(Tahlil) İbrahim ÖZCAN'IN ŞİİRSEL YOLCULUĞU

Mustafa Ceylan
658

ŞİİR


21

TAKİPÇİ

(Tahlil) İbrahim ÖZCAN'IN ŞİİRSEL YOLCULUĞU

Mustafa CEYLAN
-Tahlil-

Antoloji.com' daki Güllük grubumuzun bu haftaki konusu İbrahim ÖZCAN…. Grubumuz üyesi İbrahim ÖZCAN ile yapılan röportajları sizlere sunduk. Gördük ki, tek kaygısı “şiir” olan gümbürdeyen bir yürekle ve şiirin anlam ve önemini, tarihsel sürecini algılamış ve kendi şiirsel yolculuğunu – “poetika”sını- ortaya koymaya çalışan bir şairle karşı karşıyayız…

Üstelik, sadece kendini değil, bütün bir ulusu ve güzel dilini, şiir sanatını kendine amaç-gaye edinmiş ve tek kaygısı-çabası bu olan bir hedef adamıyla, elini taşın altına sokan, çileye talip olan bir dostumuz gündemimizde…

Dostumuzun çilesine talip olduğu Hayal Şairleri’ nin grubunda yapılan son açıklamayı aynen buraya alarak grubumuz üyelerinin de bilgisine sunuyorum.

Çünkü şiir isimli o büyük ve gizemli sevdamızı kendine amaç edinmiş her oluşum, grup,kişi; kim ve ne olursa olsun, bizim has dostumuzdur. Asla onun çalışmasını kıskanmaz, ona yollardan yol açmaya ve her türlü desteği vermeye hazırız… Hayal oluşumunun 2000’li yılların edebi akımlarından birisi olmasını ve edebiyat tarihimize iz bırakmasını yürekten diliyorum.

Yıllardır hep özlemini çekmişiz. Edebi bir akımın sancısını çekmişiz… Ve aldığımız her haber, her ışık bize umut olsun istemişiz… Bugün sayıları '500’ ü çoktan geçen Hayal grubunun kurucusu ve sorumlularından birisi olan İbrahim ÖZCAN kardeşimizin şiirlerinin tahliline girişmeden önce, oluşumlarının duyurularını evelemirde verelim ve dostlarımızdan bu duyuruya yaptıkları birkaç yorumu da iletelim istedik.

Yorumumuza kıymetli üyemiz İbrahim ÖZCAN’ ın antoloj,.com’ daki şiirleri arasında ilk şiirim dediği şiirini sunarak başlayalım. Konya’ da 1987 yılında kaleme alınmış olan bu şiir, şairimizin şiirle daha ilk sarmaş dolaş olduğu yıllarda ki duygularını ifade etmektedir. O yıllarda, Konya bozkırında gün batımında toz pembe hayâller kurmaktadır.

Geliniz bu ilk şiirini birlikte okuyalım. Şiirin dizeleri şöyle:

“O t u r m a k
Bir akşam üstü
Kumsalın ıslaklığına
Toz pembe hayaller kurup
S e y r e t m e k
Batan güneşi
Ufkun pençesinde
Veda ederken o kızıl gurub...
S ı y r ı l m a k
Fani bedenden
Üç dün'lük dünyanın
Eleminden kederinden
K a y b o l m a k
Azgın dalgalarda
O kapkara bulutlarla sarmaşdolaş
Masmavi denizlerle kankardeş
Baktıkça içini titreten
Bambaşka alemlere götüren
Sevgilinin masum gözleri niyetine
Gökyüzünün kopkoyu kızıllığında...”

Şair Özcan, hayâllerinin bulutsu kanatlarıyla yerden yukarı doğru yükselirken, dünyadan – bu maddi âlemden de uzaklaşmak ister. “üç dün’lük –dikkat gün’lük demiyor-dünyanın / Eleminden kederinden” sıyrılmak ister. Bu ilk şiirde dört eylem dikkatimizi çeker. Bunlar “oturmak/ seyretmek/ Sıyrılmak/ kaybolmak” tır ve şiirin dokusunun da ana hatlarını teşkil eder.

Oturmak… Nerede ve ne zaman? Cevabı: Bir akşamüstü kumsalın ıslaklığına…

Böyledir bizim bozkır delikanlıları ve böyledir Anadolu insanı işte. Bütün ırmaklar denize doğru, o büyük okyanusa doğru hıçkıra hıçkıra akar gidermiş. Bizim boz toprağın evlâtları da, yüreklerinde hep bir su, deniz, ırmak ve büyük çağıltılar özlemiyle tutuşur giderler. İçlerindeki su yanar, gönülleri yanar özlem ateşiyle… Suya özlemle…

Hayâl, ayakları yerde iken, beyni-aklı-gönlü ve astral bedeniyle ruhu yukarılarda, ötelerde gezinmenin adıdır. İcadın, keşfin ve beşer yaratıcılığının anahtarıdır… Hayâlsiz insan özü boş bir kütüktür, yeşeremez.. Amaçsızdır ve ilkesizdir… Ben böyle bilirim.

Ancak, ötelerde gezinirken, kişi oğlu, kendini de sorunlarını da götürür beraberinde.. Bu sorunları, dertleri vardığı o ideler âlemindeki objeler ve akışlarla hamur eder yoğurur… Resmini çizerken titreyen elleriyle uykusuz geçen hasret yüklü saniyelerin, eriştiği durağın içindeki gökkuşağını dolar beline ve renkleriyle manzarasını düşürür diline…

İlk şiirinde şairimiz İbrahim Özcan, gökyüzünün maviliklerine ve derinliklerine baktıkça bir deniz hasretiyle kavrulur. O denizde sevgilinin gözleri vardır ve o gözler masumdur. Bulutlar kara, zaman kapkara da olsa, o gözlere baktıkça içi titrer… Sıyrılır üç dilimlik dünya yuvarlağından ve bambaşka âlemlere erişir. O âlem eleme son veren, sevdiğinin bulunduğu alemdir…

Ahmet Haşim’ in “yollar” ve “O belde” şiiri, Yahya Kemal’ in “Deniz Türküsü” veya “uçuş” şiirlerini anımsadım…

Fuzuli’ de

“Gelün ey ehl-i hakikat çıhalım dünyadan
Gayri yerler gezelüm özge Safâlar görelim”

Demişti bir şiirinde… Özcan’ da aynı şeyi söylemiyor mu?

İkinci Meşrutiyet döneminde “hayalciler” ve “hakikatçiler” birbirlerinden ayrı gruplar meydana getirmişlerdi. Ve yıllarca hayal mi, gerçek mi türküsü, hece mi, serbest mi kavgasını yaşadı sancılar içindeki edebi dünyamız.

Ama, Mevlâ’ ya şükür, bugün bu yok. Bugün artık anlaşıldı ki, hem hayalsiz, hem de hakikatsiz yapamayız… Şair de bu ikisinin arasında dans eden kutlu sanatçı… Hangi vezin ve şekille yazılırsa yazılsın, eserin özgün-orijinal ve bana göre anlaşılır bir topoğrafyası olmalıdır. Şairimiz Özcan’ da anladığım kadarıyla benim gibi düşünüyor. Ürünleri sanat yapmak adına anlaşılmaz ve girft çıkmaz sokaklarda gezinmiyor, kendisini ve söylemini saklasa da yeri geldiğinde alenileşiyor, ben buradayım, işte karşındayım arkadaş deyiveriyor…

İçinde yaşadığımız fani dünyadan nefret duygusu, şair yüreği ötelere-içinin içindeki dünyaya götürür…Çünkü ötede ideal bir dünya daha vardır. Ve o dünya mutluluk vaat eder. Bütün insanlık asırlar boyunca görülen ve içinde yaşanılam maddeler aleminden bir manâ aleminin varlığı peşinde koşmuştur. Dinler, felsefeler, anlayış ve fikir sistematikleri, hepsi hepsi; mutlu bir yaşamı vaat ederlerken, hep öbür alemden pasajlar aktarmışlardır. Bizim edebiyatımızda Ahmet Yesevi ile başlayan eren-derviş-alperen hareketi de ötelere-uzaklardaki suya ulaşmanın yanında insana ve topluma huzur sunma hareketidir. Bütün Anadolu baştan başa onunla hemhal olmuştur. Batı’ da ise “Rönesans” tan sonra öteler fikri kendine yer bulabilmiştir. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal ötelerdeki özlenen alemin şiirini yazmışlardır hep. İbrahim Özcan’ da öyle… Bu ilk şiiriyle bile kendini ele vermektedir…

İbrahim Özcan’ ın antoloji.com’ daki şiirlerinin birinci sayfasından yolculuğumuza devam edelim hele.
Şairimiz, bir şiirinde diyor ki:

“öyle acımaklı gözlerime bakan kız
yarını meçhul bu deli-dolu oğlan
nafile umutlarla sevda yollarında
kaç yaz harcamış kaç güz
kaç gece tuş etmiş kaç gündüz
yok öyle! .. Hor görüp de dudak bükme
yazısı kara olmaya görsün adamın
deva niyetine katranlar içtin mi sen de? ..
kanadı vurgun yemiş şiirlerle
birazcık uçarı olmayı umdun mu gecelerce? ..
hiç sevda yarası çektin mi örneğin? ..
terkedilmeler ihanetler
sen bana bakma, allah aşkına!
adını bile sormadan dert anlatılır mı adama?
sen bana bakma
yılların alışkanlığı
ne zaman kanım kaynasa bir usul boyluya
yaparım bu ahmaklığı
güzeller güzeli
yer yüzünün kanatsız meleği
hazanda yediveren
baharda kan çiçeği
adın neydi senin sahi? ..”

İşte bu İbrahim Özcan dostumuz, işte bu… “Kanadı vurgun yemiş şiirler” in şairi… Geçer, kendisine acımaklı ve hor gözle bakan usul boylusunun karşısına… Söyler yürek kitabından, haykırır… Kara yazılı olduğunu, sevda yarası çektiğini der… Adını bile öğrenemediği o usul boyluya dökülüverir can bakracı…

Şair Özcan, serbest vezin şiir yazıyor, ama heceye de hakim. Şiirlerinden edindiğim intiba bu. Okuduğumuz bu şiirde kız/ güz/ gündüz- bükme/sende/gecelerce- çiçeği/meleği, adama/ bakma/aşkına/yollarında gibi ses uyumlarıyla şiirine ahenk getirmeye çalışmış. Her ne kadar tam kafiye değilse de, kökten kafiye değilse de bazıları, ekten ses uyumlarıyla ritmini kurmaya çalışmış…

Cahit Külebi’ nin şiirlerinde, insanı bıktırmayan, oldukça serbest ve kendisini hissettiren, ben buradayım diyen bir musiki dili vardır. İbrahim Özcan’ da bunu yapmaya çalışıyor işte… Orhan Veli ile Cahit Külebi arasından yeni bir “ışık salkımı” benzeri YOL çıkarmaya-poetika’sını örmeye çalışıyor şairimiz… Uzun olmayan ve yormayan cümlelerle-mısra yapısıyla, dar alanda çok şeyler ifade ediyor…

“güzeller güzeli / yer yüzünün kanatsız meleği /hazanda yediveren/ baharda kan çiçeği” olan usul boylusuna “sen bana bakma, ben hep bu ahmaklığı yapar” içimi dökerim” demektedir. Şair, saf, arı ve yalın yüreklidir. “Kanadı vurgun yemiş şiirlerle” sarılır yarası. Yunus Kulak kardeşimin bir şiirinde “şiir bastım yarama can” dediği gibi, İbrahim Özcan’ da yarasını şiirle sarmakta, derdini şiirle hafifletmektedir. Gerçek şair olan da şiirle nefes alıp verir ve şiir olmaz ise dünyası kurumuş çöle döner, yıkılır aniden…

Bu şiirde “acımaklı göz”, “meçhul deli-dolu oğlan”, “geceleri tuş etmek”, “hor görüp dudak bükmek”, “yazısı kara olmak”, “deva diye katran içmek”, “vurgun yemek”, “sevda yarası çekmek”, “kanı kaynamak” gibi konuları üzerinde saatlerce durulabilir ve sayfalar dolusu yazılabilir. Görülüyor ki, halkın kullandığı “öz deyimleri ve ata sözleri”ni şairimiz kendi teknik ve taktiğiyle öylesine ustaca şiirine malzeme yapıyor ki…. Usul boylusuna dilinden dökülenlerin anası-esası bunlar… Şiirin son dizelerinde kendisini anlamayan o sevgiliye “hazanda yediveren/ baharda kan çiçeği” diye hitap eden şair, söyleyeceği bütün sözleri özetleyivermiştir.

“Hazanda yediveren olmak ve baharda kan çiçeği olmak” yeniden diriliş, uçurumun kenarından uçsuz bucaksız yaşama geri dönüştür. Bunu sağlayan da “usul boylu”sudur. Yılların alışkanlığı vardır ve yüreğini açıvermesinden de kendini “ahmak” saymaktadır. Dil mi tutulur hazanda yediveren bir can’ ın karşısında… Tutulamaz elbette. Özcan, böyle dese de yürek dili susmaz işte…

Kendisi zamanla yarışırken, ömrü sevdalarla yarışan bir şairdir Özcan… Şimdi sunacağım şiir, o’ nun gayet akıcı-lirik ve “hece-aruz kanat vuruşu”nu andıran güzel bir şiiri olacak dostlar. Hele bir göz atın şu mısralara. Bana hak vereceksiniz. Diyor ki:

“Adana - Mersin trenlerdeyim
alaca karanlık puslu akşamlarda
mevzii sağanak kederlerdeyim
benzi soluk buğulu camlarda

ben zamanla yarışırım
ömrüm de raylarla

hani cemre düşer ya
şubat ortasında,
hava'ya, toprağa su'ya...
düşer bir de benim
on beş şubatlı kanıma...

ya sonrası? ...
sonrası; mart ardından baktırır,
şarkı - şiir yaktırır

Adana - Mersin trenlerdeyim
zifiri karanlık gecelerde
ağır sağanak elemlerdeyim
buğulu soğuk pencerelerde

ben zamanla yarışırım
ömrüm de sevdalarla.”

Gördünüz değil mi? Yaşayan Orhan Veli, ya da Ümit Yaşar Oğuzcan… Ne derseniz deyin, kime ve nasıl benzetirseniz benzetin, bu şiir, bu akıcılık, bu söylem biçimi türkü tadında değil mi? Serbest şiir böyle olmalı işte…Canlı, diri, hareketli… Alıp götürmeli beni, kendi göğsünde şiir, kendi ikliminin hamurunda yoğurmalı… “mevzii sağanak kederlerde” bulunan şairimiz gibi, bu şiirle ben de gittim trenlerde, zamanla yarıştım, raylarla uzandım sevdalara…

Bence sadece bu şiir, İbrahim Özcan adını edebiyat tarihinde yaşatacak güçte bir şiir. Şubat ve Mart’ın bu kadar güzel anlatıldığı bir başka şiire rastlamadım… Şiirin girişiyle sonuç kısmı birbirini bütünlüyor… Müzikalite için ses uyumları tabiri caizse “cuk oturmuş”… Bal tadında bir şiir.

Hani usul boylusu vardı ya İbrahim kardeşimizin, işte ona yazdığı bir şiiriyle bu bölümümüze gülden bir virgül atalım olmaz mı? Şiiri şöyle dostlar:

“ben gidince de
şiir yazarsın demiştin,
birazcık da isterik
alaycı gülümsemiştin.
yokluğunla kararmış gecede
önce rüzgar sustu,
sonra yaprak sesleri
duvardaki yorgun saatimde.
hasretim katmerleşip
acılarım depreştiğinde,
hele bir de sen gidince
ağıt da yazarım şiir de...”

-1-
Ülkü Tamer “Şiir İçin Cevaplar” başlıklı şiirinde

…Şiir gecenin kardeşidir
…gündüzün annesi.

Yürekteki büyükbabadır şiir.

-2-
…Şiir örümceğin sesidir
…duvarın şarkısı

Duvarcının türküsüdür şiir.

..............................

Peki Ülkü Tamer’in şiiri anlatan bu şiirine burada İbrahim Özcan konusunda ihtiyaç ne? Diye soru sorabilirsiniz… Peki o zman, önce İbrahim Özcan’ ın aşağıdaki mısralarını bir okuyalım, olmaz mı?

“soğuk zemheri akşamı hüzün dolu otel odamda
yine acılarım başladı. yüreğimde pişmanlıklarla
dayanmak öyle zor ki baba! .. bir daha görememek mi seni
düşünmek bile deli ediyor beni. nasıl anlatsam bilemiyorum.
utanıp üzülüyorum kahrolup kendi kendime
lanetler ediyorum...keşke, seni anlasaydım.
çocuklar gibi darılıp babalık ahını almasaydım.
affet beni baba! ..son bir kez olsun,
bir büyüklük daha yap yolunu kaybetmiş,
sarhoş, berduş oğluna.
yine nöbetteydim,
sıradan haziran akşamı; sanki içime doğdu,
bir şeylerin olacağı. içim sızladı, irkildim,
hissediyordum, bedenimden koptuğunu
ortalık sarı sıcakken bir anda karanlık oldu
semayı bulutlar sarıp yağmur, dolu yağıyordu
şimşekler çakıp yıldırımlar atıyordu..
belki de babacığım; çoktan haber almıştı da,
son yolculuğunu; ardından gökler ağlıyordu.
işte o an; o an, acı bir telefon...
söylemesi bile, öyle zor ki baba! ..
hiç düşünmezdim böyle olacağını,
kara haberini bir nöbette alacağımı.
bir şeyler, bir şeyler düğümlendi gırtlağımda
nefes alamıyor, konuşamıyor
ortalığı cehennem eden kara bulutlara
bomboş bakıyordum.
Ah..! o bulutlar yok mu, o bulutlar
sonunda yapacaklarını yaptılar.
bin bir hoyratlıkla gelip, yakıp kavurdular; ciğerimi.
en masum anımda,
parçalar kopardılar bedenimden diri diri
kahpe, soysuz bulutlar.
çaresiz kaldım baba! ..
lanetler ediyorum şimdi, o kara bulutlara,
sarı sıcak hazirana ve seninle aynı dünyada,
sensiz gecen yıllara.
çaresiz kaldım baba. geçti bir kere,
film bitti. limandan kalkan hasret gemisi gibi.
bir an geri çevirmek geldi içimden.
ama nafile! limandan kalkan gemi,
pişman olmakla geri döner mi.
onu bile beceremedim.
doğru dürüst evlatlık edemedim.
beceremedim baba! beceremedim...
her zamanki baba - oğul nazlaşması dedim.
oysa, şimdi sen yoksun bense hayatta.
kahrolup gün be gün mahvoluyorum.
üzgünüm...affet beni baba!
hayatımın; en zor, en kara ağıdında;
yalvarıyorum son bir kez olsun,
bir büyüklük daha yap; yolunu kaybetmiş,
sarhoş, berduş oğluna...
seni çok özlüyorum baba!
iple çekiyorum görüşeceğimiz günü,
senin; gerçek dünyanda...”

İbrahim Özcan işte böyle duygusal bir yüreğe sahip. Ağzına kadar tıka basa duygu dolu bir yürek… Şiirini de o duygunun içinden, istiridyedeki inci gibi çıkarıyor…

Kendisi ile yaptığımız röportajda demişti ki, “yeryüzünde ne kadar insan varsa şiirin de o kadar tarifi var” demişti. Ülkü Tamer’ de yukarıdaki dizelerde 15 bölümde tariflerini sunmuş.. Bana göre ise şiir, yani has şiir; yoğunlaşmış duyguların dil imbiğinden süzülmesidir. Okuyanı sarıp sarmalayandır. Hüzün şiiri mi, ağlatandır. Neşe şiiri mi en azından tebessüm ettiren-güldürendir… Taşıdığı hissi hissettirendir. Uyuşuk, dolambaçlı ve uykucu olan mısralar olsa olsa “manzume” olur.

Zaten “Ey Şiir” isimli makalemde de bunu belirtmiştim. Askerde – sınırda nöbet başında, cenazenin başında, düğünde saz tellerinde, yolda gün batımında, hasılı kelam bütün hayatta şiir var… Ve bizimle bizde, bizsiz edemez şiir… Biz de onsuz edemeyiz…

İbrahim Özcan’ ın bir nöbet sırasında aldığı babasının Hakk’a yürüdüğüne dair haberde, şiir görevini yapıveriyor işte… Başını uzatıyor satırlar arasından ve sözcüklerle “ben buradayım” diyor, boğazında düğümlüyor hıçkırıkları, göz pınarlarından akıtıyor pişmanlıkları ve aklın hatırlama sayfasını açıp maziyi anımsatıyor şiir…

Harflerle ilmek ilmek dokunmuş bir gönül halısıdır şiir. Çılgın saatlerin inleyişidir ve sözcükleri deli gömleği misali sırtına geçirip, karşımıza geçen anlamsız-tarifsiz bir sevgilidir şiir… Ağlarız ağlar bizimle… Kahkaha atarız, bizden daha güzel güler… Acı çekeriz, bizden önce o duyar acımızı…
Şiir tutar kalemimizden ışık elleriyle, acımızı yazdırır. İşte o zaman şair oluruz biz. İçimizi dışa döktüğümüzde, yada dışarıdakini içimizdeki evin koltuğuna oturttuğumuzda…

Bağdatlı Ruhi bir beytinde demiş ki:

“Biziz ol suret-i eşyâda bulan mânâyı
Biziz ol nefs-i mezâhirde gören nakkaşı”

Evet, iyi şair sadece gözlemci değil, aynı zamanda iyi yorumcudur da… Hayatın dikenli yollarında çektiği acıları, yaşadığı unutulmaz kilometre taşlarını ve deneyimlerini, kültürel birikimiyle harman ettikten sonra yaba yaba- ekin ekin-mısra mısra savurur iyi şair…

İbrahim Özcan dost, bulutların şairidir. Çoğu şiirinde “bulut” sözcüğüne rastladım. Yerden göğe uzanan bir akış vardır o’ nun şiirinde… Zaten hayâl tutkunu olmasının da esas sebebi bu olsa gerek.

Tevfik Fikret, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, İlhan Berk de gökyüzünü hep bir kurtuluş sembolü olarak ele almışlardır. Ahmet Haşim, karanlığı sever, toplumdan kaçardı. Turgut Uyar, gök ve karanlık motifleriyle örmüş şiirlerini. Neden mi? Hep kaçıştan… Çünkü, mutsuz bir dünyadan kurtuluştur gökler… Toprak davacıdır, o dünyayı temsil eder. Ama gökler, hayâllerin dipsiz serüvenine açıktır.

Babalık ah’ ını aldığı babasına seslenişinde ki içtenliğe ve samimiliğe bakın. Şair, aynı zamanda samimi de olmalıdır. Öyle değil mi dostlar? Ortalık sarı sıcakken bir anda kara haberle kara bulutlar gelmişlerdir. Aslında yağan bulutlar değil, şairin göz yaşlarıdır. Babasının vefatının verdiği elemdir…
Babası ona daha önceleri “sarhoş-berduş” demiştir; bir bir anımsar babasıyla aralarında geçenleri… Hüzün yumağı olur çıkar şair… Üstelik nöbettedir…

İbrahim Özcan’ ın şiirsel yolculuğunun son bölümüne geldik dostlar.

Bütün bu şiirlerden sonra,

Günümüz Türk Şiirinin en etkin oluşumlarından birisi olan HAYAL ŞAİRLERİ OLUŞUMU ve başarısı için hiçbir gayret ve katkıdan çekinmeyen dostumuz İbrahim ÖZCAN, bazı yönleriyle bana da benziyor… Dilerim, bu çalışmaları boşa gitmez. Dilerim ki, Hayal Şairleri’ miz Türk Şiirinde kalıcı ve derin bir iz bırakırlar ve çağdaş bir edebi akım olarak Edebiyat Tarihimize geçerler.

Türkiye’ de ilk defa ŞİİR EVİ projesini başlatan İbrahim Özcan kardeşimi ve onun gibi aynı hedefe aynı katkıyı koyan dostları yürekten alkışlıyorum.

Temenni ederim ki, bir gün Antalya’ da da bir “şiir evi” açılır…

Asıl konumuza dönecek olursak, yukarıdaki şiirlerinden de görüleceği gibi, şairimiz İbrahim Özcan tepeden tırnağa Anadolu ve sevgi dolu bir şairdir. Konuları ele alış biçimi, sade ve dümdüz… Dolambaçlı yollardan seslenmez. Hece’ ye de hakim olan şair, yeni denemeler yapmaktan da kaçınmaz.

Yıllarca havacılık alanında çalıştıktan sonra, emekli olan şair, hava nakil cihazlarının ve kuşların uçuşu benzeri, ahenkli, düzenli ve mısra kanatları yerli yerinde bir şiir tekniğini kullanmaktadır. Şu mısralar onun şiirsel yolculuğunun özetidir. Diyor ki:

“Seversen; saçlarına taçlar yaparım şiirlerimden
Sevmezsen; akşamlarıma hüzün yağar,
gecelerim, cehennem...”

Evet şiire gözü gibi bakan ve onu sevgilinin başına taç yapmak isteyen bir şair… Sevgiden asla vaz geçmeyen, ama hüznün elinden de kurtulamayan birisi… Gecelere ve esmer akşamlara düşkünlüğün de hayâl dünyasının etkisi var… Hüzünle başlayan akşamların, geceleri cehenneme dönüşünü aslında yaşamak istemez.

Bir dostumuz, benim bu tahlil yazılarımı okuyunca, İbrahim Özcan için, çoğu şairlerin yaptığı gibi, çiçek, böcek, deniz şiiri yazmayan, Anadolu kokan ve yazan bir şair diye görüşlerini bildirmişti. Yerinde bir tespitti bu. “Kasap Sait’i Vurdular” şiiri, “Barış Türküsü” şiiri ve daha öteki şiirleri gerçekten okunmaya ve incelenmeye değer şiirler.

İbrahim Özcan’ ın antoloji. Com’ da ki sadece bir şiirini ona yakıştıramadım. O da b.k sözcüğü geçen bir şiiridir. Dilerim, bir daha bu pırlanta yolundan ayrılmaz ve kalemini o türlü kullanmaz.

Şairimiz, ben Ahmet Arif değilim, Ahmet Haşim değilim, Orhan Veli değilim, Nazım Hikmet değilim dese de bir şiirinde, kendi yolunu kendi çizen ve –poetika-sını oluşturmaya çalışan bir özgün şairdir. Tarih ondan da bahsedecektir.

Bir şiirinde;

“Kanatmak var ya yalnızlığın yarasını
Bu timsah gözyaşlı kocaman şehirde”

Diyen şairimizin şehri tanımlamasına bakın hele… Hangi şair de var bu? Timsah gözyaşlı kocaman şehir…

Yalnızlıkların ve çilelerin şairidir İbrahim Özcan… Resmi görevli iken, görevini yaparken, ya da kalabalıklar içinde kendi hüznünü içmekte ve yalnızlığın göklerinden ilhamını sağmaktadır… Isısız, eşsiz ve upuzun bir bozkırda tek bir “alıç” ağacı gibi hisseder kendini. Sonra o ağacın dallarından yere bağdaş kurar ve usulcacık şiirinin mimarisini çizer toprağa… Elleriyle koparır yüreğini sol böğründen, okur içini yüreğinin ve yazar…

Ya da dünya devi İstanbul’ un gürültülerine tıkar kulaklarını. Ruh girdabının gürültüsü bastırır İstanbul’ un gürültüsünü… “Hüzünbaz” kalemine sarılır ve döker yüreciğini kâğıtlara… Der ki:

“Yaşamak var ya yalnızlığın daniskasını
Bu ejderha iştahlı şehirde
Kapanmak gelir de kapanamazsın içerine
Sarılmak gelir de sarılamazsın hüzünbaz kalemine”

Ona göre şehir timsahtır, ejdarhadır, azgın bir canavardır. Çünkü, Anadolu’ nun güzelim sinesinden otobüsler dolusu nice insan göç etmekte büyük şehre ve terminallere düşmektedir. Terminallerden şehrin varoşlarına yapılan akın, nice umutları söndürmektedir. Büyükşehrin azgın dişlileri Anadolu insanını un-ufak etmektedir.

Dertlerin şairidir Özcan…
Bir şiirinde de;

“Gecenin üçünden seslendiğimi.
Sensiz, sessiz, karanlık
İtilip kakılmış bu meydanda;
Tepemde sallanan yorgun,
Üç beş köhne lamba,
Ben kadehim ve sigaramla
Kurulmuşuz çilekeş masamda...”

Diyerek, sevdiğine sesini duyurmak ister… Yalnızlık hayâlin ekmeğidir, aşıdır. Hayâller yalnızlıkla destanlaşır, oluk oluk akar şairin akıl çeşmesinden can evine… “Gidişin ecelim oldu, sevişin unutulmaz hatıra” derken de içinde gizliden gizliye bir umudu taşımaktadır. Geri dönmesini ister sevdiğinin. Bazen yalnızlıkları da canına okur şairin. Kendinden çıkarır acısını… Masadan, kapıdan, dağdan, buluttan, hasılı bütün eşya ve objelerden çıkarır. Onlara yüklediği anlamlarla değişik ve zorlu görevler verir. O mânâlı çevresinin nabız taşır sıkıntılarını ancak…

Tasvirlerinde çok kuvvetli cümle kurgularıyla karşımıza çıkar Özcan.. Bu yaşa kadar yaşadığı kentlerle haşı neşirdir dizelerinde. Doğrusunu da yapıyor. Uçuk-kopuk bir hayâlci değil, ayakları yere basan ve ne dediğini iyi bilen bir şair…

Ben İbrahim Özcan’ ı Konya’ da Selçuk Üniversitesi’ nde yapılan bir şiir etkinliği sırasında tanıdım. Efendi, ağır başlı, ne konuştuğunu bilen ve şiire-şaire çok büyük önem veren birisi intibaını bıraktı. Onu tanımaktan da mutlu oldum.

Dilerim, şiirsel yolculuğu daha güzel, daha kalıcı ve daha mükemmel bir şekilde gelecek çağlara sürer...

Sözlerimi Özcan kardeşimin bir şiiriyle noktalamak isterim.

“Karşılaşsak iki yabancı gibi dar bir sokakta
Önce gözlerimiz tanışsa karanlıkta
Sonra ellerimiz.. kalmasa bu sevgi hiç muallakda
Hissetmeli yüreğim sıcaklığını daima
Ve hissetmek onca kara günü alaca şafakta
Yeniden umutlanmak unutulmuş yarınlara
Ve içip içip seni geçmek kendimden kana kana
Sonunu bılmeden el ele yurek yurege cıkmak yola
Kanımla adını yazmak damla damla sonsuzluğa
Sevdanı bölüşerek dalıp dalıp gitmek uzaklara
Kâh denizlerde dalgalara Kâh da dumanlı dağlara
Sadece senın ıcın, sana yar olmak bu dunyada
Ve senin için alışmak yaşamaya tutunarak acılara
Guç verıyor her saniyem yadigar senden bana
Aramızda bitmez tükenmez cılga yollar olsada
Yüzüm yüzüne kalbım kalbıne dönük sakın unutma...
Yokluğun sırtımda saplı kör bir hançer olsa
Yinede mutluluk her dayim yanımızda
Gidişin ecelim oldu sevişin unutulmaz hatıra
Yine de beklerım dönersin diye bitmez umutla
Gel ey Yeşim Gözlüm sensizlik, cennetimde! ..
Ne melekler kaldı ne de zümrüdü Anka
Kalan bir yudum hatıran olasada
Dön eyy! yeşim gözlüm, hasretin: cepkenimde
Ne pul bıraktı ne de beş para...”

Saygılarımla…
Mustafa CEYLAN

Mustafa Ceylan
Kayıt Tarihi : 2.12.2006 02:01:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Ceylan