Sana sımsıkı sarılıp alnına bir öpücük kondurmuştum. Senin dilinde “Elveda” anlamına geliyordu; Ama benimkinde asla! Gitmeyeceğini, beni o karanlık sokağın başında yalnız bırakmayacağını düşünüyordum. Ta ki sen gözlerimden kaybolana dek…
O ân daha da gür ve bir o kadar da acıyla akmaya başladı göz yaşlarım…
Terk edişin verdiği tarifsiz duygularımla uzun uzun arkandan baktım. Yere yığılmak, kendimden geçmiş bir hâlde zamandan arınmak istiyordum; Ama yapamıyordum. Seninle dolu olan sevgimin ve gizemli benliğimin verdiği umut bunu yapmama engel oluyordu. Düşünmenin yasak olduğu o ânlarda anlamsızca yürümeye başladım. Eve geldiğimde üzerimde, aramızdaki zahmetli yol boyunca durmaksızın ağlamanın acısı ve şaşkınlığı vardı. Ama nereden bilebilirdim ki bu damlaların koca bir günlük selin yanında bir hiç olduğunu! ...
Bu, evime ikinci defa yıkılmış bir hâlde girişimdi. Nefes alıp veren bütün varlıklarda bir korku uyandıran ölüm, ruhuma kurtuluşun melodisini mırıldanıyordu. Ölmek, bu acıdan beter illetten kurtulmak istiyordum. Kararlıydım, kirlenen beyazın intikamını siyahtan alacaktım. O ân evin bütün camlarından içeriye büyülü dalgaların vurduğunu hissettim. Dalgalar bana vurdukça, ellerim acımı duvarlara haykırıyordu. Zaman geçmemişti ki kendimi yatağımın üzerinde oturur bir hâlde buldum, başım buz duvara dayalı…
Soğukluk havadan da değil hani…
Ağlıyordum! Yaşlar bedenime her süzülüşünde ateş misâli yakıyordu. Sebebi olduğun güneş çoktan doğmuştu ve ben hâlâ ağlıyordum. Birden telefon çaldı. Yaşayan ölü ben, bir çırpıda telefona uzandım. Telefonu açar açmaz ismini haykırırken bile ağlıyordum. Arayan sen değildin. Aranan ben, ben değildim ki! Hemen kapatıp yatağıma uzandım.
…Şuan o yatağın üzerindeyim. Hâlâ yüreğim yaşlı, hâlâ acımda, aklımda sen…
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,