Bugünlerde tabiatın sesiyle konuşan ‘dilsiz’ hayvanlar gibi tuhaf sesler çıkarıyorum. Evde kendi kendime çıkardığım sesler bazen bana bile ürkütücü geliyor. Mızmızlanıyorum. Ortada makul bir sebep yokken, her an ağlama numarası yapmaya hazırlanan şımarık bir çocuk gibi sızlanıp duruyorum. Belki de sadece zamanın ebedi genişliğine itaat etmek istemeyen basit bir içgüdünün hırçın direnişi kanat çırpıyor içerde bir yerlerde: Vakit varken huzur yok, huzur varken vakit. O tanıdık hikâye işte...
Çalışma odamdaki yumuşak, kırmızı kadife kanepenin üzerine uzanıp tekrar okumak istediğim kitaplarla, sırada bekleyen yenileri heyecanla, şefkatle karıştırmayalı çok olmuş. Uzaklardan gelip bir an evvel sevgilisiyle kucaklaşmayı bekleyen âşıklar gibi görünüyorlar. Ama nedense günlerdir hiçbirine dokunmak istemiyorum. Çello konçertolarını dinlerken, tanımadığımız halde hakkında hikâyeler uydurduğumuz insanlar gibi seyrediyorum onları. Geçerken hafifçe sırtlarını okşuyorum bazen. Kahramanlarını, duygularını, düşüncelerini hatırlamaya çalışıyorum.
Halbuki ne çok severim ‘hayaletlerimle’ konuşmayı, dertleşmeyi. Gizlice koyunlarına girip, bağırlarına sadece benim anlayabileceğim mahrem işaretler bırakmayı... Onları gelecekteki hayatlarına, benden sonra sahiplenecek olanlara merhametle hazırlamayı...
Şimdi çok eskiden üzerinde kimin çalıştığını bilmediğim eski, kunt bir masaya dirseklerimle yaslanıp düşünüyorum. Bir sonu olduğunu bildiğimiz hayatı, nasıl hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayabildiğimizi anlatmayı istiyorum ve tabii ki ben de herkes gibi bu ‘karanlık kuyunun’ dibine tek başıma inmekten korkuyorum.
Artık birbirimize iki yabancıyız.
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet, her şeyi unutmalıyız.
Her kederin tesellisi bulunur, üzülme.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta