Titrek, cılız ve kendine bile hayrı olmayan aleviyle yanan bir mum ışığı gibi yanıyordu sokak lambası. Biraz önce çiseleyen yağmurdan art kalan damlalar; sarı, üzerinde bilmem ne belediyesi yazan konteynerlerden taşan siyah çöp torbalarının üzerinde, sıcak bir Haziran gecesi denize düşen yakamoz gibi parıldıyordu. Bu parıldamalar, yoldan geçen otomobillerin ışığına göre ahenkli bir şekilde yanıp sönüyordu.
Çöplük değilse bile çöplüğü aratmayan bu sokakta, -bundan ne zaman önce bilinmez, beraber yürüdükleri geldi aklına. Durdu. Dağınık ve yorgun; ama neden dağınık ve yorgun olduğu gitmek istemeyişinden belli yavaş adımlarla yürürken bir anda durdu. Bir sigara yakmak istedi lakin kediler sigara içmezdi.
Sabahları işe, okula; gece vardiyasında çalışanların eve gittikleri curcunalı saatlerin aksine sokak bu saatlerde daha tenha ve sessizdi. Günlerdir televizyonlarda dillendirilen ve heybetiyle daha yağmadan insanları telaşlandıran yağmur, kendinden önce ufak ufak damlalar göndererek neredeyse herkesi evlerine hapsetmişti. Perdelerin ardında kırmızı, sarı, beyaz renkte yanan lambalar pencerelerden dışarı sarkıyor; olanca ışıklarını odalarda, salonlarda ve mutfaklarda bırakarak gökyüzünün laciverte çalan karanlığında kayboluyordu. Yağmurun, birazdan tüm ihtişamıyla yağacağı –tıpkı fırtına öncesi sessizlik gibi bir sessizlikle, her halinden belliydi.
Karşı kaldırımda bulunan battal boy çöp torbalarının arasında kendilerine mükellef bir akşam ziyafeti çeken birisi kömür gibi simsiyah, diğeri ona göre daha çelimsiz olan sarı benekli iki tombul kedi; “Buyur, beraber olsun” der gibi miyavladı. Karnı açtı esasen; karnı -3 gündür hiçbir şey yemediği için, açtı ama ne bir dilim ekmek artığı yiyesi vardı ne de (buruşturulup çöpe atılan pet şişelerin dibinde kalan) bir yudum su içesi! “Tokum, size afiyet olsun” der gibi miyavlamak istedi ancak, bunu bile söyleyemeyecek kadar aç olduğunu hatırladı, hiçbir şey demedi, sustu, yürümeye devam etti.
Bundan birkaç ay evvel; henüz mevsim kışa, takvim Kasım’a dönmemişken, şimdi gözünde canlanan anılarını yaşamış; onları orada, o yaz mevsiminde bırakıp kendi bu kış günlerine tek başına gelmişti. Anıları gözünde canlandı. Anıları gözünde; bir anı, bir hatıra gibi değil de mevcut zamanda ayni ile yaşanan mükerrer hadiseler gibi canlandı. Eskilerin deyimiyle Eyyam-ı Bahur bir yaz günüydü, daha dün gibi hatırındaydı. Hava henüz kararmamıştı; akreple yelkovan (o anda da) şu vakit durdukları yerde duruyorlardı fakat hava henüz kararmamıştı. Karşı kaldırımda bulunan lokantanın, akşama kadar su ekleye ekleye çoğalttığı yemeklerin kalanları tam da bu çöp konteynerinin yanında yerlere saçılmış ve baş başa yiyecekleri belki de son akşam yemeği için kendilerini bekliyordu. Aşağı mahallede cereyan eden kavgayı ayırmak isterken ayağına batan çivi yüzünden epey bir vakit aksak aksak yürümüştü. O günlerdeydi…
Yetişemem korkusuyla telaşlı telaşlı; çivinin acısıyla ağır aksak yürüyerek gelip, geç kalmadığını görünce nasıl da sevinmiş, sokak lambasının altında kendiliğinden filizlenip belli bir olgunluğa kavuşan papatyalardan bir demet toplayıp O’na vermek istemişti lakin kediler papatya toplamazdı. Akşam ezanı okunmak üzereydi. Hava aydınlıktı fakat akşamüstü, üstüne rahat bir şeyler alıp hatta üstünü çıkarıp bir akşamın kollarına kendini bırakmak üzereydi.
Sade bir merhaba miyavlamasının ardından, birbirlerine sımsıkı sarılıp öylece –durabilecekleri kadar uzun vakit, durmak isteseler de buna vakit yoktu. Birazdan belediyenin çöp kamyonu gelecek,çöpleri alacak ve sofrayı dağıtıp gidecekti. Bir an önce karınlarını doyurup oradan uzaklaşmaları gerekiyordu. Günlerden Çarşambaydı…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta