Elimde bir tomar adresle sokak aralarında dolaşıyorum. 'Serseri mayın' gibi diyorlar ya, işte aynen öyle. Üstelik soruyorum kendime: 'Mayının serserisi de mi oluyormuş? ' Bulabildiğim dergi ofislerine birer birer girip çıkıyorum. Kiminde çömezler var. Hayattan bıkmış, umursamaz bir tavırla bakıyorlar yüzüme. Soru sorduğum için sanki beni suçluyorlar. Bunlar ekmek kavgası derdinde. Benimle ne işleri olacak ki! Kimi adreslerde egosu besili editörler buluyorum. Dosyama göz gezdirme zahmetine bile girişmeden hemen vaaza başlıyorlar. Çok gençmişim; yerli-yabancı tüm şairleri, yazarları okumam gerekiyormuş. Ve tabii ki bolca felsefe kitabı... Bıyık altından gülüyorum. 'Beynimin haritasını mı çıkardınız Sayın Editör? ' demek istiyorum.
Sınırlarıma çekilip susuyorum...
***
Yeni bir kapının önündeyim. Zile dokunuyorum. Ne kadar anlamsız bir uğraş bu; hayatım kapıları çalmakla geçecek galiba. Sadece zaman değil, üstelik duygu israfı. Sevimli ve oldukça nazik bir sekreter karşılıyor. Canından bezmiş birinin odasına alıyor beni. Suratsız ve sinirleri gergin bir adam var karşımda… İşini sevmiyor besbelli. Sevgilisi ile kavga etmiş olabilir mi? Sanmam. Böylesine hangi kadın katlanabilir ki? Hele biraz da aklı başındaysa... “Sus” diyorum kendime: “Önyargılı olma! ” Belki de hiç sevgilisi olmamıştır. Tüm bencilliğiyle can sıkıntısını seriyor önüme. “Ben, ben, ben, ben…” diyerek ara vermeksizin konuşuyor. Çok sıkılmış, bunalmış, yaşamaktan tat alamıyormuş, falan filan. 'Mutsuz olma hakkınızı kullanmak için önce mutluluktan ne anladığınızı anlatın bana” desem şimdi, öylece bakacak yüzüme.
—Dosyam…
—Biliyorum. Bugünlerde, siz yaştakiler hep birbirinin benzeri dosyalarla çıkageliyorsunuz.'
Al bir şişkin ego daha! Hem mutsuz, hem kaba, hem de emeğe karşı saygısız. İlk paragrafa göz gezdirdiğinde kalibremi anlarmış, öyle söylüyor.'Tamam' diyerek kâğıtlardan birini seçip okumaya başlıyorum:
“Güzel bir bahar gününün öğle vakti ilçe doktoru ile sorgu yargıcı arabayla otopsi yapmaya gidiyorlardı. Otuz-otuz beş yaşlarındaki sorgu yargıcı düşünceli bakışlarını atlara dikerek;
— Dünyamızda pek çok bilmecemsi, karanlık olgu var; günlük yaşantımızda açıklanması zor olaylara rastlıyoruz, dedi. Yaşadığım sürece öyle garip ölümlerle karşılaştım ki, nedenini ancak ispritizmacılar, gizemciler açıklamaya kalkışırlar; aklı başında, zihni duru kişiler ise ellerini iki yana açıp şaşakalırlar…”
Eliyle 'sus' anlamına gelen bir işaret yapıyor;
— Demedim mi ben sana! Sıradan, çağdışı, gelişigüzel...
— Dediniz evet, ama bu arada Çehov'un kemiklerini sızlattınız! “Sorgu Yargıcı” (1) öyküsünün giriş paragrafıydı okuduğum. Maupassant veya Alfred de Vigny olsaydı da fark etmezdi, çünkü sizi yalnızca kendiniz ilgilendiriyor!
Gereksiz konuştuğumu fark edip susuyorum... Yazınsal aklımı köreltmeye fazlasıyla elverişli bu ortamdan; genç yazarları aşağılamanın yazmaktan çok daha kolay olduğuna inanmış editör bozuntusundan hemen kurtulmalıyım! Ne yazık ki, bu cumhuriyeti onlar yönetiyor. Benim durumumdakilerden ziyade okurun hiç farkında olmadan kaybettiklerine üzülüyorum. Yoksa annem gibi kıyılarıma çekilip kendim için yazmalı ve 'canınız cehenneme! ' mi demeliyim? Kaçıp da köşesine saklanacak kadın değildi o. Ama mutlaka bir bildiği vardı. Kargaşa ile huzuru takas etmekten hoşlanmıyordu belki de…
* * *
Ardıma bakmadan kaçtığım kaçıncı kapı bu; kapanan kaçıncı yol? Kafam gitgide daha çok karışıyor. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Demek ki mayının serserisi böyle oluyormuş! Yürüyorum. Sanki yanımda biri daha yürüyor. Aslında öyle biri yok da ben ikiye bölündüm sanırım. O inatçı, ben bezgin. O direniyor, bense yenilgiyi kabullenmeye hazırım. Konuşuyor ve tartışıyoruz. 'Yazmak yetmez. Seninki yalnızca bireysel bir edim… Paylaşmanın ve sesini duyurmanın bir yolunu bulmalısın' diyor ısrarla. Yürüyoruz... Her yeni adrese varış, köhne merdivenleri her tırmanış, yarı açık veya kilitli kapıları her tıklatış kocaman bir parçayı daha dişliyor canımdan. Ufalıyor ve eksiliyorum. Onca başarısız girişimin bende yarattığı hayal kırıklığına rağmen yanımdaki halen kararlı… 'Korkma, yürü! ' diyor...
Boyaları dökük, soluk kahverengi bir kapının önünde buluyoruz kendimizi. Yetmiş yaşlarında bir adam açıyor. Ağır katarakt gözlüklerinin arkasından sevecen bir gülümseme ile bakıyor yüzüme.
— Şey, bir dosyam vardı…
— İçeri gel lütfen.
Kitaplarla tıka basa dolu, yarı karanlık bir odaya geçiyoruz.
— Perdeyi sonuna kadar açamıyorum, kusura bakma. Gözlerimde bir sorun var.
Oturmam için eliyle bir koltuğu işaret ediyor:
— Yazıyorsun, öyle mi?
— Evet, çalışıyorum.
— Şiir, düzyazı?
— Her ikisi de...
— Önce kendinden söz et bana. Yazmanın senin için taşıdığı anlamdan; özgeçmişinden ve okuma serüveninden...
Anlatıyorum. Bir yandan çay doldururken, öte yandan dikkatle dinlediğini fark ediyorum. Kısa sorular soruyor. Yanıtlıyorum ve ilk kez olarak konuşabiliyorum. Susuzluğumu giderircesine anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum... Neredeyse iki saat sürüyor bu tuhaf diyalog.
— Şimdi dosyanı görebilir miyim?
— Elbette, buyurun.
Okumaya başlıyor. Kımıldamadan oturuyorum. Yüzünde beliren ifadeyi ve değişiklikleri izliyorum. Bazen kaşları çatılıyor, bazen gülümsüyor. Bazen de düşünceye dalıyor ve benim göremediğim bir boşluğa bakıyor sanki. Oda ise gittikçe kararıyor. Akşam olduğunu fark etmiyor bile.
—Evet, genç adam, yazıyorsun. Öğrenmek istediğim bir şey daha var. Hem yetenekli olup hem de yazmak önemli tabii. Yayımlatmak ise oldukça farklı bir tür cesaret ve kararlılık ister. Savaşma azmin, sabrın olmalı. ‘Sırtlanlar âlemi’ ne girmeye hazır mısın?
—Sizce denemem gerekiyor mu?
— İnanmıyor olsam bu soruyu sormazdım. Yine de sana kalmış bir karar. Yalnız şunu iyi anlamalısın. Yeterince sıkı durmazsan eğer, o âlemde önce parçalarlar adamı; sonra da leşini yerler. Bu yüzden ‘sırtlanlar âlemi’ diyorum ya... Sanıldığı gibi gül bahçesine uzanan bir serüven değil; çileli bir yolculuktur. Üstelik tuzaklarla dolu…
—Dışarısıyla yüzleşmezsem, kendimle hiç yüzleşemem.
— O halde tamam, demir alıyoruz. Bu kaptan hazır... Yarın aynı saatte buradasın. Öbür gün de... Ve onu izleyen diğer günlerde… Şimdi yorgunum, git artık.
* * *
Kapı ardımdan sessizce kapanıyor. Uzun zamandır ilk kez olarak kapalı bir kapıdan nefret etmiyor, korkmuyorum. Dikkate alınmanın, önemsenmenin verdiği heyecanla sokağa çıkar çıkmaz cebimdeki adresleri havaya fırlatıyorum. Geceyi öğüten bir kahkaha bırakıyorum boşluğa.
Ve susuyorum...
****
(1) Anton Çehov - Bütün Öyküler 1887, Cilt 4, S. 56 (Çeviri: Mehmet Özgül)
(28 Haziran 2006) - Lacivert Sanat E-dergi; Temmuz sayısı...
http://www.lacivertsanat.org/? id=716
Kayıt Tarihi : 9.8.2006 11:44:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Eli kalem tutan bir gencin, belki de gerçek yaşam öyküsünden bir kesit!

içinden ağlamak gelir.
TÜM YORUMLAR (3)