Gidecek hiç bir yerim, yazacak tek bir cümlem kalmamış gibi mi durdum, hatırlamıyorum. Durdukça içime doğru açılan koridorlara başımı uzatıp uğultulu kar sessizliğini dinledim. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim suskunluğumun derinliğini konuşmaya başlayınca gördüm. Evin sükûnetine inat şımarık çocuklar gibi ters dönen gevşek ev çoraplarımla çatlak ahşabın üzerinde salınırken, canlı meşelerin yaralı hayvan gibi inleyen seslerini işittim. Fırtınada Boğaz’ın zümrüt yeşili sularından kaçıp penceremin önüne sığınan deniz kuşlarının gerçekle hayal arasındaki sınırları silen hikâyelerini dinledim sonra. Akşamüstleri inci pembesine dönen gök kubbenin yumuşaklığına kalple dokunmak aklı büsbütün unutturdu. Hafızam da fırtınayla savrulan kopuk kuş tüylerine karışarak uçup gitti sanki.
Meleklerin ipeksi sicimlerle dans ettirdiği kar tanelerine, sonsuza dek tango çalan radyonun asi sesi eşlik etti günlerce. Kederinin tortusu dibine çökmüş o buruk ezgiler mi yoksa Tanrı’nın kâinatı masumiyetin beyazına büründürmesi mi beni hayatın katı gerçekliğinden uzaklaştırdı tam bilmiyorum. Mucizesini arayan bir seyyah misali başkalarının düşlerinde kaybolmayı istedim sadece. Böyle zamanlarda koskoca insanlar bile kartoplarıyla yuvarlanan iyimser telaşlarıyla Andersen’in masallarındaki cüceler gibi zıplamak ister. İstemezler mi yoksa? Bembeyaz çıtırdayan kristal tozlu sokaklarda, kuşların bacaklarını açmış çöp adama benzeyen minik adım izlerini takip ettiklerinde şiirin kuytusuna sığınmazlar mı? Gün ortasında eski bir sevgiliyi hatırlatmak ister gibi burun sızlatan mısralarla dertleşmek, kış nergislerinin odayı dolduran rayihasıyla gevşemek insana kendini, bu dünyanın fenalığını unutturamazsa başka ne unutturabilir ki?
“Sevdiğim adamın kim olduğunu açıklama”
Bazen öyle olur; kısık ateşte unutulan çaydanlığın tıkırtısıyla hiç olmamış, olmayacak birisini özlemek şaşırtıcı bir dinginlikle sağaltır insanı. Yokluğun varlıktan, yeknesak olanın lüzumsuz kıpırtıdan, görünmeyenin “çıplaklıktan”, susmanın sormaktan daha içeriden dokunacağını ta kirpiklerinizin dibine kadar hissedersiniz. Kâinatı dantelden bir masa örtüsü gibi örten kar hafızamızın kıvılcımlarını da dindirir. Varlığımızın özü, büyüdüğümüzü, sonsuz yalnızlığımızı unutturacak eşyayı, hayali sevmek ve böylece kendinden çok uzaklara çekip gitmek ister. İşte böyle zamanlara biraz içlenerek ama hüznü de kovarak bakarız etrafımıza. Müphem bir hayat tasavvuruyla oyalanmak isteriz. Uçmayı unutan kuşlar misali korkarız biraz. Ne istediğimizi değilse de ne istemediğimizi sezeriz çünkü.
Karın merhametini bahane ederek evde gönüllü mahsur kaldığım o iki gün boyunca okuma, yazma, çalışma hatta konuşma vazifelerimi bir kenara itip öylece durmak istedim. Yayıncı dostumun, “Güz cücüğü müsün sen, çıksana sokaklara” diyerek dalga geçmesine, çocuk arkadaşlarımın “kardan adam” çağrılarına aldırmadan şiir kitaplarımı karıştırdım biraz. Fal açtım onlardan kendime sonra hepsini birer birer kapadım usulca. Yazı kardeşi aradım gizli mahpushanemde. Beni yormayacak, fazla üzmeyecek, az gülümsetecek, biraz düşündürecek, masalların kapısından bilgeliği tevazula kuşatan bir edayla buyur edecek “dost” bir yazar. Doğrusu pek kolay değildi istediğim ama sonunda kitap yığının arasından çektim çıkardım onu.
Sur Kenti Hikâyeleri’ni daha evvel biraz karıştırıp Sakine’nin hikâyesini okumuştum ama esas itibarıyla derdiyle, dermanıyla, sesiyle, kendi içine doğru çekilen dünyasıyla tanışmayı epey erteledim. Kısmet o güneymiş. Kadim bir kültürle yoğrulmuş düşsel bir kentin içinde salınarak gezinmek hayata bakışımı diriltti. O kentin sokaklarını sadece iyi bir hikâyeci ve denemeciyle değil, şairlik sezgisini kahramanlarının kulağından üfleyebilen bir yazarın elini tutarak dolaştım ben. Üstelik de oyunbaz! Daha önsözünde okurunu karşılaşacağı maceralar hakkında uyarıyordu: “Niyetim, Sur Kenti’nde yaşanmış birbirinden bağımsız hikâyeler yazmaktı. Yazmaya başladım da. Ancak sıra Hikâyeci Tahir’e geldiğinde, henüz hikâyeye son noktayı koymamıştım ki, kendilerini anlatıp anlatmamakta kararsız olduğum iki kahraman çıkageldi. Dilber Makbule ve Tancalı Seyyah İbn Battuta.” Her ikisin de şartları varmış. Makbule’nin şartlarından birisi de sevdiği adamın kim olduğunu açıklanmamasıydı. Yazar kahramanlarıyla anlaşmakta haklı olduğunu itiraf ediyordu. Onlar sayesinde birbirlerinden bağımsız da okunabilen “akraba” hikâyeler yazabilmişti.
Bir kuş nefesi kadar...
Sur Kenti Hikâyeleri’nin merhametli yazarı Ayçil, hikâyelerini ipekten bir halı dokur gibi cümle cümle eğirmiş. Her masalın sonunda gördüğümüz rüyanın paslı tadı kalmasın diye duyguları da incelikle eğip bükmüş. Birbirlerinin kaderine dokunan hikâyelerin çözülüşünü, kitabın sonunda Makbule’nin ironik, acıtan, gerçekçi bakışına ve insanın hikâye etmesindeki sırrın örtüsünü ansızın kaldırıveren Tahrir’e bırakmış.
Kitap, “yolların açtığı yarayı kadınlarla, kadınların açtığı yarayı yollarla sarmış, sonunu düşünmeyen” İbn Battuta’nın seyahatleri ve Sur Kenti’ni ziyaretiyle başlıyor. Seyyahın kenti ilk gördüğü anda anladıklarını anlatıcısı seslendiriyor: “Heyecanını yitirmiş her kent, hatırlarıyla avunurdu; hatırlarını çoğaltır, onları biçimsizleştirir, yeniden şekillendirir, bir yerden sonra kendi hatıralarından ayırt edemez olurdu. Hepsinin de sonu kaçınılmazdı: Hatıraları tarafından hatırlanmak. Bir de böyle kentlerde yaşamın tek düzeliği zamanla bazılarının ruhunu pıhtılaştırır, o pıhtılaşmış ruh, sahibine olmadık bir son hazırlardı.”
Bu girizgâhtan sonra birbirlerine tutunmuş hikâyelerin kahramanlarını yazarı anlatıyor. Sakine’yi, sihirbaz Seyfettin’i, bilge Mansur’u, atları, sarraf Nizamettin’in kızlarını, nakkaş Burhanettin’i, demirci Rıfat’ı, eşkıya Konos’u, mecnun Nurettin’i, dilber Makbule’yi ve diğerlerini tanıdıkça gizli kalmış duygular ve düşünceler ormanınızda “şiddetli” ama her daim tevekkül talep eden bir gezintiye çıkıyorsunuz.
Ben karın masumiyetimizin ağır perdesini usul usul araladığı o beyaz günlerde, yazarın hayallerimi kadife tüylü diliyle çağıran hikâyeleriyle avundum. Yazar kendini hafızasızlığa terk eden zihnime türlü oyunlar oynadı. Kahramanların son olmayan “sonlarına” üzülüp düştüğüm yerde, elimden tutup beni şefkatli bir kardeş gibi ayağa kaldırdı. Onunla birlikte bir kadının gözleriyle ilk kez göz göze gelen bir adam oldum. Yüreğine düşen bir çift gözle bahtını değiştiremeyen bir adamın yangınıyla tutuştum. Düşünmeyi bırakıp yan odada yatan birinin kalp atışını dinleyen bilgeyle “zamanın kokusunu” içimi çektim. İpeğe benzeyen yeleleri, ince bilekleriyle koşar gibi yapan bir atın üzerinde “hatırlamanın” kıymetini hatırladım. Aklıma güvenmemeyi Hüsrev’den öğrendim. Hikâyesinin sonunda o da kulağıma fısıldadı: “Anladım ki; kalbimden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikâyemi, benden yüz yıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher kararmadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.”
Bazı kitaplar vardır...
Ali Ayçil’in anlatımındaki imge zenginliği, ayrıntıları titiz bir terzi gibi gören hassasiyeti de beni çarptı doğrusu. Şair bakışının insanın kaderini sorgulayan edebiyatına katkısını gördükçe umutlandım, çocuklar gibi sevindim. Nihayetinde sıradan bir okurum ben de ve her zaman aradığımı bulamıyorum. Bu kitabın yazarı kendini türlere hapsetmeyi sevmiyor. Bu bilinçli bir karar mı bilmiyorum. İnsanın köküne, çekirdeğine dair kurduğu zarif cümlelerin, temennilerin hikâyelerinin eteğine dolandığı bu kitabı okuduktan sonra içinden kendisinin geçtiği denemeleriyle de karşılaşınca doğru bir tercih yaptığını düşündüm. Sanki zihninden akıp gidenleri belli bir çerçeveye sıkıştırmadan yazı sanatının incelikleriyle bezeyerek aktarmayı seviyor ve tam da bu yüzden “doğum sancısının” geleceği o mucizevî ânı sabırla bekleyerek yazıyor. Böylece hakikatle edebiyatın kesiştiği noktada durup okuruna yaşama sanatının gizli erdemlerini de onlarla sohbet eder gibi hatırlatıyor.
Bazı kitaplar vardır, okuduktan sonra varlıklarını hissedebileceğiniz bir yerde dursun isterseniz. İşaretli sayfalarını her özlediğinizde kolayca karıştırabilmek için kimselere ödünç vermezsiniz. Sur Kenti Hikâyeleri’nin tılsımı, karlı günlerde benim gibi ekoseli battaniyesinin altına saklanan bir “güz cücüğünün” kalp zamanını genişletti, artık o benim.
O benim, çünkü hikâyelerin çakıl taşlı yollarında yürürken tıpkı onlar gibi soludum, acı çektim, öldüm, sonsuzluğa karıştım, rüyalarımdan korkarak uyandım, güzel hayallere daldım. Yazarı kızdırmayı göze alarak kahramanların kaderlerini değiştirdim. Ve içimde vaktiyle gizlenmiş olan “ötekine” en yakın durduğum yerde birdenbire kayboldum.
“Hayat bir muammaydı”
Sarraf Nizamettin’in en küçük kızı babasının kalbine tutkundu. O da diğer kardeşleri gibi taliplilerini bekliyordu. İçlerinden biri mutlaka içindeki “hakikat kristalinin parçalarını birleştirecek cümleyi” kuracaktı nasıl olsa ama o kimse o tek cümleyi bulamıyordu: “Günler ve aylar geçti böylelikle. Küçük kız; hayatın, ölümün, zamanın ve mevsimin hallerini öğrendi. Hiç gitmediği kentlerin sokaklarında gezindi; hiç gezmediği sokakların izbeliğini tanıdı. Sayısız kuşun, sayısız balığın, sayısız ırmağın ve dağın ismini öğrendi, adını şimdiye dek duymadığı çiçekleri kokladı. Şehvetin kıyısından aşağıya yuvarlanan erdemle yüzleşti, erdemin arkasına gizlenmiş şehvetin sabırsızlığını hissetti. Bazı sözcüklerin kalpten, bazılarınınsa yalnızca dilden çıktığını ayrıt etmekte hiç güçlük çekmedi... Gözlerinin önüne serdiği o koca hayal tezgâhında kendisini hangi rengin çağırdığına karar veremedi. İnsan çok, dünya büyük, hayat bir muammaydı.”
Sur Kenti’nin meydanındaki büyük caminin minarelerinin gölgelerini uzattığı bir yaz ikindisinde, küçük kızın babasının “şükür”e hasret dilinin nasıl çözüldüğünü ben size böyle bir yazıda anlatamam. Bu sırrı çözebilmeniz için Ali Ayçil’in gerçeklerden daha gerçek olan “masal kahramanlarıyla” tanışmanız lazım. Ama belki hissettiklerime yakalaşabilmeniz için sadece bu küçük kızın “sonunu” size fısıldayabilirim: “Zarifliği bir leylağın bükümlerini anımsatan küçük kızın kendini teslim ettiği bir cümle değil, yalnızca bir suskunluktu. Kimse onun, insanlardan kaçarak gecenin kuyularına inmiş bir adamın suskunluğunda ne bulduğunu anlayamadı.”
(Sur Kenti Hikâyeleri; Yenilgiden Dönerken, Kovulmuşların Evinde, Ali Ayçil, Timaş Yayınları)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:03:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/sur-kenti-hikayeleri-merhamet-ve-ali-aycil.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!