(Tahlil) Duygu İmparatoru Ahmet ERDEM’ i ...

Mustafa Ceylan
658

ŞİİR


21

TAKİPÇİ

(Tahlil) Duygu İmparatoru Ahmet ERDEM’ in ŞİİRSEL YOLCULUĞU

-Tahlil-

Mustafa CEYLAN

Yıllarca ülkeye hizmet etmiş, müsteşarlık görevi yapmış, şair ağabeyimiz M. Sıdık ENSARİ, günlerden bir gün antoloji. com’ da “Duygu İmparatoru” rumuzuyla yazışan birisine rastlıyor. Ve mesajını atıyor.

-“Saygıdeğer İmparator. İmparatorluğunuzun gönül topraklarında bize de küçücük bir yer var mıdır? ”

Ve başlıyor iki usta arasında gönül muhabbeti…

Bu hafta işte gönül topraklarının sahibi olan kardeşimiz Ahmet ERDEM’ in şiirsel yolculuğunu ele alıyor ve onun dünyasına objektiflerimizi çeviriyoruz. Üç gün boyunca Ahmet ERDEM ile yaptığımız röportajı sunmaya çalıştık.

Yorumumuza şairimizin benim de çok sevdiğim bir şiirini takdim ederek başlayalım. Olur mu? Şiir şöyle:

“Sabah güneşine yüklüyorum duygularımı
Boğazın sularında yıkıyorum kuşluk vakti

Yavaş yavaş siniyorum soğuk şehirlerine
Cam selama duruyor çaresiz pencerende

Sızıyorum evinin bütün odalarına
Ruhum ruhumu çağırıyordu yanına

Bir İstanbul kokusu odanı sarıyordu
Beni öpen güneş,seni de okşuyordu

Yüzünde goncalar açarken aheste aheste
Bir özlem bağdaş kuruyordu gönül köşene

Sıcacık sesin çınlatırken yasa duran odamı
Şiire dönüşmüş halde bulurum sevdalarımı

Gün boyu misafir kalırken güneşteki parçam
Beni hayata bağlar seninle hayaller kurmam

Kokumu kokunla aşla geceyle bana gönder
Buz kesen gönül evimi Gülüzarlara dönder

Samimi ise eğer güneşi okşamaların
Duygularıma değmiş olmalı parmakların

Öpmüşsün gözlerinle dudak izlerin düşmüş
Öyle öpüşmüşsün ki güneş yüzüne gülmüş

Busenle göz gözeyim İstanbul semalarında
Uzanıp öpeceğim güneş'i durdurun dünya'yı.”

İşte bu… Durdurun Dünyayı, güneşi öpeceğim diyen bir gönül… Gün ve güneş benim de şiir dünyamda en çok ele aldığım konulardan birisidir. Şair Ahmet Erdem’ de tıpkı benim gibi.. Sevdasının en sihirli yolculuğunu güneşle yapar…. Kendisinin öpmek istediği güneş, ondan evvel sevdiğini sarıp sarmalamıştır. Akşama dek misafir kalır can parçası şairin güneşte.. Kalır ya, orada sevgilinin dudak izleri vardır. O izler, gözlerle öpüşmekten kalmıştır. Bakar onlara ve bir İstanbul sabahını doldurur odalardan canının çekirdeğine…

Güneş, yeryüzünün gökteki solmayan gülü ve ampulü… Yer yuvarlağının dönüşüyle şairin sevdalı başının dönüşü bir biriyle paraleldir. Gök’ le yer arasında, iki değirmen taşının arasında 'zaman isimli deli tay' ın üstünde un ufak olan insan yüreğidir… Ahmet Erdem’ de bu oluş ve dönüş sırasında, içinde taşıdığı ezel-ebed sevgiliyi ve duygularını alır ellerine, güneşe çıkarır… Şiirini yazar böyle… Sivri ve keskin köşeli olmayan söylemi, usul ve sıcacık mısra dokusuyla karşımıza çıkıverir… Yunus’ un “ yere tohum saçmış” gibi diye ifade ettiği biz insanların beş duyudan öte adını koyamadığımız nice duyuları ve tutkuları var. Var ki, bizi biz yapan değerler, şairi has ve öz yapan da onlar zaten…

Güneşin hararetinden daha hararetli olmalı dudağın öpebilmelisin onu… İşte aşk ateşi de o dudak hararetidir… O ısıyla kelime kuyumcusunun yani şairin dili çözülür…

Şairimiz, gece ve gündüz; yani akıp giden zamanla iç içedir. Gergef gergef akıp giden zamanı yazar hep. O zamanın göğsünde, kendisi ve sevdası vardır…

Rahmetli üstadım Tahir Kutsi Makal son eserlerinden birisine “öpkü” adını koymuş ve “benim gizli yazılarım” kitabında öpmek konusunu şahane bir şekilde işlemişti. Ve biz üstadla ilgili kitap çalışmamızda konuyu üstadın dedikleri çerçevesinde ele almıştık.

Demiştik ki:

“... Öpücük, öpüşmek hayatın bir parçasıdır. Her şeyi yapmadan olur da, öpmeden olmaz. Öpüş, çok zaman sevgi belirtisidir... Çok zaman da saygı... Ve bazen de özlem giderme aracıdır. Özellikle sevgi, muhabbet belirtisidir öpücük.. Süleyman Çelebi “Muhabbetten hasıl oldu Muhammed” demiştir... Doğrudur... Evrenin yaratılışı da muhabbetten hasıl olmuştur...

Evet, dosdoğru; öpmek hayatın bir parçasıdır. El kadar çocuğu doğurunca anası öpme, koklama ihtiyacı duyar... Çocuğu kucağına getirene kadar da dudaklarının öpme arzusundan çatladığını kuruduğunu hisseder.
.
Hayvanlar yavrularını doğurunca yalarlar.. İnek buzağıyı, manda malağı, eşek sıpasını, beygir tayını, köpek ve kedi eniğini, koyun kuzusunu, keçi oğlağı yalama içgüdüsünü yaşar.. Hayvanlar böyle, insanlar ise öpme ihtiyacı ve içgüdüsü duyar... Hayvanlar öpüşmek bilmezler... İnsanoğluna yüce Tanrı, öteki mahluklardan ayrı olarak bazı üstünlükler vermiştir: Hayvanın beyni var, aklı yoktur. İnsan düşünür. Hayvanlar yılın belirli aylarında çiftleşirler. Hayvanlar ağlar amma gülemez... Bunun içindir ki, “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa” denilmiştir. Hayvanlar konuşamaz.

İnsanı hayvandan ve bitkiden, diğer canlılardan üstün kılan öpme özelliği, doğuştan başlanarak beslenir, geliştirilir... Doğunca ana-babanın sevgi ile, hoşnudlukla öptüğü çocuk, aylar sonra emeklemeye, yıl geçince de yürümeye başlar.. Emeklemesi sevinçtir, çocuk öpücüklerle desteklenir.. Çocuk yere düşer, dizi kanar, kolu acır, yüzü yaralanır.. Annesi “öpeyim de geçsin” der ve o sevgi gösterisi psikolojik olarak çocuğu rahatlatır. Konuşmaya başlayınca da yakınlarına “öp de geçsin” diyerek beresini gösterir... Öper onu yakınları ve geçer.. Sonra da çocuk öpmeyi öğrenir.. El öper, yanak öper, dudak öper... “Öp teyzenin elini.. Öp amcanın elini, öp babanın elini” sözleri birbiri ardına gelir. El öpmek saygı ifadesidir... Çocuk bellemiştir bunu.. Keyifli, beğenilen bir iş yaptığına inanmıştır. Aferin almak için, hediye, oyuncak ve şeker almak için düğünde-bayramda el öpmeye çıkar.

Düğünde-bayramda el öpmek; geleneğimizde vardır. Gelin ile güvey, gerdeğe girişlerinin sabahı, oğlan evine el öpmeye çıkarlar.. Birkaç gün geçince de kız evine “el öpmeye” gidilir...

Görüyorsunuz, insanın hayatı öpücükle başladı... Öpücükle sürüp gidiyor... Çünkü, öpmek, dokunmaktır... İnsanoğlu, dokunma ihtiyacı içindedir.
Dokunma “beş duyu”dan biridir... Göz görür, kulak işitir, dil tadar, burun koklar, deri de dokunur.. Hadi bakalım, bunlardan birini yok sayın.. Gözü “kör” sayın, kulağı “sağır” sayın, dili tad almaz sayın.. Ne kadar sıkıcı olur böyle bir olgu hayatı çekilmez kılar öyle değil mi? ... “Allah ağız tadımızı bozmasın” diye dua ederiz... Ağzının tadı bozulan kişi, hayatta zevk alamaz olur.. Bir duamız da “Allah kabrini nur eylesin” dileğidir... Kabirde bile aydınlık, nur ve çeşitli görüntüler isteniyor; gözün görmeyip de dünyanın karanlık olduğunu düşünün...

Gelelim “dokuma duyu”suna... Dokunma duyusunun aracı deridir... Dudak da derinin en duyarlı yeri sayılır... Dudak, en duyarlı vücut bölgesinin başında yer aldığına göre, dudağa büyük iş düşer... Bu yüzden de dudak “aza”sı kadar kutsanmışı yoktur... Biz bir dua icad eyleyelim. Allah kişiyi, derinin en duyarlı yerinden mahrum etmesin... Öyle ya, dudak o olmasa neyle öpeceksin? ..
Düşünün: Asker mektupları, küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öperim” diye biter.. Dudağın olmazsa neyle öpeceksin? ... Öyleyse; gözün varsa güzellikleri gör.. Kulağın varsa güzel sözleri, şarkıları duy, özellikle üç sesi:”Kadın sesi, para sesi, su sesi”ni kulağından ayırma... Ağzının tadı yerindeyse, soğan-ekmek katık et, keyfince ye, iç! ... “Dokunma duyu”nu da çalıştır... Uyuşuk ve tembel kalmasın... Sarıl, el ele tut, yanak yanağa ver, öpüş! ...”

Öpüşürken gözlerini kapatan şair, dokunma duyusunun efsunlu yapısını ne de güzel anlatmıştır.

Bir Romalı asker öpüşmeyi icad etmiştir diyen şairimiz, dırdır eden karısını susturmak için Romalı askerin dudaklarını eşinin dudakları üzerine kapatarak öptüğünü ve bu suretle öpüşmenin icad olduğunu ifade etmiştir.

Şairler öpmelidir. Öpen şair, iyi şairdir. Şairin sevgilisi, öptüğü insan olmak da bir ayrıcalıktır diyen ustamız, dokunmak, hissetmektir. Hissetmek de öpmekle sonuçlanmalıdır düşüncesindeydi.

“İyidir iyi! ... Öpüşmek iyidir... İster sevgi, saygı belirtisi olsun, ister şefkat-i pederane ile olsun, ister aşıkâne olsun, öpüşmek iyidir... Öpüşmeden olmaz... Sevgili dostlarımı öperim... Bir daha söylüyorum; öpüldünüz! ...” demektedir.
“Öpkü” adı üstünde “öpmek”tir. Sevdanın yürekten dudağa akışıdır.

Evet, bir duygu imparatoru olan Ahmet ERDEM, rahmetli hocam Tahir Kutsi MAKAL’ ın dediği gibi “dokunma” duyusunun en hassas noktası olan dudaklarını iyi kullanır. Sevgisini, içinin yokuşlarında soluyan aşk atının nefesini “öperek” mısralarına nakşeder. Ona göre “kara sevda” yaşanılası “beşinci mevsim”dir. Güneşi öpen şair, bir ömür sürecek olan aşkının-sevdiğinin de kendisini öpmüş olmasından büyük haz duyar. Sevdiği ona “yüreğini öpüyorum” demiştir. Bakınız bir şiirinde bunu nasıl kaleme almış? Gelin birlikte okuyalım:

“Bir rüyaydı yaşadığımız
Bir güne sığan bir ömürdü
Bir Kara sevdaydı aramızdaki
Bir ömür sürecek öyküydü
Beni benden alan sesin ise
Yüreğimi öptüğün sözündü.

Bir destandı bu yaşadığımız
Şiirler yazılacak kadar derin
Bir başkaydı verdiğin duygu
Boşalmıştı zembereği dilinin
Bir vuslattı yaşattığın bana
Uçurdu beni yüreğim sözün.

Mevsim hazan değildi bana
Beşinci mevsim soluduğum
Sarı ile yeşil hep bir arada
Dünyam dönüverdi gülizara
Bir anda değişti mevsimler
Gönlüm bezendi tomurcuğa.

Giderayak dolarken kolunu
Sarıp sarmalarken boynuma
Masum öpücük kondurdun
Bal mı sürmüştün dudağına
Siyah sacın çok yakışmış
Bukleler değer yanağına.

Büyülü bir gündü bugün
Bal tadı hala damağımda
Yüreğimde dudağının izi
Öptüğün yer yandı narında
Bana sunduğun bir vuslattı
Vuslatsa hazan zamanında..”

İşte şiir bu… Nasıl, güzel değil mi?

Şairimiz Ahmet ERDEM, şiir kozasını sessiz ve ustalıkla örmektedir. Mısraları arasına girdiğinizde, gizlediği ses uyumları ve yakalayıp yakalayıp renk olarak sunduğu sağlam kelime kurgularıyla sizi bırakmaz… Ustalığı da burada işte. “zembereği boşalan” dili, boş ve içi anlamsızlıklarla dolu cümleler kurmaz. Teşbih (benzetme) leri de beton kadar sağlamdır…

Şiirinin ana malzemesi “sevgi” olan şairin, gökle, güneşle, karanlıkla, özlemle, vuslatla, yürekle alış verişini izlersiniz mısralarında… Zaman, o’ nda değişkendir. Değişkenliği meydana getiren ise konularının ana fikridir. Yunus kadar içten ve samimi bir sevgi, zamanı parmak ucunda eritir gider… Aynı sevgi hangi mekânda olursa olsun, o mekânı gül bahçesine dönüştürür.

Bir şiirinde karanlığa hükmetmek için güneşi ödünç almayı bile dener. O öpeceğim dediği güneşi… Asım Yapıcı Hoca, o’ nun şiirlerinde bölüm sonlarında ses uyumluluğu sağlayan “kafiyemsi” bitirişlerine “keşke yapmasaydın” diye dokunmuş. Varsın olsun… Bence iyi yapıyor. Asım Hoca’ ma bu noktada katılmıyorum. Çünkü şiiri bir de kürsüde, topluluk karşısında yüksek sesle okumak gerek. İşte o bölüm sonlarındaki ses uyumları şiirin “vurgu” sunu arttırıyor. Ben böyle düşünmekteyim.

Geliniz, Duygu İmparatorumuzun “güneşi ödünç aldığı” şiirine bir göz atalım hele… Şiirin bir bölümü şöyle:

“Güneşi ödünç alıp karanlığa hükmettik
Uzağı yakın eyledik seninle dün gece
Özlemleri anlatırken bayram tatlısı dilin
Kıtaları yok sayıyorduk biz kendimizce
Günü ileri çekip bayramı erken kutladık
Zifiri karanlığı sevgi sunarak aydınlattık.

……………………………………………..

Soğuk duvarları güldürdü bu gelişin
Üç deniz beride hissedildi gülüşün
Bu mutluluğa kayıtsız kalmadı gece
Uhrevi bir aydınlığa büründü gizlice
Sinem yangın yerinde dolandı durdu
Varlığından haberdar her yer tutuştu
Yanıp dursun istedik yürekte ateşimiz
Ödünç alınan güneşi tutsak ettik ikimiz.”

Sanki hece vezinli bir şiir. “Gelişin/Gülüşün- gece/gizlice-durdu/tutuştu-ateşimiz/ikimiz”… Serbest vezin içinde hecenin ayak sesleri bunlar. Gönlüm ister di ki ve beklerdim ki, Duygu İmparatorumuz serbest vezinle hece veznini kaynaştırsın. Örneğin “Han Duvarları” şiirinde Çamlıbel, nasıl şiirinin ana gövdesine Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ ın “koşma” sını ustalıkla yerleştirmiştir, Ahmet Erdem’ de bu şiirinde bunu deneyebilirdi. “Adı Saklı” şiir başlıklı o güzelim dizinin başlangıcı gibi önce kısa, özlü, vurucu serbest vezin mısralarla girilen şiirin ilerleyen bölümünde ayaklı-uyaklı-duraklı hece veznine yer verdikten sonra, son bölümünü gene serbest veznin ritmik-kısa-vurgulu cümleleri ile bitirebilirdi. Ya da bunun tam tersini yapabilirdi… Denemesini öneririm… Bir şiirini yeniden ele alıp, böylesi bir restorasyon çalışması yapmasını arzularım.

Duygu İmparatoru bu… Şiirlerinde çok değişik ama kolayca söylenmiş biliş ve buluşları ile yüreğimize işleyen çağrıları var… Bu çağrılar gene zamanla ilgili, gene sevgi ve aşkla ilgili… Bakın, okuyun şu dizeleri. Bana hak vereceksiniz:

“Sensizlik zemheri,
Ayak seslerin cemre,
Varlığın içimde açan çiçek
Med-cezirler çeyrek asır,
Gözlerim yağmur içti,
Yüzüm gömü yeri benlerin
Rengarenk gözler okşadı beni
Yalancı öpücükler kondurdular
Doğumlar yaşadım gayrimeşru
Yüzümün kızarması
Bu yüzden işte.

Sevgisizlikten uçuk durur,
Dudaklarımın kanı çekili,
Can çekişti içimde us
Hoyrat ezgiler asılı kaldı dilime
Şuh kahkahalar böldü uykuları
Kayan yıldız düştü bahtıma
Serpildi içimde dolu dizgin
Büyü bende selvi’ce.

Şimdi hasat zamanı,
Bereketin diğer adı sen,
Emin bir limansın sığındığım,
Uyumak var göğsünde,
Kokusuna aşerip
Methiyeler dizdiğim
Gökte görür görmez
Gözlerime hapsedip
Mahzenime gizlediğim
Yaşadıkça ben
Ak içimde Nil’ce”

İşte burada ustalık… Bu ara bölüm sonlarında “işte/selvice/Nil’ce” diyerek vurgusunu yapıyor. Okuduğumuz bu şiirdeki buluşlara bakınız. Kokusuna aşerdiği gözlerinde hapsettiği, mahzeninde gizlediği sevdiğine “sensizlik zemheri / ayak seslerin cemre” deyişine bakın… Ned kadar içten-samimi ve sıcak, öyle değil mi?

Cemre, Nil, gece, bahar, masum çocuklar, doğum, gök yüzü… Bu çizgi o’ nun çizgisi… O çizgide zikzak yok. Kırılmış bir kelime yok… Boşlukta sallanan dizeler yok… Kelime kuyumculuğunda başarılı oluşu var.

Kelimelerden resim yapma sanatı der kimileri şiire… Şairimiz de doğuş-bahar eylemini-tabiat ananın gülümsemesinin resmini öyle güzel yapar ki… Der ki:

“Bak cemreler düştü işte.
önce havaya, sonra suya
toprağa hayat saldı sonunda...
can kattı, hazan soluyan güne
arından çıplaklığına son verdi ağaç
dünyanın en yüksek noktası
usulca soyundu gelinliğini
bakirelik saplantısından kurtuldu toprak
çocuklar doğuruyor toprak ana, cinsiyeti meçhul!
bahar sabi çocuk masumluğunda gülümsüyor
gözümü kırpmadan bakıyorum
mucizevi doğuşlara...

Bir turna süzülüyor kurşuni gökle
kanadıyla mutluluk damlatıyor evrene
nazlı nazarlar sunuyor bu beton kente.
göz göze geliyoruz mahcup, nemli kirpiği
boş boş bakıyor, o yarden haber yok belliki.
bakışları hüzün yüklü, bana acıyor sanki...

Ey bütün cemrelerden bihaber Sinem!
doğa ahenk içinde seyri seferde, gör artık,
kır ruhuna kement vuran kutsi prangaları!
bahar doğumlar yaşıyor, erit içindeki buzulları
sevginin önüne çektiğin buzdan duvarlar erisin.
sen gülümse ki,cemreler de cemre olduğunu bilsin.”

Bir şairin kendisine “Duygu İmparatoru” gibi bir rumuzu-mahlası alması o kadar kolay bir şey değildir. Onu alan kişinin de tabiri caizse “mangal” gibi bir yüreği olması gerek. Tanıdığım kadarı ile Ahmet kardeşimde o yürek var.

Duruşu, bakışı, kaşları ve yüzünün pırıltılı manzarası halâ gözlerimin önünde. O’ nu 1. ANTALYA ŞAİRLER BULUŞMASI’ nda tanıdım. Daha sonra da Hayal Şairleri’ mizin Konya’ da yaptığı şiir etkinliğinde beraber olduk.

Mert, sözüne güvenilir, sağlam kişilik sahibi, hoş görülü ve felsefesi-davası için gözünü budaktan esirgemeyecek bir şair olarak yüreğimde iz bıraktı. Özellikle kuruluşunda emeği bulunan ÖLÜ AŞKLAR’ a çok bağlı…

Şair duygu imparatoru olunca, sadece doğum, gece, bahar, cemre gibi olumlu konulardan etkilenmez. Bir de madalyonun öte yüzü, yani olumsuz yanı vardır, değil mi?

Yani, ayrılık; yani sonbahar-kış; bir başka deyimle ölüm…

Ahmet Erdem, ölümü doğal bir hadise olarak algılar. Çocukluk döneminde annesinin ellerini semaya açarak, ölümü yatakta istemesini ele alır ve Azrail nerede, nasıl gelirse gelsin, değil mi ki sonu ölüm bu dünyanın deyiverir. Deyiverir de, ruhlar aleminde kutsal emaneti-yükü dağın-taşın kabul etmediğini, insanın kabul ettiğini, ölümü insanın kabullenişinde bir gerçek vardır şeklinde özetler…

Annesinin ölüm korkusunu anlattığı şu güzelim mısralarını okuyalım bir:

“Çocuk aklımla
Sorgular bulur
İçten içe gülerdim
Her namaz sonrası
Dilinde şahadet
Baş ucunda Kur-an okunarak
Ölümü yatakta isteyen
Anneme.

Değil mi ki sonu ölüm!
İster dağ başında gelsin ecel,
Ya da yatakta yakalasın Azrail
Ne fark eder ki
Kurdu,kuşu doyursa bedenim
Canım mı yanacak sanki
Der gülerdim.

Ölümü dağlar kabul etmedi
Taşlar mazeret diledi Hak'tan
Sabır taşından daha taş, özü
Kul dediğimiz şu insan oğlunun
Ölüye bir gün ağlar
Yitiğe her gün insan
Ağıt eşliğinde döver dizini
Dünya imtihan dünyası
Anladım nihayet
Beterin beteri var derken
Gözlerinde sel
Dilinde dua olan
Annemdeki bu korku.”

Ne güzel, ne kadar güzel değil mi? Sade, yalın ve akıp giden su misali bir şiir… Zaten şairimizin en önemli özelliği, şiirinde topallayan bir kelime veya cümlenin bulunmamasıdır. Gönül testisine doldurduğu suyu omzundan aşağı, can evlerimize, göz bebeklerimize şırıl şırıl akıtır o… Toros yaylalarında yıldızlı gecelerde türküsünü hiç susturmayan bir yayla çeşmesidir sanki… Ölümü, yok oluşu, kayboluşu, toprak oluşu; “benim sadık yârim kara topraktır” diyen Veysel’ ce karşılar…

Her canlı ölümü tadacaktır ve akşam namazında farzın evvelce kılınmasındaki sebebi hatırlatmadan geçemez. “Can çekişiyor yer, sema, arz / Fark et! / Sebepsiz değil “…

Burada durmak ve gülden bir nokta koymak gerek…

Doğan cümle zerre, dönen cümle küre; lisan-ı hâl ile asıl sahibini, büyük aşkını zikreder hep.. Bizim Türk tasavvufunun temelidir bu.

Şairimiz de bunu yakalamış ve bu can çekişin, bu zikrin, bu dönüşün bir sebebi olduğunu anlatmak ister. Öyle sözü fazla da uzatmadan “Fark et! ” deyiverir. Der ki:

”Düşün!
Her canlı doğar,yaşar ve ölür
Gör!
Can çekişiyor yer, sema, arz
Farket!
Sebepsiz değil
Akşam nabzın yükselip
Yüzde kanın çekilmesi.

Sararır yüz
Çekilir damarda kan
Gün bitip, inerken gece
Tavan yapar nabız
Kafa yorup soru sor
Sahi;
Neden farzı önce kılınır akşamın?
İşte anahtar bu.”

Şairin zaman-özellikle akşam’a tutkusunu bu şiirde de görmekteyiz. Ölümü tarifinde akşam “anahtar kelime” dir. Ona göre ölüm, nabzın yükselmesi, yüzden kanın çekilmesi, yüzün sararması, damardan kanın çekilmesi” şeklinde cereyan eder. Gün, yaşamaktır. Gün bitip, yaşama bitip; gece inerken- yok oluşa adım atmaktadır evren. Siyahlara bürünmektedir. Ahmet Haşim’ in şiirlerindeki “gölgeleme” ve o gölgeler-siyahlık içinde düşünmeye durup “O belde” yi yakalama benzeri bir tutku vardır şairimizde…
Şiire “Düşün” diye girerken, “fark et, kafa yorup soru sor” diyerek devamını getirir. Arada nedenleri ve niçinleri de sıralar…

Bu dünya bir imtihan salonudur ve bu salonda bizler sınavdaki öğrenciler…. Doğduğumuz anda ölümümüze nefes nefes koşmaya başlıyoruz işte. Fani bu yer, gök, eşya… Fani bu dünya. Tasavvuf anlayışımıza göre de “fani-fena”dır… Fena kalmaması için de “kâmil insan” olunmalıdır. “Kem alet ile kemalât olmaz” derler. Şair, kalemini kem bir alet olarak kullanmak yerine, iyiden, güzelden, yaşamaktan, doğrudan, huzurdan, barıştan yana kullanır ve kemalât mertebesine ulaşmaya çalışır. Nitekim bir şiirinde:

“Anladığım şu
....hazmı kolay değil sevginin.
Yunusça sevgi
.....şehvettin kirli gölgesinde nicedir,
Dupduru suya
.....kimyasal atıklar tecavüz etti
Ellim yüzüm kir
....dışkı damlıyor paçamdan,
Metruk bir geçmiş
.....Lacivert düşüme düşen leke.
İnfazım istedi ilahlar
.....darağacı paklar beni
Rahat ol Cellatbaşı
..... tekmelemeyen namerttir iskemleyi..”

Der Ahmet Erdem… Dünyanın kirlenişini, sevginin her yüreğe giremeyişi-hazmının kolay olamayışında görüyor ve isyanları oynuyor, “tekmelemeyen namerttir iskemleyi” diyerek feryadını yükseltiyor işte… Şu mısralardaki arı-duru güzelim Türkçe’ ye bakın… Asla dolambaçlı sözler yok. Kesin ve kalıcı ifadelerle örgüsü yapılmış bir şiir işte…

Gene bir şiirinde de;

”Etkiledi
…..yelkenini şişiren hoşgörü
Rasgele sıkılmadı
…..kalemindeki kurşun
Limitsizliğinde boğdu
.....sunduğu sevginin
Ayaz vurduğunda
…..meşkten sarhoştum
Çıra oldu ışıttı
…..dehlizleri içimde
İksir değil bilgi
…..vahdeti vücudu
Nasılda muhabbete akıttı
…..ince iğneyle çağıl çağıl...”

Aynı usta “söylem biçimi”ni görürüz şairimizin…

Bakın, bir örnek daha:

“En ücra dehlizlerde
.....kamçılanır imge
Lisanı kendine has
.....duygu sağanağı
İçinde boy veren
.....sıra dışı aşk
Fırlar yayından ok
.....hedef darmadağın.”

Bu örnekler Duygu İmparatoru’ muzun şiirsel yolculuğunun özü, coğrafyasının şekli-şemali…
Birkaç örnek daha sunalım;

”Şeyda bakışlar
....doğurur yakamozu
Esamesi yok kederin
....kumsalı su öperken
Bezirgan çığlıkları
.....susar martıların
Nihavent bestelerde
.....vücut bulur sevda
Ellerim ellerini arar
.....denizdeki gölgenin
Maksat birlikte olmak
.....yosuna kayarken düşler.”

***

”Aşk bu
.....tabuları tarumar eden
Kuş sütü
.....gözlerinde yudumlanan
Ayın on dördü
.....yüzüne baka kaldığım
Lütfü keremine şükür
.....seni yaratan Mevla’mın.”

***

“Çise düştü
…..seher vakti,
Ay ışığında saçını
…..ördüğüm gölgene
Gamzendeki mahzende
,,,,,sızıp kalan düşüm
Ihlamur kokan
….. sevdalar demler
Lacivert yakamoza karşı
……hayalini içerken buldum kendimi….”

***

”Eflatun bulutla
…..öpüşüyor yeditepe
Naftalin kokunu taşıyor
….. boğazı kucaklayan rüzgar
En ince yerinden
…..tutup çekiyorum kendime
Rüzgar içip kasırgayı öpüyorum
…..Kokunu yudumluyorum delice...”

Evet, Duygu İmparatorumuz muhteşem bir İstanbul tutkunudur. Bu örnekleri özellikle seçtim. Rüzgâr içip kasırga öpmesi yok mu? İşte has şiirin temel unsuru diyorum… Yeditepeli şehrin, güzel İstanbul’ un bu kadar az sözcükle ve bu kadar güzel anlatıldığı ikinci bir şiire rastlayamazsınız…

Duygu İmparatoru Ahmet ERDEM, inanıyorum ki Türk Şiirinin bugünkü gerçek mimarlarından birisidir. Onun can çiçekleri olan şiirlerinde şiirsel yolculuğunun kilometre taşlarını görmekteyiz. İlerleyen zamanla çok çok daha muhteşem noktalara gelecek, şiir zirvesinin tepesine oturacaktır ümidindeyim.

Aslında onun şiirsel yolculuğu hakkında daha çok söylenecek söz var. Var ama, şimdilik bu kadarla yetinelim, olmaz mı?

Sözlerimize Duygu İmparatorumuzun benim de çok sevdiğim bir şiiri ile nokta koyalım: İşte şiiri:

“I

Nem;
Her sabah gözlerde demlenen duygu
İsterik titreme nöbetinde dönence,
Ağır aksak
Her karesi soluk tebessüm düşten öte gidemeyen

Kırağı çalmış aşk
Donu çözülen fantezilerden miras kalan hüzün...

II

Mutluluk iki dudağının arasında
Yada;
Ardında gömü kirpiklerinin
Lahavlelerle hayatın ucundan tutunan mahpusum,
Gülüşünü güneş sayıp
Pencerede bekleyen biçareyim...

III

Şiir.!
Suskunlar firarisi
İmgelerle süslenen kelam
Beni ele veren köstebek
İçim tersyüz edip kalemime hükmedin asi
Tarumar irade
Sihirli güç

IV

Şair.!
Arınırken maskelerden bendini yıkar duygu
Arşa başı değer cesaretin
Kementse şah damarda
Düşer gardı korkunun
Taassubu yırtıp atar

Kendiyle yüzleşince yakarmış gemileri

Yırtar biçilen kefeni şiir
Ne vakit yazsa şair...”

Mustafa CEYLAN

Mustafa Ceylan
Kayıt Tarihi : 2.12.2006 01:56:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Ceylan