Giderken,
mor menekşe uzat bana,
üşümüş,
buruşmuş ellerinle,
bakışlarını gözlerime dik,
suskunlaştıkça suskunlaş...
Zordur vedalar,
zordur sessizliğin ardında kalış...
Bakışlar har har olsun içime,
ve
ayrılığın acısının ardında kalan,
bir veda şarkısı bırak...
Sustuğun yerde bırakıyorsun,
beni,
yangınların tam da ortasında,
dönüp bakma geriye,
yalnızlığımı görme,
ağlayacağımı,
sadece içinde hisset,
vapur düdüklerine,
tren seslerine aldırma,
kaldır kafanı gök yüzüne,
bak,
işte orada ara gözlerimi...
Aslında bir tek cümle vardı dudaklarından fısıltı ile çıkacak...
Git...
Gitme...
Aslında tek kelimeydi içine bir dünya yaşamı, kahrı, çileyi, özleyişi, nefreti, boyun bükmelerini, tiksinmeleri ve de avuç avuç gözyaşlarını içine alacak tariflerin başlamasına sebep olan tek kelimelik cümle...
Farkındasızlıkla öfke ile söylense de birçok şeyi koparıp atardı insanın içinden...
Göze almaktı bu, cesaretti bu veya son pişmanlıkları içine alan bir cümleydi bu, tek kelime ile ifade edilen bir devinimin döngülerle başlayışı...
Git...
Aslında belki de bir yalvarıştı, siyah yakalı bir gömlek giymişçesine kısık bir efelenişti bu gitme deniş...
Kader veya yazgı ötesi bir kıskaçtı belki de bu yalvarış kelimesinin ardında kalan...
İki kelimelik, birbirine zıt iki kelime ile bir çile kapısından geçiş için yakarıştı...
Gitme...
Zorlamasına yaşanacak an zamanlarının kapısını kırmaktı, belki de bu cümleyi ağızdan ziyada yürekten dökmek...
Tasarlamadan, tasarlanmadan iki dudağın arasından fırlayan acı tarifli iki zıt kelime belki de kabulleniş, belki de isyan ötesi yakmak ve yanmak...
Oysa zordu git demek...
Oysa çok zordu gitme demek...
Çok zor bir yaşamı bekleyişti cesaretsizce...
Çok zordu aslında yalnızlık ve göze almaktı delicesine çarpık bir başla git demek
Belki de kararsızlıktı gelecek çilekeşliğe cesaretle varım demek...
Bize sevmeleri yasak edenler...
Bize sevilmeleri yasak edenler...
Bizi bize yasak edenler...
Bizi bizsiz sonsuzluğa acı ile mahkum edenler...
Güneş ışıklarındaki siyah rengi tanıtanlar...
Bizi bizde kaybettirenler...
Bizi bizde unutulmaz kılanlar...
Şimdi seni,
şimdi beni nereye attılar, attıkları yer bir boşluk, atıldığımız yer bir sessizlik, bir feryat iniltileri ile dolu...
Sadece karışık düşüncelerle harmanlanmış an zamanlarımı yaşarken duvarların arkasındaki düşünceleri çözmek imkânsızdı... Düşüncelerin zorlanması seni çözmeye uzayan karmaşık bir uğraştı.
Her şeyin önüne çıkan düşünce nedenlere, niçinlere ve de hak etmediğim bu vedasızlığın sebeplerini ararken, sadece beyin zorlaması ile ortaya çıkan anı zincirlerini birbirine bağlamak kadar zor bir uğraştı.
Aslında yaptığım saçma bir uğraş...
Ne kal denilebilmiş,
Ne de git veya gitme...
Hepsinin ardında belki de bir pişmanlık vardı...
Belki de bir kabullenilemeyiş belki de yüksek ters düşünce duvarlarını atlayamayış ki hepsinin kökünde belki de bir özlem yatıyordu geçmiş günlerin an zamanlarına...
Ben ne yapıyordum, geçmişi mi özlüyordum, yoksa, geçmişin pişmanlığı ile mi sersemliyordum?
Bunların tümüne çok sevmek denilebilir miydi?
Zordu düşünce duvarlarını atlamak, hem de çok zordu. Çünkü arkasında hep bilinmezler, çünkü arkasında hep düşünce boşluğunun kanıtsızlığı vardı...
Galiba gidişlerin ardında kalan çaresiz sevmek buydu...
Çaresiz sevmenin veda sonrası ömre son verecek kadar ağır geleceğini aslında hiç düşünemezdim...
Her şeyi, herkesi sen varlığına bağlamak aslında çok büyük yanlıştı. Her kararı her acıyı kendi kendime batırırken, seninse bu acılardan haberin bile yoktu...
Pervasızca yaşadığın an zamanlarının ne kadarında ben vardım ve ne kadarına etkendim?
Hepsi buydu işte tek taraflı etkenlik, tek tarafa acılar doğuruyordu ve acı üstüne acıların yığılması da bedenin çökmesine uzanıyordu...
Böyle şartlarla yaşarken neresinde kontrolü elimde tutabilirdim, geriye ne kalıyordu, sadece kara bir umut...
Umudun siyah zamanlarına düşmek veya atlamak bu kadar kolay mıydı?
Nereye kadar dayanabilirdi insan, neresinde çaresizlikle diz çökerdi?
Diz çökmek bu kadar zor muydu, yoksa beklenenden fazla kolay mıydı bu yıkılış?
Yıkılışın ardında yitiklik mi vardı, yitiklikle ayakta kalmak veya diz çökmek ne kadar zaman alırdı...
Zordur savaşmak gerçeklerle...
Gerçektir çünkü yaşarsın içinde, yaşadıkça yaşarsın o benlik savaşımının içinde. Gerçektir çünkü kabullenme mecburiyetin vardır. Kabullenemezsen bile tüm direnişlere rağmen içinde kalırsın...
Oysa çoğu gerçekler yaşamımıza yanlış olarak girer...
Tüm yanlışlığına rağmen gerçektir ve içinde kalmaktan başka çaren yoktur...
Çoğu gerçekler yanlışlarından kurtulup, tekrar hayatımıza geri gelir...
Ama sevgideki gerçek tüm yanlışlarına rağmen sürer gider, uzar gider...
Ansızın içinden bir ses ile, “çok ağlayacaksın çocuk, çok ağlayacaksın” dedi adam...
Gerçekler çoğu zaman da acıya kapı açardı, oysa ama gerçekti işte, eğrisi ile doğrusuyla gerçekti işte...
Sense tüm gerçekliğinle benim gerçeğimdin...
Tüm sevinçleri, her mutluluğu ve acıları bütünüyle içine alan gerçeğimdin ve bu gerçekliğin uzun yıllar umuda çıkan mutluluklarım oldu... Şimdilerde ise ben üşüyorum...
Belki seni sevmem yıllar, yıllar boyu sürecek, yalvarmalarımın dışında kalan umudun sonuna kadar bir bekleyiş olacak belki de...
Önce ağır ağır adımlarsın terk etmek istediğin yeri... Duraklama ile yürümek arasında bir an zamanı gelir ki duraklarsın, mıhlanır tabanların kuru zemine, ne ileri, ne de geri gidebilirsin. Önce donuk bakışlarla havayı koklarsın, gök yüzüne bakarak göçmen bir kuş sürüsündeki yorgun bir kuşu ararcasına kanat altlarına bakarsın içindeki of sesini hissederken...
Aniden yavaş yavaş dönüp arkana bakarsın, uzaklara dalar gözlerin, tüm mutluluk anlarıyla, kahır zamanların geçer gözlerinin önünden, alt dudağının sağ tarafını alırsın üst dişlerinin arasına, usulca ısırırsın, tüm pişmanlıklarının ardına dolanır tüm zamanlar, sertçe kafanı çevirirsin, hızlı adımlar atarak yeni bir yürüyüş başlar hayatın ön yüzüne...
İşte o an zavallılaştığını görürsün ve hınçlı bir sesle mırıldanarak “sustuğun yerde bıraktın beni sevgili” dersin... Yarı nefret, yarı özlemle ve adımların hızlandıkça hızlanır. Bir yol başlar sustuğu yerden sesini unutacağın bir zamana doğru...
Ne olursa olsun, hangi şart yaşanırsa yasansın, yüreğimin ve de yüreğinin sesini kısamazsın...
Üzdüğün kadar üzülürsün, sevdiğin kadar sevilirsin veya sevdiğin kadar nefret edebilirsin...
İşte çok sevmenin sonu belki de bu düşünceler olguya dönüşür...
Artık kendi kendine konuşma zamanlarındır, sustuğun yerde beni bıraktın derken...
Hadi şimdi son kez tek cümleye cevap ver, “bittik mi biz? ” Evet bittik ve ben, veya sen gittik diyorsan bu çilelerin kaçı kaç para ediyor?
Aslında bitiyordum içimde...
İçim içime sığmıyordu aslında,
kör bir bakışın ardına sığınmıştım,
titrek omuzlarım gün be gün,
çöküyordu...
Aslında bitiyordum içimde...
Sarsılan düşlerime boyun eğiyordu
bedenim,
an be an eğiliyordum,
yıkıklığın alışkanlığı sarmıştı içimi,
göçüyordum kendi kendime...
Ne sevgiye asiydim
ve de sevilmeye...
Oysa,
sadece bir bakışın etkisine,
uzatıyordum boynumu,
dağılırcasına titrek düşlerle...
Sevmelerin perişanlığının acısına sarılıyordu bedenim...
Kaç zamanımın acısıydın sen,
imkânsızın çaresizliği ile,
sarmalandığım,
sen ise,
acımasızlığı sindirmişsin içine,
bense
hâlâ pişmanlığıma mahkum değildim...
Ne zaman unutsam seni, o an yeniden doğuyorsun,
oysa ben sarhoş bir aşık gibi hâlâ sallanıyorum...
Terk edilmek üzere olan hayatların, son gerçekliğiydi belki de bu son nefes sesleri.
Artık gözyaşlarını saklama zamanlarındır...
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 8.11.2011 22:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)