Sıkıntılar içindeyim. Kaldığım pansiyonda en sevdiğim manzaraya bakarken bile huzursuzum. Ağaçların süslediği kıyıdan sahile, oradan küçük dalgalara doğru kuş kanatlarında süzülen bakışlarım ne huzur veriyor, ne de geçen yıl gelişimdeki gibi hayallere dalmamı sağlıyor.
Bu günlüğe başlayışımda “Bir gün bunları okuyanlar olur” diye, daha özenli yazmaya çalışıyordum. Oysa şimdi, “Değerli iki satır bile yazamıyorum. Ya bunları umut bağladığım bir yayıncı da okursa” diye endişeleniyorum.
Çok okunan bir yazar olma yoluna çıkmak üzereyken, bir türlü yazamama dönemecine nasıl mı geldim? Pekâlâ, günlük, sayfa sayfa görüyorum, ‘benden bir şey gizleme’ diyen bakışlarını. Pekâlâ, pekâlâ… Anlatacağım. Bu sıkıntıyı içime hapsetmek bile öldürüyor beni.
“Ey beni korkutan günlük! ” şaşırdın mı, ben de. Önceki sayfaları karıştırıyorum da, ne güzel sözler söylemişim sana “Sevgili günlük” diye başlayıp derdimi paylaşmışım. Oysa günlük tutmaya, sıkıntılarımı paylaşmak için başlamamıştım ki. Asıl sebep, uzun süredir öykü yazamamamdı.
İlham perim, hayal dünyamdan bir savaşçıyla kaçmıştı sanki. Yapayalnız kalmıştım. İnsanları hüzünlendiren, ağlatan, korkutan, birkaç tane polisiye, bir kaç tane gerilim hikâyesi, hatta birkaç tane de güldüren hikâye meğerse benim değilmiş. Bunu ilham perim kaçtığında anladım. Bir akşam, cebimde param kalmayıp da, akşam yemeği bile yiyemeyince, ilham perim karanlık bir gecede, Kaf dağından gelen, kara maskeli, kara savaşçının kara atının terkisine atlayıp bir veda bile etmeden uzaklaştığında anladım. Tamam, tamam, kısaca ‘Aç yazar, yazamaz’ da diyebilirdim ama düşük çenelinin biri bu sözün aslını da hatırlayabilir diye sanırım yazmamam daha iyi.
Velhasıl, iki valizim odamda orta yerde. Pansiyoncu benden ümidi kesmiş. “Bari siz çıkın da paralı birine vereyim odayı” diyor. Sanıyor musunuz ki, borcumun üstüne yatacağım. Hayır, ödemediğim 3 günlük borcumun üzerine yatamayacağım. Çünkü pansiyoncu benden de uyanık, …senet imzalattı. Pansiyoncunun da, eşinin de ne kadar iri yarı olduğunu görseniz, zorla imzalattığını söylememe gerek kalmazdı. Oysa 2 hafta önce geldiğimde öyle güler yüzlüydüler ki, irilikleri hiç dikkatimi bile çekmemişti.
Laf aramızda, senetle kurtardığıma seviniyorum. Yazı malzemelerime, okuduğum ve okuyacağım kitaplarıma dokunmadılar. “Bunlar benim ilham kaynaklarım ve yazma malzemelerim. Bunları alırsanız, üzerinde düşündüğüm hikâyeleri yazamam, borcumu da ödeyemem” dedim, -nasıl olduysa- ikna oldular.
Bir haftadır borcumu ödeyeceğimi söylememe rağmen, az bir kısmını anca ödeyebilmemden öyle kuşkuya düşmüşler ki, telefon edip bana iş teklif eden yayıncıya bile inanmadılar. Hemen cebimdeki paralara ve para edecek her şeyime el koydular. Yine de 3 günlük borcum kaldı.
Yayıncı dedim de, doğru ya onu anlatacaktım. İşte kötü yazarlık sarmış her tarafımı, bir konuyu anlatmayı bitirmeden, onu unutup diğerine geçiyorum. Fakat okuyucu unutur mu –sevgili günlük— ha, unutur mu?
Sahilde, bir geminin yanaşmasını ve ilham perimin dönmesini boşu boşuna bekleyip, sonunda pansiyona dönmüştüm dün akşam. İçeri girdiğimde pansiyoncu borcunu almak ve beni hemen pansiyondan atmak için hazırlık yapmıştı. Kendisinin ve eşinin öfkeli bakışlarından anlamıştım bunu.
Pansiyona girdim ve onların bütün çabasına karşı, “Gece nerde kalırım. Ayrıca pansiyonun adı çıkar, gece müşteri atıyorlar” diyerek ve de tüm maddiyatımı kaptırarak bir gece daha kalmayı başarmıştım. O esnada telefon çaldı. Telefon sayesinde beni unuturlar diye düşünürken, telefonun bana olduğunu söylediler ve o umut dolu konuşma gerçekleşti. Yani, bu kadar karamsar tablo içinde onu da yazmasam olmaz.
İstanbul’dan bir yayınevi temsilcisi arıyordu ve benim öykülerimi çok beğendiklerini ve önümüzdeki yayın dönemi için bir kitap anlaşması yapmak istediklerini söylediler. Açıkçası hava atmak, ağırdan almak o an mümkün değildi. Hemen memnuniyetimi ve hikâyelerimin şu anda yayın hakkının boşta olduğunu söyledim, ama sonraki cümle moralimi bozdu, ‘Yayın hakkı serbest de olsa, önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerimi değil yenilerini istediklerini’ söylediler.
Başımdan aşağı kaynar su döküldüğünü hissettim ama ne kadar baksam da bunu kimin yaptığını göremedim. Son cümle de beynimin duvarlarında pinpon topu gibi dolaşıp durdu, algılama merkezine geldiğinde ben henüz kendime gelememiştim. O son cümlede, “…önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerinizi değil yenilerini…” demişlerdi. Bu sözleri duyunca gerçekten çok gerildim. Fakat bunu yazsam gerilim hikâyesi olarak değer vermeyeceklerini de biliyorum.
İki ay süre vermişlerdi, “Merak etmeyin zamanında göndereceğim” diye bir söz çıktı ağzımdan. Bir ayna olsa kesin kendimle kavga ederdim, “Kaç zamandır bir hikâye bile yazamadın, nerde halledeceksin, kimi kandırıyorsun” diye ağzımı burnumu dağıtırdım herhalde.
Bu karamsarlığımı gizlemeye çalıştım, son ümitle pansiyoncuya döndüm.
—Hikâyelerimle ilgili bir yayın anlaşması yaptım. Eh artık borcunuzu da öderim.
—Anlaşmamı! Ne zaman para alacaksınız?
—İki aya kadar hikâyelerimi göndereceğim, beğenirlerse paramı hemen gönderirler.
— İki ay mı? Çok güzel… Çok güzel... Siz söz verdiğiniz gibi, yarın öğleye kadar odayı boşaltın.
—Ama anlaşma yaptım işte.
—Yazacaksınız da, göndereceksiniz de İki ay… Üstelik bir arkadaşınıza aratmadığınızı ne bilelim?
—Olur mu ya! Bakın meşhur yayıncı. Gerilim romanları ve hikâyeleri yayınlıyorlar.
—Daha fazla gerilmeyelim Ünal Bey.
Pansiyoncunun bile benden kolay edebiyat parçalamasının moralsizliğiyle odama çıkmıştım. İşte, şimdiden valizlerimi toplamıştım. İlham perisinin dönmesi için son ümitle çıktığım balkon sefası fazla sürmedi, kapım çalındı;
—Ünal Bey, telefonunuz var.
Bu ucuz pansiyonda, odalara telefon almayışlarına kızsam da, …söyleyemedim. Pansiyoncu, karanlık koridorda, koca ağzıyla gülerek “Yayıncınız arıyor galiba” derken, içim konuşmama engel olacak kadar ürpermişti. Pansiyoncunun dev gövdesiyle —tasarruf için pek aydınlatılmayan— merdivenden aşağı inişinde, dev bir yaratığın, yakalamak üzere olduğu avın peşine süzülmesini görür gibi oldum.
Telefonu elime aldığımda, yayıncıdan güzel birkaç cümle duyacağımı umuyordum;
—Alo,
—Alo, Ünal sen misin?
—Evet, benim ama sizi tanıyamadım.
—Hatırlamaman normal, uzun zaman oldu. Biz ilkokuldan arkadaşız.
Hayallerim koşar adım Çankırı’ya Yenice köy’ün birkaç kilometre ilerisindeki ilkokula gitti. Telefonun diğer tarafından daha samimi, daha neşeli bir ses beklediğimi düşündüm.
—Ben Cemil.
Kolay hatırlamıştım. Niçin mi kolay hatırladım. Çünkü onun sayesinde çocukluğumda yemek seçmeyi bırakmıştım. Bir gün onu gören annem, “Yemek seçersen Cemil gibi olursun” demişti. O belki Cemil’in sıskalığını kastetmişti ama ben ölü gibi bembeyaz yüzünü düşünmüş ve korkmuştum.
—Cemil sen misin? Vay be ne kadar uzun yıllar geçmiş. Nerden buldun telefonumu.
—Bir kaç gündür sana ulaşmaya çalışıyordum, arkadaşlarından buldum.
Uzun süre kalmayı planladığımdan, pansiyonun telefon numarasını, bazı arkadaşlara ve akrabalara bıraktığımı hatırladım. Telefonun yayıncıdan olmadığını anlayan pansiyoncu, loş ışıklar altında, kuyruğunu sürükleyen bir ejderha gibi uzaklaştı. “Buranın telefon numarasını arkadaşlara bıraktığımı bilmese pansiyoncu beni öldürür müydü? ” diye düşünürken, pansiyoncunun beni kaç şekilde öldürebileceğini hesaplamaya başladım. Bu hesaplar hem korkuttu beni, hem de gerilim hikâyeleri hayal dünyama süzülmeye başladı. Çevreme bakındım, kesin gelmiş ve saklanıyordu ilham perisi.
Bu düşünceler arasına kulaklarımdan süzülen bir cümle uyandırdı beni. Cemil’in sözlerinin son kısmı beynimdeki karanlık dehlizleri aydınlattı, şimşekler çaktırdı;
—Anlamadım Cemil, bir daha söyler misin?
—Ünal, meşgul olduğunu tahmin ediyorum ama senden başka da arkadaşım yok. Lütfen gel.
—Eee… şey… Ama 2 ay sonra yayıncıya teslim edeceğim hikâyelerim var, çalışmam gerek.
—Lütfen hayır deme, sen gel, ben çalışman için sana bir oda ayırırım.
Cemil’in sınıftaki sayılı arkadaşlarından biriydim ama evleri çok uzaktı ve ben hiç gitmemiştim. Çok zengin olduklarını duyar ve çocukken evlerini, bahçelerini, çiftliklerini gözümde canlandırmaya çalışırdım. Cemil az konuşurdu. Sanki babası tembihlemiş gibiydi. Babası pansiyoncu kadar iri değildi belki ama daha gizemli, daha korkunçtu. Bir iki defa görmüştüm, çok az konuşurdu. Az konuşmasına rağmen, arabacısı onun ne istediğini bilir gibiydi. Birkaç defa şehirden dönüşlerinde okula uğramış, Cemil’i okuldan o almıştı. Köyümüz onların yolu üstünde olduğundan çoğu kez beni de köyümüze kadar almışlardı. O adamın sessizliği, çevreye ilgisizliği beni korkutmuş, çaresiz arabaya binmiş, bir kedi yavrusu gibi köşeye sinmiştim. Bu kişiler arasında tek yabancı olduğumu düşünüp, çekinmiştim ama yol boyu görmüştüm ki, herkes birbirine yabancıydı. Oğlunun üstüne titrediğini duyduğum adam, oğluyla bile yol boyu tek kelime konuşmamıştı. Daha sonra öğrenmiştim ki, 2 kız çocuğu doğup ölen adam, Cemil doğduğunda, ‘Oğlum oldu’ diye çok sevinmiş ama Cemil’in çok zayıf doğması, bebekliğinin, hatta çocukluğunun hastanelerde geçmesi sinirlerini bozmuştu. Karısına “Ya kız doğuruyorsun, ya da hasta bir oğlan” diye bağırırmış öfkelendiği zamanlarda.. Cemil onun için önce umut olmuş, sonra hayal kırıklığı ve adamcağız hayata küsmüş.
Köy meydanında aralarında konuşan köylüleri dinlediğimde, Cemil’in babasından çok, annesine acıdıklarını fark etmiştim. Sanki Cemil’in babası hakkında konuşmak, ismini anmak istemez gibiydiler. Ben bunun korkudan kaynaklandığını sanırdım. Adamın sessiz ve ürkütücü görünüşü bunu düşünmem için yeterliydi. Ama adamın zenginliği de etkiliydi bu tavırlarında. Köylülerin çoğu, haftalık ya da bir mevsim boyu onun çiftliğinde, tarlalarında çalıştığından, korkuyla karışık bir saygı duyuyorlardı.
Cemil’in annesi ise, kocasının hakaretli konuşmalarından, baskılarından bunala bunala, Cemil’in ilkokulu bitirmesinden sonraki birkaç yıl içinde vefat etmiş. Bu olaydan sonra Cemil’in daha da içine kapandığını duymuştum.
*** *** *** ***
Cemil’in sözleri beni çocukluğumdaki, unutmaya başladığım günlere, belki de unutmak istediğim ayrıntılara götürmüştü.
—Ne diyorsun Ünal? Lütfen kabul et, sana telefonda anlatamayacağım sıkıntılar var.
—Evden mi arıyorsun
—Hayır, babam eve telefon bağlatmamıştı. Evde ne elektrik ne telefon var.
Cemil’in babasının otoritesi içimi ürpertti. Çocukluğumuzda, onların zenginliğine özendiğimizi hatırlamak bile içimi bir tür korkuyla doldurdu. Cemil hep yalnız ve oyuncaksız büyümüştü. Böyle büyüyen çocukların, çevreye saldırganlık şeklinde tepki verdiğini duymuştum ama Cemil hiç bir zaman böyle bir tip olmamıştı. Daha çok içine kapanıktı. “En iyi arkadaşlarından biriydim” demiştim ya. Ben bile ailesi hakkında bir şey bilmezdim. Derslerinde aldığı notlar da iyi olmasa, zekâ sorunlu bile sanılırdı. Bazı sorularına kısa cevap alıp, bazılarına uzun süre bekleyip de cevap alamayınca, öğretmen bile onunla uğraşmayı bırakmıştı. Hayal gibi gelip gider olmuştu sınıfa.
—Ünal beni, duyuyor musun?
Sesindeki kasvetli havaya rağmen, onun bu kadar konuşuyor olması garibime gidiyordu. Ayrıca sıkıntılarıma rağmen oraya gitmek, babasıyla karşılaşmak zor geliyordu. Küçüklüğümde mi bana dev gibi gelmişti, yoksa gerçekten o bir dev miydi? Birkaç kere aynı arabaya bindiğimiz halde, benimle bir kere bile konuşmamıştı. Arabalarına binebileceğimi bile arabacı söylemişti.
—Duyuyorum Cemil. Şey baban nasıl?
—Babam öldü.
Birkaç saniye susunca, benim bir şey söylememi beklediğini anladım. Yüzümdeki gezinen sevinci görmemesinin rahatlığıyla, sesime bir üzüntü kattım;
—Allah rahmet eylesin, üzüldüm.
Böyle söyledikten sonra, bir “Sağ ol” demesini boşuna bekledim. Babasından korkan, babasının ilgisiz-soğuk davrandığı, sindirdiği çocuk, anlaşılan babasının ölümüne pek üzülmemişti. Oysa çevredeki büyüklerimden, köylülerden, Cemil doğduğunda babasının çok sevindiğini ve üzerine titrediğini duymuştum.
Çocuğunun erkek olmasını, güçlü kuvvetli olmasını isteyen çok baba olduğu halde, Cemil’in babasının niçin daha aşırı olduğunu amcam anlatmıştı bir akşam. Bu gün gibi hatırlıyorum, Cemil’lerin at arabasıyla bizim köye bırakmışlardı beni. O gün akşam amcam karşılamıştı. Elimden tutup, arabadakilere “İyi akşamlar” demişti. Arabadakilerden hiç ses çıkmamıştı, sadece köşeyi dönenen kadar Cemil’in sessiz bakışları. Sonra köyün içine doğru yürümeye başlamıştık. Amcam,
—Başkası olsa darılırım bu davranışına ama Sinan ağa... neyse, boşver.
—Sinan ağa mı, Cemil’in babasının adı mı bu?
—Evet, duymamış mıydın, Cemil söylemedi mi?
—Cemil ailesi hakkında hiç konuşmaz ki…
—Hatırladım, çok az konuştuğunu söylemiştin. Neyse…
—Amca, kim bu Sinan ağa, bana da anlatsana.
—Bildiğim kadar anlatayım. Bu Sinan ağa, daha çocukken ailesiyle, Stalin’in zulmünden kaçıp, Türkiye’ye gelmiş. Akrabalarının kimi öldürülmüş, kimi sürgünlerde kaybolmuş. Oralarda çok zenginlermiş, göz alabildiğince tarlaları varmış, emrinde çalışanları varmış. Fakat Stalin’in katliamlarını öğrenince, ailenin bir büyüğü acele davranmış ve neleri var, neleri yoksa satmışlar. Baskılar, işkenceler, zulümler arttığında aile büyüklerinin uyanıklığı sayesinde malı-mülkü paraya çevirebilmiş olan, az sayıdaki aileden biriymiş bunlar. Diğerleri ya her şeyini bırakıp kaçmış, ya da Gürcülere yok parasına vermek zorunda kalmış. Ona rağmen sürülmekten veya öldürülmekten kurtulamamış. Neyse bunlar sürgün emri gelmeden yola çıkmışlar. Geçtikleri yerlerde Rus askerlerine rüşvet vere vere gitmiş paralarının çoğu ama buralara kadar ulaşmışlar. Hatta -sen bilmezsin- şu Sarı dağın arkasında, epey ilerdeki göletin kenarına yerleşip, güzel, büyük bir konak yaptırmışlar, o civardan bolca arazi de almışlar.
Amcam anlatırken, hikâyenin sonunu dinleyim diye yavaşlatmaya çalıştığımı, amcamın da kızdığını hatırlıyorum.
—Hasta mısın, yorgun musun, ne oluyor?
—Ne oldu amca?
—Ben karanlıkta ayağın taşa gelir, düşersin diye elinden tutuyorum, sen de nerdeyse kendini bana taşıtıyorsun. Niye geri geri çekiyorsun. Doğru yürü, kızdırma kafamı.
—Tamam amca, sen anlat.
Amcam kolay sinirlenirdi ama hiç büyütmez, öfkesi çabucak geçerdi. Hemen ‘Neyse’ der, kapatırdı.
—Neyse, bu Sinan ağa’nın çocukluğu, Kafkasya’da kalanlarla, ölenlerle, kaybolanlarla ilgili annesinin, ninesinin anlattıklarıyla geçmiş. Hem vatan hasretiyle, hem de intikam hayalleriyle büyümüş. Fakat delikanlı olduğunda, ailesi intikam için gitmesine izin vermemiş bir türlü. O yıllarda da oralar çok karışıktı, demirperde adıyla anılan, insanların çok kolay öldürüldüğü, dünyadan uzak bir ülke yapısı hakimdi oralarda. O da içindeki intikam hevesiyle hep ‘Güçlü, sağlıklı erkek evlatlarım olsun, onlar büyüyünce beraber gideriz atalarımızın intikamını almaya’ diye hayal kurar, her yerde de anlatırmış. Şimdiki gibi sessiz sedasız değilmiş yani.
—Sonra, nasıl böyle olmuş?
—Evlenmiş ama hanımı ilk iki doğumda da hem kız doğurmuş, hem de ikisi de doğdukları gün ölmüş. Bunun üzerine hanımına çok soğuk davrandığı, günlerce haftalarca ava gittiği, eve uğramadığı söyleniyor. O av gezilerinde düşüne düşüne huyu, tabiatı değişmiş sanki. İçine kapanık, kimseyle iki laf etmez biri olmuş çıkmış. Neyse birkaç yıl sonra bu Cemil olmuş, çok sevinmiş ama…
—? ? ? Sevinmiş mi, sevinmemiş mi?
—Sevinmiş ama çocuk çok cılız ve hastalıklıymış. Uzun süre hastanede kaldığını duydum. Çocuğun bu durumundan bile hanımını suçladığı, onunla da pek konuşmadığını kulaktan kulağa duyduk. Yanında çalışanlar, gelip geçerken köylülere söylüyormuş. İşin daha bir garibi de… Neyse, boş ver, eve geldik.
—Söyle amca, söyle.
—Hanımı doğum yapacakken hastanedeymiş, sonra birden ne olduysa, ayrılmış hastaneden. Biz atıyla köyün yakınından geçerken görmüştük. Yakından görenler çok öfkeli bir suratı vardı, dediler. Fakat epey sonra da yine at üstünde, bu kez neşeyle geri dönüşünü görmüşler. Bu geliş gidişin sebebini hiç öğrenemedik. Ondan sonra da oğlu Cemil’in doğduğunu öğrendik zaten.
*** *** *** ***
Cemil ile bu kısa telefon konuşmasında geçmişten bir sürü sahneyi tekrar yaşamış gibi olmuştum. Cemil’in;
—Bir dosta ihtiyacım var. Lütfen, benim için çok önemli. Cevabın ne?
Sözleriyle, geçmişin hayallerinden sıyrıldım. Pansiyoncunun bakışları, yukarda toplanmış valizlerimi aklıma getirdi.
—Peki Cemil, seni kıracak değilim. Yarın yola çıkarım.
—Sağ ol, sağ ol dostum. Gümüşdöven üzerinden gelirsin değil mi?
—Yok canım, Yenice köyden gelirim ama köye epeydir uğramıyorum. Çoğunu hatırlayamam, utanırım. Kimseye ismimden bahsetme.
—Nasıl istersen ama Gümüşdöven üzerinden daha kolay olurdu.
—Merak etme sen.
Telefonu kapatırken, son konuşma aklıma takıldı bir an. Niçin, Yenice köy üzerinden girmek varken, Gümüşdöven’i önermişti.
Odama çıkarken, Cemil’in sesindeki korkunun gerçek olmadığını, gerilim hikâyelerine konsantre olmaya çalıştığım için bana öyle geldiğini düşündüm. Aslında, pansiyoncun şirin tavrının yerine gelen korkunç bakışları da, beni gerilim hikâyelerinin içine iyice itiyordu artık.
Hemen balkona geçtim. Gerilim hikâyeleri düşünürken, arkadan yaklaşan pansiyoncuyu son anda fark edip elinden keskin bıçağı almam, sonra ben uyurken pansiyoncunun odaya süzülüp yatakta kafama şömine maşasıyla vurması gibi hayallerin gerçeklik hissi beni rahatsız etmişti. Dayanamayıp, kilitli kapının ardına bir de masayı itekledim. Oysa cebimde beş para olmadığını öğrenen pansiyoncunun, beni öldürmek için hiç bir mantıklı sebebi yoktu.
Bu düşüncelerle başlayan kâbuslar devam etti. Bahçede kazarak bulduğum hazineden, cebime bir elmas attım. Işığı sönük bir odanın perdeleri kıpırdar gibi geldi bir an, uzakta önce baykuş öttü, sonra vahşi kurtların uluması ortalığı kapladı. Telaşla pansiyona doğru koşmaya başlıyorum ama pansiyoncu bir an için elime aldığım elması görüyor ve bana acayip acayip gülümsüyor. Sahte-sinsi gülüşünde, altın dişinin parıltısı gözlerimi alıyor. Usul adımlarla odama çıkıyorum. Gece boyunca koridorda dolaşan ayak sesleri ve gölgeler, uyumama engel olmaya çalıyor. Hayal gücümün bütün çabasına rağmen dayanamıyorum. Sonunda, yorgun göz kapaklarım kapanıyor.
Gece yarısı, pansiyoncunun parmaklarını boğazımdan çekmeye çabalarken, birden ter içinde uyanıyorum. Gerilim hikâyelerine adapte olmak bile zor gelmişti. Geceyi kâbuslar içinde geçirdiğim yetmezmiş gibi, sabah da korkuyla, ter içinde uyanmıştım.
Sabah kalktığımda, kahvaltıya çağrılmadığımı anladım. Hazırlanıp, valizleri alıp aşağı indim.
Başarılı bir yazar olma ihtimalimin sıfır olmadığını düşündüğünden midir nedir, ayrılırken pansiyoncu bana daha nazik davrandı. “Yine bekleriz” bile dedi. Karnımın açlığı düşünmeme engel oluyordu. Elimde valizlerle pansiyondan çıkıp, birkaç adım atmıştım ki, artık geri dönemeyeceğimi hesaplayan pansiyoncu; “Seslendik ama gelmediniz, kahvaltı yapıp da gitseydiniz” diye seslendi. Poker oynamamış birisi için bile, bu teklifin blöf olduğunu anlamak zor değildi. Blöfünü görmeme rağmen, boş midem inanmam için ısrar ediyordu. Tabi ki geri dönmeyecektim ama pansiyoncunun yüreğine indirmek için durdum ve dönecekmiş gibi bir süre baktım. Sonra.....
Okunur/istenirse --DEVAMI VAR--
Yazan: Ahmet Ünal ÇAM Yazılış: 25-05-2008 [email protected]
Ahmet Ünal ÇamKayıt Tarihi : 18.12.2008 13:28:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Edgar Allen Poe'nin bir hikayesinin sonunu farklı yazma arzusuyla başladım ama kendi tecrübelerime, yaşadıklarıma göre gittiğinden tamamaen farklı bir mecraya dönüştü olaylar, gidişat ve öykü.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!