SÜLEYMAN DAYI........................... ...

Halenur Kor
729

ŞİİR


44

TAKİPÇİ

SÜLEYMAN DAYI........................................................................Hikâye

Güneşin, ışıklarını bol bol saçtığı, tabiatın bütün güzelliklerini ve bereketini insanlara cömertçe sunduğu bir yaz günüydü. Malatya’nın bu cennet gibi kasabasındaki bağ evinde, Süleyman Dayı, gelininin höllük ile yeni perdahladığı eyvanda, sırtını ot yastığa dayayarak oturmuştu. Etrafa taze höllük kokusu yayılmıştı. Hamarat gelininin tertemiz yaptığı eyvan, Süleyman Dayı’nın en sevdiği köşeydi. Ağaçların yaprakları, ılık esen meltemle tatlı bir hışırtı çıkarıyor, rüzgâr, yaprakları okşadıktan sonra gelip, Süleyman Dayı’nın çizgili ve nurlu yüzünü, saçlarını bir ana şefkatiyle sıvazlıyordu. Bahçedeki kayısıların o mis gibi kokusunu içine çekiyor, kendi yetiştirdiği ağaçlara sevgiyle, gururla bakıyordu. Malatya’nın kendine has kayısıları da ağaçlarda çil çil altınlar gibi gülümsüyorlardı ona…

Süleyman Dayı, hafifçe kamburlaşmış sırtı, sünnete uygun kısa kesilmiş sakalı ile, masumca bakan iri kara gözleri ve hep gülümseyen tatlı bakışlarıyla, görenlerde sarılıp ellerini öpme hissi uyandıran bir ihtiyardı. Bahçeyle, bağla uğraşmasına rağmen elleri hiç bozulmamıştı. Rahmetli karısı, Süleyman Dayı’nın ellerine vurulduğunu söylerdi hep… Son derece sakin bir yaradılışa sahipti. İnsanlara olduğu kadar, uçan kuşa, böceğe, çiçeğe, ağaca, bütün yaratılanlara, Yaratan’dan ötürü önem verir, severdi. Dağlara, kırlara, taşa, toprağa âşıktı. Her şeye sonsuz bir sevgi ile bakardı. Onu, hiç kızgın görmezlerdi. Kızınca sadece sessizleşirdi, o kadar… Bu nurani halini dedesinden aldığını söylerlerdi.

Rahmetli dedesi, Hacı Bayram Efendi, kendi ismini taşıdığı bir türbenin türbedarıymış. Ziyaret denilen bu türbenin bakımıyla uğraşan, çok cömert, yardımsever bir insanmış. Eskilerin anlattığına göre, ona gelip yardım isteyen hiç kimseyi boş çevirmez, nesi varsa paylaşırmış. Hattâ bir rivâyete göre, Hacı Bayram Türbesinde türbedarlık yaparken, her akşam evliyâ için ibriği doldurur, silepçe ve peşkiri ile beraber abdest suyunu hazırlar ve ertesi sabah bu suyun kullanılmış olduğunu görürmüş. Gel zaman, git zaman bu hep böyle süregelmiş… Ama, bir gün hazırladığı ibriğin devrilip, suyunun döküldüğünü görmüş. Bu böyle birkaç gün devam etmiş. Hacı Bayram Efendi günlerce buna bir çare bulamamış. Bir gün ellerini kaldırıp:

’Ey, mübarek! Kusur bende değil ama buna bir çare bulamadım, bu işi artık sana havale ediyorum’ diye yalvarmış. O gece yine ibrikle suyu hazırlamış. Ertesi sabah türbenin kapısına sıkışıp da ölmüş bir tilki görmüş.

Hacı Bayram Efendi, vefatına kadar bu türbede türbedârlık yaparak Malatya’lıların sevgisi ve saygısı ile uzun yıllar yaşamış.
Hacı Bayram Efendi’nin torunu olan Süleyman Dayı da, dedesi gibi bütün güzel hasletleri kendinde toplamıştı. Kasabada kim dara düşse, kim çaresiz kalsa Süleyman Dayı’ya koşar, derdine çare bulurdu.

Süleyman Dayı, eyvanda uyuklamaya başlamıştı. Bahçenin tahta kapısı birden, ‘garç’ diye açıldı. Torunu Mehmet ve bir sürü çocuk koşarak Süleyman Dayı’nın etrafını sardılar... Cıvıl cıvıl çocuk sesleri arasında Süleyman Dayı’nın yüzüne yine her zamanki gibi, gülümsemesi yayıldı. Cebinden çıkardığı boyalı leblebi şekerlerini dağıtmaya başladı. Çocukların kimisi dizine oturuyor, kimi de ensesine abanıyor:
_’Erik de ver! Erik de ver! ’ diye bağrışıyorlardı. Süleyman Dayı, üşenmeden dizlerine dayanarak kalktı. Arkasında bir çocuk ordusu ile bahçeye yürüdü. Öyle mutluydu ki… Çocuklar için her zaman,’onlar hayatın en güzel süsleridir’ derdi. Onları mutlu etmek için üşenmez, bastonuyla döktüğü yeşil erikleri, onlar ceplerine doldurdukça çocukça bir sevinç duyardı.
Bahçedeki erik ağacının dalları yere eğilmiş, altında oturulacak gölgelik, güzel bir çardak halini almıştı. Buraya kilim serer otururlardı. Çocuklara savaş hikâyelerini, Türk kahramanlıklarını, bin bir gece masallarını anlatırdı. Kasabanın Süleyman Dayı’sını bilmeyen, sevmeyen yoktu.
Bağ evinin arkasından tombul, kırmızı yanaklı hamarat gelini, başında o kendisine çok yakışan yemenisi ile gülerek, başında barvanik denilen önlüğüne ellerini kurulayarak geldi.
_’Yine mi Hacı Babam, yine mi? Bu çağalar seni tabi severler, hep böyle şımartırsın onları…’ diyerek oğlu Mehmet’i çağırdı.
_’Memet’im, hadi git komşulara, anam şâre dökecek, bize gelin de,e mi? İşimiz bitince de ekşili küfteyi hep beraber eyvanda oturup yeriz, diyo de…’

Süleyman Dayı, çocukların gönlünü yapınca yavaşça bahçeden dışarı süzüldü. Birazdan toplanıp şehriye yapacak kadınlar rahat etsinler diyerek ara sokaktan yürümeye başladı. Câmide namazı kıldıktan sonra, Feto’nun kahvesine gidecek, arkadaşlarıyla sohbet edecekti… Eski Malatya evlerinin dizildiği yokuştan yukarı ağır ağır çıkıyordu. Ellerini arkasına bağlamış, kalın çuha şalvarının ağırlığını duya duya, şakakları ter içinde yürüyordu.
Sıcaktan soluğu kesilmişti. Çivit mavisi boyalı eski evin taş merdivenine dayandı, nefeslendi. Burası ne kadar serindi… Yokuştan aşağı doğru derin düşüncelere dalarak baktı:
-’Hey gidi günler, hey! ’ dedi yavaşça…
Bu yolları az mı tepmişti? Düşünceleri tâ çocukluğuna gitti. Akranları ile yokuş aşağı hızla koştukları, sülü deynek, (çelik çomak) oynadıkları günler geldi aklına. İşte; iri, kara gözleriyle, kepçe kulaklarıyla Hasan, upuzun ince bacaklarında, kısalmış pantolonuyla, çöp bacak diye takıldıkları Hüseyin, konuşurken biteviye gözlerini kırpan Murat’ı görür gibi oldu, gülümsedi. Sonra, yeni terleyen bıyıkları, yeni mintanıyla, şu karşı evin Ermeni kızını görmek için bir aşağı, bir yukarı gezinmeleri geldi aklına… Anuşka; iri yarı, kaşlı gözlü bir ermeni güzeliydi. Süleyman’ın gönlü düşmüştü bir kere. Kapısından her geçişinde Anuşka’da pencereden gülümser, deli gibi severdi Süleyman’ı... Mahallenin ağzına düşmüşlerdi. Süleyman’ın anası almam dedikçe, âşıklar daha da yanar olmuşlardı birbirlerine… Tâ ki, Anuş’un ağabeyi Oseb bu durumu fark edene kadar… Ne yazık ki Anuş’unu bir başka memlekete gelin ettiler. Kapıdan geçerken Anuş’un yanık yanık söylediği:

-’Anuş nasıl ayrılır, Oseb haydi diyanda…’
Diye kendi yaktığı türkü, Süleyman’ın kulaklarından senelerce gitmedi. Aşk acısını içine gömüp, az mı uğraşmıştı unutmak için… Sonra bir gün mahallenin kara gözlü Asiye’si, Süleyman’a bir mektup iletene kadar… Geçerken, pencereden önüne atmıştı mektubu. Kısacıktı. Onu çok sevdiğini, almazsa verem olacağını söylüyor:
-’Uzun boylu güzel yâr,
Tenim toprağa girse,
Çimenim seni anar…’
Diye sözlerini bitiriyordu. Bu sevgi ve sevgilinin içten sözleri ile Süleyman bu sefer Asiye’ye tutuldu… Annesinin de isteyerek aldığı Asiye’ye bu yokuştan, mendiliyle az mı lokum taşımıştı? Bu yokuş nelere şâhitti? Evlendikleri zaman Asiye’nin pehlivan yapılı ağabeyi her gün kapıdan gelir geçer, sert bir sesle:
_’’Asiye! Bacı! Nasılsın? ’’ diye seslenirdi.
Bu bir nevî, kardeşini koruma, onun ezilmemesi için verilen bir gözdağı gibi olurdu… Ve iki ay arayla anasını, babasını bu yokuştan ebediyete uğurlamıştı. Oğlunu bu yokuşta kucaklayarak askere göndermiş, kızını buradan gelin etmişti…

Süleyman Dayı’nın beyaz, önü çıkmalı güzel evi yokuşun en başındaydı. Bu yolu, bu yokuşu çok severdi. Şimdi bedenini zor taşıyan bir ihtiyâr olmuştu. Önüne baktı, gözleri doldu. Duvara yaslanarak doğruldu. Yavaş yavaş yukarı, camiye doğru yürüdü...

....................................................................
Süleyman Dayı, kara gözlü Asiye’sini tam yirmi sene önce kaybetmişti. Uzun zaman içine kapanmış, dışarı çıkmamıştı. Kendine sakin bir dünya kurmuş, oğlunun getirdiği Köroğlu, Fırat gibi gazeteleri her zaman yanında taşıdığı büyüteci ile okuyup, hayatla öyle irtibat kurmuştu. Sonra, onu seven çocuklar, ona mutluluk kaynağı olmuş, torunları ve arkadaşları onu yine hayata bağlamışlardı.

Komşu kadınlar eyvanda toplanmışlar oradan buradan konuşuyorlar, hem de usta parmaklarıyla hamurları ovarak şehriye yapıyorlardı. Gülüşmeleri, kahkahaları etrafı çınlatıyor, sesleri küçük oğlanların çığlıklarına karışıyordu. Çocukların biri, bahçedeki arkta suların içine düşmüş, sırılsıklam olmuş, ağlıyordu. Oğlu Mehmet:
-’Gız ana! Sıddıh harığa düştü! ’
Diye bağırıyordu. Çocuğun burnu akmış, gözyaşlarına karışmıştı. Hatice gelin koştu, bahçedeki tulumbada çocuğun elini, yüzünü yıkadı. Soydu. Öbür çocuklara eğlence çıkmıştı. Gülüşüyorlar, ağlayan çocuğu kızdırıyorlardı. Bahçe kapısından içeri giren Süleyman Dayı’yı görünce hepsi zıplayarak ona doğru koştular. Doğru, erik ağacının altına gidip oturdular. Süleyman Dayı’nın yorgunluğu bir anda gitmiş, çocuklaşmıştı. Uzaktan çocuklardan biriymiş gibiydi…

O yıl kasabaya tâyin olan öğretmen Musa Bey; kısa boylu, konuşkan bir adamdı. İki çocuğu ve karısıyla kasabaya yerleşmişti. Onlara ev bulan, yerleşmelerine yardım eden insanların başında yine Süleyman Dayı vardı. Malatya’ya dışarıdan gelen insanlara ‘’garip’’ derlerdi. Bu öğretmen de şimdi garip sayılırdı. Süleyman Dayı, kolları sıvadı, evin onarılacak yerleri el birliği ile yapıldı, badana edildi. Musa Bey, böyle ilgiden şaşkın, mutlu, ne diyeceğini bilemiyor, teşekkür üstüne teşekkür ediyordu. Süleyman Dayı, lâf söyletmiyordu:
-’Bizim töremizde dışarıdan biri geldi mi ona yardım etmek için yarışırlar, bırak da gönlümüz rahat etsin…Sen ne kadar rahat olursan, biz de o kadar rahat oluruz. Öğretmen Beg, senin mesleğin kutsal meslek, çocuklarımızı, torunlarımızı sana emânet edeceğiz. Onları vatan ve memleket için sen yetiştireceksin. Şimdi bizdensin, sen de Malatyalısın olur mu?

Musa Bey, vatanperver, imânlı, dürüst ve çalışkan bir insandı… Kısa zamanda kendini sevdirmiş, çocuklar kadar büyüklerin de eğitimiyle uğraşıyor, elinden geleni yapıyor, gençlere vatan ve millet sevgisi aşılıyordu. O sıra Malatya Lisesinde müdür olan Arif Nihat Asya ile tanışmış, onun ‘bayrak’ şiirini bütün talebelerine ezberletmişti. Battalgâzi’yi, Malazgirt Meydan Muhaberesini, Atatürk’ü, Türkiye’nin düşman karşısında tek vücut olarak, kadın, erkek hep birden türlü fedakârlıklarını anlatırken sanki o günleri yaşıyor, gözleri yaşlarla doluyordu. Süleyman Dayı ve Musa Öğretmen arasında derin bir dostluk başlamıştı.
Her fırsatta bir araya geliyorlar, güzel sohbetlerinden gençlerin de yararlanmasını sağlıyorlardı.

Okula gelen bir çocuk, acele Musa Öğretmeni çağırdı. Karısı üçüncü çocuğunu dünyaya getirecekti. Musa Öğretmen aceleyle okula giderken, çocuklar sanki sınıfta öğretmenleri varmış gibi sessiz duruyorlardı.
Eve gelince kapıda, ter içindeki ebe Nizam’ın İmmi ile karşılaştı. Ebe, hanımının acele hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini söylüyordu.
-’’Çocuklara bakarız, merak etmeyin, çabuk götürün! ’’ dedi.
Süleyman Dayı, olayı duymuş, hemen bir araba tedarik etmiş, öğretmene getirmişti. Musa Bey, eşini bindirip yola çıktı…
Çocukları sekiz yaşındaki Zehra ve dört yaşındaki Zeynep gözyaşları içinde anne ve babasının arkasından bakakaldılar. Komşular evde toplanmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor, ‘’İnşallah hayırlısı ile kurtulur’’ diye dua ediyorlardı. Bu sırada bahçeden bir feryât koptu. Kadınlar dışarı koştular. Ağlayan çocuklar, kuyuya, öğretmenin küçük kızı Zeynep’in düştüğünü söylüyorlardı. Civarda yardım edecek kimse yoktu…
Süleyman Dayı’nın o yaşlı hali kaybolmuş, sanki Allah tarafından bir güç gelmişti. Koştu, beline kuyunun ipini bağladı. Sitil denilen o büyük kovayı kucakladı. Kadınlara:
-’’Beni kuyuya sarkıtın! ’’ diye bağırdı. Sesi ilk defa böyle yüksek çıkıyordu.
-’’Haydi! ’’ dedi, ‘’Beni kuyuya sarkıtın! Çabuk! Sıkı tutun ucunu! Hep birden! ’’
Kadınlar ipi var güçleriyle tuttular. Süleyman Dayı’yı karanlık kuyuya yavaş yavaş sarkıttılar. Gözleri önce hiçbir şey görmedi. Sonra, gittikçe karanlığa alıştı. Kuyunun dibi görünüyordu. Suyu azdı. Dibinde hareketsiz duran çocuğu gördü. Eğildi, çocuğu stile koydu. Belindeki ipi çözdü, sitile ve çocuğa bağladı. Çocuk baygındı ama yaşıyordu. Kadınlara seslendi. İpi salladı. Yavaş yavaş çocuğu dışarı çıkardılar. İpi yeniden sarkıttılar. Süleyman Dayı, ipi beline bağladı. Kadınlar çekiyorlar, çekiyorlar, elleri kayıyor, geri düşer gibi oluyor, sonra çekmeye devam ediyorlardı. Uzun uğraşmalardan sonra, kuyunun çentiklerine de tutunarak çıkan Süleyman Dayı’yı bitkin bir halde dışarı çektiler…
-‘’Çocuk nasıl? ’’ diye inleyerek soran Süleyman Dayı’ya kadınlar büyük bir sevgi ile sarıldılar… Bu cesareti için ona ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Çocuğun kendine geldiğini gören Süleyman Dayı gözyaşlarını tutamadı. Hıçkırarak ağlıyor:
- ’Ne derdik, Öğretmen Beg’e, ne derdik? ’diye söyleniyordu. Birden arka üstü devrildi. Benzi sarardı, sanki birini görüyor gibi baktı, gülümsedi. Herkesin şaşkın bakışları arasında o anda ruhunu teslim etti.
Kadınlar sanki babalarını kaybetmişler gibi feryât ediyorlar, çocuklar gözyaşlarına boğuluyorlardı. Kasabanın en tatlı, en cömert, en mükemmel insanı artık yoktu. Onu usulca, eyvana, en sevdiği köşeye taşıdılar. Oğlu, öğretmen ve kasabalı geldiği zaman onu huzurlu ve gülümseyen yüzüyle yatıyor buldular. Onu kaybetmiş olmanın verdiği acıyı, bu sâkin hâli biraz hafifletiyor gibiydi…

Çok geçmeden Öğretmen Musa Bey, Malatya’dan tâyin oldu.
Yıllar sonra kasabaya genç bir hemşire geldi. Bu, Musa Öğretmen’in kuyuya düşen küçük kızı Zeynep’ti. Hemşire olmuş, çocukluğunun geçtiği yere gelmiş, babasının her zaman derin bir saygı ve sevgiyle bahsettiği, onu hayata döndüren Süleyman Dayı’nın mezarını bulmuş, başucuna küçük bir fidan dikmiş, dua etmişti… Oraya bıraktığı bir demet kır çiçeğinin üzerine:’’Canım Dedeciğim’’ yazılan kâğıt parçası, esen rüzgârla uçmuş, küçük fidana takılıp kalmıştı…
Canım dedeme…

(Bu hikâyedeki yöresel sözleri bana öğreten, türbedâr kısmındaki olayı anlatan sevgili dostlarımız sayın Aysel ve Mustafa Kuşçuoğluna sonsuz teşekkür ederim.)

Halenur Kor
Kayıt Tarihi : 9.12.2007 15:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu hikâyem, 2001 yılında, Malatya Belediye'sinin açtığı hikâye yarışmasında kitaba giren hikâyeler arasında yer almıştır.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Ünal Beşkese
    Ünal Beşkese

    Halenur Hanım,
    öncelikle bu hacımda bir hikayeyi, okuyucunun ilgisini hiç bir yerinde azaltmadan sürdürebildiğiniz ve olayları çok başarılı şekilde birbirine bağlayabildiğiniz için kutluyorum sizi.
    Kullandığınız dil de, her zamanki gibi konuşulan Türkçe olduğu için, ayrıca bir akıcılık katıyor hikayeye.
    Sıkça, yer verdiğiniz yerel deyimler ise hikâyenin süs boncukları olmuş.
    Ana karakteri, sözcükleri bir ressamın fırçası gibi ve maharetle kullanarak çizerken, bir dizi senaristi ustalığıyla ilişkiler kurarak geçtiğiniz yan karakterler, tabloyu tamamlamış.
    Bu güzel çalışmanızı ve sizi gönülden kutluyorum,
    saygılarımla ve sevgimle efendim,
    Ünal Beşkese

    Cevap Yaz
  • Canan Ereren
    Canan Ereren

    Halenur hanım'cığım harikulade bir anlatım anlamlı mesajlar veriyor,tebrik ediyorum ve antolojime alıyorum.Sevgimle

    Cevap Yaz
  • Halenur Kor
    Halenur Kor



    Sevgili Nimet hanım, belki hayâl kırıklığına uğratacağım ama, ben bu hikâye hiç yaşanmadı. Tamamen hayâl mahsulüdür.

    Malatya'lı dostlarımızın anlattığı kısmı sadece türbedar kısmıdır. Sevgili dostlarımız Mustafa ve Aysel Kuşçuoğlu'ndan oraya özgü kelimeleri öğrendim.
    Onların teşviki ile katıldığım bir hikâye yarışması idi... Ayrıca Malatya'yı anlatan şiirim de derece aldı. Ansiklopedilerden yararlanıp yazdım. Bu şiiri aşağıya alıyorum.

    Ama senelerce güzel Anadolu'da gezdik. Gurbetin zor yanlarını bize hissettirmemeye çalışan bir çok güzel dostlarımız oldu. Onların bazı davranışları, dışardan gelen bizlere gösterdikleri güzel hasletler hikâyeme hayâli de olsa girmiş oldu. Size kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum.

    Malatya'yı hiç görmedim. Sivas'da bulunduk...
    Ama, sanıyorum ki, her anadolu şehrinde böyle güzel insanlar ve ananeler var...

    Hikâye'nin sonundaki 'Canım Dedeme' ibaresi de, hiç göremediğim, tanımadığım, daha ben doğmadan rahmetli olan dedelerime ithafdı... Babamın babası Yemen'de şehit olmuş. Annemin babası da, annem henüz 5-6 yaşlarında iken vefat etmiş...
    Ne yazık ki, her zaman dede ve nine hasretini çekmişimdir. Allah cümlesine rahmet eylesin...

    Sizi sevgiyle, muhabbetle kucaklıyorum. Sanıyorum bu hikayeyi okuyan bir kaç kişiden birisisiniz... Selam ve sevgilerimle, hoşça kalınız... Hâlenur Kor

    Cevap Yaz
  • Halenur Kor
    Halenur Kor

    Kimden : banyatunga (Bayan, 74)
    Kime : Halenur Kor 1
    Tarih : 02.06.2012 15:25 (GMT +2:00)


    Konu : Yn: SÜLEYMAN DAYI... Sayfa:1 Sıra:1 Bu hikâyem, 2001 yılında, Malatya Belediye'sinin açtığı hikâye yarışmasında kitaba giren hikâyeler arasında yer almıştır.



    Sevgili Halenur hanım bu yaşanmış hikâyeniz beni çok çok etkiledi.

    Sonu kötü bitse de, herkesin okuyup ders alması gereken bir ibret dersi, sizi yakından ilgilendirdiğini tahmin ettiğim konusuyla çok ders vericiydi.

    Vefa, iyimserlik gurbete gelenlere gösterilen saygı ilgi; bunların hepsi büyük erdem bilene...

    Süleyman dayı ruhunu teslim etmeden önce, son iyiliğini yaparak; yardım severliğini, sorumluluğunu bilen biri olarak memleketinin insanının değerlerini de bu vesileyle tanıtmış oluyor.

    Nur içinde yatsın, Allah böylelerini eksik etmesin diyorum.

    Hikâyenin sonunda canım dedeme diye bir ibare var; gerçek dedeniz mi bilemem.

    Malatya'ya eşinizin tayiniyle mi gittiniz diye sormayacağım ama; belli ki,oralarla yakın irtibatınız olmuş.

    Elazığın halkı da tıpkı Malatya'lılar gibidir.

    Bizim de üç dairesini kiraya verdiğimiz evimizin kiracıları aynı hüs-nü kabulu görürlerdi.

    Sizler gurbete geldiniz ne ihtiyacınız varsa biz sizlere yardımcı olmak isteriz diyip, rahmetli annem sabah kahvaltılarını siniye dizer götürürdü.

    Ve her hususta yardımcı olmak için can atar, onlarla yakın akrabalarımızlarmış gibi can ciğer dost olurduk.

    Tayin olup başka şehirlere gitseler de yıllarca mektuplaşır bayram tebriklerini ihmal etmezdik.

    Giderlerken onları hangi vasıtayla giiyorlarsa ki genelde trenle giderlerdi; bizler de onları göz yaşlarıyla uğurlardık.

    Pek tabii ki, iyilik tek taraflı olmuyor, o insanlar da iyilerdi ki dostluğumuz iki taraflı sevgiyle pekişiyor ve yaşadıklarımız unutulmaz hatıralarımız arasında yer alıyordu.

    Hikâyeyi kaleme alışınız çok başarılı, ve sizin duygularınızı bize yani okura çok güzel yansıtıyor.

    Tebrik ediyorum canım, paylaştığınız bu muhteşem eseriniz için gönül dolusu sevgimle selamlarımla teşekkür ediyorum hoşça kalın.




    Cevap Yaz
  • Naime Özeren
    Naime Özeren

    Tekrar okumak çok güzeldi Halenur hanım. Aradan uzun yıllar geçse de hiç eskimeyecek bir öykü. Kutlarım.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (21)

Halenur Kor