Kapan Han’ın önünde, büyük kolları destekli Çınar’ın altındayım. Bana göre sıcak yaz günlerinin en serinleten, en ferahlık veren mekanı burası. Sakin bir Mayıs akşamına doğru Şadırvan’la sessiz bir söyleşi içindeyiz. Su dili ile insan dili, sanıldığı kadar ayrı değil. Aslında herkes kendi dilince söyleşir ama bizim kültürümüzde dört unsurla akraba olduğumuz yok mu? Şarkın “klasik varlık anlayışı” hava, ateş, su ve toprağa dayanmıyor mu? Biz biraz su, biraz ateş, biraz hava, biraz toprak değil miyiz? İşte Şadırvan’la da söyleşiyoruz; biraz lisan-ı hâl, biraz lisan-ı kaal...*
Şadırvan’ın dört yanını çevreleyen masalara durmadan birileri oturup bir şeyler yiyor, içiyor, sonra da kalkıyor. Sohbet edenlerin sesleri suyun sesine karışıyor. Böylece suyun sesi diğer seslerle zenginleşiyor. Şadırvan bir senfoniyi icra ediyor sanki.
Burada hergün görülen bu tablo beni hep aynı sorgulamalara götürür ve sonra da benzer analizlere yönlendirir. Burası bir kültür yumağı; ipi ebruli... Bu yumakta tanıdık renkler o kadar çok ki...
Bu saatte kendi durumumu sorgulayıp duruyorum. Türkiye’nin taa Doğusunda, Erzurum’da hayata gözlerini açmış biri olarak iki bin kilometre uzaklıktaki bu şehirde, bu Çınar’ın dibinde canlı-cansız herşeyle nasıl bu kadar içiçeyim? Nasıl oluyor da, yarım asrı bulan hayatıma sanki burada başlamış, burada yaşamış; kendimi çevremdeki herşeyle “akrabalık” kurmuş gibi hissediyordum? Ve neden hâlâ içimdeki gurbet, üzerinde yaşadığım bu topraklarla ilgiliydi?
...
Yandaki masaya uzakdoğulu biri geldi. Muhtemelen Japon’du. Birşeyler yemek-içmek istiyor olmalı. Garson Hamza, ne istediğini anlamak için çırpınıp duruyor. Batı dillerinden sadece Almanca ve İtalyanca biliyormuş. Epice bir uğraştan sonra siparişlerini verebildi sanırım.
O anda bu topraklarda kendimi neden bu kadar rahat ve “yerli” hissettiğimi, suyun dilini bile neden bu kadar kolay çözebildiğimi anladım. Ben de buradaki temaslarımda zaman zaman “dil” yönünden zorlanmıştım. Ne Makedonca ne Arnavutça biliyordum. Ama her seferinde Rumelideki “Gizli Türkçe” imdadıma yetişmiş, çok kısa bir süre içinde meseleyi halletmiştik. Çevrede hiç Türkçe bilen olmasa bile, Türkçe’nin tarihi mirasından nasiplenmiş, üç beş kelime bilen insanlara rastlıyordum. Bazen hiç umulmadık kelimelerle karşılaşıyordum. Doğu Anadolu halk dilinde yaşayan, İstabul Türkçesinin bile unuttuğu eski Oğuzca kelimeler “ergen” birer delikanlı gibi karşıma çıkıyordu. Bu da maksadı anlatmaya, anlaşmamıza yetiyordu.
Bir Türk olarak, bu topraklarda Japon, Amerikalı, İngiliz, Alman, Fransız ve İtalyanlardan ne kadar farklı bir konumda olduğumu bir kez daha düşündüm, idrak ettim. Atalarım, soydaşlarım yüzyıllar boyu bu topraklara ne kadar güzel şeyler fısıldamışlar, ne kadar derin izler bırakmışlar... Havası, ateşi, suyu ve toprağıyla ne kadar içiçe yaşamışlar... Ve hâlâ esintileri ne kadar güçlü bir şekilde devam ediyor. Suyun dilini anlayabilmem bu yüzden. Sadece burada değil, bütün çeşmelerden akan sular, geçmişin kültürel birikiminden türküler fısıldıyor, bazen birer ninni gibi kulaklarda yankı buluyor.
Bu kültür yumağının, onu oluşturan ebruli ipliğin en canlı ve güzel rengi hâlâ biziz. Rumelideki gizli “Türk Kültürü” ve “Gizli Türkçe” sadece buradaki kavimlerin kültüründe değil, çeşmelerin ve şadırvanların, yani suyun dilinde de yaşıyor. Hatta sadece suyunda değil, ihlamur kokulu havasında, bereketli “ovo”ları oluşturan toprağında, en eski bir kültür unsuru olan “ocak”ındaki ateşinde de...
(01 Mayıs 2003- Üsküp)
Hayati YavuzerKayıt Tarihi : 28.7.2006 04:18:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Yazı, Makedonya'nın başkenti Üsküp'te kaleme alınmıştır. Yazıda geçen yer adları da Üsküp'e aittir.
TÜM YORUMLAR (1)