istiyor gibiydi,
“ Zordur, çilelidir oralarda yaşamak…” diye sürdürmüştü konuşmasını Tahir. “ Kaç yıl süreceği de belirsiz üstelik. Bu koşullarda yaşamayı göze alabilir misin bilemem. Çok iyi düşünmeli ve doğru karar vermeliyiz…”
Zeynep hemen yanıt vermemiş, biraz zaman kazanmak istercesine kuzine sobasının kapağını kaldırıp içine birkaç odun attıktan sonra;
“İstanbul’da yaşamakla; bir elimiz yağda, bir elimiz balda değil ya! Gece gündüz nefes almadan kazak dikip duruyoruz Doğan Bey’e.”
Bir adım atarak iyice yaklaşmıştı Tahir’e Zeynep. İçi titremişti Tahir’in. Biraz da o yaklaşmıştı Zeynep’e. Ellerinin dokunmasıyla hissettikleri sıcaklığın gizemini bozmamak için donup kalmışlardı öylece bir süre. Sessizliği bozan Zeynep olmuştu.
“ Babam hafta içi fabrikada çalışıyor, hafta sonları el arabasıyla sokaklarda bardak satıyor. Zar zor geçinip gidiyoruz. Evimiz ocağımız da işte burası! Demem o ki, zorluklara, darlıklara alışığım. Gideceğin köylere ben de gelirim seninle... İki gönül bir olunca…” demişti…

Birden “Dan! Dan! Sesleriyle inledi her yan. Kendine geldi Tahir. Akpınar’da kampana çalmıştı. Öğlen yemeği saatiydi belli ki. Yameğe gitmeyecek, Zeynep’ten gelen mektupları bir kez daha okuyacaktı doya doya. Geliş sırasına göre okumaya başladı. Kimsenin duymayacağını bildiğinden sesli sesli okuyor; bir yandan Zeynep’le konuşuyor duygusunu yaşarken, diğer yandan da mektupları yazma anındaki ruhsal durumunu anlamaya çalışıyordu Zeynep’in… Bazı mektupları büyük bir neşe içinde yazdığını, bazılarını yazarken gergin olduğunu anlıyordu. Bazı mektuplarında Tahir’e karşı sevgisini utangaç dillendirirken, bazılarında sitemkâr tümceler kuruyordu.
Parmağındaki yüzüğe baktı bir süre. Kalktı, yaban çalılarının diplerinden menekşeler topladı, mektupların arasına koydu. Akpınar Sırtları’nın çiçeklerini Zeynep’e götürecekti.
Birden diploma geldi aklına. Morali bozuldu. Kalbi çarpmaya başladı. Nasıl yapmıştı bu işi? Bitirme sınavında; Biriz Çeşmesi’nin karşısındaki çimenlikte yerlere oturup alel acele yaptığı suluboya manzara resmini sıra arkadaşı Davut’a vererek kendisini neden tehlikeye atmıştı. Ne de çok yalvarmıştı kendisine Davut. Beceremez, kırık not alırdı resimden. Mezun olamayacağına inanıyordu. Ne de olsa yıllarca arkadaş, kardeştiler. Dayanamamış, vermişti işte.
‘Zeki Bey kopya veren öğrenciyi belirlemiş!’ söylentisiyle korkuya kapılan Tahir geceler boyu uyuyamamış, sıkıntıdan vücudunu sivilceler basmıştı…
“Gün ola, harman ola !” diyerek toparlandı. Mektup ve fotoğrafları Yılkı Atı Romanının sayfaları arasına sıkıştırdı. Karnı iyice acıkmıştı. Akşam yemeğini de kaçırırsa açlıktan sabaha kadar kıvranır dururdu. Yerleşkeye çevirdi yönünü. Biriz Çeşmesi’nin önüne indiğinde, büyük yemekhanenin kapısının önünde yaşanan karmaşayı gördü. Hızla o yana doğru adımlarını sıklaştırdı. Sağ eli cebindeydi. Yüzüğünü görsünler istemiyordu. Ne olur, ne olmazdı?
Yemekhane kapısına yaklaşmıştı ki, kapıya abanmakta olan öğrenciler ‘hay huy!’ içinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Nöbetçi öğretmen Erkan Bey nereden bulduysa eline geçirdiği bilek kalınlığında, aşağı yukarı iki metre uzunluğunda bir kalas parçasıyla önüne gelen öğrencilerin omuzlarına, sırtlarına, bacaklarına vurup duruyordu… Yüzünü kan basmış, gözleri fal taşı gibi büyümüştü. Upuzun boyu, kocaman cüssesiyle gürleyip duruyordu:
“Ulan hayvanlaaar!” diye bağırıyordu. “Biraz sabredemez misiniz?”
Yemekhane kapısı açıldığında dayaktan nasibini alanlar yemeği boykot etmiş, aç kalma pahasına yemekhaneye girmemişlerdi.
Canı sıkıldı Tahir’in. Öğle yemeği yemiş olsaydı akşam yemeğine girmeyecekti ta ya…
Branşında, iş disiplininde çok yetkindi Erkan Bey. 19 Mayıs gösterilerine Akpınar İlköğretmen Okulu’nu öyle bir hazırlardı ki, Samsun 19 Mayıs Stadyumunda okullar arası puanlamada birinciliği kimseye kaptırmazdı. Samsun sokaklarında; üstleri çıplak, beyaz şort ve çorapsız ayaklarında beyaz keten ayakkabılarla, öğrencilerini bir uçtan diğer uca sert adımlarla “rap rap” yürütür, kendisi de kortejin en önünde bir gladyatör edasıyla boy gösterirdi… Kortejin geçtiği yol boylarına, evlerin balkon ve pencerelerine üşüşen Samsun’lular bu görkemli yürüyüşü büyük bir ilgiyle izlerler, avuçlarını patlatırcasına alkışlarlardı. Hele stadyumda omuzlara çıkılarak beş altı katlı yapılan kuleler ve kulelerin zirvesine çıkan öğrencilerin atletlerinin içinden çıkardığı Türk Bayraklarını dalgalandırmalarıyla tüm stadyumun alkışlarla inletilmesi görülmeye değerdi… Daha sonra dört yüz öğrenciyle stadyumda yankılanan mandolin sesleri eşliğinde halk oyunları sunumu izleyenleri doyuma ulaştırır, görevlerini büyük bir özveri ve disiplinle yerine getiren Akpınarlı öğrenciler öz güven kazanırlardı…
“Bir de dayakçı olmasaydı…” diye söylendi Tahir, Erkan Bey için…
Tahir yemekhaneye en son girdiğinde içerisi sessizdi. Yemek masasında tabağına ayrılan yemekler soğumuştu “Sona kalan dona kalır oğlum!” dedi kendi kendine. İştahı kaçmıştı zaten! Kısa bir süre sonra öğretmen çıkacak koca koca adamlara dayak atılmasını içine sindiremiyordu. Çocukken büyüklerinden yedikleri dayak yetmiyormuş gibi, ilkokul öğretmenlerinden de dayak yemişlerdi. Öğretmen okulunda bile disiplinin sağlanmasında dayak bir araç olarak kullanılmıştı. Tonguç Baba’nın yazdıklarından öğrendiğine göre Köy Enstitülerinde hiçbir öğrenciye dayak atılmamış, hiçbir öğrenci de başarısız kılınmamıştı. Akıl alacak gibi değildi. Zaten enstitü zamanından kalan öğretmenlerin dayak atmadıklarını gözlemlemişti Tahir. Ahmet Oğuz, Arif Şendil, Niyazi Bey, Fatma Ana…
Bir iki kaşıkladı soğuk yemeklerden. Üzüm hoşafına ekmek doğradı, yedi. Yemekhaneden çıktığında, öğretmenler lokali ile büyük baraka arasında kalan geniş yol, kalabalık guruplar halinde volta atan öğrencilerce doldurulmuştu. Genel tuvaletlerde kaçak içilen sığara dumanları havaya savrulup duruyordu
Nişan yüzüğünü parmağından çıkardı, iç cebine koydu Tahir. İçinde nişan fotoğrafları bulunan kitabı da koltuk altına sıkıştırarak yatakhaneye yöneldi. Nevresimin içindeki battaniyenin arasına yüzüğü ve fotoğrafları sakladı. Belli mi olurdu? Akşam etüdünde sınıf basılır, arama yapılabilirdi. Şunun şurasında ne kalmıştı ki? Kazasız belasız diplomayı almalıydı. İşte o zaman “Sen sağ, ben selamet” der, çeker giderdi. Giderdi gitmesine de, gene de yüreğinin bir yarısı Akpınar’da kalırdı.
Çocukluk ve ilk gençlik yıları burada geçmişti. Akdağ’dan esen yelle nefeslenmiş, Akpınar gözesinin suyuyla serpilmiş, Lâdik Ovası’nın buğdayıyla beslenmişti. Balıketini, portakalı, domatesi ilk Akpınar’da yemiş; İlk kundurayı, takım elbiseyi, paltoyu ilk burada giymişti.
Arkadaşlarını da çok özleyecekti. Altı yıl süreyle aynı sınıfta, yemekhanede, aynı yatakhanede, yaşamın her alanında birlikte olmuşlar, sevinçleri, üzünçleri birlikte paylaşmışlardı. Okula geldikleri o çocuk yaşlarında anne babalarından ayrılmanın acısıyla zaman zaman hüngür hüngür ağladıklarında birbirlerini teselli etmişler, okul ortamına uyum sağlamalarına katkı sunmuşlardı… Hayat böyle bir şeydi işte. Her ayrılık yeni bir buluşmayı, her yeni buluşma yeni bir ayrılığı getirecekti bundan böyle…



1969 un bir temmuz sabahıydı. Tahir uyandı, gözlerini oğuşturarak dışarıyı izlemeye başladı. İznik gölü, sabah güneşinin şavkımasıyla gümüş bir tepsiye dönüşmüş, sazlıkları arasında dolaşan sayısız sakarmeke kuşlarının gizemli ötüşleri kurbağa seslerine karışık otobüsün içinde yankılanmıştı. Bir martı sürüsü, alışık oldukları üzere pencerelerden atılacak yiyecek kırıntılarını kapışmak için ciyaklayarak pikeler yapıyor, otobüsle yarışıyordu. Yolun her iki yanı üzüm bağları ve şeftali bahçeleriyle bezeliydi. Otobüsün pencerelerinde pırpırlaşan altın sarısı üzüm salkımları ağzını sulandırdı Tahir’in… “ İyi ki bu bölgeyi seçmişim.” diye söylendi. Sebze de, meyve de boldu işte. Gözü doyana kadar yiyecekti. Kendi köyünde ahlat ve yaban eriğinden başka meyve yetişmez, Mehmet Çavuş’un haftada bir kasabadan satın alıp getirdiği bir kilo üzümü ya da iki kilo armudu kalabalık aile bireyleri aralarında kapışırlar, tadı damaklarında kalırdı… Hele şu öğretmenlik yapacağı köy bir belli olsaydı…
Babası Mehmet Çavuş’u anımsadı. Bursa Nilüfer İlkokulu’na “depo tayini” olduğuna ilişkin kararnamesini Mesudiye ptt. sinden alıp köye getirdiğinde Tahir’e müjdeyi vermiş:
“Çok şükür oğlum” demişti. “İşte öğretmen oldun. Sana verdiğim emekleri boşa çıkarmadın. Bursa da iyi yermiş, zengin memleketmiş. Git gör. Hele senin düğünü de bir yapalım, yerine bir yerleş! Belli mi olur, ananla birlikte geliriz yanınıza. Oğlumuzun sayeesinde memleket görürü biz de…”
Bu haber köyde duyulur duyulmaz Köy halkı Mehmet Çavuş’un evine doluşmuş, Tahir’in öğretmen oluşunun sevincine ortak olmak istemişlerdi.
“ Bursa’ya gidecek Tahir!” demişti heyecanla Mehmet Çavuş. “Bol bol şeftali yiyecek! Aha geldik aha gidiyoruz tadına bile bakamadık!
”Gidipte oralarda kalacak değil ya!” diye söze girmişti Asim Ağa. Ben bilirim Tahir’i, unutmaz bizi! Gelirken getirir de yeriz sulu sulu…”Kara Yusuf araya girmiş:
“Allah dese ki bana, ‘Ya kulum, dile benden ne dilersen!’ Ben de derim ki: ‘Ya Allah! Şapkamı havaya atıp yere düşene kadar Bursa’nın şeftalisi ortak olsun!..”


İznik gölü kenarından tatlı kıvrımlarla uzanan şosede yol alan otobüs, sağda kalan Orhangazi’yi geçip Gemlik boğazına yaklaşınca:
“ Gemliğe doğru giderken
Denizi göreceksin
Şaşırma!...Orhan Veli” tabelasını okudu. Bu bölgeyi daha önce görmese de, Akpınar’da Melahat Hanım’ın coğrafya derslerinde bölgeler haritasını tüm verileriyle çizdirmiş olması nedeniyle nerede ne olduğunu tahmin ediyor, okulda öğrendiklerinin doğruluğunu görmesi hoşuna gidiyordu.
Gemliği geçip Dürdane Köyü Boğazı’nı öte aşınca geniş bir ovaya daldı otobüs. Uzakta, ovanın bitiminde tüm heybetiyle yükselen Uludağ’ı gördü. Heyecanlandı. “Demek Uludağ burasıydı ha?” diye söylendi. Gazetelerde okuduğuna göre zenginlerin kayak yaptığı, paralarını harcadığı yer…
“Ben de çıkarım Uludağ’a! Nasıl olsa birkaç gün sonra maaş alacağım…” diye geçirdi içinden.
Bursa ovasında hasat mevsimiydi. Buğday, ayçiçeği, mısır, şeker pancarı tarlaları; üzüm bağları, sebze, meyve bahçeleri, hele de şeftali bahçeleri bir boydan bir boya uzanıp gidiyordu. Kamyonlar, traktörler, kağnı arabaları, atlar eşekler; şapkalı poturlu erkekler, kara lastikli, şalvarlı kadınlar bir karınca sürüsü gibi durmaksızın çalışıyorlardı ovanın yüzünde. Biçerdöğerlerin, potozların homurtusu ortalığı kaplamıştı..
Kendi tarlalarını anımsadı Tahir. Eğimli ve kıraç topraklarda kısacık boylu arpa ve buğdayları el oraklarıyla biçmek ne kadar da zordu…
“Ne mutlu sana kardaşım!” demişti Döndü ablası ekin biçerken. ”Sen kurtuldun. Yakında maaş da alırsın. Daha da gelmez unutursun bizi. Mektupsuz koma bizi. Yolla da “Kardeşimin eli değmiş buna!” der gezdiririm koynuma…

Otobüs yolun solunda Merinos Kumaş Fabrikası’nı geçer geçmez biraz ilerden sağa kıvrılıp Bursa Otogarına girdi. Üzerinden indirilen yüklerin arasından tahta bavulunu aldı Tahir. Garajdan çıkarak kent merkezine giden ana yola çıktı. Başını kaldırdığında, Uludağ’ın bir heykel gibi burnunun dibinde dikildiğini gördü. ‘ Bizim Yağlıtepe’den yüksek galiba’ diye düşündü. Yürüdü yokuşa doğru. “Depo tayini” olduğu okul yukarıda olmalıydı. Kent merkezine, Setbaşı’ndaki Atatürk Heykelinin önüne geldiğinde tahta bavulunu yere koydu, mendiliyle yüzünde biriken teri kuruladı. Uzun uzun baktı durdu etrafına. Böyle güzel bir kent ne görmüş ne de duymuştu. Kesme taştan ve ahşaptan yapılı binaların Uludağ’ın yeşillikleri arasında perde perde yükselmesine hayran kaldı… Yüzünü heykele çevirdi. Mustafa Kemal yağız bir ata binmiş, Uludağ’ın yamaçlarından “İpek bir halıya benzeyen” Bursa Ovasını seyrediyordu… Heykelin yontucusu atın damarlarını ne de güzel ortaya çıkarmıştı öyle. Tahir de ovaya döndü yüzünü. Uzun uzun baktı. Yer yer sararmış, yer yer yeşilliklerle kaplı, göz alabildiğince uzanıp gidiyordu…
“Ne büyük, ne güzel güzel topraklar!” diye söylendi.
Dedeleri Kafkaslardan kaçarak gelmişler, Mesudiye’nin yükseklerinde kayalıklar arasında kıraç toprakları yurt edinmişlerdi. Koca Osmanlı buraları bile onlara çok görmüş; karşılığında, uzak diyarlarda savaştırmak üzere on beş, yirmi yaşındaki evlatlarını askere almış; çocukları babasız, kadınları kocasız koymuştu…
Umutsuz bekleyişler, hasretlikler… Yokluklar, salgın hastalıklar, ölümler… Aç-arık, acılar içinde kıvranarak sürdürülen ömürler… Tahir’in savaşa sürülen ve bir daha dönemeyen dedeleri…
Ne de güzel demişler:
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı…”

Tahir, “depo tayini” yapıldığı okula gitmeden önce üstüne başına çekidüzen vermeliydi. Bavulunu aldı Çekirge yönüne doğru yürüdü. Epey ileride yokuş yola saparak Tahtakale’ye girdi. Burada cumartesi günleri “köylü pazarı” kuruluyordu. Orhaneli, Keles, Harmancık gibi dağ kasabalarından köylülerin ürünlerini getirdiği bu pazardan, dar gelirli Bursalılar en çok da devlet memurları yararlanırdı. Köyde üretilen ürünler aracısız tüketiciye ulaşır; hem taze, hem de ucuz olurdu.
Tahtakale otellerinde daha çok pazarcı köylüler kalırdı. O nedenle kentin merkezindeki otellere göre çok daha ucuzdu. Tahir, Tahtakale Palas’ın önünde durdu.
“Hocam buyur, hoş geldin otelimize!” diye seslendi içeriden biri. Fesli, sakallı, eli tesbihliydi. ‘Öğretmen olduğumu dereden anladı bu adam’ diye geçirdi içinden.
“Merhaba amca” dedi Tahir. Yeriniz varsa birkaç gece kalacaktım.
“Benim Adım Hayrullah.” dedi otelci. “Ne demek hocam? Yer olmasa bile seni kapıda komam ben. Burası eviniz sayılır. Orhaneli, Keles köylerinin öğretmenleri Bursa’ya indiklerinde bizim otelden başkasına gitmezler. Paraları olmasa bile deftere yazar giderler. Ne yalan söyleyeyim, hiçbirisinde param da kalmadı. İstersen sende para verme. İstediğin kadar kal. Deftere yaz git. Öğretmene güvenmeyip de kime güveneceğim? Paran olunca getirir verirsin…
İkinci katta üç yataklı bir odadan yerini ayıttı Tahir. Gitti lavobada ayaklarını, elini yüzünü yıkadı. Saçları biçimsizdi. Traş olmalıydı. Tahta bavulundan çıkardığı temiz gömleğini giyerek kravatını taktı. Sokağa çıktı, hemen oradaki boyacıya ayakkabılarını boytattı. Akpınar’n verdiği tamir görmüş bir ayakkabı idi ama şimdilik idare ederdi. Karşıdaki lokantaya girip karnını doyurdu. Parası iyice azalmıştı. Saç tıraşı olmaktan vaz geçti. Ana caddeye inerek Heykel’e doğru yürüdü. Setbaşı Köprüsü’nü geçip sağa doğru tırmandığında Nilüfer İlkokulu’nu gördü. Okulun arkasındaki ulu çınarların arasından akan Nilüfer Çayı’nın çağıltısı ve ötüşen kuşların cıvıltısı ortalığı doldurmuştu. . Bahçeyi geçerek ana kapıya yöneldi. Ürkek ürkek girdi içeri. “Müdür” yazılı kapının önündeki sandalyede oturan hizmetli Tahir’i görmüştü. Ayağa kalkarak Tahir’ doğru birkaç adım attı, ceketini düğmeleyerek hafifçe eğildi:
“Hoş geldiniz hocam.” dedi.
Bir başkasının kendisine saygı göstermesi Tahir’in hoşuna gitmişti. Yaşı küçüktü ama, ne de olsa öğretmendi artık!
“Buraya “depo tayini” oldum” dedi.. Hangi köye gideceğimi öğrenecektim!”
“Hocam, gideceğiniz ilçe ve köyler henüz belli olmadı. Cuma günü açıklanacağı söyleniyor. Dağıtım komisyonu o gün toplanacakmış.”
Görev yapacakları okulların belirlenmemiş olması Tahir’i sevindirmişti. Nasıl olsa maaşa alana kadar otele para vermeyecekti. Kalan parayla Cuma gününe kadar idare ederdi.Müfettiş Hikmet Bey’İ mutlak görmeliydi.
“Müdür Bey’le görüşemez miyim?.”
“Müdür Bey’in odasında müfettişler var. Ne zaman çıkarlar bilemem.”
“Maaşlarla ilgili bilgin var mı?”
“Onu da cuma günü dağıtacaklarmış. Maaş için gelenlerin hepsine öyle söylediler.
Tahir durdu, düşündü. Biraz kararsızlıktan sonra kimsenin duymasını istemediğini belli edercesine kısık bir sesle:
“Müfettiş Hikmet Tanrıverdi’yi tanıyor musunuz?” diye sordu.
“Tanıyorum hocam. Şu anda Müdür Bey’in odasında.”
Kızardı bozardı Tahir. Buradan hemen uzaklaşmak istedi.
“Hocam” dedi hizmetli. “İstersen öğleden sonra gel. Hem Müdür Bey’le görüşürsün, hem de Müfettiş Hikmet Bey’i görürsün.
Hizmetlinin bu önerisi imdadına yetişti Tahir’in. Uzaklaşmak için kapıya doğru yönelmişti ki:
“Müfettiş Hikmet Bey sizin neyiniz oluyor?.” diye sordu hizmetli.
Yakalanmış gibi hissetti kendini Tahir. Hizmetliyi süzdü kısa bir süre. Titrek bir sesle:
“Bizim memleketten olur.” diye mırıldandı.

Setbaşı’ndaki Yeşil Türbede aldı soluğu. Bir yandan eşsiz çini kompozisyonlarını incelerken diğer yandan yapacağı işleri düşünüyordu. İlk işi Hikmet Bey’i bulmaktı. Biraz zaman geçsin istiyordu. Bulvara çıkıp taa Ulucami’ye kadar yürüdü. Tek katlıydı Ulu Cami. Üzerindeki kubbeleri saydı. Yirmi beşti. Kapısına inip merakla içine daldı. Başı dönmüştü Tahir’in. Devasa ve çok güzeldi içerisi. ‘Bu binayı yapmak için nede çok insan çalışmış, ne de çok para harcanmıştı kim bilir!’ diye düşündü. Vitrayları, süslemeleri özenle izledi. Mimberdeki iç içe geçmiç geometrik düzenlemeler, işlemelerdeki renk uyumuna Tahir’ hayran kalmıştı… ‘Anadolu’nun ıssız köylerinde fazlasıyla acımasız olan Osmanlı, buralar da ne kadar ince ruhlu, ne kadar güzellik düşkünüydü, akıl alacak gibi değildi…
Dışarı çıktı Tahir. Güneş batıya evrilmişti. Geç kalmamalıydı. Müfettiş Hikmet Bey’i kaçırıp bir çuval inciri berbet etmemeliydi. Nasıl olsa daha birkaç gün buradaydı. ‘Bursa kazan ben kepçe olur, karıştırır dururum.’diye düşündü.

Niliüfer İlkokulunun koridoruna girdi. İçeride birbirlerine ürkek ürkek bakan, yurdun değişik bölgelerinden geldikleri belli yeni mezun öğretmenlerle karşılaştı. Yorgun görünüyorlardı. Kiminin elinde Tahir’de olduğu gibi tahta bavul, kiminin elinde fermuarlı valizler vardı. Can sıkıntısından adımlayıp duruyorlardı koridoru.
Hizmetliye yaklaştı Tahir:
“Ben geldim.” dedi. Hizmetli tanımıştı Tahir’i :
“Hocam müfettişler çıktılar. Hikmet bey’e sizden bahsettim, ama hiç oralı olmadı.” dedi. Zorunlu Cuma gününü bekleyeceksiniz. Ama sen ille de ‘Hikmet beyi göreceğim.’ diyorsan, yarın saat onda burada olur. Ondan erken del ki görüşebilesin
Canı sıkıldı Tahir’in. Hizmetli ne diye kendisinden bahsetmişti Müfettiş Hikmet Bey’e? … Demek hiç oralı olmamıştı ha? Ama ne olursa olsun yarın mutlak bulacak, iç cebinde taşıdığı mektubu okutacaktı.
Otele doğru giderken Zeynep düştü usuna. Sanki içine güneş şavkıdı… Şimdi yanında olmalıydı. En son yolladığı mektupta çeyizlerini hazırladığını, düğün gününün gelmesini dört gözle beklediğini yazmıştı... Hele şu maaşı bir alsın, paraları cebine bir koysundu; annesi izin verirse Zeynep’i alıp Bursa’ya getirecek, elini hiç bırakmadan gezdirip duracaktı…
O gece yorgun olmasına karşın uyku tutmamıştı Tahir’i. Aralıklarla döndü durdu yatağında..Diğer müşterileri uyandırmaktan da çekiniyordu.Sabah güneş doğmadan giyinip dışarı çıktı. Vurdu gitti gidebildiğince Çekirge’ye doğru. Uludağ’ın yamaçlarından kopup gelen derelere, ulu çınar ağaçlarına, ağaçlar arasında pır pırlanarak uçan kuşlara, kuşların ötüşlerine daldı gitti… Döndü geriye, Tahtakale’ye saparak aşçıda çorba içti. Saat dokuz olduğunda Nilüfer İlkokulunun koridorundaydı. Kendi gibi dağıtım bekleyen birkaç kişi daha vardı. Koridorun duvarlarında asılı ilçeler haritasını inceledi. Orhaneli ile Keles taritalarında bol bol keçi resimleri görülüyordu. Diğer ilçe haritalarında ne de çok ürün resmi vardı. Şeftali bahçelerinin olduğu yerleri ne de çok istiyordu.
“Hocam!” diye seslendi hizmetli kapıdan. “Müfettiş Hikmet Bey şimdi odasına girdi. Yanında kimse de yok. Tıklat kapıyı gir içeri.
Tahir aynada saçlarını taradı, kravatını düzeltti, ağır adımlarla gidip kapıyı tıklattı. Bekledi, kola basarak girdi içeri. Makam masasına yaklaştı iyice. Tahir’i fark eden Hikmet Bey okuduğu gazeteyi yana ittikten sonra:
“Buyurun, ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Tahir yanıt vermedi. Titreyen elleriyle ceketinin iç cebinden çıkardığı zarfı Hikmet Bey’in önüne koydu. Zarftan çıkardığı mektubu sessizce okumaya koyuldu. Mektup: ‘Yeğenim Hikmet! diye başlıyor; biraz hasretlikten bahsettikten sonra: ‘Bu mektubu getiren benim kaynım olur. Celal Köyü’nden Mehmet Çavuş’un oğlu. Göreyim seni! İyi bir köye yerleştir de perişan olmasın çocuk!’ diye sürüyordu…
Mektup bitince Müfettiş Hikmet Bey arkasına yaslanarak Tahir’e:
“Sen kaç yıllık öğretmensin?’ diye sordu.
Tahir utandı. Bir adım geri çekilirken:
“Yeni mezunun efendim!” diye yanıtladı.
“Madem yeni mezunsun, nereye verilirsen oraya gideceksin! Senin gitmek istemediğin köylere biz kimi göndereceğiz?
Geri geri çekilerek odadan çıktı Tahir.
Doğru söylemişti Müfettiş Hikmet Bey! Ova köylerine gelebilmek için dağ köylerinin kahrı çekilmeliydi. Ama kendisine ‘Hoş geldin’ bile dememiş.’Paran pulun var mı, ne yiyip ne içiyorsun, nerede yatıp kalkıyorsun!’ diye de sormamıştı. ‘Devlet bile sormuyor ki…’ diye söylendi Tahir… Diplomayı vermiş, salmıştı. Bu yoksul köy çocukları atamaları yapılan uzak illere nasıl gider nasıl yerleşiler, umurunda bile değildi.
…..
…..

Tahir cebinde kalan son parayı Tahtakale Palas’ın sahibine verdi, bavulunu alarak Nilüfer İlkokulu’nun yolunu tuttu. Heyecanı doruktaydı. Bugün dananın kuyruğu kopacak, hangi köye gideceği belli olacaktı. Adımlarını sıklaştırdı. Okulun koridoru kalabalıktı. Duvara asılı dağıtım listesinin başı kalabalıktı. Tahir, kalabalığın arasından süzülerek listeye yaklaştı. Adının karşısında: “Orhaneli Göynükbelen Köyü İlkokulu” yazıyordu. Beli buza döndü. Soğuk soğuk terledi. Ova köylerini kaçırmışt işte! Her ne kadar dağ köylerine yabancı olmasa da ova köyleri ışıltılı kasaba ve kentlere yakın olurdu. Gidip gelmek kolaydı. Yaşam daha sosyaldi. Böyle bir yaşamın özlemi içindeydi. Ancak yapacak bir şey kalmamıştı…’Olsun!... Zeynep yanımda olduktan sonra…’ diye kendini teselli etmeye çalıştı. Muhasebe odasının önündeki maaş kuyruğuna girdi. İlk maaşını alacaktı biraz sonra! Harcama yapacağı yerleri düşündü. O kadar çoktu ki! ‘Dur bakalım! Ak koyun, kara koyun belli olur birazdan’ diye söylendi.
Sırası gelince girdi içeri:
“Adınız neydi?” diye sordu mutemet.
“Tahir, Tahir Toprak!” diye yanıtladı.
Mutemet elindeki kurşun kalemi listede gezdirerek,
“Tahir Toprak! Tamam!” dedi, “Buldum!”
“Oooooo! Seni dağın başına vermişler hocam yaa! Yok muydu bir torpilin.?
Canı sıkkındı zaten Tahir’in…Yanıtlamadı mutemedi. Bir an önce parasını alıp gitmeliydi. Daha garaja gidip Orhaneli’ne araba bulacaktı.
“Maaşımı alayımda çıkayım!” dedi.
Mutemet elinde kalemle toplamalar çıkarmalar yaptı. Kafasını iki yana salladı. Arkasına yaslanarak: Sana maaş veremeyiz hocam!” dedi.
Tahir’in yüreğine bir korku düştü. Ne olabilirdi ki?
“Neden?” diye sordu Tahir.Tedirgindi…
“Valla hocam yaşın tutmuyor! On sekizini doldurmamışsın! Birkaç günle kaybediyorsun! Vay anasını be!”
Mutemedin yapacağı bir şey yoktu. Maaş sırası gelen arkadan itekliyordu. Tahir odadan dışarı çıktı. Tahta bavulu elinde birkaç tur attı koridorda. Ne yapacaktı şimdi? Keşke otelin parasını ödemeseydi! Oysa otelci para istememiş, ‘Maaşını al da öyle ver’ demişti. Ama nereden bilirdi yaşının tutmadığını, maaş alamayacağını?... Koskoca devlet öğretmen diplomasını verip atamasını yaparken yaşına başına bakmış mıydı sanki?
“Bir süre sonra kimse kalmadı okulda. Maaşını alan çekip gitti. Muhasebeci sandalyede oturan Tahir’i görünce:
“Hocam gitmemişsiniz ya?” dedi.
“Son kalan paramı otelciye verdim.” dedi Tahir. “ Nereye gideyim? Burada bankın üstünde yatacağım. Beni öğretmen olarak yollayan devlet maaşımı da versin!” diye sertçe yanıtladı.
Mutemet sanki suçluymuş gibi başı öne eğik gitti,müdürün odasına girdi. Bir süre sonra gelmesi için Tahir’e işaret etti. Tahir odaya girdiğinde müdür arkasına yaklaşmış gülümsüyordu.
“Gel hele hocam gel!” dedi. “Otur şöyle!”
Tahir umarsız oturdu.
“Hocama çay getir Ahmet!” diye seslendi odacısına
“Hocam yaşın tutmuyor ama seni parasız bırakmam, meraklanma!” dedi.
Tahir’in içine bir sevinç doldu. Halden anlayanlar da vardı belli ki…
“Sağ olun efendim.” dedi.
Müdür mutemede dönerek:
“ Getir ver hocamın parasını! Bakarız çaresine. Bir an önce garaja gitsin ki, kaçırmasın Orhaneli arabasını.


Tahir bir elinde tahta bavulu, diğer eliyle maaşını koyduğu cebine bastırarak garaja doğru hızlandı.. Güneş iyice sallanmış, hava hafiften serinlemişti. Arabayı kaçıramazdı. Koşmaya başladı. Kan ter içinde garaja girdiğinde:
“Nereye yolculuk hocam!” diyerek bir simsar kesti önünü.
“Orhaneli!” dedi Tahir. “Orhaneli Göynükbelen Köyü!”
“Köyü möyü bilmem de, Orhaneli minübüsü az önce gitti hocam! Biraz erken gelseydin ya!
Zaten yorulmuştu Tahir. Olduğu yere bavulunu koyup, oturdu üstüne. Kravatını gevşetti. Otobüs yazıhanelerine baktı sırayla. Ne de çoktu. Gözü “Orhaneli” yazısına takıldı. Kalktı, bavulunu alarak oraya gitti.
“Orhaneli’ne gidecektim ama…”
“Az önce çıktı son arabamız. Başka da araba bulamazsınız” diye yanıtladı yazıhaneci.
“Ben ne yapayım şimdi?
Belki bir seçenek sunar umuduyla gözlerine baktı gözlerine…
“Yapacak tek şey var!” diye sürdürdü konuşmasını yazıhaneci. “Yarın için biletini keselim, hiç olmazsa yerin belli olur.
Para çıkardı Tahir cabinden. Aldı biletini. Hiç yoktan bir gece daha kalacak Bursa’da, boşuna para harcayacaktı. Ama olsundu, cebinde bir tomar para vardı nasıl olsa…

Garajdan çıkıp Tahtakale Palas’ın yolunu tuttu yeniden. Ne de olsa bildik yerdi. Parası çalınsın istemiyordu. Bavulu sanki daha çok ağırlaşmış gibiydi. Vurdu omzuna. Arkasına bile bakmadan Heykel’e, oradan da Tahtakale’ye kadar durmaksızın yürüdü. Aşçıya girdi. Sabah çorbasıyla duruyordu. Bir çorba daha içti. Doymamıştı. Garsona baktı.
“Buyurun !” dedi garson. “Ne vereyim size?”
“Valla sen ne önerirsen o olsun!”
“Hocam!” dedi garson. “Ben size keçi haşlama vereceğim.
“Lezzetli midir?”
“Lezzetli olmaz mı hocam! Orhaneli keçilerinin etinden başka et kullanmam. Dağ keçisi bunlar! Purç yer, kekik yayılır…
Haritadaki keçi resimleri geldi aklına. Gülümseyerek:
“Getir şu haşlamayı da! …” dedi Tahir.” Orhaneli’ne gidemedik, bari keçisini yiyelim de aklımız başımıza gelsin…
Cebindeki parayı yokladı. Ne kadar vardı acaba? Mutemet bir imza attırmış, paraları tutuşturmuştu eline. O da saymadan cebine tıkıştırmış, tahta bavulunu kapmasıyla garaja koşmuştu.
Hesabı ödeyerek çıktı aşçıdan. Keçi haşlamaya bayılmıştı. Biraz tuzluya kaçsa da değmişti. Tahtakale Palas’ın kapısında dikiliyordu otelci Hayrullah:
“Hayrola hoca!” Yeni yerin hayırlı olsun. De hele nereye verdiler?”
“Hiç sorma amca!” dedi Tahir. Orhaneli Göynükbelen Köyü!”
“Oh, oh evladım! İyi iyi!” dedi otelci Hayrullah “ Turnayı gözünden vurmuşsun vesselam. Yüksektir oralar, havadardır. Buz gibi suları vardır. Bol bol oğlak yer durursun gayrı. Hadi gözün aydın!”
Karşılık vermedi Tahir. Sessiz kaldı bir süre. Göynükbelen Köyü’nü merak ediyordu şimdi. Ne kadar uzak olursa olsun, orada da okuma yazmayı öğrenecek çocuklar yok muydu? Rüstem öğretmen, Osman öğretmen geldi gözlerinin önüne. Keşke onlarda bilseydi Tahir’in kendileri gibi öğretmen olduğunu,emeklerinin boşa gitmediğini… Dağ köylerine gitmekte isteksiz olduğunu görseler ne de çok üzülürlerdi. Rüstem Öğretmen Serpin Köyü’ne gelmeseydi, Tahir’i okutmasaydı… Üstelik bunca yıl Akpınar’da parasız ye, iç, barın, oku öğretmen ol; ondan sonra da “Ova köyü olsaydı!” de!…Nankörlük değil miydi?...
“ Sağol Hayrullah amca .” dedi Tahir. Bu gece de konuğunum.”
“Dedim sana hocam! Burası sizin eviniz. Her zaman da bekleriz. Paranız olur, olmaz… Çık yukarıya da dinlen biraz. Yorgun gibisin!
Tahir, odasına çıkıp bavulunu karyolanın altına sürdükten sonra sırt üstü yatağa uzandı. Kentin ışıkları yanana kadar kalkmayacaktı. Zaten gün boyu oraya buraya koşturmuş, otelci Hayrullah’ın dediği gibi yorulmuştu. Gözlerini kapar kapamaz Zeynep düştü usuna. Okuldan diplomayı aldıktan sonra İstanbul’a değil de Mesudiye’ye gitmiş, atama kararnamesini orada beklemişti. Kim bilir ne kadar gönül koymuştu Zeynep. Yolladığı mektupların birisinde ; ‘Nasıl olsa beni özlemiştir, her halde önce bana gelir diye düşünmüştüm ama güvendiğim dağlara kar yağdırdın…’ diye sitem etmesi boşuna değildi. ‘Koşullar beni öyle yönlendirdi. Yapacak bir şey yoktu.’ diye söylendi içinden. Nedenini anlatır, alırdı gönlünü… Hele Orhaneli’ndeki köyüne bir gitsin, oturacakları evi bir ayarlasın; soluğu İstanbul’da, Zeynep’in yanında alacaktı…
Gözlerini açtığında içerisi karanlıktı. Kalktı, ışığı yaktı. Pencereye gidip dışarıyı izledi. Sokak lambaları her tarafı aydınlatmıştı. Biraz sonra çıkacak, kentin merkezine inecekti. Işıltılı caddelerde yürüyecek, parklara girip çıkacak, gecenin gizeminde ateş böcekleri gibi dolaşan Bursa’nın güzellerine uzaktan da olsa şöyle bir bakacaktı. Setbaşı’ndaki çay bahçesinde bir masaya oturup demli bir çay içmenin zevkini yaşayacaktı.
Paralarını anımsadı birden. Korkuyla elini cebine attı, yerinde duruyordu. Odanın kapısını arkadan sürgüleyerek gelip yatağa oturdu. Paraları çıkardı cebinden. Mutemet, ne kadar bozuk para varsa vermişti Tahir’e. Özenle saydı. ‘Beş yüz seksen lira!’ dedi seslice. Şaşkına döndü… Paraları cebine sokamadı, elinde tuttu bir süre. Soğuk soğuk terlemeye başladı. Yanlış mı saymıştı acaba? Bir kez daha saydı, doğruydu. Bu kadar az parayla geçinilmeyeceğini devleti yönetenler nasıl bilmezlerdi. Yoksa devlet çok fakirdi de daha fazlasını veremiyor muydu?
Ekimde düğünü olacaktı İstanbul’da. Gerçi babası düğün giderleri için öküzleri satacağını söylemişti ama ‘Maaş alınca ben de para yollarım sana.’ demişti Tahir. Mehmet Çavuş da: ‘Dur hele oğlum! Dereyi görmeden paçayı sıvama! Maaşını al koy cebine de konuşuruz o zaman…”diye karşılık vermişti.
Tahir köyden ayrılırken, Mehmet Çavuş elinde tuttuğu bir miktar parayı Tahir’e uzatmış: “Bu kadar bulabildim oğlum, Bursa’ya kadar idare et, nasıl olsa orada maaş alacakmışsın’ demişti. Ne edip edecek az da olsa bu ilk maaşından babasına yollayacaktı. Döndü Ablasına kundura, annesiyle diğer kardeşlerine cizlavet ayakkabı alacağına ilişkin söz vermiş olduğuna da bin pişman oldu… Oysa ne de çok sevindirecekti onları…
Bir karamsarlık çöktü içine Tahir’in. Daha yüzlerini bile görmediği Göynükbelen’li öğrencilerini düşledi. Kendisine bakıyorlardı gül yüzleriyle ürkek ürkek… Gözlerinin önüne gelen kendi kardeşleriyle karşılaştırdı onları. Nede çok birbirine benziyordu kaderleri… ‘Senin gideceğin köylere bende gelirim.’ demişti Zeynep. ‘İki gönül bir olunca…’
Düşünceleri dolaştı birbirine Tahir’in. ‘Gün ola harman ola!’ dedi. kendini… Fırsat eline geçmişken…



Tahir’in; Bursa garajında bindiği minübüs, zahmetli bir yolculuktan sonra gelerek Orhaneli Kasabasının tam orta yerinde durdu. Elinde tahta bavulu ile minübüsten inen Tahir meraklı bakışkarla etrafı gözledi. Kasaba çam ormanlarıyla çevrilmişti. Tek katlı, en çok iki ya da iç katlı ahşap evler görülmeye değerdi. Meydanı kesme taşlarla döşenmişti. Kasabanın hemen bitişiğinde kurulmuş hayvan pazarı; keçi, koyun ve sığırlarla doluydu. Anadolu motifleriyle bezenmiş yuvarlak başlıkları ve şalvarlarıyla yerlare bağdaş kurarak oturan köylü kadınları; önlerinde sergiledikleri taze meyve, sebze, yumurta, tereyağ ve peynir gibi üretimlerini satmaya çalışıyorlardı
Tahir; kahvenin önünde çay içen kravatlı,orta yaşlı birisine yaklaşarak:
“Merhaba!” dedi. Ayağa kalkan kişi:
“Merhaba!” diye karşılık verdi.”Bir şey soracaksınız sanırım?
“Evet!” dedi Tahir. Ben Göynükbelen Köyü’nün yeni atanan öğretmeniyim. Oraya nasıl gideceğimi bilmiyorum.
“Adını bağışla hele!”
“Tahir!” dedi. “Tahir Toprak.
“Ne yandan olursun?”
“Karadeniz diyelim.”
“Benim adım da Hulisi. İlkçğretim Müdürlüğünde hademeyim. Göynükbelen’e çok gittim geldim. Hüsamettin Bey’in Köyü orası.Kendisi de okul müdürü. Orhaneli’nin en büyük köyüdür orası. Biraz uzaktır buraya ama, bolluk bir köydür. Şansın yaver gitmiş de seni oraya vermişler.Öyle köyler vardır ki bizim buralarda kuş uçmaz, kervan geçmez…
Müfettiş Hikmet Tanrıverdi’yi anımsadı Tahir. Kendisiyle hiç ilgilenmediği gibi: “Madem yeni mezunsun, nereye verilirsen oraya gideceksin! Senin gitmek istemediğin köylere biz kimi göndereceğiz?” demiştiya, gene de Göynükbelen gibi bol öğretmenli bir okula verilmesini sağlamış olabilir miydi?
“Gidince göreceğiz.” diye karşılık verdi Tahir.
“Gel Tahir Hocam! dedi Hulisi. “Seni Bakkal Ali’ye götüreyim. Hem tanışırsınız, hem de istersen veresiye alışveriş yaparsın. Göynükbelen arabası da biraz sonra bakkalın önünden kalkacak.
Ali bakkal çok sevecen davrandı Tahir’e. Oturtup çay söyledi.
“ Bu bakkalı kendinin bil!” dedi. Ne gereksinmen varsa al. Paran olur, olmaz hiç önemli değil. Müşteri ayarlamaya çalıştığımı sanma haa! Yabandan gelmişsin, garipsin…
Tahir çayını yarı etmişti ki, bir kamyon kornasını öttürerek geldi, bakkalın önünde durdu.Ali Bakkal sürücünün yanına giderek:
“Sizin köyün öğretmeni.”dedi Tahir’göstererek. “ Ataması yeni yapılmış.”
“Yanım dolu! Atlasın yukarıya!” dedi sürücü.
Tahir Tahta Bavulunu kamyonun üstündekilere uzattı, tımanarak kendini içeriye attı kendini. Kadınlar, erkekler, satamadıkları beş on koyun ve keçiler, un bulgur çuvalları, seleler sepetler… Tıka basa doluydu içerisi. Köylülerin meraklı bakışkarının üzerine çevrildiğini gören Tahir:
“Öğretmenim!” dedi Tahir. Sizin köye yeni atandım.
“Hoş gelmişin, hoş gelmişin!” sesleri yankılandı bir süre Tahir’in kulaklarında.
Kamyon köy meydanında durduğunda Tahir’in elbiseleri unlanmış, ayakkabılarına koyun keçi boku bulaşmıştı. Köye bu şekilde girmesinden utanmıştı. Tahta bavulunu alıp yere indi. Kısa boylu,sempatik, sürekli gülümseyen biri yaklaştı yanına:
“Ben Mehmet Ali’yim!” dedi. “Hoş gelmişsin köyümüze hocam”
“Sağ ol kardeş!” dedi Tahir. “Okul ne tarfta?”
“Seni götüreyim. Hüsamettin Bey okuldadır şimdi.”
Okula geldiklerinde kapı kilitliydi.
“Çağırayım,şimdi gelir Hüsamettin Bey !” dedi.Hüsamettin Bey2in evi okula bitişik etrafı çevrili bahçenin hemen üstündeydi. Bir eli cebinde okul bahçesine girdiğinde gülümsüyordu. Kısa boylu, esmer, seyrek siyah saçlarını arkaya taramış, yuvarlak yüzünde bir gülümsemeyle küçücük ellerini Tahir’e uzatarak:
“Hoş geldiniz okulumuza!” dedi. Ben Hüsamettin Öğretmen. Okul müdürü.”
“Ben de Tahir Toprak.” dedi Tahir. “Akpınar çıkışlıyım.”
Akpınar çıkışlı olmasına sevinmişti Hüsamettin Bey. Kendisi’de Arifiye çıkışlıydı.
Okul Müdürünün odası küçüktü. Bir masa, üç tahta sandalye. raflarda evrak dosyalar vardı. Tahir cebinde getirdiği atama kararnamesini masanın üzerine koydu. Okul Müdürü daktiloda göreve başladığına ilişkin resmi yazıyı yazdıktan sonra:
:
“Göreve başlamış oldun Tahir Toprak!” dedi. 29 Temmuz 1969’u unutma!”
Birlikte öğretmen evine gittiler:
“Çoktandır kullanılmıyor burası.” dedi Okul Müdürü. Biraz virane.”
Tahir’in öğretmen evine girmesiyle çıkması bir oldu.
Hasırcı Köyü Öğretmeni’nin samanlıktan bozma evini düşündü.
“Yeter bize!” dedi. “İdare ederiz…”


Eylül başında okul açıldı. Tahir üçüncü sınıfları okutacaktı. Birinci sınıfları her zaman olduğu gibi Eğitmen Ali Bey aldı. Ne de olsa okuma yazma öğretimi konusunda ustalaşmıştı. Okuma yazmayı çabuk öğrenecek çocukları belirler, onları sınıfta en öne oturturdu. Bütün gücüyle onlara okuma yazmayı öğretir, sıra diğer öğrencilere gelirdi. Ne zaman geleceği belli olmayan müfettişlerden olumlu rapor almanın yolunu böyle bulmuştu..
Öğrencilerin üst başları perişandı. Kara önlükleri, kara lastikleri, geçen yıllardan kalmıştı. Elleri ayakları kir pas içinde, bazılarının ağız çevrelerinde kabuk bağlamış yaralar vardı. Kitap ve defterlerini annelerinin el dikimi bez torbalara koymuşlardı. Bu halleriyle Tahir’e, kendi çocukluğunu anımsatıyorlardu. Teneffüslerde öğrencileriyle birlikte okul bahçesine çıkıyor, Akpınar’da öğrendiği oyunları öğrencilerine oynatıyordu.
Oturduğu öğretmen evinin küçük bir holü, mutfağı, bir de odası vardı. Odanın tavanı gazete kâğıtları ile kaplanmıştı. Kapı ve pencerelerin kenarlarında boşluklar oluşmuştu. Taban döşeme tahtaları belki de çakılalı beri hiç temizlenmemiş gibiydi. Duvarlar eşik dökük ve kirli bırakılmıştı.
Tahir, Annesi Fatma Kadın’ın yeni yaptığı yün yatağı odanın bir kenarına sermiş, üstüne de yünden dokuma bir çul örtmüştü. Pencereye eğreti bir perde takmıştı. Zeynep’in verdiği birkaç mutfak gerecini raflara dizmiş, köy bakkalından aldığı on numara gaz lambasını duvara asmıştı. Yemeklerini becebildiğince gaz ocağında pişiriyor, bazen kırıp dökse de bulaşıkları yıkıyordu.
Akşamları karanlık basıp evine çekilince hüzünleniyor, yorulana dek mandolin çalıp türkü söylüyordu.
“Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir, bu da geçer ağlama…”
“Zülfü siyahım…” derken; uzun siyah saçlarıyla Zeynep’i düşlüyordu. Köyde bıraktığı annesi, babası ve kardeşlerinin özlemiyle mandolinin tellerine vurdukça gözleri yaşarıyordu. Onlarla birlikte yaşadığı acılar, sevinçler geliyordu aklına. Yıllarca Akpınar’da onlardan ayrı kalmış, okul bitince de daha uzaklara savrulmuştu işte…
Işığı söndürüp yorganı başına çektiğinde uyuyamıyor, saatlerce sağa sola dönüp duruyordu. Fareler başka bir belaydı. Lambayı söndürdüğünde harekete geçiyorlar, holde yığılı odunların arasında aşırdıkları cevizleri yuvarlıyorlardı. Tahir ışığı yeniden yakıyor, mandolinin tellerine hızlıca vurarak, ya da ayaklarıyla taban tahtalarında tepinerek fareleri kaçırtmaya çalışsa da, tekrar yatağına girer girmez, inatla yeniden orayı burayı kemiriyorlardı. Bu yüzden geceleri çok az uyuyor, sabahın olmasını ört gözle bekliyordu.
Ekimde izin alıp İstanbul’a gidecek, düğünden sonra Zeynep’i alıp gelecekti. Zeynep yanında olduktan sonra fareler istedikleri kadar yuvarlasın dursunlardı cevizleri.

19 Ekim 1969’un akşamında, Harbiye’den Kurtuluş’a çıkarken yol üstündeki Manolya Düğün Salonunda, Zeynep’le Tahir evlendiler.Düğün süresince Mehmet Çavuş’la Fatma delin kapıya yakın konulmuş sandalyelerde yan yana oturup gülümsemişlerdi hep.



Kamyonet Bursa’yı geçip Orhaneli yoluna girince homurdanmaya başlamış, hızını iyice yavaşlatmıştı. Çakıl yol kıvrıla kıvrıla yokuşa doğru tırmanıyordu. Sirkeci’den arabalı vapura binmişler, Yalova’da inerek buraya kadar gelmişlerdi.
“Hocam.” dedi sürücü. “Kasabanın yolu böyle ise kim bilir köyün yolu nasıldır? İnşallah kalmayız yollarda!
Tahir’le Zeynep sürücünün yanına oturmuşlar; yatak, karyola, birkaç sandalye, masa ve çeyiz sandığından oluşan ev eşyalarını kamyonete yüklemişlerdi.
“Yolların böyle olduğunu bilseydim…” Pişmanlığını bildiriyordu belli ki!
“Tasalanma!” dedi Tahir. “ Köyün yolu da burası gibi”
Zeynep hep susuyor, dışarıya bakıyordu sürekli. İlk kez ayrı düşmüştü ailesinden. Hüzünlüydü. Ara sıra gözlerini kuruluyordu.
Kamyonet zorlansa da yokuşu tırmanmış, ormanlık alana girince hızını arttırmıştı. Ara sıra karşıdan gelen tomruk kamyonlarına kenara çekilerek yol veriyordu. Göynükbelen yolu daha dik, virajlar daha keskindi. Zeynep’le Tahir uçurumlara yuvarlanma korkusu içinde sus pus olmuşlardı. Sürücü kan ter içinde kalmış, sinirlenmişti.
“Böyle yol mu olurmuş arkadaş?” dedi. “Bu paraya bu yol... Allah bile razı gelmez!” Artık fark istediğini açıkça belli ediyordu işte!
Oralı olmadı Tahir.

Köy meydanına girdiklerinde kahvehane ile bitişiğindeki Uzun Kemal’in terzi dükkânında lüks lambaları yanmıştı. Evlerin pencerelerinde ölgün ışıklar vardı. Okula giden sokaktan geçerlerken bazı evlerin pencereleri açılıp kapandı. Sürücü, karanlıkta kalmış lojmanın kapısında arabayı durdurdu:
“Hemen boşaltalım!” dedi. “Bu berbat yolların bir de dönüşü var!..


Ekiminin son pazar günüydü. Kuşluk vakti gelmiş, güneş hayli yükselmişti. Kapı tıklatıldı. Zeynep gitti kapıyı açmaya:
“Bakar mısın Tahir?” diye seslendi.
Gelen, Öğretmen Mahmut Alptekin’di. Elinde grundig marka çanta bir radyo tutuyordu. Diyarbakır Öğretmen Okulundan yeni mezun olmuş, O’da Tahir gibi Göynükbelen’e yeni gelmişti. Uzun boylu, yapılı, saçları kısa kesilmiş, ablak ve çiçek bozuğu yüzünde kocaman bir burnu vardı. Tahir’le ilk karşılaştıklarında:
‘Benim adım Mahmut.’ demişti. ‘Ahlat’’lıyım! Van Gölü’nün doğu kıyılarından.’
“Günaydın Mahmut Bey!” dedi Tahir. “Gir içeri, çay taze!”
İçeri girmesi olanaksızdı Mahmut Bey’in. Çekingenliği ağır basıyordu.
“Girmeyeyim.” dedi. “Erken gitsek iyi olur.” Üstelemedi Tahir.
“Hemen çıkıyorum, az bekleteceğim seni.”

Hava serindi. Ormana giden yola girdiklerinde dağlardan esen yel yüzlerini yalıyordu. Köylüler; hayvanlarını önlerine katmışlar, bağ ve bostanlarının, güzleklerinin yolunu tutmuşlardı.
“Bizim oralar da güzeldir buralar gibi.” dedi Mahmut öğretmen hüzünlü bir sesle. “Neredeeen nereye gelmişiz!”
Radyoda türküler vardı. Köyden itibaren yükselen ekilebilir tarlalar, bağ ve bostanlar geride kalmış, ormana gelmişlerdi. Daracık bir patikadan içeri girip, ağaçların arasından yatır’a ulaştılar. İri gövdeli çınar ağacı, her yöne yayılmış dallarıyla yatırın üstünü kaplamıştı. Yerlere kadar sarkan dallarına bin bir renkte bağlanan çaputlar, esen yelin etkisiyle sallanıp duruyordu.
Acıkmışlardı. Yolda gelirken köylülern kendilerine verdikleri meyveleri yediler. Çınarın dibinde fokur fokur kaynayan gözye eğilip su içtiler
“Oh be!” dedi, Tahir. “Buz gibi!”

Radyoda türküler devam ediyordu. Daha ilerdeki tepeye çıkıp geldiler. Zaman hayli ilerlemişti.
“Gidelim Mahmut!” dedi Tahir. Daha çok gezeriz bu dağlarda! Geç kalmasak iyi olur.
“Öyle ya!” dedi Mahmut Öğretmen “Senin bekleyenin var.



29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yaklaşmıştı. Okul müdürü:
“Törende konuşmayı sen yap Tahir Öğretmen.” demişti. Ona göre hazırlan.
Tahir bir yandan neler konuşacağını tasarlarken, bir yandan kendi yaptığı ağaç uçlarla kartonlar üzerine Cumhuriyet temalı dövizler hazırladı. Bayram sabahı sınıflar sıraya girerek ellerinde bayraklar ve dövizler, başlarında öğretmenleriyle köy içinde bir tur atarak okul bahçesinde toplandılar. Kadınlar arkada, erkekler önde köylüler toplanmıştı. Tahir, konuşmasını yapmak için öne çıkarken bacaklarının titrediğini hissetti. Toplum karşısında ilk kez konuşacaktı. Köylüler, okul müdürü, öğretmen arkadaşları, en önemlisi de öğrencileri gözlerinin içine bakıyorlardı. Arkaya taralı kıvırcık saçları uzamış, favorileri kulak memelerine kadar inmişti. Bıyıklarının yeni terlediği belliydi. Kravat takılı uzun yakalı beyaz gömleğinin üstüne, Zeynep’in el örmesi gri bir hırka giymişti. Sesinin çıkıp çıkmadığını anlamak için birkaç kez deneme yapmış başlamıştı konuşmaya! Padişahlık yönetiminde girmiş, kurtuluş Savaşından çıkmıştı. Daha bir sürü kendisinin de anlamadığı şeyler söylemiş, en sonunda da ses tonunu yükselterek: “Cumhuriyet fazilettir!” diyerek konuşmasını sonlandırmıştı.
Öyle sıkılmış, öyle terlemişti ki; kendisinin alkışlanıp alkışlanmadığını anlayamamıştı bile…

Kasım başlarında Zeynep’in annesiyle babası en küçük kızları Ayşegül’ü yanlarına alarak Tahir’lere konukluğa geldiler. Yeni evlendirdikleri kızlarını özlemişler, evini ocağını merak etmişler, halini hatırını sormak istemişlerdi. Ertesi gün giderlerken, Zeynep’in ısrarı üzerine beş Yaşındaki Ayşegül’ü Tahirlerde bırakmışlardı. Tahir derse gittiğinde Zeynep Ayşegül’le daha iyi vakit geçiriyordu. Bir gün Tahir Ayşegülle oyun oynarken Zeynep yanlarına yaklaşarak:
“İyi öğren çocuk bakmasını, baba olman yakındır!” demişti.
Önce anlamamış, biraz duraksadıktan sonra gözlerini Zeynep’in gözlerine dikmiş, öylece kalmıştı.
“Midem bulanıp duruyor, haberin olsun!”
Zeynep henüz 18, Tahir 19 yaşlarında, ilk gençlik yaşarındaydılar.



Göynükbelen ilkokulunda harita ve küreden başka ders araç gereci ve kütüphane yoktu. Sadece Müdür odasında küçük dolapta az sayıda masal ve öykü kitabı vardı. Ülke ve dünya haberlerini evlerdeki radyolardan, bir de Okul Müdürüne haftada bir gelen Tercüman gazetesinden alabiliyorlardı.15-19 Aralık 1969 tarihinde, Türkiye öğretmenler Sendikası (TÖS) ve İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığı (İLKSEN) Öncülüğünde; öğretmenlerin özlük haklarının iyileştirilmesi, siyasal baskıların sonlandırılması, gerici eğitime son verilmesini amaçlayan Büyük Öğretmen Boykotuna Göynükbelen KÖYÜ Öğretmenleri katılmamışlardı. Tahir bu iki örgütün adını duymuştu ama, ne İlköğretmen Okulunda ne sonradan, sendikanın, iş bırakmanın ne anlama geldiği konusunda aydınlatılmamıştı. Sadece maaş azlığı konusu dikkatini çekmişti. Yapılan bu boykota yüz altmış bin öğretmenin yüz on bini katılmışsa da; Tercüman gazetesinin boykota ilginin az olması nedeniyle katılımın çok düşük olduğunu, o nedenle başarısız kaldığını manşete çekmişti. Bunun üzerine Okul müdürü: Bu kadar yalan da olmaz ki! Artık bundan sonra bu gazeteye para vermem!’ diyerek tepki göstermişti.
Boykotun hemen ardından, 15 Şubat 1969’da, Ankara Tandoğan Meydanı’nda; Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye Öğretmenler Derneği Milli Federasyonu (TÖDMF) öncülüğünde yurdun dört bir yanından gelen öğretmenlerle, öğrenci örgütleri ve işçi sendikalarının katılımıyla gerçekleşen, grev hakkı ve eğitimde eşitlik belgisini yükselten yürüyüş yapılmış, tüm gazetelerde manşete taşınmıştı.
Okulda öğretmenler ara sıra öğrencilere dayak atıyorlardı. Özellikle birinci sınıfları okutan Eğitmen’in tokat sesleri koridorda bile yankılanıyordu.
Tahir’in öğrencilerinden bazıları üçüncü sınıfta olmalarına karşın okuma yazmayı tam olarak sökememişlerdi. Okuma yazmada ‘tüme varım’ yöntemi uygulanıyordu. Öğrencisi Hüseyin Özen. Tahir’in verdiği öykü kitabını okumaya uğraşıyor, başaramıyordu. Tahir eğildi, heceleri okumasına yardım etmek istedi. Epey uğraştı, sonuç alamadı, Hüseyin’in ensesine bir tokat indirdi. Üst dudağında bulunan kabuk bağlamış yara, masanın kenarına sürterek kanadı. O gece üzüntüsünden uyuyamadı Tahir. Dayak atmış olmasını kabullenemedi. Oysa; dayak yiyenin içinde açılan yaranın insanın yaşamı boyunca kanadığını en iyi kendisi biliyordu.Ağabeyinden, öğretmenlerinden yediği dayakların kırılganlığını nasıl unutur da öğrencisine vurabilirdi. Akpınar’da edilgen oluşunun, ürkekliğinin, sürekli kaygı içinde yaşamasının asıl nedeni bu dayaklar değil miydi?
Çocukluğundan bu yana güçlü olanın güçsüz olana sürekli dayak attığına tanık olmuştu hep. Toplumda herkes birbirini dövüyordu.Böylesi toplumların uygarlaşma yolunda yol alamayacağını düşündü durdu hep.
Ocak ayında hastalandı Tahir. Çocukluğundan beri aralıklarla midesi ağrır dururdu zaten. O yüzden öğretmen okulunda oruç tutamamış, oruç tutanların yanında kendini ezik hissetmişti. Uzun süredir midesi ağrıyordu gene. Yüyüzü beyaza dönmüştü. Okul Müdüründen izin aldı, Bursa Devlet Hastanesi’ne gitmek üzere sabah erkenden köy meydanına geldi. Hafiften kar serpiştiriyordu.
“Hocam nereye?” diye seslendi Terzi Kemal.
“Bursa’ya hastaneye!” diye yanıtladı Tahir.
“Koş, hocam! Kamyon samanlığın köşeyi şimdi döndü, yetişirsin!”
Tahir’in sırtında uzun pardesü, boynunda Zeynep’in ördüğü kırmızı atkı vardı. Pantolon paçalarını yün çoraplarının içine sokmuştu. Samanlığı dönünceye kadar koştu. Kamyonun ilerde çayırda durduğunu gördü. Sevindi. O varıncaya değin hareket eder kuşkusuyla yeniden koşmaya başladı. Yetiştiğinde, kamyon hırıltılarla çalışıyordu. Bakkal Salih Çavuş paltosuna sarınmış sürücünün bitişiğinde büzülmüştü. Tahir; sürücünün kendisini almak için durduğunu varsayarak, büyük bir sevinçle kapıyı açtı, Bakkal Salih Çavuş’ un yanına oturmak istedi. Bakkal Salih Çavuş:
“Hocam!” dedi. Kusura bakma ama arabada boş yer yok!”
“Yanın boş duruyor ya Salih Çavuş!” dedi Tahir.
Salih Çavuş Tahir’i, Tahir’de Salih Çavuşu severdi. Bir ay süreyle Salih Çavuş’un bakkalından veresiye alış veriş yapar, maaşı alınca gider, borcunu kapatırdı.
“Vallahi Hocam!” dedi Salih Çavuş. Yanım boş ama benim çocuklar gelecek şimdi, onlar oturacak.”
“Önemli değil!” dedi Tahir. Çocukları kucaklarımıza oturtur idare ederiz.” Dedi, atlayıp oturdu Salih Çavuş’un yanına. Ses çıkarmadı Salih Çavuş. Yüzü kızarmış gibiydi.
“Yer değiştirelim bari hoca!” dedi.
Anlam veremedi Tahir buna.
Arabadan indiler; Tahir sürücünün, Salih Çavuş da Tahir’in yanına oturdu. Bir süre bekledikten sonra Salih Çavuş’un Kara çarşaflı karısı ile iki çocuğu çıka geldiler. Tahir çam devirdiğini anladı ama iş işten geçmişti. Kızarma sırası şimdi ondaydı. Yol boyunca kafasını hiç kaldırmadı. Konuşmalara da katılmadı. O soğuk kış gününde öyle bir terledi ki, sırtında fanilası sırılsıklam oldu. Bursa’ya girer girmez kamyondan kaçarcasına indi. Derin bir nefes aldı. Dünyanın en zor yolculuğunu yapmıştı.

Tahir kış boyu öğrencilerine küçük öykü kitapları okuttu. Ne kadar sınıf içi oyunu biliyorsa hepsini oynattı. Teneffüslerde okul bahçesine öğrencileriyle birlikte çıkıyor, kartopu oynuyorlardı. Alışmışlardı birbirlerine. Hafta tatillerinde zaman geçiremiyor, okulun açılmasını iple çekiyordu. Ancak önemli bir sorun vardı. Öğrencilerinin kara önlüklerinin üzerinde bitler görüyordu sıklıkla. Kız öğrencilerin saçlarına sirke öbekleri üşüşmüştü. Bu yüzden onlara fazla yaklaşamıyor, kendisine bulaşmasından çekiniyordu. Erkek öğrencilerin saçlarının kısa kesilmesini sağlıyordu ama kız öğrencilerinin saçları uzun ve dağınıktı. Akpınar’dan Gamalı Azmi Bey geldi aklına.
‘Öğrencileriniz kendi evlatlarınız sayılır. Onları seviniz. Gerektiğinde mendilinizle burunlarını silecek, saçlarını tarayacaksınız.’ diye öğütler verir dururdu hep. İşte şimdi sırasıydı işte. Evden gelirken Zeynep’in makasını cebine soktu. Sınıfında bit kontrolü yaptı. Oldukça yaygındı. Saçları uzun ve dağınık olan kız öğrencilerin saçlarını omuzları hizasından keserek çöp kutusu olarak kullandığı gazyağı tenekesine doldurdu.
“Nasıl, güzel oldu mu?” diye seslendi öğrencilere.
“Eveeeet!” diye yanıtladı onlar da..

Ertesi sabah, Tahir’in evinin kapısı çalındı. Zeynep açtı kapıyı. Geri geldi, ‘Seni birisi görmek istiyor ‘dedi. ‘Sabah sabah kim olabilir ki?’ deyip kapıya yürüdü Tahir. Kapıyı açar açmaz Koca Yusuf’u buldu karşısında. Uzun boylu, şayak giyimliydi. Tahir’in öğrencisi olan kızı Ayşe’yi elinden tutmuş, diğer eline de büyük bir çam yarması almıştı.
“Çık dışarı öğretmen!” diye kükredi.
Afalladı Tahir. Ne olduğunu anlayamadı. Kapıyı kapatıp içeri kaçmayı düşündüyse de, adı korkağa çıksın istemedi:
“Ne istiyorsun benden! Çekil git!” dedi.
“Sen ne cesaretle bu terbiyesizliği yaparsın ha?”
“Ne yapmışım ben!”
“Çık dışarı da öyle konuşalım hoca!” diye gürledi yeniden.Elindeki çam yarmasını iyice kavramıştı. “ Hem yabandan gelmişsin hem de!...” Bu arada gelmiş, Tahir’in kolundan yakalamıştı Zeynep.Korkmuş titriyordu.
“Gir içeri!” dedi .“Görmüyor musun adamın elindeki çam yarmasını?”
“Vursun da görelim!” dedi Tahir. Zeynep’ ten güç almış gibiydi. Sıyrılarak dışarı fırladı. Geri geri çekilip durdu Koca Yusuf. Tahir de yaklaşmadı fazla. Göz göze geldiler: Ayşe babasının eline sarılmıştı korkudan titriyordu. Kumral saçları özenle taranmış, beline kadar sarkmıştı. Tahir’in en çalışkan ve en düzenli öğrencilerinden biriydi. O nedenle Tahir O’ nun saçlarına dokunmamıştı.
“Dinle hoca!” dedi koca Yusuf. Bak bu çocuk dokuz yaşında. Üç yıl sonra on iki yaşında olacak. Sen bu köyün kızlarını nikâhına mı geçirdin de saçlarını elliyorsun? Utanmaz adam!
Beyninden vurulmuş, şaşkına dönmüştü Tahir. Koca Yusuf’un doğru hamle yaparak:
“Terbiyesiz adaaaam!” diye bağırdı. Biraz daha geriledi Koca Yusuf. Zeynep hızlıca gelip yeniden tuttu Tahir’i. İteledi geri geri.

“Ben gene de sana iyilik yapayım!” dedi Koca Yusuf. Elindeki sopayı indirmiş, sesini biraz yumuşatmuıştı.
“Sakın köy kahvesine gelme! dedi. “Köylüler sana bir araba dayak atacak, haberin olsun!”
O gün okulda diğer öğretmenlerle hiç konuşmadı Tahir. Dersine girdi çıktı. Olay köyde duyulacaktı. Bunun sonu nereye varırdı. Bu köye ışık olmaya, Akpınar’da yediği ekmeğin, içtiği suyun hakkını vermeye gelmişken…
‘ Ah Gamalı Azmi Bey ah!’ diye geçirdi içinden. ‘Öğrencilere nasıl davranacağımızı öğrettin ama elinde çam yarmasıyla Koca Yusuflardan neden bahsetmedin?’ diye söylendi…
Ders arasında Mahmut Öğretmen yanına geldi.
“Bu gün kafanı hiç kaldırmadın Tahir.” dedi. Bir derdin olmalı!
Tahir; Koca Yusuf’la arsında geçen olayı anlattı:
“Kahveye çıkarsam bir araba dayak yiyecekmişim!” dedi.
Mahmut öğretmen Tahir’den daha yaşlı, daha deneyimliydi.Diyarbakır Öğretmen okulu’nda bir sürü kavgaya karıştığını anlatmıştı daha önce Tahir’e.
“Son desten sonra kahvehaneye çıkacağız birlikte.” dedi. “Daha köye yeni geldik! Şimdiden eli verirsek daha sonra kolumuzu koparırlar!”

Tahir’le Mahmut Öğretmen uzun paltolarını giyinip, uzun atkılarını boyunlarına doladılar. Tahir; Babası Mehmet Çavuş’un: ‘ Dünya hali. el memleketlerinde ne olur ne olmaz? Yanında bulunsun, benden de sana yadigâr olsun.’ diyerek verdiği tabancayı beline sokmuştu. Köy kahvesine iki öğretmen gibi değil de, iki eşkıya gibi girdiler. Arkalarını duvara vererek bir masaya oturdular. Yakındaki masalardan.’ Merhabayın hocalar, merhabacın!’ sesleri yükseldi. Tahir:
“ Herkese merhaba!” dedi. Bilerek yüksek tutmuştu.ses tonunu. San ki ‘İşte geldim. Kim ne yapacaksa yapsın bakalım’ der gibi bir hali vardı.Sessiz beklediler bir süre. Daha sonra garson getirdiği iki çayı önlerine koydu.
“Bu çaylar Muhacir Ahmet Ağa’nın ikramı.” dedi.
Tahir, Mahmut Öğretmen’in kulağına eğilerek.
“Kurbanlık koyunlara kesmeden önce su içirirler. Bize de çay içiriyorlar bilesin” dedi.
Çaylarını bitirmişlerdi ki, garson iki çay daha bıraktı önlerine:
“Bunlar da Muhtar Hulisi’den.” dedi.
Köylülerde saldıracaklarmış gibi bir durum gözükmüyordu. Habire çay ısmarlayıp duruyorlardı üstelik.
‘Koca Yusuf’un dolduruşuna mı geldik yoksa?” diye kuşkuya düştü Tahir.

Mahmut Öğretmen tavla getirmesini istedi kahveciden:
“Ben sana tavla oynamasını öğreteyim Tahir.” dedi. “Hem zaman geçer, hem de öğrenmiş oluruz niyetlerini iyice.

Tahir, bir yandan Mahmut Öğretmen’den tavla öğrenmeye çalışırken, diğer yandan da gelecek saldırı olasılığına karşı tetikte duruyordu. Oyun uzadıkça tavlada öne geçmiş, Mahmut Öğretmen homurdanmaya başlamıştı. Tahir bir sayı daha alıp, Mahmut Öğretmen oyunu kaybedince:
“ Adama bak be! Hem öğreniyor, hem de beni yeniyor…” demiş, tavlanın kapaklarını ‘şak!’ diye birbirine çarpmıştı.
“Kalk gidelim Mahmut Öğretmen!” dedi Tahir. “Köylülerin bize dayak atacağı yok. Bu gidişle bir araba dayağı sen atacaksın bana…”




İlkbahar geldi Göynükbelen’e. Uzun kış aylarından bunalan insanlar attı kendilerini doğanın kucağına. Buğulanan tarlalar, bahçeler, bağlar, bostanlar dolup taştı insanlarla. Meraları doldurdu koyun kuzu, inek dana. Atlar, eşekler… Yeni bir sevinç, yeni bir umut kapladı yürekleri. Göynükbelen öğrencileri çamuru kuruyan okul bahçesinden, oyunlarını bırakıp zor girer oldular sınıflarına. Tahir Öğretmen Akpınar uygulamalarından esinlenerek; beden eğitimi, resim ve müzik derslerinde öğrencilerini alıp, öğretmen evinin önündeki çimenliğe götürüyor, dersleri orada işliyordu. Öğretim yılı yaklaştıkça öğrencilerin karne sevinciyle Tahir’le Zeynep’in köylerine gidecek oluşlarının sevinci birbirine karışıyordu.

Tahir Orhaneli Pazarına gidecekti:
“Tahir.” dedi Zeynep, “Bana domates alır mısın?”
“Karlar daha yeni eridi Zeynep! Bu mevsimde domates mi olur?”
“Gene de bak sen. Bulursan!”
Belli ki Zeynep aş yeriyordu.
Elinde file, dolaşıp durdu Pazar yerinde Tahir. Domates yoktu. Ali Bakkal’a uğradı. Radyoda Zeki Müren bir Beyce Türküsü söylüyordu:
“A Fadimem hadi senle kaçalım,
Beyce Pazarında dükkan açalım
Ay lay li lam…………………….”
Bakkalın önünde bir kasa domates duruyordu. Sevindi Tahir. Alması için ne de çok ısrarcı olmuştu Zeynep. Belki de yolunu dört gözle bekliyordu şimdi…
“Kaça bu domatesler ?” diye sordu Ali Bakkal’a.
“Hiç sormasan daha iyi olur.”
“Neden?”
“Çok pahalı. Bir kasa getirttim Bursa’dan. Gene de alıcısı çıkar.” dedi.

Akşam eve döndüğünde mahcuptu Tahir. Zeynep boşuna beklemişti gün boyu domatesi…
“Yokmuydu?” diye sordu umarsız. Ne desindi Tahir? ‘Yok’ diyemezdi:
“Çok pahalıydı!” dedi. Utanmıştı…




Öğretmen evinin bahçesinde bir tek bile ağaç yoktu gölgelik için. Tahir, bağ yolundaki dere boyunda bulunan kavak ağaçlarına tırmanarak fidan dikmek amacıyla onlarca dal kesti. Evin önüne taşıdı. Hafta sonu tatillerinde uğraşarak evin çevresine sayısız kavak fidanı dikti. Yazın kurak günlerde kavak fidanlarını sulamaları için öğrencilerini görevlendirdi. Tatile giderken onları tek tek yeniden suladı. Diplerine kazıklar çakarak fidanları bağladı. Sonbaharda geldiğinde ne kadar büyüyeceklerini şimdiden merak ediyordu. .
Karneler verildiği gün, Zeynep’le birlikte Memleketlerine gitmek üzere Bursa’ya giden bir kamyona atladılar…

….

Her ne kadar köylerine tatil amaçlı gelmiş olsalar da, bir sürü iş vardı yapmaları gereken. Çayırlar biçilip otları taşınacak, sıra ekin biçmeye gelecekti. Mehmet çavuş hangi tarladan ne kadar buğday, ne kadar arpa alacağının hesabını yapıyordu şimdiden. Zeynep’in karnı büyümüş, ekin biçemez olmuştu. Buna karşın zorlansa da orakla ekin biçmeye yardım ediyor, daha çok evde yemek pişirip tarlada çalışanlara azık yetiştiriyordu. Gecenin birinde sancısı tuttu Zeynep’in. Evin içinde iki büklüm dolanıp duruyor, sızım sızım sızlanıyordu. Süre geçiyor, bebek gelmiyordu. Kuşku düştü Mehmet Çavuş’un içine. İlk karısı Ahüzar, büyük kızı Havise doğum yaparlarken ölmüşlerdi. ‘Gelinim Zeynep’e de bir şey olursa?’ diye telaşlandı:
“Tahir, çabuk oğlum, atla Kemal Emmi’nin atına, sür kasabaya!” diye haykırdı. “ Gönder acele kaymakamın cipini de hastaneye yetiştirelim Zeynep’i! Hadi oğlum, durma, çabuk!”
Bunun üzerine Tahir Kemal Emmisi’nin çıplak kısrağına atlayarak dörtnala sürdü kasaba yoluna. İçinde ince bir sızı, tanımı olanaksız bir sevinçle uçuruyordu kısrağı…
Mehmet Çavuş öküzleri kağnıya koştu, Zeynep’i yorganlara sarıp kağnı arabasının üstüne yatırdılar.
“Yah!” diye hayladı öküzleri Mehmet Çavuş. Tıngırdadı kağnı arabası kasabanın taşlı yolunda…
Kaymakamın cipi yetişmeden, Ayranlı Göz’ün başında doğurdu Zeynep bebeğini. Göbeğini çakı bıçağı ile kesip, don lastiği ile bağladılar.
Tahir attan iner inmez kayınvalidesinin kucağındaki bebeğin yüzünü açtı. Gün gibi aydınlık ve masumdu. Tahir, gülümsedi oğluna. Yeni yeni açmaya çalışıyordu gözlerini bebek…
“Engin olsun adı.” Dedi Mehmet Çavuş. “Adını da be koymuş olayım!”
“Engin” güzel addı ama Zeynep’le Tahir: doğacak çocuk erkek olursa adı Öcal, kız olursa Meral olmasında karar kılmışlardı.”Engin” adına karşı çıkmamış olmalarına karşın nüfus kütüğüne “Öcal” yazdırdılar. Ancak “Engin” adı kullanılıyordu hep.



Göynükbelen köy kahvesinin önünde kamyondan indiğinde hava kararmıştı. Zeynep’le Engin’i köyünde bırakmıştı. Ne de olsa doğum olalı çok olmamış, uzun yola çıkacak duruma gelmemişlerdi. Bir süre yalnız kalacaktı Göynükbelen’de… Belli bir zaman sonra İstanbul’a geldiklerinde gider getirirdi.
Öğretmen evine doğru yürüdü. Diktiği kavak fidanları ne kadar boy atmıştı acaba? Adımlarını hızlandırdı. Gördüklerine inanamadı. Diktiği fidanlar yerlerinde görünmüyorlardı. Karanlık olmasına karşın tek tek her fidanın dibine baktı. Bazıları kökünden sökülmüş, bazıları orta yerinden kırılmıştı. Yüreği burkuldu. Oysa kavak fidanları arasında bir ev düşlemişti. Fidanların yeşil yaprakları arasında pırpırlanan tarla kuşlarının sesleriyle uyanacaktı.

Artık dördüncü sınıf öğretmeni olmuştu Tahir. Öğretmenlikte bir yılı geride bırakmış, üzerindeki ürkekliğini atarak öz güven kazanmıştı. Ders aralarında öğrencileriyle birlikte olma alışkanlığını gene sürdürüyordu. ‘En iyi öğrenme’ nin oyun oynarken gerçekleştiğini kavramıştı. Öğretmen arkadaşlarıyla tartışmalara katılıyor, öğrencilere dayak atılmasının karşısında olduğunu bile söylüyordu. Akpınar’da edindiği kitap okuma alışkanlığını bırakmış, daha çok öğrencilerine odaklanmıştı.



Tahir; sınıfında oturmuş, önündeki kağıda resim yapıyordu. Birden okul bahçesinden çocuk çığlıkları duydu. Yerinden fırlayarak dışarı çıktı. Bahçenin orta yerinde öğrenciler toplanmışlardı. Tahir yanlarına varınca açıldılar. Müesser iki büklüm olmuş, ayağını tutarak sessizce ağlıyor, çektiği acıyla gözlerinden akan yaşlar yüzünde yuvarlanıyordu. Tahiri görünce:
“Öğretmeniiiiim!” diye inledi.
Müesser’in ayağının altına kocaman bir ahlat dikeni batmış, etine gömülmüştü. Ne yapması gerektiğini düşündü bir an. Cebinden para çıkardı. ”Hüseyin, oğlum koş!” dedi. “Salih Çavuş’un bakkalından bir zaza jilet al da gel, Çabuk ol!”
Jilet sözcüğü öğrencileri ürkütmüştü. Öğretmenlerinin ne yapacağını merakla beklediler.
Tahir cebinden çıkardığı çakmakla jiletin ağzını iyice yaktı. Bir eliyle Müesser’in ayağını sıkıca tutarken diğer eliyle batan dikenin girdiği deliği jiletle keserek genişletti.
“Anaaaam!” diye bir çığlık attı Müesser. Diğer öğrenciler kollarından tuttular. Tahir dikeni geri geri iterek başını görülür duruma getirdi. İki tırnağının arasına sıkıştırarak çekti aldı. Dikenin çıktığı deliktan kan aktı bir süre. Zeynep’in getirdiği temiz bezle silip iyice sardı.
“Öğretmenim, öyle korktum ki…” dedi Müesser. Az kaldı öleyazdım…”



Sabah yola çıktığında ortalık henüz ışıyordu. Acelesi vardı Tahir’in. Orhaneli postanesi’nden Zeynep’e telgraf çekecek, geri gelip dersine yetişecekti. Çayırlardan, çam ağaçlarının aralarından, kestirme yollardan bazen koşarak, bazen de hızlı adımlarla yürüyerek Bursa- Orhaneli yoluna indi. Bekledi orada bir süre. Gelen traktöre atlayarak kasabaya varıp telgrafı çekti. Okul evraklarını alması için istekte bulunmuştu okul müdürü. O nedenle İlköğretim Müdürlüğünün kapısından içeri girdi. Görevliden evrakları alıp tam çıkacakken :
“Tahir Hocam Müdür Bey seninle görüşmek istiyor.” dedi görevli. Kapıyı vurarak içeri girdi Tahir.
“”Gel otur Tahir Bey!” diye yer gösterdi Müdür.
“Oturmadı Tahir.” “Özür dilerim ama acele gidip derse yetişmek zorundayım, buyurun efendim “ dedi.
Buraya kadar koşa koşa iki saatte geldiği yolu bir de geri gidecekti. Mendilini çıkararak yüzünde biriken terleri sildi.
“Bir çay içene kadar konuşalım. Dersine yetişemezsen sorumlusu ben olurum.”dedi İlköğretim Müdürü.
Gösterilen sandalyeye oturdu Tahir. İçine korkuyla karışık bir merak düşmüştü.
“Hakkında şikâyet var Tahir Bey!” diye söze girdi İlköğretim Müdürü. Sümenin içinden bir şikâyet dilekçesi çıkardı. Okudu tek tek maddeleri. O okudukça Tahir’in yüzü kızarıyordu. Tahmin etmişti şikâyetin kimden geldiğini.
“ Sen daha yeni öğretmensin.” dedi. Bu okuduklarım şikâyeti gerektirmez aslında. Ama bildiğin gibi Müdürünüz Recep Bey Göynükbelen’in yerlisi. Kendisinin tuzu kuru. Yanında çalışan öğretmenler üzerinde baskı kurarak kendine bağımlı kılmaya çalışır. Ara sıra böyle şikâyetlerde bulunur ama ben durumu bildiğimden işleme koymam. Meraklanma, sen şimdi git, bildiğin gibi çalışmalarını sürdür.
Tahir’in içi içini yiyordu. Dönüş yolunda öyle hızlıydı ki, onca yokuşları hiç dinlenmeden çıkmış, gene de derse yarım saat geç kalmıştı. Sınıfına girer girmez masasına oturmuş, merakla kendisini bekleyen öğrencilerine:
“Derslere siz geç kalırsınız da ben kalamaz mıyım sanki?” dedi.

Ders arasında bozuk bir moralle girdi Müdür’ün odasına. Zaten müdür odası aynı zamanda öğretmenler odası olarak kullanılıyordu. Müdür masanında, Mahmut Öğretmen de sandalyeye oturmuş elini çenesine datyararak hem düşünüyor, hemde okul bahçesinde koşturan öğrencileri izliyordu. Mahmut Öğretmen’in içerde olması Tahir’in işine geldi. İki yabancı olarak zaten öteden beri sıkıntılarını paylaşıyorlardı.
“ Beni İlköğretime gammazlamışsın Müdür Bey!” dedi. Sesi biraz yüksek çıkmıştı.
Tartıştılar Müdürle. Mahmut Öğretmen girdi araya:
“Ayıp ayıp!” dedi. Beni ne zaman şikayet edeceksin bakalım?”
Bu kez Mahmut Öğretmenle tartışmaya başladı Okul Müdürü.
Tahir, kendi yüzünden arkadaşının zarar görmesinden çekinerek:
“Elbette şikayet eder Mahmut Öğretmen!” dedi. “ Ne de olsa Müdür ya! Her şey ondan sorulur!” Sitem dolu bu sözlerle Müdüre yüklenmişti…

Daha sonraki günlerde Mahmut Öğretmen Tahir’e selam vermedi. Günlerce konuşmadı. Tahir nedenini sorduğu halde yanıt bile vermedi.Bir akşam Tahir evinin kapısını çaldı. Kapının sürgüsünü şekerek açınca Tahir2i gördü. Öylece kaldı. İçeri davet bile etmedi. Tahir yüzsüzlüğe verip daldı içeri oturdu yatağının üzerine.
“Ne yapmaya çalışıyorsun Mahmut?” dedi. “Konuşmayacaksan gene konuşma! Ama nedenini bilmek istiyorum.”
Gene yanıt yoktu Mahmut Öğretmenden. Kalktı gaz ocağında çay yaptı. Kaşılıklı oturup içtiler.
“Ben çıkacağım Mahmut!” dedi Tahir.
Mahmut Öğretmen kapıyı açtı, Tahir çıkmak üzereyken:
“Ben sana sahip çıkarken sen Müdürüne yaranmak istedin!” dedi.
Girdi içeriye Tahir yeniden:
‘Ne de olsa Müdür ya, Her şey ondan sorulur!’ sözüm sana yönelik değil, Müdür’e yönelik bir sitemdi, neden anlamıyorsun?” diye bağırdı.
Taştan ses çıkıyor, Mahmut Öğretmenden ses çıkmıyordu… Gemileri çoktan yakmıştı…

Tahir’in canı çok sıkkındı. Okul Müdürü ile takışmış, dert ortağı Mahmut Öğretmen kendisine selam vermez olmuştu. Akşamları geç vakte kadar mandolin çalıyor, hüzünlü türküler mırıldanıyordu. Yeni doğmuş oğlunu ve Zeynep’i çok özlemişti. İstanbul’a gelmiş olsalardı gidip getirecekti ama Mehmet Çavuş ‘Gelinim biraz da benim yanımda kalsın.” demiş gelmelerini geciktirmişti.
Taa çocukluğundan beri süre gelen mide ağrıları depreşmişti yeniden. Bir sabah Bursa’ya inip devlet hastanesinin yolunu tuttu. Yapılan muayene ve gaita tahlilinden sonra mide kanaması geçirmekte olduğu belirlendi. Yatırdılar Tahir’i Dahiliye servisine.
“Kıpırdamadan sırt üstü yatacaksın.!” dedi doktorlar. Göbeğinin üstüne buz torbası koydular. Kan verdiler.
Korkmuştu Tahir. ‘Kanama durdurulamazsa ölebilirim.’ diyordu. Ailesinde kim varsa hepsi geldi gözlerinin önüne. Hastabakıcıya getirttiği bir kağıda telgraf metinleri yazdı. Mehmet Çavuş’a, İstanbul’a Zenep’in ailesine, ve Göynükbelen’deki okuluna. Hasta bakıcı iş çıkışı Bursa Postanesinden çekecekti telgrafları.
Onbeş gün kaldı hastanede Tahir. Mesudiye’den, İstanbul’dan, Göynükbelenden ziyaretçileri geldi. Zeynep kucağında Enginle hasta odasına girdiğinde ağladı Tahir. Oğlunu kokladığında dünyalar O’nun olmuştu sanki…

Hastaneden taburcu olup Göynükbelen’de öğrencileriyle yeniden buluşmasıyla eski neşesine kavuştu. Öğrenciler geçen yıla oranla daha bilgili daha özgüvenli olmuşlardı. Sınıfın duvarları öğrencilerin yaptıkları resimler ve yazdıkları şiirlerle dolup taşmıştı. Her küme, haftada bir gün hazırladıkları tiyatro oyununu doğaçlama yaparak sunuyor, bitiminde birbirlerini çılgınca alkışlıyorlardı. Diğer sınıflardan izlemeye gelen öğrenciler bile oluyordu. Okulda öğrencileriyle, eve varınca oğlu enginle birlikte olmanın sevinciyle günlerini geçiriyordu. Öğretim yılı sonunda askere gidecek, öğrencilerinden ayrılacaktı. Tahir’in ilk göz ağrısıydı onlar. Yamalı urbalarının içinde, bir güneş gibi insanın içini ısıtan gülümseyişlerini hep taşıyacaktı yüreğinde… Bazen mahcup, bazen şımarık hallerini hiç unutamayacaktı.

Uzun kış ayları yeniden başladı Göynükbelen’de. Köy çekildi kendi kabuğuna. Çoğu kez lapa lapa yağan kar bazen tipiye dönüşüyor, esen sert yellerle savrulup duruyordu. Köy içinde yürüme yolları küreklerle açılıyor, öğrencileri anne babaları sırtlarında taşıyarak getiriyorlardı okula.
Tahirle Zeynep tedirgindiler. Oğulları Engin hastalanmış, ateşler içinde kıpırtısız kalmıştı. Ellerinden bir şey gelmiyordu. Tahir acele Köy meydanına gitti. Duran kamyona yaklaştı.
“Orhaneli’ne mi gidiyorsunuz?” diye sordu sürücüye.
“Evet Hocam.”
“Bebeğimiz hasta. Doktora götürmem gerek. Biraz bekle de alıp geleyim.”

Engini sardılar battaniyeye. Zeynep’le Tahir’de kalın giyindiler. Beklemekte olan kamyona sıkıştıklarında sürücü kontağı çevirdi:
“Haydi Hayırlısı. Bu koşullarda yola çıkmak akıl karı değil ama!” diye söylendi.
Şayak giysileri içinde, tiftik papağını başına geçirmiş, ağzından burnundan dumanlar savurarak sigara tüttürüyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çıktılar yola. Tarlaları geçip ormana girdiklerinde önlerine duvar gibi kar yığınları çıktı. Geçmeleri olanaksızdı. Geri geri sürüp çıkmak istedi sürücü. Kaydı araba. Arka tekerlekler çukura düştü. İndiler kamyondan. Sürücü karlara bata çıka arabanın etrafında turladı. Yüzü gözü soğuktan kıp kırmızı oldu. Zeynep Engini göğsüne bastırmış, rüzgârdan korunmak için kamyonun yan tarafına sinmişti.
“ Ne yapacağız?” diye sordu Tahir.
“Yapacak bir şey yok!” dedi sürücü. “Bu kamyon buradan çıkmaz! Çaresiz döneceğiz geri.
Tahir, Engin’i Zeynep’in kucağından aldı. Sürücü önde, onlar arkada köye doğru yöneldiler.
Eve vardıklarında yatırdılar Engini yatağın üstüne. Açtılar yüzünü. Baygındı. Cılız nefesi yüzlerini yaladı hafiften…
Birbirlerinin gözlerine baktılar umarsız… Dayanamadı Zeynep:
“Tahiiiir!” diye ellerini dizlerine vurarak hıçkırmaya başladı...Güçlü olması gerektiğini düşündü Tahir:
“Korkma! Korkma!” dedi Tahir. “Oğlumuz ölmeyecek!…”



Karnelerini dağıttı öğrencilerinin. Hepsi de üstün başarıyla geçmişlerdi beşinci sınıfa. Biraz sonra ayrılacaklar, bir daha hiç görüşemeyeceklerdi… Her ayrılık yüreğinden bir parça koparıyordu Tahir’in… Tek tek bağrına bastı öğrencilerini. Karne sevinçleri öğretmenlerinden ayrılmanın hüznüne karışmış, yaşaran gözlerini silme gereğini bile duymamışlardı.
“Şarkımızı söleyelim son kez.” dedi Tahir. Gelip, iki yanına kümelendiler öğretmenlerinin. Tahir’de katıldı öğrencilerine:
“Gençliğin biz sevgisiyle
Toplandık her an burada
Bu sevgi bağı kopmaz hiç
Dağılsak bir gün yurda…”

Ertesi sabah köy meydanına geldiler. Engin Zeynep’in kucağında el örmesi giysilerinin içinde gülümsüyordu. Mandolinle giysilerini içine doldurduğu tahta bavul Tahir’in elindeydi. Mahmut Öğretmen de geldi yanlarına. Ahlat’tan getirdiği yatağını bir çula sararak iple bağlamış, kalan eşyalarını bir çuvala doldurmuştu. O da Tahir gibi askere gitmek üzere ayrılıyordu köyden.
Birlikte bindikleri kamyonla Bursa’ya gelip Otogarın önünde indiler. Zeynep’le Tahir minibüs ile Yalova’ya, oradan da vapurla İstanbul’a gidecekler, Mahmut Öğretmen de otobüsle Eskişehir’e, oradan da terene atlayıp Tatvan’ın yolunu tutacaktı. Acele etmeliydiler. Aylardır küslükleri devam etmiş, barışmamışlardı henüz. Tam ayrılık vaktiydi. Mahmut Öğretmen uzanarak Zeynep’in kucağındaki Engini öptü. Zeynep’le tokalaştı. Ağzından tek sözcük çıkmadı. Sonra Tahir’le göz göze geldiler. Ağlamak üzereydi sanki. Aynı anda kollarını açarak kucaklaştılar.
“Güle güle Mahmut Öğretmen.” dedi Tahir üzgün bir ses tonuyla.
Tahir’in yüzüne kısa bir an baktı, ağzından gene hiçbir sözcük çıkmadı. Eşyalarını vurdu omzuna, çekti gitti…



Tatil dönüşü İstanbula gelen Tahir’ler bir süre istanbul’da kalacak, daha sonra Mesudiye’ye gideceklerdi. Yaşamı köylerde geçen Tahir, kent özlemini az da olsa gidermek istiyordu. Sabahları Feriköy son durakta bulunan Kamil Ağabey’inin bakkalının önünde sergende bulunan gazeteleri ayrım yapmaksızın okuyor, aydınlanmaya çalışıyordu. Daha çok Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazıları dikkatini çekmiş, İlhan Selçık ve Oktay Akbal’ın yazılarını kaçırmaz olmuştu. Fırsat buldukça bu gazeteden alacak, Türkiye’nin sorunlarını ve çözüm yollarını öğrenmeye çalışacaktı. Köyünden çıkarak Akpınar’a gelmiş, Akpınar kütüphanesi’nden daha çok Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların kitaplarını ve dünya klasklerini olkumuştu ama mezun olduktan sonra yeniden köye gitmiş, sadece öğrencilerine odaklandığından kitap okumayı bırakmıştı.
Gene bir gün bakkalın önünde gazete okurken Halasının oğlu Servet yanına yaklaşarak:
“Sen ne dolaşıp duruyorsun İstanbul’larda. Duymadın mı dayıma at vurduğunu?” dedi.
Cumhuriyet gazetesini katlayarak soktu cebine Tahir.
Babası Mehmet Çavuş geldi gözlerinin önüne!
“Ne diyorsun Servet? Nasıl vurmuş, durumu nasıl şimdi?
Ahırda saman vermek için yanına yaklaşınca doru kısrak bir çifte savurmuş, atmış döşemelerin üstüne. Orada o şekilde ne kadar kaldığını bilen yok. Kendine geldiğinde sürünerek ahırdan çıkmış, kesik kesik öksürünce de ağzından kan gelmiş.”
“Ne zaman olmuş bu?”
“On beş gün oluyor. Anladığım kadarıyla kaburgası kırılmış.

Tahir evlerinin önündeki harmana girdiğinde, Mehmet Çavuş bir yün mindere oturmuş, sırtını da evin duvarına dayamıştı. Tahir’i görünce:
“Geldin mi Tahiiiir!” diye inledi. “Kim habar etti sana?”
“Servet söyledi” dedi, eğilerek babasını kucakladı. Mehmet Çavuş Tahir’in gözlerinden öptü.:
“İyileştim biraz. Önceleri çok kan tükürdüm ama şimdi kesildi şükür. Kırık kaburgamın üzerine karasakız eritip koydum. Naylonla kapattım. Beş on güne kalmaz kavuşurum saplığıma…”
“Bu böyle olmaz baba!” diye söze girdi Tahir. “Öncelikle atın vurduğu yerden film çektirelim. Kan tükürdüğüne göre akciğerlerde hasar olmalı. Yarın sabah ata bindireyim seni, gidelim Mesudiye’ye. Oradan da Minibüse atlar ineriz Ordu’ya…”
“Cahallık etme oğlum.” dedi Mehmet çavuş. “İyiyim ben. Bir de oralarda uğraştırma beni. Hem atın üstünde duracak mecalim yok. Hele biraz zaman geçsin, ata binecek kadar iyileşeyim; baktık ki yeniden kan geldi, o zaman çeker gideriz…”
Annesi Fatma Kadın çıktı dışarı. Kucakladı oğlunu:
“O kadar evlat büyüt, yanında kimse olmasın! İyi ki geldin oğul! İşte gördün hallarımızı…!” dedi

Kısa sürede kendine geldi Mehmet çavuş. Eğilip doğruluyor, ufak tefek işleri görüyordu. Üstelik atın üzerinde de durabiliyordu. Tahir otlukları, çayırları biçti, tıktı samanlığa. Sonra yaylaya göçtüler diğer köylülerle birlikte. Köyde kim varsa hayvanlarını alıp tuttular yaylanın yolunu.
Yaylada kırtıllar çiçeklenmiş, papatyalar her tarafı almış yürümüştü. Yayla evlerinin altları ahıır, üstleri de konut olarak kullanılıyordu. Evlerin duvarları taşla örülmüş, çatıları ahşap ve hartamayla kapatılmıştı. Obanın hemen karşısında yükselen Yağlıtepe görülmeye değerdi.Onlarca koyun sürüsü sayısız kara sığır karınca gibi her tarafını kaplamıştı. Taa yukarılardan kopup gelerek eteklerinde akan derelerin çağıltısı evlerin içinde yankılanıyordu. Koyun sağımlarında Tahir Annesi Fatma Kadın’a yardım ediyor, sağım sonrası koyunlarla kuzuların emişmesini hayranlıkla izliyordu.
Obanın içine Yağlıtepe’nin böğründen borularla su getirdi köylüler. Her haneye altmış metre kanal kazımı düşmüştü. Mehmet Çavuşun kazma sallayacak hali yoktu zaten. Onca kanalı on gün içinde Tahir kazdı, bitirdi. Obanın orta yerinde yapılan çeşmede iki koldan buz gibi sular akmaya başladı.
Mide ağrıları yeniden başlamış, kanama olabileceği kuşkusuna kapılmıştı Daha çok süt ve kaymakla beslenmeye çalıştı.
Mehmet Çavuş her geçen gün iyileşiyordu. Gene de Tahir’in içi rahat değildi:

“Sana film çektirmemiz zorunlu baba!.” dedi. Gel beni dinle, gidelim Orduya!”.
“Sana akıl danışacak değilim! İyileştim, kalmadı bir şeyim görmüyor musun!” diye tersledi Tahir’i. Üstelemedi Tahir.
Tahir, köye inip altın başaklı buğdayları biçmeye başlamıştı ki, askere sevk yazısı ulaştı eline. ‘19. Er Eğitim Tugayı Okuma Yazma Okulu- Edremit.’e gidecekti. Göynükbelen’deki öğrencileri geldi gözlerinin önüne. ‘Gene bize dön’ dercesine boyunları bükük duruyorlardı karşısında . Kağıtlar elinde durdu kaldı bir süre…’İlk göz ağrılarım…Öyle çok özledim ki sizi..’ diye geçirdi içinden.



Sucular’ın vabisine binmiş, akşamın karanlığında Ankara Otobüs Garajı’nda inmişti. Panosunda “Balıkesir” yazan yazıhaneye yaklaştı:
“Edremit.” dedi. “Balıkesir Edremit. Bir kişi.”
“Otobüsümüz aat 11.00 de.”
“Daha erken nasıl gidebilirim?”
“Ara, bulabilirsen…”
Tahir başka yazıhaneleri dolaştı, bilet bulamayıp yeniden geldi aynı yere:
“Alıyorum bileti.” dedi.

Karşı büfeye gidip karnını doyurdu. Yandaki çayhanenin önündeki tabureye oturup çay içti. Otobüsün kalkmasına daha çok vardı. Garajdan çıkıp başka bir yerde vakit geçiremezdi. Otobüsün kalkacağı yazıhanenin önünde bulunan tabureye oturdu, tahta bavulunu çalınır korkusuyla iki dizi arasına sıkıştırarak sırtını cama dayadı.
Garaj içindeki devinimleri, bağırış çağırışları izledi durdu bir süre. Uyuklamaya başladı sonradan. Ara sı sıra uyanıyor, bavulunu yokladıktan sonra yeniden dalıp gidiyordu. En son uyandığında acele saate baktı, on dakika geçmişti. ‘Ey vah!’ deyip görevliye koştu:
“Edremit arabası daha gelmedi mi?
“Gardaş sen Tahir misin?”
“Evet”
“Kaçırdın otobüsü.” dedi. Yazıhaneci. “Muavin: ‘Tahir Toprak!’ bağırdı durdu. Epey de beklettim koca otobüsü. Nerde kaldın be gardaş?
“Başka arabanız var mı bari?
“Son arabamız saat 0.30 da! Yeniden bilet almak zorundasın.”
“Ama ?” diyecek oldu Tahir ki:
“Aması maması mı olur gardaş? Senin yerin boş gitti. Ben de hesap veriyorum patrona…”


Otobüs, virajlı çam ormanlarını inerek zeytinlikler içine daldı, az sonra da Edremit otogar’ında durdu. Otobüsün üstünden indirilen tahta bavulunu alarak, az önce gördüğü parka doğru yürüdü. Yaşamında böyle park görmemişti. Tepe kahvenin önüne oturup bir yandan çay simit atıştırırken bir yandan da parkın güzelliğini izlemeye başladı. Dünyanın tüm çiçekleri burada toplanmıştı sanki. Toprak yürüme yollarının her iki yanında rengârenk açan güllerin kokusu burnuna kadar geliyordu. Çam ağaçlarının, göğe yükselmiş palmiyelerin dalları arasından yükselen kumru sesleri etrafta yankılanıyor, simitçiler ve ayakkabı boyacıları yavaş yavaş yerlerini alıyorlardı.
“Merhaba arkadaş” dedi birisi. Döndü baktı Tahir. Hafif kamburumsu, kumral saçları yana taranmış, gözlükleri burnunun ucuna düşmüş, elinde bir çanta tutuyordu.
“Merhaba”dedi Tahir.
“Ben Nizamettin Öğretmen. Ardanuç’luyum. Sen de askersin benim gibi sanırım.
Tahir ayağa kalktı, Tokalaşarak:
“Evet “dedi. Ben de Mesudiyeliyim. Adım Tahir.
Çay içtiler birlikte. Parkın güzelliğinden konuştular bir süre. Parktan çıkıp Atatürk Heykeline yürüdüler. Biraz ilerde, ağacın altında Osman Dayı’nın lokantasına girdiler.
“Adaylar hoş geldiniz, hoş geldiniz, buyurun! Çorbamız yeni çıktı.”diye karşıladı onları Osman Dayı.
“Bütün Adaylar bizde yer yemeklerini. Veresiye defterimizi size de açarız.

“Otel ayarlayalım dedi Tahir. Edremit bu gün kalabalık olur.
Bavullarını alıp çıktılar. Cumhuriyet Lokantası’na giden daracık sokakta iki katlı tuğla yapılı otelden yer ayırttılar. Bavulları karyolaların altına sürerek çıktılar dışarı. Yorgun olsalar da Edremit’in içinde dolanıp durdular.
Daracık sokakların her iki yanında taş yapılı tek katlı evler ve iki katlı cumbalı ahşap evler yan yana dizilmişlerdi. Yorulduklarında gelip parka oturdular. Kuş sesleri, parkta koşturan çocuk seslerine karışmıştı.
Ertesi sabah Tahir ile Nizamettin Öğretmen otelden çıkarak Yeni Mahalle’yi geçip, zeytinliklerin içine daldılar. Halk arasında ‘Ali Okulu’ diye adlandırılan Okuma Yazma okuluna geldiklerinde; kendileri gibi er öğretmenler, Anadolu’nun her yöresinden askere gelmiş, okuma yazma bilmeyen sayısız acemi erlerle dolup taşmıştı. Okul yönetim binası, derslik binaları, yatakhaneler, yemekhaneler, karşıda asker hastanesi, mahkeme binası, geniş eğitim alanlarıyla dört tarafı zeytin ağaçlarıyla kuşatılmış kocaman bir yerleşkeydi burası… Tahir’ler Er Öğretmen statüsüyle burada iki yıl süreyle üç aylık dönemler halinde binlerce acemi erlere okuma yazma öğretecekler, daha sonra da nerede olacağı belli olmayan köy okullarına yeniden dönüş yapacaklardı.
Tahir, birinci bölükte iki katlı derslik binasının alt katında kapı tabelasında: “Tahir Toprak” yazılı sınıfını buldu. Yarın burada askerlere ilk dersini verecekti. Tahir gibi Er Öğretmen olanlar sabahları derslere gelecek, akşam son dersten sonra da evelerine gideceklerdi. Asker elbisesi giymeyecekler, diğer devlet okullarında çalışan öğretmenler gibi giyineceklerdi.

O gün ikindi zamanı Ali Okulunun öğretmenleri kiralık ev aramak için guruplar halinde Edremit sokaklarına daldılar. Bekâr olanlar birkaç kişi bir arada kalacak, evli olanlar zorunlu bağımsız ev tutacaklardı. Tahir de birkaç öğretmenle birlikte değişik mahallelerde ev aradılar. Daha çok kapı diplerinde, evlerin avlularında yerlere oturmuş sohbet eden kadınlara soruyorlardı. Kiralık evleri en iyi onlar bilirdi. Kime sordularsa: ‘Oğlum siz aday mısınız ?’ sorusuyla karşılaştılar. Onlar da: ‘Biz öğretmeniz!’ diye yanıtladılar. En son girdikleri sokakta gene teyzenin biri: ‘Yavrum siz aday mısınız? ‘ diye yeniden sordu. Tahir’de merak ediyordu adayın ne olduğunu, dayanamadı:
“Teyzeciğim!” dedi. Hangi sokağa gittiysek hep bize:’Aday mısınız?’ diye sordular. Sen de soruyorsun şimdi Neyin adayı bu? Anlayamadık gitti!”
Yaşlı kadın karşısındaki öğretmenleri aşağıdan yukarıya şöyle bir gözden geçirdi:
“ Damat adayı a oğul, damat adayı!” diye yanıtladı…



“Türkiye’de en güzel park, Edremit Parkı’dır.” derler. Her mevsim tıklım tıklım insan doludur orası. Çam ağaçlarının ve palmiyelerin güzelliği, her mevsim açan hercai menekşelerin, güllerin, sardunyaların eşsiz kokularıyla yediden yetmişe Edremit halkının gezip tozduğu, yaz sıcaklarında soluklandığı, çeşmelerin musluklarına ağızlarını dayayarak Kaz Dağlarından gelen buz gibi suları içerek serinlediği, yazlık sinemalarına girip çıktığı, halk arasında ‘Çöpçatan Parkı’ olarak nitelenen eşiz park.
Çöpçatan Parkı sadece Edremit Halkı’nın değil, aynı zamanda cumartesi Pazar günleri çarşı iznine çıkan erlerin ve özellikle de ‘aday’ öğretmenlerin çalışma saatleri dışında zamanlarını geçirdikleri biricik yerdi. Ayaklarında kara lastikleri, başlarında yöresel örtüleri ve şalvarlarıyla gündüzleri pamuk tarlalarında, sebze ve meyve bahçelerinde, zeytin hasatında elleri parçalanırcasına çalışan Edremit’in emekçi kadınları ve kızları; tarla dönüşü evlerinde gerekli temizliklerini yaparlar, en güzel giysilerini giyerler, başlarını açıp makyajlarını yaparak akşamın karanlığında ışıklandırılmış Çöpçatan Parkı’na indiklerinde onları tanımanın olanağı bile kalmazdı.
Anadolu’nun sosyal yaşamdan kopuk köylerinden çıkarak erkek Öğretmen Okullarında altı yıl kaldıktan sonra yeniden köylere dağılan ve askerlik için Edremit’e gelen ‘aday’ öğretmenler için bu durum oldukça önemli ve oldukça heyecanlıydı. Bekâr olanlar Edremit kızlarıyla bu parkta kızların annelerinin de oluruyla birlikte tur atarlar, oturup sohbet edip çay bile içerlerdi. Aday öğretmenler sosyal yaşamın içinden bir eş seçmenin, Edremit Kızları da bir öğretmene eş olmanın heyecanıyla kısa sürede arkadaşlıklarını ilerletiyorlar böylesi fırsatı kaçırmak istemiyorlardı. Tahirler’den bir önceki dönemde doksan ‘aday’ öğretmenden elli sekizi ya nişanlanmış ya da evlenip öyle ayrılmışladı Edremit’ten. O nedenle ‘Çöpçatan Parkı’ ve ‘Aday’ sözcüklerini boşuna yakıştırmamıştı Edremit Halkı… Evli barklı, üstelik çoluk çocuk sahibi bazı ‘aday’lar bile birkaç kişi birlikte bekar evi kiralıyor, eşlerine yazdıkları mektuplarda ev bulamadıkları için bir süre ayrı kalacaklarını bildiriyorlardı.. Amaçları bilinç altlarında kalan bazı özlemlerini gidermek için macera peşinde koşmaktı. Böyle fırsatın bir daha ellerine geçmeyeceğini iyi biliyorlardı.
Tahir Edremit’in altını üstüne getirerek ev aradı. Beğendiği evlerin kiraları çok yüksek, kiraları uygun olan evler de çok sağlıksızdı. Bir süre bekâr arkadaşlarının evini kullandı. Mesudiye’de yaz boyu ekin biçme ve harmanlama işlerinde Mehmet Çavuş’a yardım eden Zeynep daha sonra İstanbul’a annesi gile gelmişti. Tahir’e yazdığı mektuplarda ev tutup tutmadığını soruyordu sürekli. ‘Annem gil de olsa çocukla birlikte fazla kalamam burada.’ diyordu.
Tahir; Yeni mahalle’de, Okuma yazma Okulu’na giden yol üzerinde kundura tamircisi Mehmet Usta’nın kullanmadığı küçük konutunu kiraladı. Yola açılan bir kapıdan daracık bir avluya giriliyor, merdiven altında sadece yemek pişirilebilecek mutfak, bitişiğinde tuvalet; merdivenden çıkınca da üst katta pencereleri yola bakan iki küçücük odadan oluşan minyon bir evdi. Tahir elektiriği olan ve içinde su akan bir evde ilk kez oturacaktı.Kim bilir bu duruma Zeynep ne kadar sevinecekti. Zaten bu güne değin çeşmelerden su taşımaktan ya da gaz lambasıyla uğraşmaktan canı yanmıştı. Okula yakınlığı, sokak lambalarıyla geceleri aydınlatılıyor oluşu, Tahir’in burayı kiralamasında etken olmuştu. Aynı sokakta ‘aday’lardan Bursalı Yaşar Öğretmen biraz yukarda, Ardanuçlu Nizamettin Öğretmen de daha aşağılarda, postane yakınında Tahir’in kiraladığı konuta göre daha kullanışlı konutlar kiralamışlardı.



Tahir; Öğretmenlere dağıtılan ‘okuma yazma öğretimi’ yönergesiyle derslere başlamış, yabancısı olmadığı köy gençleriyle sağlıklı iletişimler kurarak kısa sürede seslerden hecelere geçmişti. Bu yönergeler öyle ayrıntılıydı ki, bu yönergeye bağlı kalınarak ve sıkı bir disiplinle çalışıldığında üç ayın sonunda tüm öğrencilerin başarılı olmaması olanaksızdı. Ancak böylesi takvimlenmiş yönergelerin olanakları çok kısıtlı köy okullarında uygulanmaları ne denli yararlı olurdu, orası bilinmezdi.
Okuma yazmayı biraz ilerleten erler eşlerine, anne babalarına yazdıkları mektupları başarıp başarmadıklarını Tahir öğretmen’e okuttuktan sonra postaya veriyorlardı. Erler; dersler biter bitmez memleketlerinden gelen mektupları ceplerinden çıkarırlar, okutabilmek için Tahir’in başına üşüşürlerdi. Bazen de ellerine aldıkları kalem ve kağıtlarla Tahir’in karşısına geçip mahcup beklerlerdi. Tahir bu hallerinden eşleri için mektup yazdırmak istediklerini anlar, hiç yüksünmeden onların söylediği sözcükleri olduğu gibi kağıda geçirirdi. Mektupları yazdırırken utanırlar, Yüzlerinde sevinç ve acı karışımı bir gülümsemeyle terleyip dururlardı. Çoğu kez de hüzünlenirler, belli etmemeye çalışarak ağlarlardı.
İlk üç aylık dönem bitince okuma yazmayı öğrenen erler acemi birliklerine eğitim için gittiler. Onlar gider gitmez yeni guruplar geldi. Tahir yeni gelen erlerden oluşan sınıfına ilk girdiğinde arka sıralarda oturan erlerden biri: “Hüseyin Huca nasısen?” diyerek gelip Tahir’in boynuna sarıldı. Sevinçten gözlerinin içi gülüyordu. Bozuntuya vermedi Tahir. Ere dikkatlice baktı, tanıyamadı. Köylerinde çalışmış bir öğretmene benzetmişti belli ki…
“İyiyim, iyiyim.” dedi. “Söyle bakayım sen nasıl düştün buraya?”
“Vallah düştük işte”
Sınıftaki diğer erler bu tanışıklıktan mutlu olmuşlar, gülümsemişlerdi.

Ders zili çaldığında sınıf boşalırken:
“Sen kal!” dedi Tahir. “Biraz sizin köyden konuşalım”
Karşılıklı oturdular Tahir’in masasına.
“Ben senin adını unuttum.” dedi Tahir. “Çok oldu sizin köyden ayrılalı.”
“ Maaşallah, Maaşallah hucam.”
“Tamam, hatırladım şimdi.”
………………….
“Muhtar nasıl iyi midir?
“He vallah iyidir Hucam.”
“Yazın sıcaklarda koyunların altında gölgelendiği o koca ağaç duruyor mu gene köyün üst başında?
“Durmaz mı Hucam”
“Köyüne dönünce muhtara selamımı söylersin gayri.”
“ Başım gözüm üstüne Hucam.”
“Hadi sen de çık teneffüse, bir derdin odluğunda gel bana. Çekinme hiç, emi Maaşallah!”
“Allah razı olsun Hocam…”

Üç ay süreyle dersine girdi çıktı Maaşallah. Tahir’e hep ‘Hüseyin Hucam’ dedi durdu. Okuldan ayrılırken diğer erlerle gelip Tahir’in elini öptü:
“Bizm muhtara selamını götüreceğim Hucam.” dedi.


Okul komutanı Mithat Grebena, Eğitim Şefi Üsteğmen Tanju Denizoğlu, Tahir’in birinci bölük Komutanı Kıdemli Başçavuş Hayrettin Dört kol, ikinci Bölük Komutanı Darendeli Başçavuş ve diğer bölük komutnlarle er öğretmenler ve Anadolu’dan kopup gelmiş binlerce er, öyle bir uyum içine girmişlerdi ki, arı kovanı gibi üretip duruyorlardı. Okuma yazma oranı yüzde doksanlardaydı. Burada en büyük pay, öğretmen Okulu çıkışlı yetkin öğretmenlerindi kuşkusuz.
Her cumartesi öğleden sonra bayrak töreni yapılır, bu törenlerde Okul Komutanı Albay Grebena; yuvarlak cüssesi, kısa boyuyla ellerini arkada bağlar, bir heykel gibi kıpırtısız dim dik durarak konuşmasına başlardı. Hep aynı konuşmayı küçük nüans farklılığıyla tekrarlar; ‘Paranın yazı tura tarafı’yla başlar, ‘Lafla peynir gemisi yürümez’ diyerek bitirirdi. Ara sıra bölük bölük komutanlarını yanına alarak derslik binasının koridorlarında turlar, sınıf kapılarında bulunan küçük gözetleme pencerelerinden içerde olup bitenleri çaktırmadan izlerdi.



Kış gelmiş, sobalar yakılmıştı. Tahir oduncuya giderek bir at arabası odun almak istedi. Kurutulmuş meşe odunlarıydı ama oldukça pahalıydı. Tahir’in isteksiz olduğunu anlayan oduncu:
“Bizim ağaç doğrama atölyemizde tahta parçaları var. Çok ucuz. Gel oradan verelim.” dedi.
Tahirin işine geldi. Bir at arabası odun ederine üç at arabası dolusu çıralı çam ağacı parçaları alıp yıktı kapıya. Avluya taşıyarak duvarın dibine istifledi. “Ucuz etin yahnisi yenmez!” derler ya; çam parçaları teneke sobaya girer girmez parlıyor, bitene kadar durmaksızın yanarak odanın içerisini oturulamaz hale getiriyordu. Ondan sonra da kapıyı pencereyi açarak soğuk kış günlerinde serinlemeye çalışıyorlardı. Üstelik bacadan çıkan dumanların içindeki korumlar rüzgarda sağa sola dağılıyor, mahalle evlerinin üzerine, yollara zift olarak yağıyordu.
Bir gün Tahir’lerin kapısı çalındı. Zeynep kapıyı açtığında, birkaç bina ötede oturan komşu teyze ile karşılaştı:
“Siz bu evde ne yakıyorsunuz a evladım?” dedi Zeynep’e. “Onca emekle yıkayıp bahçeme astığım çamaşırlarımın halini gel de bir gör!. Yazık değil mi bana?”
Sonra da arkasını dönüp gitmişti. Tahir eve geldiğinde Zeynep ağlamaklı bir sesle:
“Bu çıraları nereden aldıysan götür geri ver!” dedi. “Bir daha da sokmam sobaya! Rezil oldum mahalleye!” diye tepkidi…



Okul Komutanı bir gün tüm er öğretmenleri tören alanına topladı:
“Öğretmenlerim!” dedi. Bundan sonra okul içinde siyah pantolon, siyah ayakkabı, beyez gömlek giyip, siyah kravat takacaksınız. Üstüne de gri renkte önlük yaptıracaksınız. Size on beş gün süre veriyorum!”
Bölük komutanlarına da dönerek:
“Siz de, bölüklerinizin benim emirlerim doğrultusunda giyinmelerinden sorumlusunuz!” diyerek arkasını döndü, yönetim binasına girdi.
Bir homurdanma duyuldu öğretmenlerden. Bölük komutanlarıyla birlikte bölükteki öğretmenler odasında toplandılar. Öğretmenler tek tip elbiseyi kesinlikle giymeyeceklerini Bölük komutanlarına bildirdiler. Bölük komutanı Hayrettin bey çok ısrarcı olmuyordu ama ne de olsa askerdi ve emir almıştı. Arasıra öğretmenler odasına giriyor, istenilen giysileri alıp almadıklarını öğrenmek istiyordu.
İstenilen süre dolmuş tüm bölüklerde hiçbir öğretmen okul komutanının önerdiği giysileri giymemişlerdi. Bölük komutanları iki arada bir derede kalmışlar, komutanlarının verdiği emri yerine getiremenin gerginliğini yaşıyorlardı. Bu direnişin okul komutanı da farkındaydı ama bilmezden geliyor. Topu bölük komutanlarına atıyordu. Öğretmenlere gelen uyarılar yavaş yavaş emre itatsizlikten mahkemeye verilme tehtitlerine dönüşmüştü. Bu kez, giysi masraflarının okulca karşılanılması durumunda tek tip uygulamasına uyacaklarını bildirdile. Bi onbeş gün daha geçti aradan. Değişen bir durum yoktu. Okul Komutanı tüm bölük öğretmenlerini ve bölük komutanlarını tekrar toplayarak giysi bedelleri için ödenek olmadığını, her öğretmenin giysi giderini kendilerinin karşılamasının zorunluluk olduğunu söyleyerek yeni bir onbeş günlük bir süre daha tanıdı. Öğtetmenler bu kez olabilecekleri tahmin ederek Okul komutanın isteklerini kabul ettiler. Direnmeleri boşa çıkmıştı sonuçta. Tahir’in bölük komutanı Hayrettin bey öğretmenlerini odasında toplayarak:
“Ulan!” dedi. “Ben o kadar size: ‘direnemezsiniz! Gelin kabul edin’ dedim, size yalvardım, beni hiçe saydınız, komutanın karşısında da iki büklüm olup kabul ettiniz! Bizi de komutanın karşısında küçük düşürdünüz! itibarımızı beş paralık ettiniz! Yuh olsun size!” dedi. Daha sonraki günlerde eskiden olduğu gibi arkadaşça davranmıyor, kuralları tam uygulayarak öğretmenlerin canını yakmaya başladı.Tahir Hayrettin Bey’in haklı olmasına karşın kaba konuşmasını bir türlü içine sindirememiş, O’nu hiçe sayan davranışlar içine girmişti.
Mart sonlarına doğru Tahir’in sınıfından Mardin’li Abdurrahim derslerde öksürüyordu. Viziteye çıkmak istemiş, bölük yazıcısı kabul etmemişti. Tahir araya girerek; Abdurrahim’in, okula haftada bir gün gelen okul doktoruna çıkmasını sağlamış, okul doktoru muayene bile etmeden birkaç tablet ağrı kesici vererek başından savmıştı. Günler geçiyor, öksürüğü kesilmiyordu. Tekrar viziteye yazdırarak yeniden doktora çıkmasını sağladı Tahir. Sonraki günlerde sınıfa gelmeyen Abdürrahim’in hemen karşıda asker hastanesine yattığını öğrendi. Epey bir aradan sonra hastaneye giderek geçmiş olsun demek istedi, bulamadı. Doktorlar Abdurrahim’i İstanbul Heybeli Ada sanatoryumuna sevk etmişlerdi.
Sınıfına girerken bölük komutanı çıktı önüne.
“Derse geç kaldığının farkında mısın?” dedi Tahir’e.
“Abdürrahim verem olmuş, İstanbul’a sevk etmişler sanatoryuma. Hep sizin yüzünüzden geç kaldı bu çocuk. Uğraşa uğraşa zorla yazdırdım viziteye! Doktor dersen üç hapla geri yolladı çocuğu. Asker değil misiniz, hep aynısınız!”
“Bana bak Tahir Hoca!” diye kükredi bölük komutanı. “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin!”
Bölük komutanı Hayrettin Bey kısa boylu, göbekli, öğretmenlerle arkadaş olmayı önemseyen birisi olmasına karşın tek tip elbise konusu nedeniyle öğretmenlere tepkili davranıyordu artık. Tahir derslerine dikkat ediyor, açık vermemeye çalışıyordu. Bir açığını bulursa Hayrettin Bey’in affetmeyeceğini iyi biliyordu.
Tahir, ara sıra yaptığı gibi nöbetçi olduğu bir gece er öğrencilerini koğuşlarında yatırdıktan sonra paraloyı da bildiğinden nizamiye kapısından çıkarak evine gitti. Ertesi sabah okula geldiğinde bölük yazıcısı:
“Hocam!” dedi “Komutanım sizi odasında bekliyor.”
Tahir bir aksilik olduğunu anladı hemen. Kapıyı tıklatarak içeri girdi:
“Buyurun Başçavuşum, beni çağırmışsınız.”
“Önce hazrola geç bakalım karşımda!” diye emretti, Hayrettin Bey.
“Bırak şimdi hazrolu da… Ne diyeceksiniz? Ders zili çaldı. Öğrenciler beni bekliyor!”
“Dün gece nöbetten kaçmışsın. Hakkında tutanak var!”
“Kim tutmuş tutanağı?”
“Sen dün gece kaçarken ben de bisikletle arkan sıra geliyordum, hiç mi fark etmedin?
“Ne yapmak istiyorsun?”
“Benim yapacağım bir şey yok! Hesabını askeri mahkemede verirsin artık!”

Uyku tutmuyordu Tahir’i. Nöbetten kaçmanın cezası en azından hapisti. Kısa süreli hapis cezası alan erleri yerleşkedeki çadırlara kapatıyorlar, yemekleri çadırlara getiriyorlardı. Tahir de bu çadırlardan birine kapatılıp, Zeynep’le Engin’den ayrı kalacak, el aleme rezil olacaktı… Birkaç öğretmen arkadaşını arabulucu olarak Hayrettin Dörtkol’a gönderdiyse de sonuç alamadı. Daha sonra ikinci bölük komutanı Darende Başçavuş’a giderek, Hayrettin Dörtkol’un kendisi hakkında mahkemeye sevk dosyası hazırlattığını söyledi.
“Ne halt yemeye çalışıyor bu adam! Delirdi mi ne?” diyerek odasından çıkıp, Hayrettin beyin odasına yöneldi. İçerde kaldılar bir süre. Çıktıktan sonra:
“Tahir Hoca!” dedi.Darende Başçavuş, “Ne dedimse yola getiremedim hergeleyi. Dosyayı yarın Okul Komutanlığı’na yollayacak! Yanıma gel, seni okul komutanına çıkarayım. Özür dile! ‘Bir daha yapmayacağım komutanım! De ! Oğlum şakası yok bu işin! Kodese tıkılırsın sonra…”
Ertesi gün akşamüstü Darende Başçavuş Tahirle birlikte Okul Komutanı’nın kapısında dikeldiler. İçeride bir başkasının olmadığını anlayan Darende Başçavuş kapıyı tıklattı. “Geeel!” diye gürledi komutan içerden. Darende Başçavuş girdi içeriye tedirgin. Az bir zaman geçmişti ki: ‘Sen çık, Tahir Öğretmen girsin!’ diye bağırdı yeniden Okul komutanı.
Tahir, süklüm püklüm süzüldü içeri. Topuklarını vurarak selam verdi.
Okul komutanı Tahir’i aşağıdan yukarıya süzerek:
“Sen ha!” dedi. “Benim en gözde öğretmenim!... Bendeki verilere göre sınıfında yüzde yüze yakın başarı gösteriyorsun! Böyle bir adam nasıl yapar bu yanlışı.?”
Tahir’in kendisini savunacak bir gerekçesi yoktu. Ağzında bir şeyler gevelemeye başlamıştı ki:

“Bırak şimdi bunları!” dedi komutan. Tahir’in mahkeme dosyasını elinde tutarak:
“Bu dosya sürekli masamda duracak! Bir daha böyle olumsuzlukla çıkarsan karşıma, imzalayıp göndereceğim mahkemeye, bilesin!... Çık dışarı şimdi…

Tahir’in başından geçenler diğer bölük öğretmenlerince duyulmasına karşın gene her gece nöbetten kaçma olayları sürdü gitti. Bölük komutanları bu konuda uyarılar yapıyor, yakalanırlarsa göz yummayacaklarını açık açık söylüyorlardı.
Hayrettin Dörtkol’un nöbetçi subayı olduğu bir gece, er öğrenciler yatırıldıktan sonra, nöbetçi öğretmenlerden evliler evlerine kaçmış, bekar olanlar Tahir’le birlikte gelip koğuşa yatmışlardı. Gırgır, şamata uyuyamamışlar, zaman geçirmek için sırayla fıkra anlatmaya başlamışlardı. Gece yarısına doğru Nurettin yatağından inerek giyinmeye başladı.
“Ben gidiyorum arkadaşlar!” dedi. Gelmek isteyen vara gelsin benimle! Parası olmayanın parası benden!”
“Sözünde duracaksan ben de geliyorum lan!” dedi Osman.
Hepsi birden doğruldular yataklarında!
“Hadi giyinin de topluca gidelim.” dedi Nurettin. Işımadan gelir gireriz yataklarımıza. Nöbetçi subayının ruhu bile duymaz!”
“Ben gitmiyorum!” dedi Tahir. Biliyorsunuz vartayı daha yeni atlattım! Hem ben…”
“Anladık oğlum anladık!” dedi Nurullah. Belli ki, yengenin kulağına gider diye korkuyorsun!”
Tahir koğuşta tek başına kalmıştı. Arkadaşları dönene kadar uyuması olanaksızdı. Kısa bir süre sonra koridordan ‘rap, rap!’ diye ayak sesleri Tahir’e karşı yaklaşmaya başladı. Belli ki, nöbetçi subayı idi. Tahir Battaniyeyi başına çekerek sırt üstü uzanıp, yumdu gözlerini. Ayak sesleri iyice yaklaştı, Tahir’in başında durdu. Sessizce bekledi bir süre. Daha sonra uyuma numarası yapan Tahir’in battaniyesini çekip açtı yüzünü. Tahir büyük bir ciddiyetle uyur gibi yapıyor, inandırıcı olsun diye de hafiften horluyordu.
“Numaradan uyuma Tahir Hoca!” dedi Hayrettin Dörtkol. Sesi alaylıydı. Arkadaşlarını ele vermek istemiyorsun ama onların ne halt karıştırmaya gittiklerini bilmez miyim ben?”

Ertesi sabah Okuma Yazma Okulu’nun hoparlöründen nöbetten kaçan öğretmenlerin tek tek adları okunuyor, Nöbetçi Subayı’nın odasında toplanmaları isteniyordu.



Şubat ayının ortalarında bir sabah hava henüz ışımamışken Tahir’lerin evinin kapısına vuruldu. Tahir derin uykudaydı. Zeynep sesi duydu, Tahir’i uyandırdı:
“Kalk hele Tahir!” dedi “Kapı çalınıyor.”
Tahir. ‘bu saatte kim olabilir ki’ diyerek aceleyle kalktı, çekine çekine dış kapıyı açtı. Bir el feneri tutuldu gözüne. Tanımıştı. Mahallenin bekçisiydi.
“Tahir Toprak sen misin?
“Evet benim.” dedi Tahir.
“Konukların var memleketten!”
Bekçinin hemen arkasında duran uzun adamı gördü Tahir. Babası Mehmet Çavuştu. ‘Babaa!’ dedi, sarıldı boynuna… Elini öptü.
“Oğlum!” dedi. Mehmet Çavuş, “Mahallenin adını ve kapı numarasını yazmışsın ama sokak adını yazmamışsın! ‘Arada bul Sarı Çizmeli Mehmet Ağayı! Aha bu bekçi gardaş sağolsun. Düştü önüme de, yol boyundki tüm evlerin kapı numaralarını çakmak ışığında okuya okuya sonunda bulduk sizin evi. .Öyle de ayaz ki, ellerimiz dondu.
“Gel içeri baba!”
“Anan garjda bekliyor oğlum!” dedi Mehmet Çavuş. “Yüklerimiz de var.”

Mehmet Çavuş’la Tahir otobüs garajına vardıklarında Annesi Fatma Kadın, elektrik direğinin dibine çömelmiş, iki kolunu getirdikleri yük torbalarının üzerine koymuş bekliyordu. Tahir’i görünce:
“Oğuuul!” diyerek ayağa kalktı. Ana oğul sarılıp kaldılar birbirlerine.
“Beni bu kadar kucaklamadın!” dedi Mehmet Çavuş. “Yeter gayrı!”
Hüzünlü havayı dağıtmak istemişti belli ki…
Eve girdiklerinde hava ışımış, Zeynep’te sobayı yakmış, çay hazırlamak için mutfağa inmişti. Mehmet Çavuş’la Fatma gelin, sıcak yatağında mışıl mışıl uyuyan Engin’i izlediler bir süre…
“Epey büyümüş!” dedi, Fatma Gelin. “Ne de çok Tahir’e benzeyecek!”

Daha sonra getirdikleri torbaları boşalttılar mutfak tezgâhının üstüne. Neler yoktu ki? Bulgur, erişte, çökelek, tereyağı, ahlat kurusu, buğday unu… Taa Mesudiye’den İstanbul’a, oradan da buraya taşımışlardı bu kadar yükü… Tahir, en çok ahlat kurusuna bayıldı. Yemeye başladı hemen. Çocukken evlerinin tavanında serili ahlat kurularını gömleğinin içine doldurarak birer birer çıkarıp yediği günleri anımsadı. ‘O günler yoksulluk diz boyu idi ama sevinçler o kadar çoktu ki…’ diye geçirdi içinden…



Bahara doğru erik ve kiraz ağaçları tomurcuklanmış, Kazdağları’nın eriyen kar suları Edremit derelerini doldurmuştu. Çöpçatan Parkı türlü çiçek ve güllerle bir kilim gibi dokunmuş, çöpçatanlığa yeniden soyunmuştu… Tahir’le Zeynep, Engin ortalarında akşam gezintisine çıkıyorlar, bir süre dükkânların vitrinlerini izledikten sonra soluğu Çöpçatan Parkı’nda alıyorlardı. Tahir, hafif kıvırcık kumral saçlarını yana tarıyor, Altın Makas Terzisi’ne taksitle diktirdiği İspanyol paça gri beyaz karışımı kareli pantolonunu ve kısa kollu beyaz gömleğini üstünden hiç eksik etmiyordu. Zeynep’te; kısa elbisesi üzerinde el örmesi hırkası, omuzlarından aşağı dökülen uzun siyah saçları ve beyaz ayakkabılarıyla Çöpçatan Parkı’nın renkleri arasında bir gelincik çiçeğini andırıyordu. Engin’e giydirdiği el örmesi giysiler Edremit Kadınları’nın ilgisini çekiyor, Zeynep’ten nasıl örüldüğüyle ilgili bilgi alıyorlardı. Bu gezintilerde Engin fazla yürümek istemiyor, Tahir’in omzuna çıkmak için tepinip duruyordu. Bayram günleri Pazar yerine salıncaklar kuruluyor, Edremit’in genç kızları ve delikanlıları gece gündüz gençliğin verdiği heyecanla sallanıp duruyorlardı. Tahir’ler bu salıncak sefasını kaçırmazlar, Engin’i aralarına oturtarak yorulana değin sallanarak bayram sevinci yaşarlardı.



Mehmet Çavuş’la Fatma Kadın Edremit’te kısa bir süre konuk kaldıktan sonra yeniden İstanbul’a dönmüşler, Mehmet Çavuş ayrılırken:
“Ne güzel memleket oğlum.” demişti. Sayende geldik gördük buraları. Mesudiye nere, Edremit nere? Kuş misali şu insanoğlu. “

Martın sonlarına doğru bir telgraf aldı Tahir.
‘Ağabey,
Babamı Cerrahpaşa’ya yatırdık.
Pazartesi günü ciğerlerinden ameliyat olacak!
Acele gel.
Kardeşin Rıfat Toprak.’
Acı düştü yüreğine Tahir’in. Demek ki ciğerleri iyileşmemişti.
Pazartesi günü sabahtan Annesi Fatma Kadın ve diğer kardeşleriyle birlikte Ameliyathanenin kapısını tutmuştu. İçerden gelecek haberlere odaklandılar. Bir süre sonra önceden alınan dört ünite kan yetmemiş olmalı ki, ameliyathane kapısı aralanarak, iki ünite kana daha gereksinme olduğunu bildirdiler. Tahir’le Ağabey’i koşarak Aksaray’daki Kızılay Kan Merkezi’ne koştular, İki ünite kanı alıp yetiştirdiler. Uzun bir süreden sonra Mehmet Çavuş baygın halde ameliyattan çıktı. Sedye ile servise götürülürken Tahir de bir an önce Edremit otobüsüne yetişmek için ayrıldı hastaneden.
Ameliyattan on gün sonra hafta sonu tatilinde Tahir’ler İstanbul Cerrahpaşa’ya Mehmet Çavuş’u ziyarete gittiler. Ayağa kalkmış, koridorlarda yürüyecek kadar güçlenmişti Fatma Kadın bir an olsun ayrılmıyordu yanından. Tahir’lerin ayrılış saati geldiğinde, Mehmet Çavuş onlarla birlikte hastanenin bahçe kapısına kadar yürümüş, Engini kucağına alarak yüzünü okşamış, Zeynep’le Tahir’i gözlerinden öperek:
“ Gidin artık!” demişti. “Merak etmeyin, iyiyim ben. Haftaya taburcu olur giderim eve…”
El sallamıştı arkalarından.



Mayıs ayı geldiğinde iyice ısındı havalar. Zeynep’le Tahir’in yaptıkları ilk iş, kış boyu başlarına bela olan teneke sobayı söküp atmak oldu. Evde is kokusundan geçilmiyordu. Tüm eşyaları dışarı atarak duvarları kireçle badana ettiler. Avluya ateş yakarak çamaşırları kazanda kaynattılar. Bembeyaz çamaşırları avluya gerilen iplere sererek kuruttular. Kışın kiri pası atılmış, bahar çiçeklerinin kokusu her yanı kaplayarak yeni bir sevinç kaynağına dönüşmüştü.
Bu aralar bölük komutanları öğretmen odalarına sık sık girip çıkıyorlar, nöbetçi öğretmenlere göz açtırmıyorlardı. Eskiden olduğu gibi arkadaşça değil, daha resmi ve otoriter davranmaya başladılar. Öğretmen odalarına konulan günlük gazeteler kaldırılmış, öğretmenleri sınıflarındaki etkinlikleri bile gözetlenir olmuştu.
Okul komutanı Öğretmenlerle en son yaptığı toplantı da :
“ Ben öğretmenlerime güveniyorum. Kurallara uyacaklarını, kanunlara aykırı davranışlara kalkışmayacaklarını biliyorum. Zaten gözümüz üzerinizde! Bizde sivil yaşamdaki gibi hoşgörü olmaz! Gereken yapılır! Dikkatli olun!” tehdit yollu uyarmasından bir olağan dışılığın olduğu belirgindi. Ayrıca bölüklerde öğretmen görünümlü mit elemanlarının bulunduğu, ve her öğretmenin tavır ve davranışlarını izledikleri söylentisi almış yürümüştü. Herkes birbirinden kuşkulanır duruma gelmişti.
1972 yılının beş mayısı altı mayısa bağlayan gecesinde Mamak Cezaevi’nin avlusunda sabaha karşı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını astılar.Bu acı Haberi sabah radyoda dinleyen Tahir beyninden vurulmuşa döndü. Zeytin ağaçları arasında Okuma Yazma Okulu’na doğru yol alırken sendeliyor, gözünden akan yaşlara engel olmuyordu. Kendisinden birkaç yaş büyük olan bu gencecik insanları neden asmışlardı. Hele o yağlı ipleri korkusuzca boyunlarına kendi elleriyle geçirirken: “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” “Yaşasın Türk ve Kürt Halkları’nın kardeşliği!” “Yaşasın tam bağımsız Türkiye!” diye bağırarak kendilerini asanlara meydan okumalarına akalı ermiyordu Samsun Tepeleri’ndeki Amerikan radarları, İstanbul Boğazı’nda izlediği Altıncı filo, Taksim meydanındaki şiddet olayları, Başbakan Demirel’le Johnson’un gazete manşetlerindeki yan yana boy fotoğrafları, Amerikan süt tozları, bezi, buğdayı… Beyninde harmanladı durdu Tahir bunları. Gazeteler, radyo programları sürekli Amerikan sevgisi aşılıyor, Amerika için Kore’de yüzlerce şehit verdiğimizi anlatıp duruyorlardı. “Amerikan Emperyalizmi ne demekti? Biz, tam bağımsız değimliydik? Bu Kürt Halkı da neyin nesiydi. 1966 yılının ağustosunda Varto Depremi nedeniyle Akpınar’a Varto’dan gelen öğrencileri anımsadı. Bir araya geldiklerinde Kürtçe konuşuyorlar, diğer öğrenciler de onları ‘Kürtler’ diye niteliyorlardı.
“Bize öğretilenlerle gerçekler birbiriyle hiç uyuşmuyor” diye söylendi Tahir.
Okula geldiğinde dersliklerin kapılarına, koridorlara, öğretmen odalarına silahlı nöbetçiler yerleştirildiğini gördü. O zaman anladı Tahir son günlerdeki olağan dışı uygulamaların Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarıyla ilgili olduğunu. Öğretmenlerin olası tepkilerini engellemek istemişlerdi.

Öcalan Mustafa
Kayıt Tarihi : 7.2.2018 01:19:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Öcalan Mustafa