Bakış Açısı-Deneme Hikayeler
Evleri çamurdan yapılmış harçlarla, biriketlerin üst üste konularak yapıldığı, pencerelerinde kalın muşambaların cam olarak kullanıldığı, sahipsiz gecekondu mahallemizde, eski araba tekerlerini yarıştırıyor, kaytan ipliğe sararak var gücümüzle sert toprağa attığımız fırıldakları önce elimize, ardından da baş parmağımızla işaret parmağımız arasındaki çukura yerleştirerek, kimin fırıldağı daha fazla dönecek, yada at nalına çakılan mıhtan yapılan çivisi sert mi, sinek mi yarışması yaptığımız oyucaklarımız, bizim sokaktaki en mutlu ve keyf aldığımız günlerdi.
Biraz daha büyüyünce, boş arsalarda önce kendi aramızda, sonra mahalle maçları yapmaya başladık, mahalle takımımızın formalarıda, binbirçeşit’ten aldığımızı kumaş boyası ile içerisine bol miktarda kaya tuzu atarak, annelerimizin görmediği boş bir alanda teneke kutularında kaynattığımız fanilalarımızdı.
Farkında olmadan evde yıkanan çamaşırın içerisine atılan fanilaların, tüm çamaşıra boyasını bıraktığı ve ardından yediğimiz dayaklar! Ardından, canı çıkmayasıca seniii, gözü körolmayasıca! Gibi gün boyu bitmeyen annelerimizin bedduaları ile haftada bir gün, o da Pazar günü evin bahçesinde tahta parçaları ile kazanda ıstılan su hem çamaşır yıkamada, hem de bizim çimmemiz için kullanılır, yıkanan çamaşır sonrası, annelerimiz sırayla kolumuzdan çekiştire çekiştire banyoya sokar, çiçekli basmadan dikilmiş şalvarını çıkarır, uzun dizinin altına kadar uzanan patiska lastikli donuyla kalır ve elinde bakır tasla ılıştırdığı ilk suyu döktüğünde anneeee yandım diye bağırsakta, hiç tınmadan tahta gibi yeşil kalıplı sabunun köpüğü gözlerimizin içine dolar, huysuzlandıkça ya sabunla, ya da hamam tasıyla başımıza yavaşça vurarak, sıpa haftada bir çimiyon, kirin üstünde kurur diye elinde ördüğü hamam beziyle derimizi yüzercesine keseleyerek haftalık işkenceden kurtulmuş oluruz.
Hele o karpit patlatma oyunumuz da neydi öyle! ! ! Evimizin yakınındaki Sanat Okulunun metal bölümüne ait hurdalıktan topladığımız küçük küçük karpitleri; boş bir arazi de elimizdeki konserve kutusunun boyunda açtığımız çukurlara su doldurup, içerisine birkaç parça karpit atarak hızla konserve kutusunu üzerine yerleştirip, etrafını da hava almayacak şekilde kapatır, kutunun kapalı kısmına önceden çiviyle açtığımız küçük delik üzerine uzun bir kamışın ucuna sardığımız kağıt veyahut bez parçasını kibrit ile tutuşturarak, kutunun etrafından hızla uzaklaşıp, ateşi kutunun üzerinde gezdiririz ve birkaç saniye sonra, müthiş bir patlama ile konserve kutumuz gökyüzüne doğru yükselir ve sevinç çığlıkları ile kutuyu havada takip eder, sonra da başımıza düşmesin diye kollardık.
İçimizde bu işlere bulaşmayan, eşşek gibi ders çalışan, büyüyünce adam alacaklar da yok değildi. Ama bizde nerde o göz! Sinema kaçamakları, tekleme sigara alıp gizili gizli içmeler, eve hırsız gibi girip, ağzımızın kokusu anlaşılmasın diye çiğ soğanı ısırmak varken.
İlkokuldan sonra okumayan, daha doğrusu okutulmayan biz çocukların gideceği yer önceden belli de, meslek ne olacak, hangisinde para daha çok hesapları bizim adımıza yapılır ve doğru sanayii’ye çırak olarak yollanırdık. Daha ilk günden kalfalardan yediğimiz okkalı tokatlar, kıçımıza savrulan tekmeler, ana avrat sövmeler bizi geleceğe hazırlayan stajlarımız olurdu. Tabi biz de ileride kalfa olunca kıdem basacak ve aynı yöntemi yeni gelecek tıfıllara misliyle uygulayacağımız günleri sabırsızlıkla beklemeye başlardık.
Ama benim şansıma öyle bir usta düşmüştü ki; sanayici demezsin, hergün traşlı, uzun favüllü, takım elbise ve o kocaman renk çümbüşü kravatıyla zannedersin ki, holding patronu. Sabah dükkana gelir gelmez demli çayı masasına gelecek, burnunun yarısına inmiş yakın gözlüğü ile sabah gazetelerini okuyup, hükümete baba bir sinkaf sallamadan, tulumunu giyip asla işe başlamazdı.
Tabi biz bir şey anlamadan ustaya yalakalık olsun diye hep bir ağızdan ağzına sağlık ustammm, diye tempo tutardık ve ustanın yüzünü tatlı bir tebessüm kaplardı.
Şimdi ne o öyle, lise bitmeden meslek sahibi olmak gibi zoraki kanunlar! Allah aşkına atalarımız boşa dememiş ağaç yaşken eğilir diye. Çocuğu sıcak evinde tembelliğe alıştırmayacaksın, sabahın köründe taa bir kilometre ötedeki bakkaldan gramla peynir, zeytin ve ekmeği eve bırakacak, ondan sonra işe gidecek, ki adam olsun(!)
Biz sokakta büyüdük, ne yapalım öyle çıt kırıldım, hanım evladı olamadık. Varoşların her türlü fırlamalığını, kavgayı, belimize zincir sarıp gezmeyi, cebimizde muşta taşımayı, mahallemizin kızlarına sarkıntılık yapıp, laf atanları korumak için her türlü donanıma sahiptik. Ama işe gidip gelirken diğer mahalle kızlarına da çocuklara yirmibeş kuruş verip, kitapçıdan aldığımız renkli ve üzerinde kalp olan parşömenlere eğri büğrü yazılarla yazdığımız aşk mektupları ile kızlara kur yapmayı da ihmal etmedik.
Heyy gidi gençlik heyyy! Gel de şimdikileri görüp te bizim yaşadığımız o, saf tertemiz doğal çocukluğu özleme diyeceğim ama dilim varmıyor. Şimdiki çocuklara yazıııııkkkkkk. Çünkü onlar çiftlik, biz ise varoş çocuklarıyız. Bizim çektiğimiz zorluklara onlar dayanamazlar. Onun için bize “Sokak Çocukları” diyorlar.
08.01.2014
Kayıt Tarihi : 3.2.2014 12:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!