ŞUARA SURESİ
Mushaftaki sıralamada 26, iniş sırasına göre 47, suredir.
Vakıa suresinden sonra, Neml suresinden önce Mekke’de inmiştir. 227 ayettir.
197. ayeti ile son dört ayetinin (224-227) Medine döneminde indiğine dair rivayetler de vardır.
Adını 224. ayette geçen ve “şairler” anlamına gelen şu‘arâ kelimesinden almaktadır. Ayrıca ilk ayetinden dolayı Tâ-sîn-mîm, kitap sahibi birçok peygamberin kıssasını içerdiği için Camia suresi diye de anılmıştır.
Konusu: Ağırlıklı olarak Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret inancı gibi konular ele alınmaktadır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’den, onun kaynağından, şanının yüceliğinden ve müşriklerin Kur’an karşısındaki tutumundan bahsedilmekte, örnek ve ibret alınması için bazı peygamberlerin kıssaları ve tebliğlerinden kesitler verilmektedir.
Bu kıssalarda tarih sürecinde insan karakterinin değişmediğine, bu sebeple insanda gerçeği inkâr etme eğiliminin her dönemde görülebileceğine, insanoğlunun zenginlik, iktidar, nüfuz ve şöhret düşkünlüğüne, kitlesel kültür ve ideolojilere körü körüne bağlılığına dikkat çekilmektedir.
Kur’an’ın bir şair tarafından meydana getirildiği iddiaları çürütülmekte; gerçeği kabul etmeyen dönemin şairleri yerilmekte, ancak mümin ve makbul şairlerin de bulunduğu ifade edilmektedir.
Kur’an şairlere bir sure ayırmış, adeta kutsal kitaplar içerisinde şairlere sure ayırmasıyla onları şereflendirmiş. Şiire verdiği değeri böylece göstermiş. Sevgili efendimiz belki de yeryüzünde şiire en büyük ödülü veren bir önder, bir rehber olarak meşhur olmuş “Banet süad’ını” (Kaside-i Bürde) okuyan Kaab Bin Züheyr’e sırtındaki mübarek hırkasını ödül olarak sunmuş.
Yine efendimiz yanında şairler istihdam etmiş Hassan Bin Sabit gibi, Kaab Bin Züheyr gibi şairler.
Bu surede şairler ikiye ayrılmış şiiri bir bilgi çarpıtma, bir bilgi saptırma aracı olarak kullanan şaman şairler. Onlar reddedilmiş. Onlar Allah’ın rahmetinden dışlanmış ve lanetlenmiş. İkincisi ise hakikatin aracısı olan hakikati şiir dili ile insanlara ulaştıran, ulaştırma çabası içinde olan dürüst şairler, güvenilir şairler ve Allah’a güvenen iman eden şairler.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Bazı sûrelerin başında bulunan bu tür harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilmektedir.
Sure başlarındaki hurûf-ı mukattaadan sonra genellikle kitaptan, ayetlerden veya vahiyden söz edilmektedir.
Bu harfler, vahyi yalanlayanların elleri altında olmalarına rağmen onlar bu harflerden bu apaçık Kitabın bir benzerini yapamamaktadırlar. Surede, bu Kitaptan yoğun biçimde söz edilmektedir.
2. Mübin. Hem özünde açık, hem de açıklayıcı. Hem müfessir, açıklayan. Hem Müfesser, açıklanmış demektir. Hem her türlü açıklamayı barındıran hem de muhatabının anlaması için en açık şekilde gönderilmiş olan demektir.
Biz Kur’an ı anlayamayız ki, o çok yüce bir kitap. Böyle bir yaklaşım aslında Kur’an a büyük bir hakarettir. Kur’an ı yüceltme adına, Kur’an ı bir tür yalanlamadır bu yaklaşım. Çünkü Kur’an kendisinin “Mübin” olduğunu söyleyecek, siz ise tam tersini söyleyeceksiniz. Yani ben açığım, anlaşılabilirim, herkes beni anlayabilir diyecek, siz ise hayır, sen anlaşılamayacak kadar yücesin diyeceksiniz.
Ama insanlar bu ayetlerle diyalog kurmak isterlerse, onları okuyup anlamaya çalışırlarsa o zaman Mübin olacaktır. Yani şu harfleri tanıyınca nasıl muhtevayı anlarsa insan, ilgi kurunca da anlayacaktır.
Meselâ herhangi bir aletin şifresi veya bir aygıtın kullanım defteri, el kitabı çok net anlaşılır yazılsa bile o yazıyı, o harfleri tanımayan insan için çok karmaşık gelir.
Kaldı ki rabbimiz anlaşılmasın diye mesaj gönderir mi? Engin, sınırsız rahmetinin bir ifadesi olan mesajı, vahyi.
3. Alemlere rahmet olanın insanlığa şefkati böyle olur değil mi?
Onun için bir tek insanın iman ile arasına engel girmişse, o engeli kaldırmak için ödemeyeceği bedel yoktu. Zaten bir ömrü insanla iman arasına giren engeli kaldırmak için geçmedi mi? Bütün bir ömründe rahat yüzü görmemiş olmasının sebebi insana olan bu merhamet ve şefkati değil mi? İşte bu ayet onun insana olan merhametinin geldiği boyutu çok güzel ifade ediyor.
Zira o bu yalanlamadan sonra onların başına gelecekleri kesin biçimde bilmektedir. Bu nedenle onlar adına içi yanmaktadır. Çünkü onları kendisinin ailesi, aşireti ve ümmetidir. İçi daralmaktadır.
4. Yani başka çıkış yolu kalmamacasına teslim olurlardı. Ama bu teslimiyet İslam olmazdı. Çünkü böyle dilemedik. Peki ne diledik? Fahvel hitaptan, söz geliminden anlıyoruz ki; Fakat Allah bunu dilemedi. İrade verdi ve sizin seçmenizi diledi. Neden? Çünkü imanın manevi, ahlaki değeri özgür tercihten kaynaklanır. İman değerini insanın özgür tercihinden, hür iradesinden alır. Başına silah dayayarak iman etmiş bir insanın imanının değeri olmaz.
Yüce Allah bu son Risaletin mucizesi olarak Kur'an'ı vermiştir. Eksiksiz bir hayat programı olarak her yönden mucize olan Kur'anı:
A. Kur'an, ifade yapısı ve edebi ahengi ile bir mucizedir. Çünkü pek çok özellikleri, değişmeyen ve farklılık göstermeyen bir düzeyde ve bir noktada bütünleştirmeye dayanmaktadır.
B. Kur'an, düşünce yapısı, bölümlerinin ahengi ve mükemmelliği ile de mucizedir. Orada ne bir eksikliğe ne de bir tesadüfe yer yoktur. Bütün buyrukları ve yasamaları aynı noktada buluşmakta, uyum içine girmekte ve birbirini tamamlamaktadır. İnsan hayatını bütün olarak ele almakta, kuşatmakta, ihtiyaçlarına cevap vermekte ve yönlendirmektedir. Bu kuşatıcı, kapsamlı programın en ufak bir bölümü diğer bölümü ile çelişmemekte ve insanın fıtratına herhangi bir noktada aykırı düşmemektedir.
C. Kalpler ve ruhlara rahatlıkla ulaşması, alıcı cihazlarına dokunması, kapalı olan cihazlarına, etkilenme ve sinyallere karşılık verme hassasiyetini kazandırması, ruhların ve kalblerin açmazlarını ve problemlerini hayret verici bir kolaylık ve çabuklukla çözmesi, onları kendi metoduna uygun biçimde, karmaşıklığa, dolaylı anlatıma ve demagojiye başvurmadan, basit dokunuşlarla eğitmesi ve yönlendirmesi ile de Kur'an bir mucizedir.
5. Ona boyun eğmezler, yani iradelerini doğru kullanmazlar. Allah onlara güvendi, güvenini irade vererek gösterdi, fakat onlar Allah’a güvenmedi. Allah’ın kendilerine olan güvenini de istismar etti, boşa çıkardı. Allah’ın kendilerine olan güvenini boşa çıkaran kişiler Allah’ın gazabını hak etmezlerde neyi hak ederler. İnsanın irade özgürlüğünü kötüye kullanmasına atıf yapıyor bu ayet.
Burada Yüce Allah'ın "Rahman" ismi anılarak bu Kur'an'ı onlara göndermekle insanlara ne denli büyük rahmet ve lütufta bulunduğuna işaret edilmektedir. Onların bu rahmet kaynağından yüz çevirişleri ise, bütün çirkinliği ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar, bu rahmet kaynağına aşırı derece muhtaç oldukları halde kendilerine gönderilen rahmetten yüz çeviriyor, onu red ediyor ve kendilerini ondan mahrum ediyorlar!
6. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği üzere İslâm peyderpey yayılacak, dünyanın her tarafına ulaşacak; kâfirlerin başlarına ise dünyada kahr-ı ilâhî inecek, onlar ahirette de ebedî azaba uğrayacaklardır. Eğer onlar ibret nazarıyla üzerinde yaşadıkları yeryüzüne ve aynı kara toprağın bitirdiği binbir renk, koku, çeşit ve desendeki bitkilere bakacak olsalar bu inkâr girdabından kendilerini kurtarabilirler.
Bu ayetlerde ve müteakip ayetlerde vahyin tamamı boyunca onların inkarına aldırmaksızın Allah hakikati söylemeyi sürdürecek. Buradan yola çıkarak şu sonuca varabiliriz; İnkar ihtimaline bakarak hakkı ispat ve davet görevi, yükümlülüğü boynunuzdan düşmez. Muhatabınızın inkar etme ihtimali var diye sizin Hakkı ispat göreviniz sizden sakıt olmaz. Kalkmaz.
Onun için onun hangi ihtimal hesaplarında olduğu sizi ilgilendirmez. Görevinizi yapmakla memursunuz, mecbursunuz. Onun için insanoğlunun vahyi inkar etme ihtimali vahyin inmeme gerekçesi olabilir miydi? Böyle olsaydı Allah’ın insana olan merhametinin vahiy biçiminde tezahür etmesi söz konusu olur muydu? Kaldı ki insanlar daima bu konuda iki tür tepki verecekler. Hem olumlu, hem olumsuz. Verecekler ki iradenin imtihanı olsun. Verecekler ki irade işe yarasın, verecekler ki hayat bir sınav olsun. Verecekler ki cennet ve cehennem yerini bulsun. Verecekler ki suyu getirenle testiyi kıran bir olmasın. Verecekler ki adalet yerini bulsun.
7. Siz bu ayetlerin kainat ayetlerinden bağımsız olduğunu mu sanıyorsunuz. Aslında bunların söylediği ile ağaçların söylediği aynı şey. Şu ayetlerin insana hitabı ile güneşin, yerin, göğün hitabı aynı kapıya varıyor eğer okumayı, eğer bakmayı, nereden bakacağınızı biliyorsanız.
Etrafınıza bakın. Gördüğünüz her şey amacına hizmet ediyor. Ya sen ey insan? Neye hizmet ediyorsun. Allah’ın senden istediği aslında ekstra bir şey değil. Amacına hizmet. Allah seni vahiy ile inşa edecek sen de hayatı inşa edeceksin. Vahiy ilahi bir inşa projesidir.
8. Bir öncesiyle bu ayet arasında ki doğrudan irtibat çok önemli. Nedir bu önem? İman etmemenin zemininde ders almama var. İbret almayanlar güvenmezler. Onun için imanın ahlaki anlamı güvendi. Allah bu manada mümindi ve insandan da mümin olmasını istiyordu.
9. Rabbimiz, kendine karşı gelenleri asla mağlup edilmez kudretiyle cezalandıracak, iman edip salih ameller yolunu tutanları da sonsuz merhametiyle mükâfatlandıracaktır. Sure sonuna kadar her bir peygamber kıssası anlatılırken bir taraftan kahır tecellilerine ve bir taraftan da rahmet tecellilerine yer verilmekte, bununla ahenkli bir şekilde Allah’ın “Aziz ve Rahîm” isimleri tekrarlanarak zikredilmektedir.
8 yerde aynen gelir bu ayetler. Yani şunu söylemek istiyor gibidir; Sen onların imanını kendini helak edecek derecede arzu edersin de rabbin onlara merhamette senden aşağı kalır mı hiç.
10. 11. Peygamberimizi teselli etmek ve ona gelecekle alakalı başarılı olma heyecanı aşılamak üzere anlatılan ilk kıssa Hz. Musa kıssasıdır.
Şunu hemen belirtelim ki, Musa(a.s.)’ın risalet vazifesini yerine getirme mecburiyetinde kaldığı şartlar, zahiren Allah Resulü (s.a.s.)’in karşılaştığı şartlardan daha zor ve daha çetindi. Çünkü Hz. Musa, Firavun ve kavmince ezilen köle bir topluma mensuptu. Buna karşılık Peygamberimiz (s.a.s.) Kureyş kabilesinin üyesiydi ve ailesi diğer kabilelerle en azından eşit bir statüye sahipti.
Yine Hz. Musa, Firavun’un sarayında yetiştirilmiş, büyütülmüş ve bir cinayet suçlaması sebebiyle kaçıp on sene kaldıktan sonra, hayatı uğruna kendisinden kaçtığı aynı hükümdara gitme emri almış bulunuyordu. Efendimiz (s.a.s.) için böyle bir durum söz konusu değildi.
Üstelik Firavun’un imparatorluğu, zamanın en geniş ve en güçlü imparatorluğu olup Kureyş’in zayıf gücüyle kıyas bile kabul etmeyecek durumda idi. Bütün bunlara rağmen, Firavun, Hz. Musa’ya hiç bir zarar veremedi, sonunda mağlup oldu. İşte Kur’an bu kıssa ile Kureyş müşriklerine ve kıyamete kadar herkese şu dersi vermektedir: “Allah’ın yardım ettiği kişiyi kimse yenilgiye uğratamaz. Öyle zor şartlarda bile Hz. Musa, bütün güç ve kuvvetine rağmen Firavun karşısında galip geldiğine ve hak din muzaffer olduğuna göre, ne Mekke kâfirlerinin ne de ondan sonra gelecek kâfirlerin İslâm davetine mâni olmaları mümkündür.”
2
12. Aslında ona söylenen; bu sıkıntıyı sadece sen duymuyorsun, senden önceki peygamberler de duydular. Fakat unutma ki Allah onların yardımına nasıl yetişmişse senin de yardımına öyle yetişecek. Ve bir de belki şu ima ediliyor; Musa’nın durumu ey Muhammed, senin durumundan çok daha çetindi. Onu hatırla teselli bul.
13. Çoğu zaman insanlar peygamberleri yalancılıkla itham etmişlerdir. Hz. Musa böyle bir durumla karşılaşmaktan endişe ettiği için moralinin bozulacağını, bunun da dilinin dolaşmasına sebep olacağını, dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getirirken rahat konuşamayacağını Allah Teâlâ’ya arz etmiş; ya kendisine yardımcı olmak veya tek başına Firavun’a elçi olarak gitmek üzere kardeşi Harun’un görevlendirilmesini niyaz etmiştir.
14. İsrailoğulları’ndan biriyle kavga eden bir Kıptî’yi öldürmüş olmasından dolayı kendisinin de öldürülmekten korkması böyle bir talepte bulunmasına sebep olmuştur
Bil ki bu, Musa (aleyhisselâm)'ın, duraklaması ve Allah'ın emrine uymayı geciktirmesi, demek değildir. Aksine beklenen bir sıkıntının, meydana gelmeden önce önlem alınmasını istemektir. Açıkçası Hazret-i Musa Rabbinden güç kazanmak için gönlündeki karışıklığı ortaya koymuş, Allah da ona güven sağlamış ve kendisinden her türlü zorluğu gidermiştir.
15. "Asla" böyle bir kanaate sahip olmayı kabul etmemekte ve bundan vazgeçmeyi emretmektedir. Yüce Allah'a güvenmeyi emretmektedir. Yani sen Allah"a güven ve onlardan duyduğun korkuyu bir kenara bırak. Onlar seni öldüremezler, buna güç yetiremezler.
16. 17. Firavuna gitmek, Firavun gibilere gitmek, Firavunlara tebliğe gitmek, Firavunların ayağına gitmek. O günün toplumuna göre Firavun çok güçlüydü. Ayağının bir bölümünü Karun’a, öbürünü de Belam’a basmış güç gösterisinde bulunmuş biriydi. Çok büyük ekonomik ve siyasal gücü vardı. Ama unutmayalım ki ona giden de Peygamber’di. O da gerçek güç kaynağından güç alan bir güçlüydü.
18. Yani sen belki de son anda ölümden döndün. Senin yaşıtların daha doğmadan öldürüldü, ölüme mahkum edildi. Fakat sen sarayda büyütüldün bir prens olarak. Hatta sadece büyütülmekle kalmadın sarayın güvenine mazhar oldun, belki veliaht olarak görüldün, hatta Tevrat’tan öğrendiğimize göre Hz. Musa gençliğinde Habeşistan’a yollanan ordunun komutanı olarak atanmıştı. İşte böyle bir gençlik, onu hatırlatıyor firavun. Biz böyle yapmadık mı?
Tabii daha gerisini hatırlatmıyor. Neden acaba saraya geldi, neden anasından babasından ayrıldı, neden buna mecbur oldu onu da söylemiyor. Cinayetini hatırlatmıyor, söylemiyor, devam ediyor;
19. Hz. Yusuf’un hayatında da görüyoruz. Kuyuya atılış, kuyudan çıkarılıp köle diye satılış, oradan zindana atılış, zindandan iktidara geliş ve bir kişinin; Ahlak, erdem, bilgi, iman ve liyakatle ne yapabileceğini cihana, dünyaya gösteriş. Yani bir kişi ne yapar ki diyorsanız eğer Yusuf’a bakın. Burada da söylediği aslında ona benzer bir şey.
Eğer zulüm anaların rahmine uzanmışsa elden ne gelir ki diyorsanız eğer, Musa’ya bakın. İsrail oğullarına bakın. Yani bittim dediğiniz yerde Allah yettim der. İmkansızlık yoktur, imansızlık vardır. İşte onu söylüyor.
20. Yani ben öldürmek niyetinde değildim. Orda bana göre bir haksızlık vardı. O ölen kıpti bir İsrailoğulluya zulmediyordu. Ben de o haksızlığı önlemek istemiştim de onun için yumruk vurmuştum. Senin yasaların bu tür haksızlıkları önleyecek bir özelliğe sahip değildi ki bırakayım sen halledesin. Senin yasaların toplumun bir kesiminin öteki kesimini ezmesini emrediyordu. Senin yasaların toplumu ezenler ezilenler, idare edenler, idare edilenler, sömürenler sömürülenler diye ikiye ayırmıştı. İrademin, kastımın dışında o adam ölünce Mısırdan, senin ülkenden kaçtım. Bunun sebebine gelince:
Senden, sizden, sisteminden korktum da kaçtım. Belânızdan korktum. Zulmünüzden korktum. Ne yapayım adaletiniz yoktu ki ona baş vurayım.
21. Neden korktuğunu biz aslında kasas suresinden anlıyoruz. Kasas suresinde öldürülmesi için ileri gelenler meclisinin toplandığını biri haber veriyor. Onun için Hz. Musa kaçmak zorunda kalıyor.
22. Yani sen iyiliğini başıma kakıyorsun fakat arkasını söylemiyorsun. Benim senin sarayında ne işim vardı onu söylesene. Anam neden beni suya bırakmak zorunda kalmıştı. Yeni doğmuş yavrusunu hangi ana suya salar. Ne yapıyordun ki. Ne yaptığı belli, erkekleri öldürüyor, kadınları sağ bırakıyordu.
23. Firavun, Alemlerin rabbi olan Allah’ı sıfatlarıyla kavramak için zihni düzeyini yükseltmek yerine tanrıyı kendi düzeyine indiriyordu. Onun için mahiyet sorgulaması yapıyordu nitelik sorgulaması. Kendi cisimler dünyasına indiriyordu.
Firavun’un Âlemlerin Rabbi de neyin nesi? Tarzında alayvari sorusuna, etrafındakilere “bu adam ne demek istiyor, neler saçmaladığını hiç duyuyor musunuz? gibi tahkir ifadelerine ve “o kesinlikle bir deli” şeklindeki saldırılarına rağmen, Hz. Musa, vakar ve sükûnetini hiç bozmadan, Âlemlerin Rabbinin kim olduğunu ve getirdiği tevhid akidesinin ne olduğunu açık ve anlaşılır bir dille izah etmektedir.
24. Allah’ın gökteki tasarrufunu inkar edemezdi zaten. Çünkü kendisi göklere hükmetmiyordu. Fakat yerdeki tasarrufunu kabul edemezdi. Çünkü kendisini tanrının yerdeki tecessüm etmiş timsali olarak görüyordu, Amon dininde, amon kültünde firavunların varlıkları evrenin tanrısının yer yüzünde ki temsilcisi, timsali, tecessüm etmiş şekli inancı hakimdi.
25. Firavun, Hazret-i Musa'nın bu cevabım duyunca, bu sözlerin, kavminin kalplerini etkilemesinden endişe ettiği için çevresinde bulunan kavminin eşrafına: "Duyuyor musunuz?" dedi.
26. Çevresindekilerin gittikçe gerçeği anlamaya doğru yaklaştıklarını ve de kendi pilinin bittiğini anlayan Firavun bu defa da bakın şöyle diyor:
27. İmanın insana kazandırdığı o güç ve onurun akli izahı yoktur. Yani akıl bunu kavramakta aciz kalır.
Peki aciz kalınca ne olacak? Tek çıkış yolu kalacak, deli suçlaması. Başka türlü açıklayamıyorsunuz. Çünkü yeryüzünün süper gücünün tepesinde ki adama hiçbir silahınız olmaksızın sadece imanınızla meydan okuyorsunuz. Bunun rasyonel bir açıklaması olabilir mi? Bu iman bir tarafa bırakılarak, Allah bir tarafa bırakılarak açıklanabilir mi. İşte deli suçlamasının temelindeki mantık budur. Başka türlü izah edilemez. Ya bu insan imanın gücünü tanımalıydı, ya da deli diyecek. Başka ne diyecek.
28. Her gün gördüğümüz gibi güneşi doğdurup batıran, onun doğuş ve batış yerlerini tayin eden, değiştiren, bu suretle gök cisimlerini hareket ettirerek bütün kâinatı idare eden, hepsinin üzerinde hüküm süren, hepsinin gerçek sahibi ve maliki O’dur. Aklını çalıştıranlar bu gerçeği anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. O halde yeryüzünün küçük bir bölgesinde hüküm süren fasık Firavun mu, yoksa doğunun, batının ve Mısır ülkesi dâhil doğu ile batının çevrelediği her şeyin maliki olan Allah mı gerçek Rabdir? Aklımızı kullanıp buna karar vermemiz gerekir.
Gayri meşru idareler, milletlerin uyanmasından, kalplerin dirilmesinden korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar. Uyanıklığa ve bilinçli harekete çağrı yapan davetçilerden rahatsız oldukları kadar kimseden rahatsız olmazlar. Uykudaki vicdanları sarsmaya çalışanları cezalandırdıkları kadar kimseyi cezalandırmazlar. İşte bunun içindir ki, Firavun az önceki sözleriyle kalplerin tellerine dokunan Hz. Musa'ya karşı öfkelenip heyecana kapılmıştır. Sert bir tehdit, apaçık bir saldırı ile onunla konuşmasını kesiyor. Bu yöntem, güvendikleri dalların kırıldığı ve delillerin aleyhlerine döndüğü sırada bütün tağutların, zalim iktidar sahiplerinin başvurdukları bir yoldur.
29. İşte gerekçe ve işte sebep. Zindanda bulunanların arasına katma tehdidi! Zindan ondan uzakta değildir. Ve o, ilk suçsuz zindana gönderilen kişi olmayacaktır! Bu aynı zamanda acizliğin delilidir. Atak halde bulunan gerçek karşısında batılın zayıflığını kavramanın işaretidir. Eski-yeni bütün azgınların değişmez çehresi ve şaşmayan yoludur!
Şu kadar var ki, bu tehdit Hz. Musa'nın ödünü koparacak değildi. Allah'ın elçisi olduğu, Allah onunla ve kardeşi ile birlikte olduğu halde nasıl korkabilirdi? İşte o firavunun kapatıp rahatlamak istediği noktaya tekrar parmak basıyor. Yeni bir söz ve yeni bir delille tekrar bu konuya dönüyor.
30. Yani ben sana peygamber olduğumu doğrulayan apaçık bir delil göstermiş olsam da mı beni zindana atacaksın? Bununla Firavun Hz. Musa'nın daha önceki sözlerini dinleyen kabine önünde zor duruma düşürülmüştür. Eğer bu aşamada onun apaçık deliline kulak vermeyi red etse, bu onun delilinden korktuğu anlamına gelecekti. Hâlbuki az önce o Hz. Musa'nın deli olduğunu iddia etmişti. Bu nedenle Firavun kendisini ondan delilini istemeye mecbur hissetmişti.
31. O hâlâ Hz. Musa hakkında kuşkular yaymaya çalışıyor. O'nun delilinin topluluğun kalbi üzerinde bir etki bırakmasından korkuyor.
Burada Hz. Musa maddi olan iki mucizesini ortaya atmıştır. Onları Firavun'un meydan okuyuşu son haddine varmadan çıkarmamıştır.
32. Firavunun bir elinde halkalı haç, diğerinde kırbaç. İşte o kırbaca karşılık asa. Firavun kırbacına karşılık çoban asası. Yani vahyin gücü ile gücün zulmü karşı karşıya. Hangisi galip gelecek. Eğer Firavunun kırbacından korkarsanız, hakikati söylememeniz lazım. Hakikati söylerseniz firavunun kırbacı sırtınızda şaklayabilir.
33. Yedi Beyza, beyaz el. Vahyin ışığına, nübüvvetin fonksiyonuna bir atıf. Asa firavunun gücü karşısında nübüvvetin gücüne bir atıf yedi Beyza; nebinin elinde gelen, insanlığa ulaşan vahyin ışığına bir atıf.
Firavun bu iki ayet karşısında kesinlikle anladı ki Musa (a.s) bir Allah elçisidir. Gösterdiği bu iki ayet de Allahın ayetidir.
Sormak lazım şimdi Firavuna. Hani ne oldu? Rab değil miydin sen? İlâhlığını iddia etmiyor muydun sen? Egemenlik bendedir, ben asar keserim demiyor muydun? Ne oldu? Niye kaçacak delik arıyorsun Allah ayetleri karşısında? Hani senin gücün vardı? Hani senin saltanatın vardı? Hani senin zindanların vardı? Haydi o yılanı da atsana zindana? Haydi o gücünle, kuvvetinle, ordularınla savaşsana o yılanla? Hayır hayır, Allah ayetleri karşısında, Allah elçisi karşısında ne Firavunun, ne de bir başkasının yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Firavun en büyük Rab hiç değildi. İlâh da değildi. Egemenlik sahibi de değildi. İstediği kadar insanlar kendisini büyütüp rububiyet, ulûhiyet sendedir, sen bizim hayatımıza egemensin desinler, bunun böyle olmadığını, kendisinin hiçbir zaman Rab ve İlâh olmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Biliyordu ama yine de insanların kendisini tanrı ilân etmelerini seviyordu.
Mademki bu zavallı insanlar beni hayatlarına egemen biliyorlar, bu iş böyle gitsin istiyordu. Sahte kulluk ve sahte tanrılık devam etsin istiyordu. Zaten her iki taraf ta, kullar da tanrılar da menfaatlerini tatmin ediyorlardı.
3
34. Biraz önce mucize istiyordu hani? Olağanüstü bir belge istiyordu? Belge geldi fakat inkarcı mantık onu da kabul etmedi. Çünkü inkara ayarlı, çünkü önyargılı. Hakikate karşı kapalı. Onun için önyargılı olan bir aklı hiçbir mucize ikna edemez.
Esasen önyargılı değilse en büyük mucize vahyin kendisidir. O yeterlidir. Mucize istemez. Çünkü mucizelerin tamamı, vahyin önünü açan bir araçtır. Vahye hizmet içindir. Asıl olan vahyin kendisidir. Araç mı büyüktür, amaç mı. Elbette mucizenin araç olduğu için, amaç olan vahiy büyüktür.
35. Vatan millet Sakarya’ya getirdi sözü firavun bakın hemen. Sizi ülkenizden kovmak istiyor diyor. Alakası yok, hakikate çağırıyor. Onun beklentisi iktidar değil. Bir peygamberin yeryüzünde hiçbir beklentisi olamaz. Bir peygamber sadece Allah’ı memnun etmek için yapar.
Vahiy çağrısını bir güvenlik tehdidine dönüştürerek, böyle algılayarak ve etrafındakileri onunla korkutarak. Yani iktidarınız elinizden gidecek ona göre hareket edin. Nasıl algılıyorlar bakınız. Çünkü zulüm üzerine kurulmuştur iktidarları. Doğrudur, tüm peygamberler zulümle savaşırlar, zulme karşı savaşırlar. Ama şu da bir gerçektir ki her çağın firavunu bilmese de, her firavunun bir Musa’sı mutlaka vardır.
Düşünebiliyor musunuz? Firavunun korkusunu, telaşını görebiliyor musunuz? Dünyanın en büyük devleti, dünyanın en süper ordusuna, dünyanın en büyük saltanatına sahip bir devlet başkanı kimden korkuyor? Sadece iki kişiden. Karşılarında duran sadece iki Allah elçisi karşısında ödleri kopuyor. Aman dikkat edin, bu iki insan sizin devletinizi yıkacak, sizin ülkenizi ele geçirecek diye telaşa kapılıp çareler araştırıyorlar. Elbette Allah desteğindeki bir iki kişi bile bu zalimlerin, bu sahte tanrıların, bu sahte egemenlerin devletlerini yıkma gücüne sahiptir. Elbette Allah desteğindeki iki müminden korkacak tüm yeryüzü kâfirleri. Bakın çevresindekiler Firavuna şöyle öneriyorlar:
36. 37. Firavun’un, Firavunluğunun devamını isteyenler, ülke gelirlerinin kaymağının kendilerinden yana olmasını isteyenler böyle dediler. Halbuki onlar da biliyorlardı ki Firavun gibi aciz biri asla tanrı olamaz. Onlar da biliyorlardı ki Allah karşısında, Allah elçileri karşısında kimse duramaz. Onlar da biliyorlardı ki Allah yasaları yanında kimse yasa koyamaz. Biliyorlardı hainler, ama istiyorlardı ki kurulu düzen devam etsin. İstiyorlardı ki menfaat hortumları kesilmesin.
Ülkenin kaymağını yiyebilmek için Firavunun orada durması gerekiyordu. İstiyorlardı ki insanların sırtında bir hayat sürsünler. İstiyorlardı ki insanlar Allah elçilerine kulak verip de hak arayışı içine girmesinler. Adalet arayışı içine girmesinler. İstiyorlardı ki sindirilmiş, susturulmuş halk Firavunun gerçek tanrı olmadığını, egemenliğin Ona ait değil, Allah’a ait olduğunu öğrenip Firavun sistemine baş kaldıracak bir noktaya gelmesin. Özgürlüğü tanımasınlar. Musa susturulsun ki insanlar Onun getirdiği dinle tanışmasınlar.
38. 39. Firavun’un talimatıyla bütün usta sihirbazlar, bir bayram günü kuşluk vaktinde geniş bir alanda toplandılar. (Taha 59) Belirlenen bu gün, Mısırlıların millî bayram günüydü. Bugün halk, ülkenin her tarafından büyük kalabalıklar halinde gelecek ve izleyicilerin gösterileri açıkça seyredebilmesi için kuşluk vakti yapılacak büyük müsabakaya şahit olacaklardı. Yapılan ilânın yanı sıra, ayrıca halkı müsabakayı seyretmeye teşvik için münadiler gönderildi. Hz. Musa’nın kapalı sarayda gösterdiği mucizenin haberi halka da yayılmış olmalı ki, halkın etkilenmesinden korkan Firavun, herkesin akın akın gelip bir asanın yılana dönüşmesinde bir olağanüstülük bulunmadığını, bunun ülkedeki sihirbazlar tarafından da yapılabileceğini görmesini istemiştir.
Bir dünya devletine karşı sadece iki kişi. Bir süper güce karşı bu iki insanın başarı şansı ne kadar olabilecek. İman açısından bakıldığı zaman da dengesiz bir savaş. Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah desteğindeki bu iki insan karşısında tüm dünyanın orduları toplansalar bile ne güçleri olabilecek ki? Evet, işte böyle iki yönden de bakıldığı zaman çok dengesiz bir savaşa şahit olacağız.
40. Kesin biliyorlardı ki sihirbazlar galip geleceklerdi. Çünkü yıllarca insanlara bu sihirbazlar yön vermişlerdi. Yıllarca onları bu sihirbazlar eğitmişlerdi. Hep onları dinlemişlerdi. Hep onların istediği gibi bir hayat yaşamışlardı. Hayatı hep onların kitaplarıyla, onların medyalarıyla, onların yayın organlarıyla tanımışlardı. Onun içindir ki zavallı halk onların ve dolayısıyla onların yaşatmaya çalıştıkları sistemin galip geleceğini umuyorlardı.
41. Dikkat buyurun peygamberler ücret istemezler. Ama onlar daha peşinen pazarlığa başladılar. Bu anekdotun nakledilmesi de çok ilginçtir; Sihirbazlar dünyevi bir iktidardan dünyalık pazarlığına girişiyorlar.
Tek düşünceleri devlet başkanlarının kendilerine verebilecekleri üç kuruşluk dünya menfaati. Makam, mevki, para, pul. Başka düşündükleri bir şey yoktur böylelerinin. Her dönemde Allah dini karşısında, Allah sistemi karşısında, Allah elçileri karşısında zalim iktidarları destekleyenlerin tüm derdi işte budur.
42. Eğer Musa’ya karşı beni üstün getirebilirseniz, Musa’nın getirdiği dine karşı, Allah sistemine karşı benim sistemimi galip getirebilirseniz, halkın gözünde beni ve sistemimi kurtarabilirseniz kesinlikle bilesiniz ki sizi huzuruma alacağım. Bir alt kademeden, bir üst kademeye çıkaracağım sizi. Derecelerinizi yükselteceğim. Maaşlarınıza zam yapacağım. Müdürseniz genel müdür, memursanız amir, doçentseniz prof, vekilseniz bakan yapacağım.
43. Sahne normal ve sakin bir şekilde başlıyor. Baştan beri Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu gerçeğe tam güveni olduğu, meydanları dolduran, elde ettikleri maharetin en üstün marifetlerini ortaya koymaya hazırlanan büyücülerin topluluklarından, arkalarında yer alan Firavun ve yandaşlarından ve onların etraflarını kuşatan saptırılmış, aldatılmış, halk kitlelerinden etkilenmediği anlaşılıyor. Hz. Musa'nın bu kendine güveni önce sözü onlara bırakmasında ortaya çıkıyor.
Musa, Ne atacaksanız atın, hünerinizi gösterin bakalım dedi.
İfadenin kendisinde bile, bir aşağılama ve hafife alma olduğu gözlenmektedir. "Ne atacaksanız atın, hünerinizi gösterin, elinizden geleni ardına koymayın dedi" Aldırmadan önemsemeden herhangi bir sınır koymadan.
44. Görünüşte artık onların karşısında hiç kimsenin durabilmesi mümkün değil. Adamların medyaları var, televizyonları var, ekonomik güçleri, tankları, topları var, bilimleri var, bilim yuvaları var. Tüm insanların gözlerini boyayacak, herkesi korkutacak müesseseleri var. Akla hayale gelmedik silahları var. Ülkenin tüm bürokratları orada. Ama ne gam beri ta-rafta da Allah var. Allah desteğinde Musa ve Harun var karşılarında. Allah karşısında, Allah’ın gücü karşısında ne ifade edecekler?
45. Hak sözün gücünün tüm illüzyonları, tüm yalanları yiyip yuttuğunu, tüm maskeleri düşürdüğünü ifade ediyor. Aslında vahyin karşısında hiçbir illüzyon dayanamaz diyor. Eğer siz samimiyseniz, eğer siz usulüne uygun götürmüşseniz, eğer siz bu işi hiçbir karşılık beklemeksizin Allah’ın bir görevi olarak, görevlisi olarak yapmışsanız, vahyin önünde dağlar dayanmaz diyor.
46. 47. 48. İşte yeryüzünün şahit olduğu en dramatik hadiselerden biri bu. Bir manzara düşünün, bu manzarada bir tarafta çağının en büyük gücü, firavun ve onun destekçileri, onun karşısında elinde asasından başka görünürde bir şeyi olmayan Musa ve kardeşi Harun (A.S.) ve ortada bir sahne çağın tüm insanlarının, bölgenin insanlarının gözleri önünde bu sahnede bir olay cereyan ediyor.
Vahyin gücü karşısında bilginler pes ediyorlar ve secdeye kapanıyorlar ve itiraf ediyorlar. Rabbimiz firavun değil, Musa ve Harun’un rabbidir. Yani biz O’nun otoritesine boyun eğiyoruz. Diyorlar. Başlarına ne geleceğini bile bile yapıyorlar bunu. Pazarlık yapmıyorlar. Pazarlıksız imanın tarihteki en güzel örneklerinden, en muhteşem örneklerinden biri bu. Hz. Musa’nın gözüne bakmıyorlar. Ey Musa böyle bir düşüncemiz var ama sen ne dersin. Başımıza gelecek olanlara karşı garanti olur musun da demiyorlar, verir misin demiyorlar. Sadece Âlemlerin rabbi olan Allah’a iman ettiklerini tüm insanların gözleri önünde ilan ediyorlar.
Firavunun besleyip yetiştirdiği tüm bilimciler, tüm sanatkarlar, tüm sihirbazlar iman etmişlerdi. Kendisini destekleyecek adamlar bir anda dirilip Musa (a.s) nın safına geçmişlerdi. Bu manzara karşısında Firavun şaşırıp kaldı. Firavun vahiy karşısında, Allah elçileri ve Allah ayetleri karşısında yenik düştü. Kendisinin yenildiği yetmiyor muş gibi yıllar yılı beslediği, dereceler verdiği tüm bilimcileri de Musa (a.s) nın tarafına geçmişlerdi. Hepsi de Allah’a, Allah elçilerine, Allah ayetlerine iman edip Allah’ın istediği bir hayat tarzını kabul ettiler.
Şayet sihirbazlar -ayette belirtildiği gibi-" Âlemlerin Rabbi" deyip geçselerdi o takdirde Firavun: ”Âlemlerin Rabbi benim; onlar beni kastetmişlerdir," derdi. Bu sebeple onlar, sözlerine, ”Musa ve Harun'un Rabbi" ifadesini de ekleyerek yanlış anlamaya fırsat vermemişlerdir.
49. İşte firavunun ve tüm firavunca düşünenlerin mantığı budur. İzin vermeden iman edemezsiniz. Ya da daha doğru bir ifade ile benim size müsaade ettiğim kadar iman edebilirsiniz. Yani sizin ne kadar inanacağınıza ben karar veririm. Bu Firavun mantığıdır. Yani ne kadar inanacağınıza, ne kadar Müslüman olacağınıza ben karar veririm diyen her mantık firavun mantığıdır. İşte o da öyle diyor. Şimdi benden izin almaksızın Müslüman oldunuz, iman ettiniz, Allah’a teslim oldunuz öyle mi?
Bu “min hilafin” iki manaya da gelebilir. Muhalefetinizden dolayı, ortaya koyduğunuz bu muhalefetten dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve elbet topunuzu asacağım. Ya da ellerinizi ve ayaklarınızı, çaprazlama anlamına alırsak çaprazlama kesecek, topunuzu sallandıracağım.
Evet, hakkın gücü iman idi. Firavunun gücü de zulmün. O onu yaptı. Çünkü onu becerebilirdi. İman karşısında aslında çaresizliğin tarihsel bir ifadesidir. Yani başka hiçbir şey yapamazdı. İşte bu çaresizlik, yani karşınızdakini korkmadığı bir şeyle korkutmak. Çünkü Mümini anlamıyordu. İmanın sahibine ne muhteşem bir özgüven kazandırdığını anlamıyordu. Fakat o anlamadığı özgüveni gördü.
50. 51. Aman Allah'ım! İman vicdanları aydınlatınca, ruhları coşturunca gönüllere huzur doldurunca, çamur balçığını yücelerin yücesine yükseltince, kalpleri zenginlik, bolluk ve azık ile doyurunca ne dehşet verici güce dönüşüyor iman, yeryüzündeki her şeyi ne kadar değersiz, basit ve önemsiz hale getiriyor.
Hz. Musa’nın elinde gerçekleşen olağanüstü olayın bir sihirbazlık olmadığını çok iyi anladılar. Çünkü bilgi sahibi idiler. Yani imana bilgiden yola çıkarak vardılar. Tahkiki iman idi, taklidi değil. Onun içinde imanları böyle güçlü oldu. Onun içinde pazarlıksız oldu. Onun içinde imanlarının üzerinde sebatkar oldular.
Anlatımın seyri içinde bu parlak edebi güzelliğin üzerine, perde kapanıyor. Daha fazla bir şey anlatılmıyor. Böylece sahnenin hayranlık veren güzelliği ve derin etkisi olduğu gibi kalıyor. Bu anlatım ile Mekke'de zorluğa, sıkıntıya ve işkenceye katlanan, bunlara göğüs geren ruhlar, gönüller eğitiliyordu. Azgınlığa, zulme ve işkenceye karşı koyan her inanç sahibi de onunla eğitilir.
Bundan sonra ise yüce Allah inanan kullarını yönlendiriyor. Firavun ise, komplosunu hazırlıyor ve bütün ordularını topluyor.
4
52. Firavun ve kavmi, Hz. Musa’ya iman edenlere uyguladıkları haksızlıklar sebebiyle birçok felâket ve musibete uğratıldılar; Mısır’da yıllarca kuraklık ve kıtlık oldu, büyük sıkıntılar çektiler. Hz. Musa’ya başvurarak sıkıntılar kaldırıldığı takdirde İsrailoğulları’na Mısır’dan çıkış izni vereceklerini söylediler. Musa’nın duası üzerine Allah sıkıntıları giderdikçe sözlerinden döndüler (Araf 130-135). Allah Teâlâ Hz. Musa’ya İsrâiloğulları’nı Mısır’dan geceleyin gizlice çıkarmasını vahyetti. Musa geceleyin kavmi ile birlikte yola çıktı.
53. Firavun İsrailoğullarının aniden kaçtıklarını öğrenmişti. "Genel Seferberlik" diye adlandırılabilecek bir hal ilan étti. Şehirlere elçiler gönderdi. Kendisine ordular toplamalarını istiyordu. Hz. Musa ve milletini yakalamak onların planlarını başlarına geçirmek istiyordu, fakat o bu planın, plan sahibi olan yüce Allah tarafından planlandığını bilmiyordu!
54. 55. 56. Bakınız adalet değil güç ahlakı. Onlar azınlık biz çoğunluğuz. Onlar örgütsüz, bir örgütlüyüz, o halde biz onları vuralım. Mantık bu, görüyorsunuz Firavun mantığı.
Aslında ne değişti diye sormak lazım. Kur’an’ın, vahyin amaçlarından biri de bu olsa gerek.
57. 58. Onlar Hz. Musa ve milletinin peşine düşmüşlerdi. Onların izlerini sürmüşlerdi. İşte bu onların son çıkışları oldu.
Aslında Firavun’un yaptığı, kendisi ve ordusunun helaki için planlanan ilâhî küllî planın tabi bir uzantısıydı. Cenab-ı Hak bu bahaneyle onları bağlarından, bahçelerinden, pınarlarından, derelerinden, servet ve hazinelerinden, içinde rahat rahat oturdukları kâşânelerinden söküp çıkardı. İsrailoğulları uzun zaman silahlı mücadele verselerdi, onları yurtlarından çıkarmada belki bu kadar başarılı olamazlardı. Bu açıdan, “Allah yapacak seyredeceksin, Allah yıkacak seyredeceksin” sözü ne kadar manidardır. Neticede, yıllar sonra da olsa, bu verimli topraklar ve nimetlere Allah’ın lütfuyla İsrâiloğulları vâris olmuşlardır.
59. Yani onların iktidarını düşürdük yok ettik, yıktık ve çağının kudretli medeniyetini kurma görevini İsrail oğullarına verdik.
Aslında burada uzun boylu anlatılan insanlık tarihinde vahyin ne büyük dönüşümlere öncülük yaptığının bir sahnesidir. Buradan yola çıkarak son muhatap olan bize verilen mesaj şudur; Eğer vahiy sizi inşa ederse çağınızın aracı olmaktan kurtulur amacı olursunuz. İsterse çağınızın firavunları anaların rahmine kadar zulmünü uzatsınlar.
60. Aslında bu bölüm sadece Resulallah’ın şahsiyetini inşa etmekle kalmıyor, müşrik Mekke’nin, müşrik aklını da imha ediyor. Onlara bir ibret sahnesi sunuyor. Bakın diyor, Firavunun sizden güçlü olduğunu biliyorsunuz. Onun büyük orduları, onun askerleri, onun gücü dahi hakka galip gelemedi. Siz nasıl Allah’ın vahyine karşı galip geleceksiniz.
61. Evet, gerçekten dramatik bir sahne. Arkada firavun ve ordusu, önde deniz. Araya sıkışmış müminler topluluğu. Yağmurdan kaçarken doluya mı tutuldular dersiniz. Onlar belki böyle algılamışlardı. Musa’nın gördüğünü göremeyenler işte yakalandık demişlerdi.
Böyle bir sahne Peygamberimizin hayatında da var. Resulallah kendini öldürmeye gelen Mekke çetelerinin arasından hicret günü çıkıp Sevr mağarasına gizlendiğinde, müşrikler; onu yakalayana 100 deve vaat etmişlerdi. Her tarafta, her taşın altında her mağara kovuğunda onu arıyorlardı. Saklandıkları yere gelen bir ekip eğer dikkatli baksa nerdeyse görecekti. İşte seslerinin duyulduğu böyle tehlikeli bir anda Hz. Ebu Bekir aynı duyguları hissetmişti. İşte yakalandık, her iş bitti! Demişti.
Ama bitmemişti. Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlayacaktı ve işte bu gerçeği de ancak vahiy alan bir peygamber böyle güzel ifade ederdi ki Kur’an onu naklediyor.
62. İşte bu Allah’a hüsnü zandır en asgari ifadesi. İmandır, teslimiyettir. Öyle bir teslimiyet ki; “Beni darda bırakmaz rabbim. Çünkü O benimledir.” Allah ile beraber olmanın avantajını insan darda da bolda da görür. Fakat bittiği yerde açıkça görür.
İşte bu ayetlerle tasavvuru inşa edilen sevgili efendimiz, yakalandık yakalanacağız, haddi zatında kendisi için değil risalet için telaşa düşen Hz. Ebu Bekir’i şöyle teskin edecekti;
– Sakin ol ey Ebu Bekir, 3.sü Allah olan 2 kişiye kim ne yapabilir ki.
63. Mucize meydana geldi. İnsanların imkânsız dediği şey, gerçekleşti. İnsanlar bunu söylerken, Allah'ın yasasını sürekli tekrar olunan ve alışageldikleri şeylere göre değerlendirmektedirler. Yasaları yaratan yüce Allah, dilediğinde iradesine uygun olarak onları işletme gücüne sahiptir.
64. Müslümanlar deniz ortasında oluşmuş o kupkuru yollardan karşı tarafa geçtiler. Musa (a.s) tekrar asasını denize vurarak o yolların kapanmasını ister, ama Rabbimiz bunu yapmamasını emreder. Deniz açık kalmalıydı ve Firavun ve ordusu da girmeliydi. Allah böyle murat etmişti.
65. 66. 67. Bunlar hikaye olsun diye anlatılmıyor, geçmişin masalları değil. Kur’an ın tarihten kıssalar nakletmesinin sebebi tarih anlatmak değil, tarihten haber vermek değil. İnsanın önüne ibret sahnesi sermek, açmak ve ey insan ibret al, tarihin yasası değişmedi. Bu yasa aynen devam ediyor unutma her çağın bir firavunu vardır. Her firavunun da bir Musa’sı olacaktır. Unutma her firavun güce dayanır. Her Musa hakka dayanır. Ve yine unutma en sonunda Hakk güce galip gelir.
Rabbimiz yeryüzünün en güçlü devletine karşı iki peygamberin verdiği bir savaşı gündem yaptı. Böylece Rabbimiz Mekke’de kâfirler tarafından bir kaşık suda boğulmak durumuyla karşı karşıya bulunan Rasulullah ve beraberindeki bir avuç Müslüman’a böyle bir örnek verdi. O anda Mekkeli gariban Müslümanlar rahatladı, şu anda tıpkı onların durumunu yaşayan biz Müslümanlar rahatladık. Rabbimizin gücünü gördük, Rabbimizin gücü karşısında bir süper devletin yerle bir edilişine şahit olduk. Bize de bir teselli verdi Rabbimiz. Sadece bize değil kıyamete kadar gelecek kâfirler karşısında bunalmış kullarına destek verecek.
68. Buradaki “El Aziz” şöyle bir nükteye atıf olsa gerektir. Onların inkarı isterse yer yüzünde ki herkes inkar etsin Allah’ın şerefine, Allah’ın zati olan izzetine hiçbir gölge düşüremez. Çünkü insanların iman etmesinden Allah şeref kazanmaz ki, inkar etmesiyle şeref kaybetsin. O “El aziz”dir. İzzeti kendindendir. Şerefi kendisinden olandır. Bir başkasına bağlı değildir. İnsan şerefini kaybeder Allah’a imanı kaybedince. Allah ile ilişkisini düzeltince, Allah ile ne kadar yakınsa o kadar şeref ve onur kazanır.
69. Fakat bu kıssa daha farklı bir girişle Vetlü, üd’lü aktar, naklet, oku diye başladı, çünkü bu kıssa muhatapları olan müşriklerin şirke dayalı aklını imha edip imani bir akıl inşa etmek istiyor. Onun için aktar diye başladı. 1. Kıssada hatırla derken, 2. kıssada aktar diye başladı.
“En Nebe’” kelimesi insanı dehşete düşüren çok büyük, çok azametli bir haber demektir. Yani böyle sıradan her gün duyduğumuz, karşılaştığımız bir haberden öte insanı sarsan müthiş bir haber demektir. İbrahim (a.s) in haberi de öyleymiş demek ki bizim için.
70. Babasına ve kavmine. Bu birkaç açıdan bir hatırlatma.
1 – Sorumluluk bireyseldir. Yani evladın peygamberliği babanın garantisi değildir.
2 – Ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy (A. İmran/27) ayeti kerimesinde oldu gibi; Sen ölüden diriyi çıkarırsın ve sen diriden ölüyü çıkarırsın. İşte bu ölüden çıkmış bir diridir. Hz. İbrahim, ölüden çıkmış bir diridir. Bunu hatırlatmak için.
3 – Taklidi ret. Batılda ise Baban bile olsa izleme. Verdiği mesaj budur.
71. Put deyince illa da böyle eli ayağı, gözü kulağı olan bir şey düşünmeyin. Put, Allah yerine insan hayatına karışma mevkiine dikilen her şeydir. Bu bazen anadır, bazen babadır, bazen kavim kabiledir, bazen eşyadır, bazen modadır, âdetlerdir, yönetmeliklerdir... Arzuları Allah’ın arzularının önüne geçirilmiş her şey puttur. Evet İbrahim (a.s) in sorusuna karşılık diyorlar ki:
72. 73. Onlar bu konuda hiçbir cevap vermiyorlar. Zira Hz. İbrahim'in bunu aşağılama ve kınama ifade etmesi için sorduğundan kuşku duymuyorlar. Onun dediklerini çürütecek bir delil de bulamıyorlar. . Konuştukları takdirde ise, düşünmeden ve anlamadan, taklitçileri uyutan bağlayan donuklukları ortaya çıkarıyorlardı.
74. Bu sözleriyle herhangi bir delil ve bir belgeye dayalı olmaksızın taklide yöneldiklerini anlatmış oluyorlar. Bu hususa' dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
Hatta Kur’an da geçen ved, yeûk, nesr sayılan putlar vardır. Bu putlar özellikle İdris peygamberin havarileri olduğu söylenir tefsirlerde. Peki bir peygamberin etrafında ki sahabileri çok salih zatlar, ilerde yüz yıllar sonra nasıl putlara dönüştüler. Önce onların çocukları, babalarına olan tazimlerini birer onlar adına anıt yaptırarak yad etmek istediler. Torunları dedelerinin şeklini, şemailini unutturmamak için resimlerini yaptılar. Bizim dedemiz salih insanmış, aziz insanmış, veli insanmış. Daha sonra görkemli bir kabir yaptırdılar. Onların çocukları bari oldu olacak biz de bir şey ekleyelim dediler heykellerini yaptılar ve bilmem kaç nesil geçince bu saygı, bu tazim tapınmaya dönüştü. Ve nesiller içerisinde bu putlaşmaya dönüştürüldü, put olup çıktılar.
Acaba bizim inancımız da, bizim amelimiz de öyle mi? Acaba bizim namazlarımız da, bizim oruçlarımız da, bizim abdestlerimiz de, bizim zekâtlarımız, bizim bayramlarımız, bizim tatillerimiz, bizim yazılarımız, bizim hukukumuz, bizim eğitimimiz, bizim kılık kıyafetimiz, bizim ziyaret ve ziyafetlerimiz de öyle mi?
5
75. 76. Üzerinde hiç mi düşünmediniz. Yani biz bunları tanrı ettik, tanrı diye taptık. Fakat bizim tanrı diye taptığımız bu şeylerin mahiyeti nedir, ne işe yararlar diye hiç göz atıp bakmadınız mı? Diye sordu.
Özellikle Hıristiyan batı, imanın olduğu yerde aklın olmadığını düşünür. Yani imanla aklı karıştırmayın der. Bunu demek zorundadır, çünkü Hıristiyanlık akıl karıştığında zemini yok olan batıl bir dine dönüşmüştür. Teslis’i nasıl izah edecek, açıklayacak. Onun içinde aklı karıştırma der. Bu sebepledir ki Hıristiyan batı tarihinin hangi döneminde akla yaklaşmışsa dinden uzaklaşmıştır, hangi döneminde dine yaklaşmışsa akıldan uzaklaşmıştır. Yani din ve akıl batıda birbirinin zıddı olarak algılanır. O nedenle de aklı karıştırma.
Bizde “lâ akle lehu lâ dîne lehu” aklı olmayanın dini de yoktur. Biz de bu kitap kendisini düşünen kavme ithaf eder. Yani Kur’an Allah tarafından insanlığın bir bölümüne ithaf edilmiştir. Kime? “likavmin yetefekkerun” (Casiye/13) düşünen bir topluma. Görüyorsunuz değil mi. Yani akleden bir topluma. İşte fark burada ve bu ayetler aslında; Taptığınız ne olursa olsun, kulluk ettiğiniz ne olursa olsun üzerinde düşünün. İşte bize bunu öğütlüyor.
77. Hz. İbrahim’in onlar sizin düşmanlarınızdır demeyip de onlar benim düşmanımdır demesi gerçekten çok hoş bir ifadedir. Böylece onların nefretlerini, düşmanlıklarını kamçılamaktan, nefretlerini artırmaktan kaçınıyordu atamız.
78. Birkaç ayette aslında niçin Allah’a kulluk etmek gerektiğini izah edecek. Devamında da diğer nimetleri sayacak. Fakat ilk saydığı nimet hidayet. Yani beni yarattı, yaratıldıktan sonra var olmak tabii ki hidayetin ilk şartıdır. Var olmayan bir şeyin hidayetinden söz edilemeyeceği açıktır. Beni yarattıktan sonra bana verebileceği en büyük ve ilk nimet nedir rabbimin? Hidayettir. Fatiha’yı hatırlayın.
Yani beni yaratan Rabbim beni yolsuz, yordamsız, programsız ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı bilmez bir vaziyette, bocalar bir konumda bırakmadı da hidayetini benden esirgemedi. Beni kendine muhatap kabul buyurup bana vahiy göndererek yolumu da gösterdi. Yani beni yaratıp benimle diyalogunu kesmedi. Ne halin varsa gör, benden bu kadar demedi.
79. Yiyeceğimi içeceğimi bana veren Odur. Allah bana yemek ve su ikram edendir. Damarlarımdaki sudan, beynimdeki suya kadar, gözümün suyundan bel suyuma kadar, gökten inenden yerden çıkanlara kadar her türlü suyumu yaratan, veren Odur.
Bir de şunu sor: “Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir? (Mülk 30)
80. Hz. İbrahim Peygamberliğin yüce edebini takınmaktadır. Hastalığını Rabbine nispet etmemektedir. Hasta etme ve sağlığa kavuşturmanın Rabbinin dilemesine bağlı olduğunu bile bile Rabbi'nden sırf nimet ve lütufta bulunma açısından söz etmektedir.
Ayetteki ”hastalandığım zaman ifadesi, sağlık ve hastalığın genelde aşırı yemek ve içmekten kaynaklandığına işaret etmektedir. Nitekim tıka basa yemek, hastalık ve ağrıları meydana getirir; perhiz ise rahatlığın ve güvenli oluşun kaynağıdır.
Hastalandığımız zaman doktora gitmeyecek miyiz? Tabi ki gideceğiz. Çünkü ilaca tedavi etme gücünü de veren Allah’tır.
81. Can almak da, baştan ve tekrar diriltmek gibi Allah'ın en büyük hususiyetlerinden olduğu için ve ahiretin bütün aşamaları ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye bağlı olduğu için ikisi bir arada zikredilmiştir. Bir de, ölüm, Hazret-i İbrahim'in ebedî hayata erişmesinin vesilesi olması hasebiyle kendisi için gayet tabidir
Ayeti da birkaç şekilde yorumlamışlardır: 1- Masiyetlerle beni öldüren, itaatlerle beni diriltir.
2- Korku ile beni öldüren reca ile beni diriltir.
3- Tama' (Açgözlülük) ile beni öldüren kanaat ile beni diriltir.
4- Adalet ile beni öldüren, lutfu ile beni diriltir.
5- Ayrılık ile beni öldüren, kavuşma ile beni diriltir.
6- Cehalet ile beni öldüren, akıl ile beni diriltir.
82. Rabbini bu şekilde tanıyan, bu anlayışla onun bilincinde olan, gönlünün derinliklerinde bu yakınlığı hisseden, Hz. İbrahim’in en büyük umudu, en büyük arzusu kıyamet gününde Rabbinin onun günahlarını bağışlamasıdır. O kendi nefsini: temize çıkarmamaktadır. Kendisinin bir günahı (suçu) olmasından endişe etmektedir.
Ameline güvenmemektedir. Kendi yaptıkları ile bir mükâfatı hak ettiği kanısında değildir. Ancak O, Rabbinin lütfundan umutludur. Rahmetini ummaktadır. Affedilmesine ve günahlarının bağışlanmasına yönelik arzusunu kamçılayan tek sebep de budur.
Efendimiz Hz. Muhammed’i hatırlayalım; “inneke afüvvün tuhıbbül afve fa’fü anni” Derdi. Sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet ya rabbi. Yani Hz. İbrahim’in bu duasına ne kadar benziyor. Burada da peygamberlerin olanca büyüklüklerine rağmen insanlık ufkunda olmalarına rağmen Allah’a karşı nasıl mütevazi, nasıl alçak gönüllü, nasıl boyunları eğik olduğunu,
Haddi zatında bununla bize Müminin duruşunun nasıl olması gerektiğini öğrettiklerini görüyoruz.
İnsan büyüdükçe Allah’ın karşısında ki küçüklüğünü anlar. İnsan öğrendikçe, Allah’ın büyüklünü öğrenir. Allah’ın büyüklüğünü kavradıkça kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini kavrar. Bunu kavradıkça da insanın doğal hali dua hali olur. Af dileme hali olur. Yani en masum duruşundan bile af diler. Çünkü Allah’ın büyüklüğü karşısında, O’nun azameti karşısında insanın alacağı doğal hal, sadece dua halidir.
83. Yani doğru kavramlar kullanayım doğru kavramlarla doğru hükümler vereyim. Doğru hükümlerle doğru bir şahsiyet inşa edeyim ve o şahsiyetle de doğru bir hayat inşa edeyim.
Peygamber olmasına rağmen İlk olarak kendisine “hüküm” vermesini ister. Bu “hüküm”den maksat ilim, hikmet, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilme gücüdür. Allah’ın koyduğu hükümleri, kanunları ve sınırları bilip tanımak ve bunlara göre bir kulluk hayatı yaşamaktır.
İyilerin arasına karışmak ancak iyi olmakla mümkün. Kötüler iyilerin arasına karışamazlar. Onun için beni önce düşüncemde, sonra aklımda, sonra karakterimde, sonra kişiliğimde, sonra hayatımda iyi et. Bunlarda iyi ettikten sonra beni iyilerin arasına kat. Yani evveli iyi olanın ahiri de iyi olur. Ahiri iyi olanın girdiği yer iyilerin arası olur. Onun için iyilerin arasına kat diyor.
84. Süreklilik isteğinin kendisini sürüklediği bir duadır bu. Kendi soyu ile değil, inancı ile sürekli olmayı istiyor. Rabbinden diliyor ki, ilerdeki kuşaklara doğru bir söz nasip etsin. Kendilerini Hakk'a, gerçeğe çağırsın. Arı, duru ve kolay olan Hz. İbrahim dinine çağırsın.
Bu ibarenin farklı bir çevirisi de şöyle mümkün olabilir; Dillerde doğruluğuyla anılan biri kıl beni. Yani benden sonra insanlık beni doğruluğumla ansın.
“Lisane sıdkın” Doğru bir anlatım yeteneği anlattığınızın doğru olması kadar önemlidir. Çünkü aktardığınızın hakikat olması şarttır. Fakat doğruyu yanlış bir üslupla anlatmak, iletmek, dünyanın en güzel nesnesini en kötü pakete sarmak gibidir. Eğer paketine bakarsa alıcı onu almayacaktır. İçindekinin değerini bilmiyorsa almayacaktır. Ama bazen değerini bilmediği halde paketine bakarak alır, içini açtığında onun değerini de öğrenir. Eğer doğruyu yanlış bir üslupla aktardığınızdan dolayı doğruya da düşman oluyorsa muhatabınız, onun suçlusu siz olursunuz. Onun için doğruyu doğru bir üslupla ulaştırmak.
85. Çünkü en büyük kurtuluş ve başarı, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Ayet-i kerimede buyrulur: “Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.” (Ali İmran 185)
86. Yani henüz hayattaysa buna iman yolunu göster, hidayet yolunu göster, gidişini değiştir diye dua etmek caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik olarak öldüğü belli olduktan sonra artık böyle bir insan için dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir.
Nitekim Rasulullah efendimiz de amcası için istiğfar etmişti de sonradan bunun caiz olmadığını anlar anlamaz vazgeçivermiştir.
87. Bu mahcubiyetten kasıt ne olabilir, Hz. İbrahim’in bu duasından; Bir üstteki ayetle anlasak babamın yüzünden beni mahcup etme şeklinde anlayabiliriz. Yani babamdan dolayı utanırım şeklinde anlayabiliriz.
Veyahut ta bağımsız anlarsak; Ya rabbi beni sadece hakkı temsil eden değil, hakkı yanlış bir biçimde ileten biri olarak beni mahcup etme. Onun için bana hakikati doğru iletecek bir yetenek ver. Ver ki yarın mahcup olmayayım huzurunda.
88. "Evlâd" ayeti ile kastedilenler yardımcılardır. Çünkü evladın fayda vermesi söz konusu olmazsa, başkası nasıl fayda verebilir? Bir diğer açıklama şöyledir: Burada oğulların söz konusu edilmesi İbrahim (Aleyhisselam)'ın babasının daha önceden söz konusu edilmesidir. Yani İbrahim babasına fayda sağlamayacaktır.
89. “Kalb-i selim”in özellikleri şunlardır: Küfür, şirk ve şüphelerden arınmış, Her türlü cehalet ve kötü huylardan temizlenmiş, İman esaslarına samimiyetle inanmış, manen sağlıklı, Allah korkusuyla ve aşkıyla âdeta yılan ısırmış gibi delik deşik olmuş, Sünnet-i seniyyeye gönülden bağlı olup bid‘atlerden uzak duran, Mal ve evlât sahibi olduğu için şımarmayan tertemiz bir kalp.
Çünkü o gün Yeryüzünde övünç vesilesi olan hiçbir şeyin yararı olmayacak. Ne mal, ne servet, ne makam, ne şöhret ve ne diğer şeyler. Sadece doğru bir manevi hayat. O doğru bir manevi hayatı kalp temsil ediyor. Kan pompası olan kalp değil buradaki kalp. Ruhun merkezi, imanın makamı olan kalp.
90. Cennet muttakilere, hayatlarını Allah için yaşayanlara, Allah’ın koruması altına girenlere, Allah’a imanın, Allah’a kulluğun şuurunda olanlara yaklaştırılır. Adımlarını atıverip girecek kadar cennet onların ayaklarının dibine getirilir.
Veya cennet onların ayaklarının altına döşenir, serilir. Buyurun girin denilir onlara. Uzak değildir cennet. Takva şartıyla tabii. Öyleyse muttaki olmak zorundayız, takva erleri olmak zorundayız. Allah’ın koruması altına girenlerden, Allah’la yol bulanlardan, yollarını Allah’a sorarak bulanlardan, hayatlarını Allah için yaşayanlardan, Allah’ın istediği ve belirlediği biçimde yaşayanlardan olmak zorundayız. Dünyada hesabını böyle yapanlardan olmak zorundayız. İşte o zaman cennet bize çok yakındır.
91. Cehennem azgınlar için azgınlaştırılarak gözleri önüne serilir, arz edilir.
Sorumsuz ve bilinçsizce davrananlar içinde cehennem kışkırtılacaktır. Burada ki “el- ğavin”, “el muttakinin” tam karşıtıdır. Sorumsuzca davrananlar, bilinçsizce davrananlar.
92. 93. Onlar gelecek ve Allah katında bize destek olacaklar diyorlardı. Peki neredeler? Onlar kendilerini kurtaramamışken başkalarını nasıl kurtaracaklar peki?
Hani Allah berisinde hayatınızda söz sahibi bildikleriniz? Hani egemenliği kendilerinde gördükleriniz? Hani yasalarını uyulamaya, arzularını yerine getirmeye çalıştıklarınız? Hani dünyada kanunlarına toz kondurmamaya çalıştıklarınız? Hani hatırlarını Allah hatırına tercih ettikleriniz? Hani Allah bizim hayatımıza karışamaz, bizim hayatımızı belirleyecek başka tanrılarımız var diyerek bel bağladıklarınız?
94. Kübkibu; aslında üst üste dizmek, bir şeyi istif etmek anlamlarına gelir.
Yani insan sadece yanan değil, aynı zamanda yakıt olan, başkalarını da yakan bir unsur olarak tanımlanıyor.
95. Görüyorsunuz cehenneme girecek olanlar iblisin askerleri olarak nitelendiriliyor. Firavunun kendisi komutan olduğunu düşünüyor. İyi bilsin ki aslında askerdir. Onun komutanı iblistir. Yani kendisi iblisin askeridir ve tüm yamuk adamlar, tüm yanlış adamlar, tüm inkarcı adamlar eğer komut verdiğini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Onlar şeytanın komutunu alan, şeytanın erleridir.
Kıyamete kadar bu tip insanlar varlıklarını sürdüreceklerdir. İblis yolunu takip eden bu insanlar İblisle birlikte tepe takla cehenneme atılacaklardır. İblis yolunda Allah karşıtı bir hayat yaşayan insanların tamamı cehenneme gideceklerdir.
96. Bu sırada cehennemde toplanan bu bedbahtlar arasında yaşanacak çekişme ve kavgadan bir manzara arz edilir.
97. Tallahi; eğer yemin “t” si kullanılırsa burada bir hayrete işaret eder. Bir şaşkınlığa işaret eder.
98. Yani yine de kendilerini 1. sorumlu olarak göstermemek için demagoji yapıyorlar. Yani tamam biz suçluyuz ama bizi suçlu duruma düşüren de sizsiniz diyorlar. Bizim bu hale gelmemize siz sebep oldunuz.
99. Yani biz suçluyuz tamam ama, asıl suçlu şunlar. Çünkü burada ki mücrimun’u; günahı hayat tarzı haline getirenlerdir.
6
100. 101. 102. Bu söz, üzüntü ve hasret ifadesidir. ”...Eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilseler yine menedildikleri şeylere döneceklerdir..." (Enam: 28) Dünyadaki ümmetleri görmüyor musun? Allah’u Teâlâ bu ümmetleri defalarca sıkıntı ve zararlarla dener, sonra bu durumu onlardan kaldırır ve fakat bu, onların sadece ısrarlarını artırmaktadır.
Müslüman bu dünyada Allah’ın ayetleriyle birlikte bir hayat yaşayarak, Allah bilgisiyle bilgilenerek yarın olacakları bugünden görüyor, biliyor. Cehennemi gözleriyle seyrediyor, cenneti gözleriyle görüyor. Allah’ın kitabından habersiz bir hayat yaşayan kâfirler ise bugün gafil olduğu gerçeklerle yarın iş işten geçtikten sonra yüz yüze gelecekler ve geriye dönüp Müslüman olmayı temenni edecekler. Geçmiş olsun. Artık geriye dönüş imkânı kalmamıştır.
103. 104. İşte Ebu Cehil. Ne diyordu? Vallahi Muhammed’in dediklerinin tamamı doğrudur. Ona asla yalancıdır diyemem diyor ama yine de iman etmiyor veya işte ondan asırlar önce yaşayan Firavun. Musa (a.s) nın hak peygamber olduğunu biliyor, ama yinede saltanatı, zevki, eğlencesi ağır basıyor ve inanmıyordu. Onlar varsın inanmasınlar, Rabbin Azizdir, Rabbin Rahîmdir. İnanmayanlara karşı Azizdir Rabbin. Onlardan intikam almaya ehildir. Ama iman edenlere karşı da son derece Rahimdir.
105. Peygamber yerine Peygamberler şeklinde çoğul getirilmesi, bir peygamberi yalancılıkla itham eden, aynı zamanda bütün peygamberlere aynı ithamı yapmış sayıldığından kaynaklanmaktadır. Çünkü bütün peygamberler, tevhid inancında birleşmişlerdir.
106. Takvaya dikkat çekip ona yönlendirmek bu surede sürekli biçimde vurgulanıyor.
107. Peygamberler hep kavimlerine ey kavmim diye hitap etmişler. Kavimlerini kendilerine mal ederek hitap etmişlerdir. Ey benim etim kemiğim olanlar! Diyerek, kendilerinden biri olarak onlara hitap etmişlerdir. İşte toplumuza karşı hitap ederken, insanlarımıza yaklaşırken bizim durumumuz da böyle olacak. Bizler ya Nuh (a.s) gibi olacağız.
Nuh (a.s) da, Hud (a.s) da, Lût (a.s) da, Salih (a.s) da, Şuayb (a.s) da, İbrahim (a.s) da biraz sonra: “İnnî leküm Resûlün emin” diyeceklerine göre anlıyoruz ki hepsi de Resul’dur. Öyleyse Resul yeni bir kitap getiren, yeni bir şeriat getiren peygamberdir tanımı yanıştır. Resul ve Nebi tanımı peygamberlerin konumlarına göre aldığı isimlerdir.
Peygamberler Allah’tan haber almaları, Allah’tan haber getirici olmaları açısından Nebidir, bu haberi topluma yansıtmaları açısından da Resuldür. Öyleyse bütün peygamberler hem Nebidir, hem de Resuldür diyoruz.
Güvenilir bir elçi olmak. Her peygamberin ortak vasfıdır emin olmak. Emin elçi olmak, elçi olmak yetmez. O zaman sahte peygamberleri gerçeğinden nasıl ayıracağız. Elçiyim demek yetmez. Kimin elçisi. Tarihte şeytana elçilik yapan o kadar çok sahte peygamber gelmiş ki. Onun için peygamberin elçi olmasından daha önemli olan emin elçi olmasıdır.
108. Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilin diyor. yani mesajın kaynağına, eğer peygambere güvensizlik gösterirseniz, o peygamberi elçi atayan makama güvensizlik göstermiş olursunuz. Yani elçiye saygısızlık, elçiyi gönderene saygısızlıktır. Onun için elçiye zeval olmaz. Çünkü elçi gönderildiği makamın emrinde hareket eder.
Mademki ben güvenli elçiyim, öyleyse takvalı olun, Allah’la yol bulun! Hayatınızı Allah tarif etsin! Ama bana itaat edin, bana itaat ederek yapın bu işi. Yani itaat modelini benden alın, kulluk modelini benden alın.
109. İşte emin olmanın dünyada görünen ilk tezahürü. Hiçbir karşılık beklemez.
Aynı zamanda peygamberlerin vârisleri olan âlimler, peygamberlerin edebiyle edeplendiklerinden, ilim yaymalarından dolayı insanlardan bir şey talep etmezler.
110. 108. Ayetten mesajı ulaştırana karşı ahlaki sorumluluğunuzu bilin, sorumluluğunuzdan dolayı Allah’a sorumluluğunuzun farkına varın. Burada ise mesajı ulaştırana karşı yani Peygambere karşı. Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilin.
111. Aristokrat sınıfı, seçkin sınıf. Her zaman ayrıcalık ister onlar. Utanmazlar hakikat karşısında da ayrıcalık isterler. Hatırlayın Hz. Peygamberin amcası Ebu Leheb’i Bir gün çağırmıştı yeğenini ve demişti ki; “yeğenim, ben Müslüman olursam bana ne var? Her kese ne varsa sana da o var amca. “Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun” demişti.
Hakikatin değerini ona uyanların sosyal statüsü belirlemez diyor. Statüsü yüksek olanlar gelsin, o zaman hakikat daha değerli olur mantığı yanlış bir mantıktır. Onu vurguluyor.
"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! Denilince. Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız? derler." (Bakara 13)
112. Efendimiz yine bu ayetlerin inşa ettiği bir bilinçle şöyle demiyor muydu; “El İslam yecib bima kablehe” İslam kendisinden öncekini siler süpürür, temizler. Onun için Müslüman olmuş biri sıfır Km. dir.
Sana şu zayıf kimselerin tabi olmalarının sebebi bu yolla güç kazanıp mal sahibi olmayı umut etmeleridir demişler de, o da onlara şöyle cevap vermiş gibidir: Ben onların içlerinde gizlediklerini bilemem. Beni ilgilendiren sadece onların zahiri durumlarıdır.
113. 114. Onun kendi inancı hakkındaki söylediğine güvenmek zorundayız. Kalplerde olanı sadece Allah bilir. Kalplerde olanı okuma iddiası doğru değildir. Kişinin kendi ikrarı esastır. Efendimiz ne diyordu. Ben insanların kalbini yarıp bakmak için gönderilmedim.
115. Benim işim yargılamak değil. Benim işim hakikati insanlara ulaştırmak.
Ben bir resulüm, size benimle gönderileni tebliğ ederim. Kim bana itaat ederse Allah nezdinde mutlu ve bahtiyar odur, isterse fakir olsun.
116. Peygambere bunu dediklerine göre bize neler diyecekler? Eğer biz de peygamber yolunun yolcusu olabilirsek bize de diyecekler bunu. Teklifsiz bir davetçiye, hatasız bir insana, günahsız bir insana diyorlar bunu.
Sözün gücüne karşı gücün sözünü dile getiriyorlar. Bugünde aynı mantığa sahip olanlar sözün gücüne karşı, gücün sözünü yükseltiyorlar.
117. 118. Aslında Hz. Nuh'un Rabbi, toplumunun O'nu yalanladığını biliyor. Yalnız bu, üzüntüsünü, şikayetini, yardımcıya, destekçiye bildirme türünden bir ifadedir. İnsaf talebinde bulunmaktır. İşi, sahibine havale etmektedir: Onlar ile aramdaki meseleyi sen kesin çözüme bağla. İsyanın ve yalanlamanın son sınırını belirliyor: Beni ve yanımdaki müminleri kurtar.
Yüce Allah, azgın iktidar sahipleri tarafından taşa tutularak öldürülmekle tehdit edilen peygamberinin isteğini kabul etmiştir. Çünkü O, insanları Allah'tan korkmaya, elçisine itaat etmeye çağırmakta, buna karşılık bir ücret talep etmemekte, mal ve makam peşinde koşmamaktadır.
119. 120. Kısa bir özet ile insanlığın şafağında iman ile tuğyan arasındaki savaşın son aşaması tasvir edilmiştir. Uzun boylu insanlık tarihi içinde yer alacak, gelecekteki bütün hak ile batıl kavgalarının sonu da böylece belirlenmiş olmaktadır.
121. 122. Anlatılış tarzından ve temas ettiği noktalardan da anlaşılacağı üzere kıssa burada, bir taraftan Resulullah’a karşı gelen ve ona inanmamakta direnen kavmine ders ve ibret olmak, bir taraftan da Peygamber ve müminleri teselli etmek üzere nakledilmiştir. Mekke müşriklerinin davranışları kendilerine, başka bir kavmin davranışları içinde canlandırılmıştır ki, o müşrikler, bahsedilen kavmin yaptıklarından kendi kötülüklerini anlasınlar ve Allah Resulü’ne karşı gelmekten vazgeçsinler. Diğer yönden, müşriklerin baskıları altında bunalan mümin gönüller de yakında ulaşacakları ilâhî yardım ve zafer muştularıyla ferahlık duysunlar.
Hakikatin sesini kaba kuvvetle boğmaya çalışanlar eninde sonunda kendi felaketlerini hazırlamış olurlar. Belki vereceği en büyük derslerden biri budur bu kıssanın.
7
123. Hz. Nuh’tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan Ad kavmi Yemen’de Umman ile Hadramevt arasındaki bölgede yaşamış eski bir Arap toplumudur. Önceleri doğru yolda yürürlerken zamanla bunlar da Nuh kavmi gibi yoldan sapmış, putperest olmuşlardı. Kendilerine gönderilmiş olan peygamberi dinlemedikleri için helâk olup tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Dördüncü kıssa, Ad kavminin kıssasıdır. Onlara Hz. Hud peygamber gönderildi. Hud (a.s.) doğru ve güvenilir bir insandı. Diğer peygamberler gibi o da tebliğine karşı bir ücret talep etmedi. Mükâfatını sadece Allah Teâlâ’dan bekleyerek gece gündüz tebliğ vazifesine devam etti. Kavminin bozuk hal ve davranışlarını ıslah etmeye çalıştı. Burada bahsedildiği üzere hususiyle şu üç nokta üzerinde durdu:
Ad kavmi büyük yolların yanında bulunan yüksek tepelere, ihtiyaç için değil, sadece övünmek ve gösteriş için; ihtişam, servet ve kuvvetlerinin bir tezâhürü olarak işaretler, yüksek binâlar yapıyorlardı. Gelip gidenleri bu yüksek noktalardan kontrol ediyor, onlarla oynuyor, alay ediyorlardı.
Dünyada ebedî kalacakmış gibi sapasağlam evler, köşkler, kaleler, su sarnıçları ve barajlar yapıyorlardı. Her türlü fizikî, mali ve zihnî imkânlarını bu uğurda harcıyorlardı. Hayatta lüks ve zevkten başka bir düşünceleri yoktu. Ölümü akıllarına bile getirmiyor, hiçbir âhiret endişesi taşımıyorlardı.
İyice zorbalaşmışlar; kalplerinde fakir, zayıf ve yoksullara karşı hiçbir merhamet duygusu kalmamıştı. İnsanlıktan tamamen uzaklaşmışlardı. Güçleri yettiği herkesi, özellikle zayıf ve güçsüzleri eziyor, dövüyor, öldürüyor, onlara her türlü barbarlığı reva görüyorlardı.
İşte Hz. Hud, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği bunca nimetleri hatırlatarak onları Allah’a karşı gelmekten sakındırdı. Azgınlık ve kötülükleri terk edip Allah’a kul olmaya çağırdı. Davetini kabul edip küfür, isyan ve inatlarından vazgeçmedikleri takdirde başlarına korkunç bir felaketin geleceğini ve büyük bir günün azabına uğrayacaklarını söyledi.
Fakat azgın kavim Hz. Hud’un ikaz ve irşatlarına aldırış etmediler:
124. Hala sorumluluğunuzun bilincine varmayacak mısınız? Hala Allah’tan korkmayacak mısınız? Hala haddinizi bilmeyecek misiniz?
125. 126. Takva Allah için, ama ittiba peygamber için. Bakınız, burada Allah’a karşı sorumlu olun, bana uyun diyor. Allah’a sorumluluğunuzu bilin bana uyun.
Neden? Uymak izlemektir. İz bırakanlar izlenir. Allah iz bırakmaz, peygamber iz bırakır. Çünkü yolda yürüyenler iz bırakırlar. Yolda yürümek için bir varlığı, bir cesedi, bir çift ayağı olması lazım ve sizin gibi insan olması lazım ki iz bıraksın. Siz de insan olduğunuz için o izi takip edebilesiniz.
127. 128. Bunlarla kendinizi ebedîleştirmeye mi çalışıyorsunuz? Yoksa sizler cenneti unuttunuz da, cenneti gündemlerinizden düşürdünüz de Onu dünyada bulma cinnetine mi kapıldınız? Dünyayı cennetleştirme kavgası içine mi girdiniz? Yoksa bu yüksek, yüksek binalarınızla, bu teknolojileriniz, bu anıtlarınız, bu piramitleriniz, bu kulelerinizle bir ömür tüketip, dünyayı mamur edip ahireti unutmaya mı çalışıyorsunuz? Kendisinizi ölümsüzleştirmeye mi çalışıyorsunuz? Bu hedefleriniz ne böyle hiç ölmeyecekmiş gibi?
İnsanları Allah’a secdeden engelleyip kendi gücünüz, kendi teknolojiniz önünde mi eğmek, ezmek istiyorsunuz? Ne bu, üç günlük dünyaya verdiğiniz metanet? Dünyaya verdiğiniz önemin onda birini ahirete vermiyorsunuz. Ne kadar kalacaksınız da bu dünyada?
129. Her küstah uygarlık ağzını açtığında bin yıldan açar. Hiç aşağı başlamaz. 1000 yıldan aşağı yaşamamak gibi bir saplantısına ilahi bir uyarıdır bu.
130. Betaşa; el attı, enseledi manasına gelir ama insan için kullanıldığında hep olumsuz kullanılır. Cebbar, zorba, hak hukuk gözetmeyen anlamına gelir. Burada insan hak ve hukukuna tecavüz etmeleri dile getiriliyor bu uygarlığın. Ad uygarlığı, tamam gelişmiş, görkemli. Fakat insanı geçmiş. İnsan yok. Adalet yok, merhamet yok, vicdan yok. Zulüm uygarlığı.
131. Allah karşısında olduğunuzu unutmadan yaşayın. Allah’a kulluğunuzun şuurunda olun. Allah’a olan sorumluluklarınızın bilincinde olun. Allah için bir hayat yaşayın. Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapmaya çalışın. Allah’ın istediği gibi bir takva hayatı yaşayın ve bu konuda da bana itaat edin. Takvayı, Allah’ın istediği kulluğu, Allah’ın istediği hayatı benden öğrenin. Bana bakın, ben nasıl bir kulluk yaşıyorsam sizler de öylece yaşayın diyordu. Allah’ın elçisi tek başına siyasal ve ekonomik güze sahip insanların, devletin, toplumun karşısında İslâm’ın izzet ve şerefini yaşıyordu.
132. 133. 134. 135. Tüm Allah elçilerinin ortak özelliği işte budur. Onların tamamı toplumlarını kıyamet gününün, o büyük günün azabıyla uyarmışlardır. Evet insanlar, toplumlar ya o gün gelmeden evvel Allah’ın emirlerine boyun bükerler, Allah’ın istediği bir hayata yönelirler yahut da büyük bir günün azabıyla yok olup giderler.
Ya Rabbi, madem ki bu hayat baki değildi, madem ki ölüm vardı, madem ki ölüm bir son değil bir hayatın, bir hesabın başlangıcıydı, madem ki böyle bir helâk yasan vardı, madem ki bizler Sana inanmadığımız, Senin istediğin bir hayatı yaşamadığımız taktirde bizi helâk edecektin, öyleyse bizi niye uyarmadın? Bize niye uyarıcılar göndermedin? Madem böyle bir cehennemin vardı da bizi niye ondan haberdar etmedin? Mademki böyle bir cennetin vardı da bizi niye onunla bilgilendirmedin? deme hakları olmasın. Bizim bunlardan haberimiz yoktu diyerek mazeretlerin arkasına saklanma imkânları kalmasın. İşte bu uyarı kıyamete kadar devam edecektir.
Dün bu uyarıyı Allah’ın elçileri yapmıştı, bugün ve yarın da bu kitabın mümini olan insanlar yapmaya devam edeceklerdir. Şu anda bizler de ulaşabildiğimiz tüm dünya insanlığına aynen kutlu peygamberlerimiz gibi uyarıda bulunacağız.
136. 137. Nedenmiş? Atalarımızın ahlak sistemi bu. Biz ne yapalım. Böyle bulduk, böyle götüreceğiz dediler. Niye? Çünkü sahip oldukları nimeti Allah’tan değil atalarından bildiler.
138. 139. Yani bu ibare şöyle de anlaşılır; İsterse onların çoğu bu kıssalarda anlatılan ilahi yasaya inanmasınlar, yine de Allah’ın yasası işleyecektir.
Rabbimiz onların üzerlerine 7 gece, 8 gündüz esen dondurucu bir rüzgar gönderdi ki 30,40 metre boyundaki o dev gibi adamlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri, hurma ağaçları gibi yerlere seriliverdiler. Topunun defterlerini dürüverdi Rabbimiz.
Özellikle Ad kavminin, yani Hud peygamberin azgın kavminin bugünkü batı uygarlığı ile özdeşleştiğini, yani aynı çizgide yürüdüğüne dikkatinizi çekmek isterim.
140. Yani rabbim sınırsız rahmet sahibidir. İnsanlığa merhametlidir. Fakat aynı zamanda el azizdir. Yüceler yücesidir. O’nun izzetine insanlık inkar etse hiçbir halel gelmez.
141. Semud kavmi, kuzey Arabistan da Hicr ve vad’il Kura diye bilinen bölgelerde kurulmuş olan bölgesel bir uygarlık. 2. Ad diye de bilinir.
142. Hala Allah’a karşı esas duruşunuzu takınmayacak mısınız, hala kendi haddinizi bilmeyecek misiniz?
143. Bütün peygamberlerin ana mesajı: Allah'a iman, Allah'tan korkma, Allah tarafından görevlendirilen peygambere itaat etmektir.
144. Yürüyenler iz bırakır ve o iz takip edilir. Onu izlerseniz o zaman Allah’a karşı sorumluluğunuzun şuurunda olmuş olursunuz. Onu izlerseniz o zaman sanki Allah’ı izlemiş gibi olursunuz.
145. Her peygamber böyle diyerek başlamıştır davetine. Yani yalancı peygamberlerle gerçek peygamberleri ayırt eden unsurlardan biri de geçmişte bu olmuştur.
146. Elde ettiğiniz bu refah, bu uygarlık seviyesi, bu güvenlik sonsuza kadar baki mi kalacak. Böyle zannediyorsanız siz, Allah’ı hesaba katmıyorsunuz demektir. Ebedi olduğunu zannediyorsanız sahip olduğunuz bu refaha aldanıyorsunuz. Bakın, sizden öncekiler ne oldu, onları niçin düşünmüyorsunuz.
Tabii bütün bu sure boyunca anlatılan bütün bu 8 ayrı kıssalarda verilen hakikat şu; Yeryüzünde hiçbir iktidar baki değildir. Bir iktidar eğer Allah ile arasını açarsa ahlakla arasını açar. Ahlaki değerlerini kaybederse o iktidar tepe taklak gitmeye mahkumdur.
147. Gündelik hayatlarını geçirdikleri o bölgelerde tamamen gelişmiş bir tarım sistemi, gelişmiş bir bahçe düzeni ve gelişmiş bir sulama sistemi. Bunu gösteriyor bu ifadeler.
148. 149. Bugün Kuzey Arabistan’da ki Madaim-i Salih kalıntıları bu ayetlerin işaret ettiği refah toplumundan geriye kalmış şahitleridir.
Tabii ki her refah toplumu içinde yüzdüğü refahı kendi ellerinin eseri sanır. Sahip olduklarının kendisine neden verildiğini unutur, onların bir sınama aracı olduğunu hiç aklına getirmez. Parmağa bakarda, parmağın gösterdiği yere bakmaz. Yani bakıp bunu kim yıkabilir mi diyorsunuz. Bunu kim devirebilir mi diyorsunuz dağlarda yonttuğunuz o sağlam kayaların içinde kurduğunuz köşklere. Evet onu yıkan bir güç vardı ama hesaba katmıyorsunuz.
150. Unutmayın eğer güvenilir bir peygamber göndermezse ne olur. Maneviyat insanın ekmek kadar, su kadar ihtiyacıdır. Hatta daha fazla ihtiyacıdır. Bu ihtiyacı sahih kapıdan gideremediği zaman boşluk oluşur. Bu boşluğu doldurmak için kalpazanlar, sahtekarlar, sahte peygamberler, yalancı peygamberler türer. Ya da peygamber olduğunu iddia eden şairler, kâhinler, büyücüler, sihirbazlar sıraya girer. Ve siz hakikati onların kapısında ararsınız. Maneviyat boşluğunu onların yalancı seslerinden gidermeye çalışırsınız. Yani sahip olamayacağınız bir şeyi, sahip olamamış birinden istersiniz. İşte bunun için Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilin. Bunun için Allah’a yönelin. Haddinizi bilin.
151. 152. Yani düzeni sağlayacakları yere fesadın sebebi oluyorlar. Tabii çıkardıkları fesadı kabul de etmezler.
153. Sen sihirlenmişsin dediler. Aslında bu bir polemiktir. Yani sana sözümüz yok, sen iyi biriydin. Fakat yoldan çıktın, “galiba biri seni sihirledi.” Birinin sihrine maruz kalmasan sen böyle davranmazdın.
Şımarıklığının zirvesine ulaşmış bir refah toplumunda ahlâka çağrı irrasyoneldir. Hz. Salih’i de böyle algıladılar. Yani akılcı değilsin, mutlaka sihirlenmiş olmalısın.
154. Onların ima ettiği şey farklı. Ne istiyorlar? İnsanüstü bir peygamber. Mesela melek. Tüm inkarcı toplumlar böyle bir talepte bulunmuşlardır. Çünkü uymaya gönülleri yoktur. Vahyin çağrısını hayatlarına uydurmaya, hayatlarında yaşamaya gönülleri olmadığı için eğer gönderilen bir melek olsaydı bu sefer; Biz meleği izleyemeyiz diyeceklerdi. Çünkü meleklerin izi olmaz.
8
155. Ne demek Allah’ın devesi? Kimi müfessirlerin beyan ettiği gibi kamu malı. Yani özel deve değil, özel mülkiyet değil, her hangi bir şahsa ait değil. Kamu malı. Bu toplum öyle azgın bir toplumdu ki her çağdaki azgın toplum gibi. Eğer sahipsizse bir canlı, ona şefkat ve merhamet göstermiyordu. Hatta Allah’ın diye bildikleri bir hayvan, Allah’a adanmış bir hayvan diyebildikleri bir hayvana su bile vermiyorlardı. Allah versin diye. Sanki su kendilerine ait, sanki suyu onlar yarattılar da Allah’ın mahlukatını sudan esirgiyorlar.
156. Peki onlar ne yaptılar? Bildiklerini yaptılar. Tasavvurları değişmeden eylemleri değişmezdi. Onun için yamuk bakıyordular, doğru göremezlerdi ve göremediler de. Ne yaptılar? Onu hayvan olarak gördüler. Yani Salih peygamberin peygamberlik alameti olan deveyi sıradan bir hayvana indirgediler. İşte indirgemeci mantığın dehşet bir örneği. Hayvana indirgediler.
157. Ekara; etimolojik manası hayvanın dizlerini işkence ile kırmak anlamına gelir. Yani kan kaybettirerek, işkence yaparak bir canlıyı öldürmek. Ona böyle yaptılar. Tabii ki sonunda pişman oldular ama iş işten geçmişti. İmtihanı kaybetmişlerdi.
Tıpkı şu anda hayat hakkı tanımadıkları Müslüman halkın sırtından geçinmeye çalışan kâfirler gibi. Eğer bu ülkede su varsa bu suyun yarısı deve vasıtasıyla halka ulaştırılacaktı. Bir ülkedeki altın, gümüş, petrol, orman, deniz ürünleri aslında mutlak anlamda halkın ortak malıdır. Ama topluma egemen olan güçler yöneticiler insanları, halkı bunlardan alıkoyuyorlar, bunlara kendileri sahiplenmeye çalışıyorlar. İşte Salih (a.s) in mucizesi olan bu deve zalimlerin bu sömürülerine dur diyordu.
158. Kasırganın etrafa dağıttığı çit çalıları gibi cesetleri savruldu diyor. Böyle bir azab.
159. Allah’ın ayetleriyle savaşa tutuşan Mekkeliler, ve yine ey şu anda aynı tavrı sürdüren yirminci asrın kâfirleri düşünmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Siz onlardan daha güçlü olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Sizler kendinizi Semud’dan daha kuvvetli olduğunuzu ve Allah’la baş edebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Unutmayın ki Allah’ın düşmanlarına nasıl bir helâk göndereceği hiç belli olmaz. Bunu sadece Allah bilmektedir. Aklınızı başınıza alın.
160. Kuzey Arabistan da Filistin topraklarına mücavir Lût gölünün etrafına yerleşmiş bir topluluk tu bu Lût kavmi diye bildiğimiz kavim. Hz. Lût’un davet ettiği bir grup şehir.
Beş yerleşim mahallinde güzel bir uygarlık kurmuştular. Gelişmiş bir uygarlık. Fakat ahlakı hesaba katmadılar. Erdemi hesaba katmadılar, Allah’ı unuttular. Kendilerine nimet verenin Allah olduğunu unutarak nimetin kendileri sayesinde olduğunu düşündüler ve öyle şımardılar ki, işte Allah onlara Hz. Lut’u gönderdi.
161. 162. 163. Peşime takılın ki sizi uzaklaştığınız Allah’a yaklaştırayım. Sizi soyunduğunuz ruha kavuşturayım. Sizi mahrum kaldığınız ahlaka ulaştırayım.
164. 165. 166. Evet, manzara bu. Lût kavminin işlediği o dehşet ve o ağır sapkınlık aslında yine temelde refah toplumunun kendilerine bu nimeti veren Allah ile aralarını açma yüzündendi. Ahlaki davranma konusunda eğer bir toplum üzerine düşeni yapmıyorsa o toplumda aslında ahlaksızlığın hangi seviyede duracağını kimse kestiremez.
Çünkü çok temelde basit gibi gelir. Fakat haksızlıklar üzerine kurulmuş bir servet mutlaka fuhuş sektörünü tetikleyecektir. O sektörü finanse eden haram kazanç büyüdükçe tüm gayri meşru yollar arayacaktır kendisine çıkacak. Onun için haram kazanç haramı besler. Haram gelir mutlaka çıkacak haram bir yer arar. O nedenle bir toplumun refahı eğer temiz ahlaki değerler üzerine oturmuyorsa o toplumun refahı bir felaketin habercisi olur aynı zamanda.
Lût kavmi de böyle olmuştu. Fıtratla çelişen cinselliğin doğasına aykırı bir iş işliyorlardı.
167. Çok ilginç, tüm sapkınlara bakınız kendilerine doğrunun ve hakikatin hatırlatılmasından olağanüstü rahatsız olurlar. Bu adeta insan doğasının zamanlar ve zeminler üstü bir tabiatı. Tarih boyunca hep aynı. Hakikati söylediğiniz zaman mutlaka varlığını yalana borçlu olanlar rahatsız olacaklardır. Buna bir son vermezsen dediler ey Lût sürgün edilmiş bir olup çıkacaksın. Yani seni sürgün ederiz.
168. Burada da farklı bir versiyonunu görüyoruz. O da aslında bir toplumun ahlaki yozlaşma neticesinde o toplumu nasıl mahvı perişan edildiğinin bir örneğini.
"Kaliy" sözcüğü aşırı biçimde tiksinmek demektir. Hz. Lut bu sözü tiksinerek ve nefret ederek onların yüzüne vurmuştur.
169. 170. 171. Burada da Hz. Lut’un eşini yeriyor. Yani kötü örnek, bir peygamberin babası da olsa, hanımı da olsa kötüdür ve elbette insanın kazandığı kendisinedir. Kocasının peygamber olması nihai tahlilde onun hidayeti için garanti olmuyor. Bunu bize aynı zamanda veriyor.
172. 173. Gerçekten de yağılan arkeolojik çalışma ve uzaydan yapılan çekimler, MÖ. 2000 civarında bu bölgede tarihsel olarak kurulduğu bilinen bu görkemli uygarlığın Hz. İbrahim zamanında dehşetli bir biçimde yok olduğunu gösteriyor. Bugünkü Lût gölünün güney ucu Lût gölünden ayrı olarak sığ bir dildir. Onun için bugün adı da el Lisan’dır zaten oranın, dildir. Çok derin bir sığlık bayağı büyük, 15 Km. kadar bir sığlık vardır orada. Yaklaşık 60. mt. Suyun altındadır. Fakat o sığlık biter bitmez cetvelle çizilmiş gibi bir fay hattı 60 mt.den 400 mt. ye çıkar derinlik. Ora fay hattıdır. Kırılmıştır ortadan. Yani toptan o yeşil vadide gelişmiş bir toplum kuran ama ahlâkı olmadığı için fıtrata aykırı bir yönelişle en çirkin ahlaksızlıkları yapan Lût kavmi böyle bir belaya uğramıştır.
174. Ahlâksızlar, Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı kabul etmiş olsalardı bu azabın mahkûmu olmayacaklardı. Hem dünyaları güzel olacaktı, hem de ahireti kazanmış olacaklardı. Ama aşırı gittiler. Allah ve elçisini dinlemediler. Azgınlaştılar. Ve işte böyle rezil bir hayatın sonunda rezil bir helâkle helâk olup gittiler.
Lût kavminin kıssasında, peygamberin davetine karşı çıkan ve özellikle onların yaptığı günahı işleyen fert ve toplumlar için ilâhî bir ikaz ve helâk edilme tehdidi vardır. Günümüzde bu günahın normal bir şeymiş gibi benimsenip hayâsızca işlenmesi, ne büyük bir ahlâkî sefalet ve yok oluş sebebidir.
175. 176. Yedinci ibretli kıssa “Eyke halkının durumudur. “Eyke”, sık ağaçlık, ormanlık yer demektir. “Ashabü’l-Eyke” de orada yaşayan insanlardır. Hz. Şuayb hem kendi kavminin yaşadığı Medyen’e hem de burada beyan buyrulduğu üzere Eyke halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Medyen’e gönderilişinden bahsedildiğinde “kardeşleri Şuayb” ifadesi kullanılırken “Ashabü’l-Eyke’ye gönderilişi söz konusu edildiğinde bu kayıt düşülmez. Çünkü o, nesep itibariyle Medyenlilerin kardeşi idi, fakat Ashâb-ı Eyke’nin kardeşi değildi.
Eyke bugün Hz. Şuayb peygamberin kendisine gönderildiği Amman yakınlarında ki yeşil bir vadi. Bugün Hz. Şuayb’ın mezarının da içinde bulunduğu vadi.
177. Hz. Şuayb, Hz. Musa’nın hocası olur, hem iş vereni olur, hem kayınpederi olur. Ama onun özellikleri bu kadarla sınırlı değil, Resulallah’ın dilinde o peygamberlerin en iyi hatibi idi.
178. 179. 180. Benim derdim, benim sıkıntım sadece sizlerin Müslümanlar olmanız. Ben sadece sizin kurtuluşunuza davetiye çıkarıyorum. Ben sadece Rabbimden bana bildirilenleri size aktarıyorum. Gelin Allah’ı devre dışa bırakarak bir hayat yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah için yaşayın.
181. Demek ki bu toplum ticaret toplumu. Ticarette geldiği refah düzeyi belli. Zaten en geliştikleri alanda zulme sapıyorlardı toplumlar. Bu toplumda demek ki ticaret toplumu ve ticarette zulme sapmışlar. Artık ticareti, insanları aldatma aracı olarak kullanmaya başlamışlar. ARAF 85
Ölçeği tam ölçmek, onu eksik tutup kul hakkı yememek. Bunu başarabilmek için de doğru terazi ile tartmak.
182. İnsanların mallarını eksiltmemek ve onları haklarından mahrum etmemek. Onların mallarının değerini meşru olmayan yollarla düşürmeye çalışıp kimseye zulmetmemek.
Aslında bu sadece malı, bezi, unu, şekeri ölçüp tartmak değil, varlığı, hakikati, eşyayı, hayatı, zamanı, değerleri ölçüp tartmak. Eğer insanın kafasındaki terazi bozulmuşsa, tezgahında ki terazi zaten bozulur. Asıl terazi yürekte ki terazidir. O doğru tartmalı. Eğer o doğru tartmıyorsa o zaman elinde ki terazi zaten bozulacaktır.
183. Yol kesmek, baskın yapmak, fitne çıkarmak, ekinleri çiğneyip yok etmek gibi yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, karışıklık çıkarmamak.
184. 185. Salih kavminin yaptığını yaptılar. Yani bizim şu içinde yaşadığımız muhteşem refahı mı kıskanıyorsun. Kavminin Şuayb peygamberi, toplumun gelecekteki büyük önderi olarak gördüğünü anlıyoruz. Onun için böyle bir tepki geliştirdiler.
186. Yalan söylediğini sanıyoruz. Ne konuda? Ben Allah’tan size vahiy getiriyorum, Allah beni elçi olarak size yolladı diye peygamberliğini ilanı konusunda.
Adeta şunu demek istediler. Bırak bu ağızları. Bizim ekonomik anlayışlarımıza, düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunu sokup durma. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi eleştiriyorsun?
187. Bu kavim kendilerinden önce belaya uğramış olan Lût kavminin komşusu bir kavim. Yani bu kavim aslında belaya uğramanın ne demek olduğunu biliyorlar. Daha önce belaya uğramış toplumlardan da haberleri var. Ama öylesine azgınlar ki, bu azgınlığa bela verilmeyeceğini düşünüyorlar. Çünkü onlar sadece onların yaptığını yapanın belaya uğrayacağını düşünüyorlar. Yani ahlaksızlığı bir tek alana indirgiyorlar cinselliğe. Ticarette ahlaksızlığı, ahlaksızlık saymıyorlar. Bu günküler gibi mi desek acaba.
188. Bu yaptığımızda bir şey yok, kitabına uyduruyoruz, ticaret yapıyor diyorsanız eğer, Allah ne yaptığınızı çok iyi biliyor. Çünkü nihayetinde hakkı çiğniyorsunuz, hak yiyorsunuz. Allah’ın koyduğu sınıra tecavüz ediyorsunuz.
9
189. Tabii bilmiyoruz, görmedik ama rabbimiz o azabı bilen gören ve hak edenlerin başlarına o azabı veren rabbimiz burada böyle tavsif ediyor. Gerçekten de korkunç bir azap.
Anlatıldığına göre Allah Teâlâ, üzerlerine cehennem kapılarından bir kapı açtı, onlara son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir faydası olmadı. Suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan kavrulup piştiler. Ondan kurtulmak için ovaya kaçtılar. Bu kez Cenab-ı Hak üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada birazcık serinlik, rahatlık ve hoş rüzgar buldular. Biri diğerini çağırmaya başladı; böylece hepsi o bulutun altında toplandı. Nihayet Yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yandığı gibi yandılar ve küle döndüler.
190. Tabii bütün bu ayetler, tekrar tekrar gelen bu uyarılar aslında ilk muhatabı olan Resulallah’ı inşa sadedinde geliyor. Yani bu surenin girişinde ki ayetleri unutmayın lütfen. Resulallah’ın özellikle, niçin inanmıyorlar diye kendisini helak edecek kadar üzülmesine karşı inanmayacaklar. Yani kendini helak etsen de inanmayacaklar.
Bunların hepsi de kendilerine gelen haberleri alaya alan bir topluluğun tipik örnekleriydi.
191. Yani Allah’tan daha merhametli olduğunu düşünme. Bu belayı hak edenlere belayı veren rabbin aslında merhametin tamamına sahiptir. Rahmetin kaynağıdır. Sana verdiği merhamette zaten O’nun verdiği için vardır.
8 kıssa burada bitti. Kur’an’ın bir çok suresinde geçen bu kıssaların bu surede ki vurgusu;
1 – Hakikat karşısında insanlık durumunda hiçbir değişme olmayacak. Ey bu vahyin son muhatapları geçmişte bu tipleri görmüşseniz, bu mantığı, bu tasavvuru, siz yaşarken de bu tasavvuru göreceksiniz. Yani sizin karşınızda da Nemrut’lar, firavunlar, Lût kavimleri, Ad kavimleri, Semud kavimleri olacak, olabilecek.
2 – Ahlaki değerlerden yoksun bir refahın, güç ve iktidarın sahiplerini feci bir akıbet mutlaka bekler. Er ya da geç onların akıbeti, bunların akıbeti olacak.
3 – Her mümin şahsiyetin çağının sapmasıyla mücadele etmesi onun imanının ona yüklediği bir borçtur. Dolayısıyla her Firavun’un bir Musa’sı, her Nemrud’un bir İbrahim’i olmak durumundadır.
192. Alemlerin rabbi, alemlere rahmet olan peygamber A. Selâmı; alemleri uyaran bir mesajla göndermiştir. Rabbül alemiyn; Rahmeten lil alemiyn’i, huden lil alemin ile göndermiştir. Alemlere hidayet veren bir kitap ile.
193. Burada Cebrail (a.s.)’ın “Ruhu’l-Emin” yani “Güvenilir Ruh” ismiyle anılması dikkat çekicidir. Hedef, Kur’an-ı Kerim’in tağyir, tahrif ve tebdile maruz maddi bir vasıta aracılığı ile değil de, hiç bir maddiliği olmayan, bütünüyle güvenilir saf bir Ruh aracılığı ile vahyedildiğini beyan etmektir. Bu Güvenilir Ruh, Allah’ın ayetlerini, kendisine emanet edilen lafız ve mana, şekil ve muhteva içinde aynen getirmektedir. Onun ayetlerde herhangi bir değişiklik yapması, onlara şu veya bu şekilde ilâvede bulunması mümkün değildir.
194. 195. Arapça vahyin bir aksesuarı falan değildir bizatihi vahyin bir boyutudur bu manada ve Kur’an’ca olmuştur. Onun için Kur’an’ın hiçbir çevirisine Kur’an denilemez.
Kur'an'ı peygamberin kalbine indirmiş o da onu doğrudan doğruya almış ve onun doğrudan, en güzel şekilde anlamıştır. Kur'an'ı onun kalbine indirmiştir ki, apaçık Arapça bir dille uyaranlardan olsun. Onunla kendilerine hitap ediyor ve onlara bu dille Kur'an okuyordu. Aslında onlar bir insanın neler söyleyebileceğini ve bu Kur'an'ın insan sözü türünden bir söz olmadığını kavrıyorlardı. Kendi dilleriyle de olsa, Kur'an'ın nazmı (düzeni, dizilişi) manaları, metodu, ahengi ve uyumu ile O'nun beşeri olmayan bir kaynaktan geldiği kesinlik kazanmıştı.
196. 197. Kur’an-ı Kerim’in önceki ilâhî kitaplarda olmasını iki türlü anlamak mümkündür:
Onun ihtiva ettiği manalar özü, esası ve ana hatları itibariyle önceki peygamberlere gelmiş olan Tevrat, İncil, Zebur gibi kitaplarda da mevcuttu.
Önceki ilâhî kitaplarda, son Peygamber Hz. Muhammed’in geleceği ve Ona Kur’an gibi bir kitabın indirileceği haber verilmişti.
Kur’an-ı Kerim’in ilâhî kelam oluşunun bir delili de İsrailoğulları âlimlerinin onun Allah kelamı olduğunu bilmeleri ve buna şahitlik yapmalarıdır. Rivayete göre Mekkeliler Medine’de bulunan yahudi âlimlerine adam gönderip Resul-i Ekrem (s.a.s.) hakkında onlardan bilgi istemişler; onlar da böyle bir peygamberin geleceğini ve vasıflarının Tevrat’ta mevcut olduğunu söylemişlerdir.
Resulallah’ın eşleri arasına katılacak olan, daha sonra müminlerin annesi olan Taif’in reisinin kızı Safiye. – Resulallah Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gün diyor, babam Huvey bin Ahtab’la amcam Ebu Yasir gittiler bakalım nasıl biri diye. Resulallah’ı görmüşler, hicret gerçekleşmiş, sonra eve döndüler. Ben onların aralarında ki konuşmalarına şahit oldum. Amcam babama dedi ki; Nasıl buldun? Babam uzun bir süre sustu. En sonunda konuştu ve dedi ki; bu o. Peki ne yapacaksın? Hayatım olduğu sürece ona düşmanlık yapacağım.
Bu hususa işaret eden ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Önceki peygamberlere kitap indirdiğimiz gibi, sana da bu kitabı indiriyoruz. Bunun içindir ki, kendilerine daha önce kitap verdiğimiz dürüst ve insaflı insanlar buna inanırlar. Şu Mekke halkı içinden de ona inananlar var. Zaten bizim ayetlerimizi, kalplerini küfür ve günah kirleriyle karartmış nankörlerden başkası inkâr etmez.” (Ankebût 47)
“De ki: «Bir düşünsenize, Kur’an gerçekten Allah katından gönderilmiş olup siz onu inkâr etmişseniz, üstelik İsrailoğullarından bir şahit de bu kitabın haber verdiği gerçeklerin aynısını Tevrat’ta görüp Kur’an’a iman ettiği halde siz kibirlenip ondan yüz çevirmişseniz, sizden daha zalim kim olabilir? Hiç şüphesiz Allah, öyle zalim bir toplumu doğru yola erdirmez!»” (Ahkâf 10)
198. 199. Kur’an-ı Kerim Arap olan ilk muhatapları tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi için apaçık Arapça lisanıyla indirilmiştir. Yine aynı hikmete binaen her peygamber kendi kavminin konuştuğu dille gönderilmiştir.
Eğer Kur’an, Arap olmayan birine indirilse, o da bunu mucize olarak mükemmel bir Arapça ile onlara okusaydı, müşrikler bir bahane bulup ona da inanmazlardı. Onlar küfürde bu kadar bir inat ve ısrar içindeydiler.
Kur’an Arapça konuşamayan, konuştuğu sözü açıkça anlatamayan birine indirilseydi, o bunu anlaşılır bir şekilde tefsir ve beyan edemeyeceğinden dolayı müşriklerin inanmamalarına bir bahane teşkil edebilirdi. Fakat ortada böyle bir durum yoktur. Çünkü Resulullah son derece beliğ ve fasih konuşan, okuduğunu çok iyi okuyan, izah ettiğini çok iyi izah eden bir kişi idi.
Bu ayetlerde iman etmek ve İslâm’ı anlayıp yaşamak için Kur’an-ı Kerim’i anlamanın önemine dikkat çekilmektedir. Araplar kendi dillerinde inen Kur’an’ı anlamakta zorluk çekmemişlerdir. Eğer Arapça olmasaydı, anlamayacakları için ona inanmamakta mazur sayılabilirlerdi.
Müşrikler inanmamak için bahane üstüne bahane uyduruyor, açık bir mucize görmüş bile olsalar, inanmak niyetinde olmadıklarından, mutlaka bir mazeret ileri sürüyor, inkârdaki inatlarına devam ediyorlardı.
200. 201. 202. 203. Güneş gibi parıldayan Kur’an güneşi karşısında yarasalar gibi gözlerini kapatan, kalp kapılarını sonuna kadar sıkıca kilitleyen böyle hidayet mahrumu bedbahtların, normal şartlar altında dünya hayatlarına devam ederlerken manevî bir uyanışı gerçekleştirmeleri gerçekten zordur. Bunlar kendilerini ansızın yakalayacak bir azabı görünceye kadar bu inkâr hallerini sürdürürler. Ancak azap geldiğinde akılları başlarına gelir, pişman olurlar ve kendilerine süre tanınmasını isterler. Nereden biliyoruz bunu? Gelecek ayetten.
204. Hâlbuki daha önce vukuunu mümkün görmedikleri için azabın çabuklaştırılmasını istiyorlardı. O ana kadar yaşayageldikleri rahat ve eğlence hayatını hep sürdürüp gideceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple Peygamber (s.a.s.)’e meydan okuyarak âdeta: “Eğer gerçekten peygamber isen, sana inanmadığımız ve düşmanlık ettiğimiz için biz Allah tarafından cezalandırılmayı hak ediyorsak, hiç durma, hemen tehdit ettiğin azabı getir” diyorlardı. ( Enfâl 32)
Bu dünyada düşünebilecekleri kadar, akıllarını kullanıp peygamberinin davetine yönelebilecek, Allah’a Allah’ın istediği kulluğu yapabilecek kadar bir süre tanımıştır. Peygamberin davetine evet deyiverselerdi kendileri hakkında çok güzel olacaktı. Ama işte böyle birden bire hepsinin evet demeleri de mümkün olmuyor.
205. 206. 207. Biz onlara yıllarca ömür versek, yıllarca güç kuvvet versek, senelerce saltanat versek, senelerce nimetlerimizi onların üzerinden eksik etmesek, sonra da kendilerine vaat olunan, tehdit edildikleri şey başlarına geliverse kendilerine verilmiş olan o nimetlerin, faydalandıkları metaların, yaşadıkları ömür ve dünyalarının kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Binlerce yıl yaşamış olsalar da azap gelince bu uzun ömürlerinin hiçbir manası, hiç bir değeri, hiçbir faydası olmayacak onlara. O uzunca yaşamaları, uzunca nimet içre bulunmaları onları azaptan asla kurtaramayacaktır.
Unutmayalım ki bu dünyada bunlara en çok sahip olan krallar, liderler, kumandanlar, kendilerine azap geldiği zaman kendilerini kurtaramamışlardır. Kendilerine ölüm geldiği zaman kendilerini Allah’ın ölüm yasasından kurtaramamışlardır.
208. Yüce Allah insanları iyiyi kötüden ayırt edebilecek niteliklerle donatmıştır. Ancak yine de O, –merhametinin bir sonucu olarak– peygamber gönderip onlara doğru yolu gösteren mesajını ulaştırmadıkça sorumlu tutmamaktadır. Helâk edilen toplumlara mutlaka önceden peygamber gönderilerek Allah’ın mesajı kendilerine ulaştırılmış, fakat insanlar onu reddettikleri için cezalandırılmışlardır.
209. Bu ayetler, İslâm’a düşman olan Kureyş liderlerinin, bir süre sonra çetin bir azaba çarpılacaklarına işaret etmektedir. Gerçekten de Allah’ın azabıyla alay edenler, Bedir’de Müslümanların kılıçları altında can vermişlerdir. Aynı durum günümüz için de, bundan sonraki zamanlar için de geçerlidir. İslâm düşmanları yeri ve zamanı geldikçe helak edilecekler; zaten nihayetinde Azrail’in öldürücü pençeleri altında ruhları alınıp ebedi azaba mahkûm edileceklerdir. O halde tek çare, hiç vakit kaybetmeden, Kur’an’ın diriltici ve kurtarıcı davetine koşmaktır. Çünkü o davet, Yüce Allah’ın en küçük bir karışıklığa bile uğramamış gerçek davetidir:
10
210. 211. Şeytanlar vahiy indirmezler şeytanlar fısıldarlar. Şeytanlar vesvese verirler. Şeytanlar evham verirler ve şeytanların evham verdikleri vahiy alıyorum diye gelebilir. Ben de vahiy alıyorum derler. Böyleleri tarihin her döneminde olmuş bugünde vardırlar.
212. Peygamber taslakları, sahte peygamberler, her türlü gaipten haber verme teşebbüsleri, “bana da vahiy geliyor” iddiasında bulunan şeytanın oyuncaklarından söz ediyor bu ayetler.
213. Hz. Peygamber’in şahsında genel olarak insanlığa hitap eden bu ayet, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu delilleriyle ispatlandıktan sonra artık insanın şeytanların vesvese ve telkinlerine aldanıp da Allah’a ortak koşmaması, O’nunla birlikte başka ilâhlara tapmaması gerektiğini, aksi takdirde şiddetli cezaya çarptırılacağını haber vermektedir.
214. Davet usulünü veriyor bu ayet. Merkezden başla, yakın olandan başla. Ki Resulullah’ta öyle yapmış, ilk uyardığı eşi Hz. Hatice olmuştu.
Fahr-i Kâinat (s.a.s.), yine bir gün Safa tepesine çıkarak Kureyş kabilesinin bütün kollarına tek tek seslendi. Onlar da bu davete icabet ederek Safa Tepesi’ne geldiler. Allah Resulü (s.a.s.), yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitap etti:
“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Kureyşliler hiç düşünmeden: “Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar senin hep doğru olduğunu gördük. Senin yalan söylediğini hiç duymadık!” dediler. Karşısındaki insanlardan bu tasdîki alan Resulullah (s.a.s.), onlara şu ilâhî hakikati bildirdi:
“O halde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allah’a inanmayanların o çetin azaba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve ailesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.
Ey Kureyşliler! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah’ın huzuruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesabını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibadetlerinizin mükâfatını, kötü işlerinizin de ceza ve şiddetli azabını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir cennet; mücazat da ebedî bir cehennemdir.”
Allah Resulü (s.a.s.)’in bu konuşmasına, orada bulunanlardan umumî bir itiraz gelmedi. Yalnız amcası Ebû Leheb: “Hay eli kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek münasebetsiz ve yakışıksız sözler sarf etti. Hakaretleriyle Peygamber Efendimiz’in kalbini kırdı. Ebû Leheb’in bu tavrı üzerine, onu ve karısını kötüleyen ve cehennemlik olduklarını îlân eden “Tebbet Sûresi” nâzil oldu:
Verilen örneklerden anlaşılacağı üzere, yakın akraba da olsa, yapılacak tebliğ mutlaka kabul görecek diye bir şart yoktur. Kabul edenler olabileceği gibi, reddedenler de olabilecektir. Bu durumda tebliğciye düşen, kendine inananlara şefkat ve merhametle kol kanat germek, tevazu içinde onların maddi ve manevi dertleriyle alakadar olmaktır. Karşı gelenlere ise zaman ve zeminin gereğine göre, “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” demek, en azından verecekleri zarardan kendini ve tâbilerini korumaktır. Bunun için de sonsuz kudret sahibi Allah’a daima tevekkül halinde olmaktır.
215. Bu yumuşaklık, alçak gönüllük ve merhamet somut şekillenmiş bir halde veriliyor. Kanatları germe halinde veriliyor. Tıpkı konmak isteyen kuşun iki kanadını yere germesi gibi. İşte peygamberimiz de hayatı boyunca müminlere karşı böyle davranmıştır. O'nun ahlakı Kur'an'dı. O Kur'an'ı Kerim'in canlı eksiksiz bir tercümanıydı.
Hani hatırlayalım “FeBima rahmetin minAllâhi linte lehüm.” (A.İmran/159) Allah’tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. “ve lev künte fazzan ğaliyzal kalbi lenfaddu min havlik”.. eğer katı kalpli davransaydın onlar senin etrafından dağılır giderlerdi. “fa’fü anhüm”.. O halde onları affet. “vestağfir lehüm” onlar için bir de dön Allah’tan af dile. “ve şavirhüm fiyl emr.” (A.İmran/159) Yine de işlerinde onlarla istişareyi sürdür.
216. 217. 218. 219. 220. Allah’a güvenip dayan. Allah’a tevekkül et. İşini Ona havale et. Sırtını Ona daya. Başarıyı sadece ondan bekle. Onun istediği şekilde hareket et.
Unutma ki O Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir. Nasıl ki O Allah senden önce kendisine teslim olan Nuh, Hud, Salih, İbrahim gibi elçilerini başarılı kılmışsa Rabbin seni de başarılı kılacaktır. Çünkü O Azizdir, güçlüdür, yenilmezdir ve her şeyi işiten ve bilendir.
Şu anda seni de görmekte, seni de işitmektedir. Kıyamını görmektedir, secdenden haberdardır. Rabbinin emirlerini uygulama derdinde olan müminlerle birlikte dönüp dolaştığını da biliyor O Allah.
Allah yolunda müminlerle birlikte kavganı, insanları uyarmanı, insanları kendi yoluna davetini görüyor. Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet kanatlarını gerdiğini, Rabbin için secdelere kapandığını görüyor Allah.
221. 222. 223. Bu ayetlerin bildirdiğine göre şeytanlar, çokça yalan söyleyen, iftira eden, günaha dalmış kimseler üzerine iner dururlar. Ancak bu yapıdaki bayağı insanlar şeytanların yalanlarına, dolanlarına, vesvese ve tahriklerine kulak verirler. Oradan aldıkları yalanlara kendileri de yalanlar ilave ederek, pek çoğu insanlara yalan söylerler.
Yani hem şeytanların, hem de onların ayarttığı kimselerin işleri güçleri yalan üzere kurulmuştur. Halbuki Kur’an-ı Kerim’i getirip beşeriyete ikram eden Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.), güzel ahlâkın her şubesinde zirvede olan (bk. Kalem 68/4), henüz peygamber olmadan önce bile kavmi arasında “Muhammedü’l-Emin” diye ün salan, hiçbir zaman yalan söylediği, kimseyi kandırdığı, birine iftira ettiği asla görülmemiş muhteşem bir şahsiyettir.
Düşmanları dahi gıyabında onun yalan söylemediğine defalarca şahitlik etmişlerdir. Efendimiz, kırk sene her türlü günahın pervasızca işlendiği cahiliye muhitinde yaşamasına rağmen onların kötü âdetlerinden hiçbirine bulaşmamış, günah işlememiş ve tertemiz bir hayat yaşamıştır.
Peygamberlik sonrası ise onun nasıl örnek bir takva hayatı yaşadığı açıktır. Böyle ilâhî muhafaza altında bulunan tertemiz bir peygamberin, varlık sebepleri kötülük, yalan ve saptırma olan şeytanlarla; getirdiği Kur’an’ın da şeytani vesveselerle nasıl bir irtibatı olabilir?
Yani onlar hem yalana kulak kabartırlar, hem de başkalarına yalan söylerler. Cahiliye döneminde manevi boşluk bir talebe yol açtı. Bu yoğun talep sahici bir arz ile karşılanmayınca sahte arz ile karşılandı. Bu arzı yapan iki kesim vardı. Kahinler ve şairler. Bu ayetler Kahinlerle alakalı. Bundan sonraki ayetlerse sözü şairlere getiriyor.
224. Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan inkârcı şairlerin bir portresi çizilir. Bunlara, hakikati arayan kimseler değil, sadece nefsani arzularının peşinden giden, hevâ ve heveslerini putlaştıran, zevk ve eğlence düşkünü azgın kimseler tâbi olur. Eğer bizzat kendileri azgın ve sapkın olmasalardı, peşlerinden gidenler de aynı şekilde azgın ve sapkın kimseler olmazdı.
Allah’ın kitabını ve Resulünün sünnetini bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp insanları kandırabilecek özellikte şiir söyleyenler şairler var. Bunların sözlerinde ne hak var, ne hakikat var, ne vahiy var, ne âhiret var, ne ölüm ötesi hayatın gündemi ve hazırlığı var, ne cennet bilinci, ne cehennem korkusu, ne kitap ve peygamber zikri var.
Şamanlık koltuğunu oturan şairlerden söz ediyor burada Kur’an. Her biri sahte bir peygamber gibi davranan bu şairler bizim bugün gördüğümüz şairlerin işlevini üstlenmiyorlar. Yani bunlar sıradan sanatkar falan değiller. Söyledikleri de şiir değil. Kendileri sahte bir peygamber pozlarında, söylediklerini de vahiy gibi lanse ediyorlar. Mesela bunlar içinde İbn. Zibara, İbn. Ebu. Sah gibi isimler var.
225. Evhamlarının peşinde gezinirler. Hakikatin değil yani. Düşünün o günün şiiri ya medihti, ya hicivdi. Ya methiye ya hiciv yani ya birini yersizce överler, sırf ondan aferin ya da harçlık almak için, ya da kızmışlarsa yererler veya bir başkası ona yergi dizmesi için para vermiştir kızarlar. Kendi duyguları değil aslında, ödünç duygularla kızarlar. Vazifeleri ise sırf karşıdakini etkilemek.
Mesela şiirlerinde cömertlikten, kahramanlıktan, iyilikten bahsederler fakat kendileri buna yanaşmazlar. Bu sebeple onların peşinden dürüst insanlar değil, ancak sapkınlar gider.
226. Cahiliye şairiyle peygamberi ayıran ayırım bu işte. Şairin amacı etkilemek. Peygamberin amacı ise yolda kılavuzluk etmek.
O şairler yapmadıklarını söylerler. Yapmadıklarıyla övünürler, amelin konusu olmayan hayal âleminde gezerler. Çok kötülerler, hicvederler, hakaret ederler, övdüklerini haksız ve aşırı överler, hicvettiklerini aşırı yererler.
Çok büyük iddialarda bulunurlar, çok güzel şeyler söylerler ama bunların hiçbirisini yapmazlar. Hayatları ayrı, düşünceleri ayrıdır. Sözleri ayrı bir vadide amelleri ayrı bir vadidedir. İşte böyle şairlerle de şeytanlar beraberdir. Şeytanlar böylelerine de inmekte, böylelerini de etkileri altına almaktadırlar. Sürekli şeytanlar böylelerine de kötülükleri vahy etmektedirler. Kötülüğün eğitimini bunlarla beraber uygularlar.
227. Şairleri ikiye ayırıyor Kur’an; 1 – Şaman koltuğunda oturup yalancı peygamberlik taslayanlar. 2 – İkincisi ise haddini bilen, hakkı savunan ve iman eden şairler.
Kur’an, şairlerin kötüleriyle iyilerini birbirinden ayırır. Kötülerine kötü, iyilerine iyi der. Beğenmediği şair tiplerini haber verdiği gibi, beğendiği ve hatta teşvik ettiği şair tipini de beyan eder. İşte bu ayet-i kerime övülen ve teşvik edilen şair ve şiirin hususiyetlerini belirtir. Kısaca bunlar: İman etmek. Salih ameller işlemek, Allah’ı çok çok zikretmek,
Zulme maruz kaldıklarında şiirleriyle kendilerini savunmak; İslâm’ın ve Müslümanların galip gelmesine yardımcı olmak.
Belirtilen bu çerçevede şiirle meşgul olmanın dinen bir sakıncası yoktur. Çünkü bu gibi şairler, gerçekleri dile getirir; söyledikleriyle yaptıkları birbirine uygun olur; İslâm dininin esaslarını savunur; Allah’ı zikreder, O’nu yüceltirler. Yaptıkları iyi işlerle hem kendilerinin hem de toplumun yücelmesini ve yükselmesini gözetirler. Zulmün ve haksızlığın karşısında şiirleriyle mücadele verir, hakkı savunurlar.
Allah Resulü (s.a.s.), kötü ve ahlâksız ifadelere yer vermeyen ve iyi maksatla kullanılan şiirleri diğerlerin ayırdığı görülür. Zaman zaman onları dillendirdiği, okuyandan dinlediği ve övdüğü olmuştur. Meselâ şair Lebid’in: “Dikkat edin! Allah’tan başka her şey bâtıldır” sözünün, şairlerce söylenmiş en doğru söz olduğunu söyleyerek takdir etmişti. Ayrıca Ashab-ı kiram arasında Resulullah’ın takdirlerini kazanmış birçok şair bulunmaktaydı.
Mesela Efendimiz (s.a.s.) Hassan b. Sabit’e: “Müşrikleri şiirlerinle hicvet, bil ki muhakkak Cebrail de seninle beraberdir” buyururdu. Yine Hassan’ın müşriklere cevap verdiği bir şiir hakkında: “Şüphesiz ki bu onlarda, ok atmaktan daha kuvvetli bir tesir bırakır” buyurmuştu.
Ayetin sonunda, Allah’a karşı gelerek; Resulullah (s.a.s.)’i büyücü, şair, deli ve kâhinlikle suçlayıp böylece diğer insanların kafalarını karıştırmak suretiyle onları dinden uzaklaştırmakla en büyük zulmü işlemekte olan kâfirler tehdit edilmektedir. Yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrilecekleri, yok olup gidecekleri ihtar edilmektedir. Yaptıkları zulümler ahirette de karanlıklar halinde karşılarına çıkacaktır. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Zulümden sakınınız; çünkü zulüm kıyamet günü karanlıklar haline döner.”
Ayetin bu son cümlesi aynı zamanda, İslâm dininin dünya hayatında zalimlere karşı yapacağı hak ve adalet inkılabının ehemmiyetini hatırlatmaktadır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in istikbale ait bir mucizesidir. Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında bu gerçekleşmiştir. Dünya durdukça Kur’an’ın müminlere müjde, kâfirlere ise ilâhî bir şamar keyfiyetindeki bu mucizevi haberi zaman, zemin ve şartları hazır oldukça tekrar tekrar tahakkuk edecektir.
Firavuna, Nemrud’a, Nuh, Âd, Semud, Lût kavimlerinin ve zalimlerin akıbetine bakıp öğrenmedilerse eğer, bu ayetlerden de öğrenmedilerse eğer, belalarını bulunca mutlaka öğrenecekler.
Siz ve bize gelince; Kimin tarafındayız, ne taraftayız ona bakalım. Yani zalimlerin tarafında mıyız, yoksa mazlumların mı. Musa’nın tarafında mıyız, firavunun mu. İşte bize tarafımızı seçmek düşüyor. Rabbim tarafımızı nebilerin çizgisinden yana olanlardan kılsın inşallah.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 30.6.2024 15:49:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!