Lâdik’e doğru yola çıkarken aklımızda bir tek şey vardı; dünyaca ünlü, geleneksel Lâdik Halısının dünden bugüne hikayesini anlatmak. Bunun için de ilk gördüğümüz, anayolun kıyısındaki küçük mescidin önünde durduk. Namaz vakti olduğu için mescitten çıkan cemaate halı tezgahlarına nasıl ulaşabileceğimizi soracaktık.
Öyle de yaptık. Cemaatin “belediye başkanı size yardımcı olabilir bu konuda” demesinden biraz işkillensek de sonu hüsranla bitecek bir “Lâdik Halısı Hikayesi” yazacağımız aklımızın kıyısından bile geçmiyordu.
Belediye başkanının kapısından içeri girerken de yazacaklarımızın güzel bir hikaye olacağını hayal ediyorduk. Bu arada belediye başkanının odasına kadar kimseye rastlamadan, kimse tarafından sorgulanmadan, bir güvenlik önlemiyle karşılaşmadan girişimiz de bizim gibi “İstanbullular” için fazlaca şaşırtıcı, bir o kadar da imrendiriciydi.
Ne var ki; daha Belediye Başkanı Sayın Şükrü Tınas’ın dudaklarından dökülen ilk cümlelerde bende hayal kırıklığı başlamıştı. Başkan, yerde ve arkasında bulunan halıları göstererek bunlar
Lâdik Halısı dediğinde dişime taş değdi. Çünkü bu halıların makine halısından farkı yoktu; ilmekleri yünse de atkıları çözgüleri pamuk ipliğindendi. Oysa geleneksel dokuma halıda pamuk ip kullanılmazdı, zira pamuk ipliği halı dokumacılığından çok sonraları keşfedilen bir malzemeydi. Belediye başkanına sorduğumda fabrika halısıyla rekabet etmenin bir gereği olarak bunu yapmak zorunda olduklarını anlattı. Üstelik, kök boya kullanımından da vazgeçilmiş, tamamen modern kimyasallara dönülmüştü. Hatta Lâdik Halısı desenlerinden bile vazgeçilmiş, müşterinin istediği desenler dokunmuştu. Yani ortada orijinal olan tek şey kalmıştı, o da elle dokunuyor olması.
Gelinen noktanın vahameti, Başkan Tınas anlattıkça daha da belirginleşti. Şükrü Tınas, belediye başkanı olmadan önce Konya’da mali müşavirlik yapıyormuş, Lâdik’te de bir bürosu varmış; bir dönem halı üreticilerinin kurduğu kooperatifte de görev almış. “Ben mali müşavirlik yaparken Lâdik’te halı işiyle iştigal eden, sadece benim defterini tuttuğum 60 civarında işletme vardı, başkan olduktan sonra işyerini devrederken iki mükellef kalmıştı” diye anlattı.
Aslında Başkan Şükrü Tınas’ın şu sözleri, Lâdik Halısı’nın neden bittiğini çok iyi özetliyordu: “Bundan 20 sene öncesine kadar Lâdik, gelirinin yüzde 70’ini halıdan sağlıyordu; Çin’in el halısı işine girmesi ve ucuza satması, makine halısının güzelleşmesi, Lâdik esnafının da onlarla rekabet edeceğim diye halının kalitesini bozması Lâdik Halısını bitirdi”.
Aslında can alıcı ifade bu cümlenin sonundaki sözlerde gizliydi; “Lâdik esnafının da onlarla rekabet edeceğim diye halının kalitesini bozması Lâdik Halısını bitirdi”. İşte Lâdik Halısının yok olmasındaki asıl sebebi bu sözler çok doğru özetliyordu.
Başkan bir başka şeye daha dikkat çekiyordu: “Bizim Lâdik halısı Hereke’den sonra Türkiye’nin en kaliteli halısıydı. Hereke, 60x60 kalitededir; yani santimetrekaresinde 3600 düğüm var. Bizimki 40’a 50’dir, yani 2000 düğüm atılır. 6 metrekarelik bir halıda 1 milyon 200 bin düğüm var. Şu ayağınızı bastığınız halıya 1 milyon 200 bin düğüm atılıyor, geçgisi-çözgüsü hariç. Yani bu sadece ilmek… Herhangi bir çalışan, bugünün parasıyla 1.000-1.500 lira alıyorsa bir halı dokuyan kadın 2.000 lira alıyordu. Şu halıyı otuz günde dört kadın okusa ikişer bin lira verseniz 8.000 lira yapar. Bu halının metrekaresi 400-500 lira şu anda. 500 lira olsa 6 metrekaresi 3.000 lira yapar. Nasıl kapatacağız açığı? Halı işte bu yüzden bitti” diyor ve ekliyordu: “Halıyı 10.000 liraya satabileceksiniz ki bu iş sürsün, 3.000 liraya satmak bile zorken nasıl olacak? ”
Aslında Lâdik Halısının bitiş hikayesinde, sapılan yanlış yol da buradan başlıyor. Lâdik esnafı, halıyı “gelin kızın çeyizine alınan eşya” olarak görmeye başlamış. Ya da şöylesi daha doğru; en başından öyleydi ya, hep öyle gidecek sanmış. Değişen şartları göremediği, makine halısının bu işlevi devraldığını kabul edemediği için de onunla yarışa girmiş. Bir tarafta dört kadının bir ayda dokuduğu bir halı, öte tarafta tıkır tıkır çalışan makineler. Sonu baştan belli bir yarış… Kaybedeni en başından aşikar…
Oysa İstanbul, Antalya gibi turistik bölgelerde, hatta yurt dışındaki büyük şehirlerde ne büyük halı mağazaları olduğunu, buralarda halıların hangi fiyatlarla satıldığını bilmeyen yok gibi. Yani halının kıymetini bilene, kıymeti üzerinden satmak gerekiyor. Doğru yol buydu. Bunun için de bu mirasın köklerine sahip çıkmak, onu öylece yaşatmak gerekiyordu. Daha somut verilerle bakacak olursak, el halısının söylendiği gibi makine halısı karşısında aybetmediğini, kaybettirenin makineleşme değil, yanlış iş modellemesi olduğunu açık seçik görürüz.
Dünya halı pazarı her geçen yıl, hiçbir zikzak yapmadan büyüyor. Buna paralel olarak Türkiye’nin halı ihracatı da sürekli yükseliyor. Peki, bu yükseliş yalnızca makine halısında mı? Elbette hayır!
Mesela İTKİB verilerine göre geçen yıl el halısı ihracatımız yüzde 19,5 artmış. Hemen hemen her yıl da bu çapta artış kaydediyor, yani sürekli yükselişte. Dünyanın ambargolarla sıkıştırmaya çalıştığı İran, halı ihracatında başı çekiyor; onu Hindistan, Pakistan ve Çin takip ediyor. Biz beşinci sıradayız. Az şey değil, ama Türkiye’nin kalitede ikinci sırada olan halısı artık yok! Bu, yanlış yola sapmaktan başka neyle ifade edilebilir ki?
Başkan Şükrü Tınas, bu duruma bir başka noktadan da cevap veriyor: “Lâdik, ekonomik açıdan kendine en yeter kasabalardan biri; işsizlik sıfır, bu sebeple de halı dokumak kazançlı bir yol olmaktan çıktı” diyor.
Lâdik el halıcılığının geçmişi ta 13. Yüzyıla dayanıyor. Konya’nın Selçuklu Devletine başkentlik yaptığı yıllarda tüm kültürel değerler gibi el sanatları da bu yörede gelişme göstermiş. O yıllarda gelişen bu kültür merkezine yoğun göçlerin de yaşanması kaçınılmaz. Isparta’dan gelen halı ustaları da el halıcılığını o dönemde Lâdik’e taşımışlar. Bir süre sonra yerel halk da halı dokumayı öğrenmiş. İplikleri “kirmen” adı verilen aletle kendileri eğirmişler ve boyanacak iplikleri kök boyalarla boyamışlar. Halı üzerinde uygulanan desenlerse İran ve Irak’tan gelen halkın taşıdığı izlerden oluşmuş.
Lâdik halıcılığı şöhretini 1945’li yıllardan itibaren duyurmaya başlamış. O güne kadar daha çok kendi ve yakınları için halı dokuyan halk, bu işi gelir amaçlı olarak yapmaya yönelmiş, hatta bir süre ülkeye önemli derecede döviz girdisi de sağlamış. Seksenli, doksanlı yıllara gelindiğindeyse tam anlamıyla bir patlama yaşanmış; Başkan’ın dediği gibi gelirin yüzde yetmişini halıcılık oluşturmuş.
Ne olduysa da ondan sonra olmuş; Lâdikli esnaf, değerine sahip çıkmak yerine, tam bir hovarda miras yedi edasıyla, Lâdik Halısının değerli nesi varsa çarçur etmiş. Ve beklenen son gelmiş: Miras berhava olup gitmiş, hikaye acı sonla bitmiş.
Başkan’ın yardımıyla gittiğimiz son kalan iki satıcıda da durum içler acısıydı. Birinde biraz daha halı vardı satılacak. Bir aile de olsa müşterisi de vardı. Fakat sergidekilerin çoğu başka yerlerden gelmiş halılar. Birkaç Lâdik halısı vardı dükkânında, onlar da kaç yıl öncesinden kalmış. İki işletme de parayı daha çok halı yıkama işinden kazanıyor, asıl acı olanı bu. Her ikisinden de rica ettik, “bir tezgâh söyleyin de dokuma sırasında birkaç kare fotoğraf çekelim” dedik. Ne mümkün! Fotoğraf çekebileceğimiz tek bir tezgâh bile kalmamış. Neye niyet neye kısmet dedikleri tam bu olsa gerek. Lâdik Halısının görkemli hikayesini yazmaya gittik, hezimetini yazmak kısmet oldu.
Lâdik Halısı, bugün şöhreti dünyaya duyulmuş bir değer, ne var ki neredeyse bir tek dokuyanı kalmamış. Onca aramamıza rağmen, fotoğraflayacak bir tek halı tezgahı bulamamamız yürek yakıcı! Yeniden ayağa kaldırılabilir mi, o da bu yazıyı yazanın boyunu çok aşan, çetrefilli bir iş. Ancak bunu yeniden duymayı, bunun için yeniden müjdeli bir yazı yazmayı ne çok istediğini söylemek gelir elinden.
Mesut BıyıkKayıt Tarihi : 24.12.2012 12:36:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!