Geçenlerde bir arkadaşım, ona çok yakışan ketum bir edayla “Hayat suskunluğu öğrenme sanatıdır” dedi. O bir şair. Bunu benim gibi kelimeleri düzyazı vadisinin yarlarından başıboş kozalaklar gibi yuvarlayarak hayatı anlamaya çalışan birine söylemesinin makul bir sebebi de vardır elbet. Kibarca “gevezelik sanatından” vazgeç dedi sanırım. Halbuki bazen gevezeliğin susmanın en perdelisi olduğunu kendisi de pekâlâ bilir.
Şairlerin böyle tumturaklı lafları dünyanın en sıradan cümlesini fısıldar gibi söylemelerine şaşmamalı. Kelimelerin arasına itinayla yerleştirdikleri boşluklardan beslenen esrik ruhları ve harflerin ağızlarda tıkırdamasına mani olan ritim sezgileriyle, insanın sonsuzluğunu bir şimşek çakımı kadar kısa anların içine sığdırdıkları mısralarla dünyaya savurmaları, onları biz ‘geveze fanilerden’ farklı kılıyor. Bunu anlamak pek zor değil, hatta bu sempatik kibri nesrin dalgalarıyla oynaşmayı sevenlerin daha içeriden hissedebildiğini söylemeliyim; lakin beni suskunluğu öğrenme sanatından ziyade hayat denen muammanın derininde gizlenen ‘sırlar’ kışkırtıyor. Görünmeyeni görünür kılan hakikate kavuşmak için ihtiyacımız olan ‘bilgeliğin’, bilincin, sır dolu sandıklarda uyumaya bırakıldığına inanıyorum çünkü. Eğer bir insan susmak istiyorsa onun ‘suskunluğunu’ değil nasıl sustuğunu önemsemem belki bu yüzdendir. Ancak böyle şefkatli bir bakışla, şairlerin “Çok uzun anlatmak gerekti ve biz sadece imayla geçtik” diyen müstehzi tavrını onlara rağmen büyülü bulurum. Necatigil’in “Çoklarından düşüyor da bunca/ Görmüyor gelip geçenler/ Eğilip alıyorum/ Solgun bir gül oluyor dokununca” mısralarını hatırladığımda tevazula susanların kalp makamına kabul edilmişim gibi hissetmem, şairin sırrı bilerek saklamasındandır muhtemelen.
Tabiatın konuşan hali...
Sesleri, heceleri, durup bakmaları, okşamaları, çekip gitmeleri, resimleri harekete geçiren ‘suskunluk perdesinin’ arkasındaki hayaletleri görebilmek herkese nasip olmaz. Seslerin sessizlikte yankılanmasını duyabilenler de neyse ki sadece şairler değil. Sevdiğim romancıların, hikâyecilerin anlatıcılarından çok sözcükleriyle genişlettikleri atmosferin sesini duymayı severim ben. Kurgusu, dili, meselesi, kahramanlarını zekice diyaloglarla konuşturma ustalığı, üslubu elbette önemli ama okur, onu içine çeken bir hikâyede dolaşırken oraya ait sesleri duyup, kendi hayatındaki akisleriyle hayallerini çoğaltabilmeli bence. Vaktinden önce budanmış yetim ağaçların iniltisini işiten yazar, kazıklar üzerine çakılmış bir meyhanede bir başına demlenen adamın ayaklarına çarpan azgın sularla dibe çöken umutsuzluğunu da duyar. Sonra mesela ıslak odunların ağlaması, boş kuyulara sarkıtılan bakraçların duvarlara çarpan korkuları, bahar kırlarında ezilen taze otların can çekişmesi, birbirine dokundukça merhameti çoğalan tespih tanelerinin mırıltıları vardır. Sopalarla dövülen zeytin dallarının çığlığını, yosunlu taşları okşayan denizin iç çekişini, bir kadına ilk kez kur yapıyormuşçasına sessizleşen acemiliği, olgun narların çatlamasını andıran sesleriyle ürperten itirafları kendi cümleleriyle anlatan yazar, sırları ‘suskunluğun’ sihriyle ifşa etmez mi? Tabiatın, eşyanın, hayvanın, bitkinin, varlıkların sesini duymadan konuşabilir mi yazar? Hayatın kayıp sesleri, yüreğini kuşların kadife kanat çırpışları gibi hoplatmazsa ademin suskunluğunu anlayabilir mi?
Tersine göç...
Kuzeye Göç Mevsimi’yle tanıştığım Sudanlı yazar Tayeb Salih, sırlarını dökerek saklayanları, onların peşinde koşanları anlatmayı sevdiği kadar doğup büyüdüğü coğrafyanın kokusunu, sesini, resmini de yazmaya tutkun. 1966 yılında yazdığı kitap, bazı Arap ülkelerinde yıllarca yasaklı kaldıktan sonra tekrar yayımlanmış. Yazar bu kısa romanın düşmanlıklarla kuşatılmış tuhaf kaderini anlattığı önsözde, Batı dillerine çevrilip yüz binlere ulaştığı halde dönemin koşulları itibarıyla para kazanamadığını da söylüyor. Bugün yirminci yüzyıl Arap edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Salih, bu kitabın kahramanı gibi İngiltere’de yaşamış.
Yazarın, tasavvufa, doğu dillerine, İslam kültürüne hâkim olduğunu hissettiren bu küçük romanın isimsiz anlatıcısı, İngiltere’de edebiyat ve şiir eğitimi aldığı yılların ardından Nil’in kenarındaki küçük köyüne geri döndüğünde ilk izlenimlerini gösteriyor okura. Palmiye ağaçlarının arasından geçen rüzgârla, mısır tarlalarının arasından süzülen rüzgârın sesleri farklıdır. Üveyiklerin ötüşmelerini dinler. Kendisini o palmiye ağacı gibi geçmişi, kökleri ve gayesi olan bir varlık gibi hisseder. Roman, Edward Said’in yazdığı gibi sömürge kültürüne tersinden bir bakış gibi okunabilir. Değişen kimliklerin doğu-batı ekseninde çatışması, geleneğin sorgulanması, baskıya direnen bireyin özgürlük arayışı gibi temalar etrafında dönse de ben merkezde duran ‘sırların’ yorumlanmasına takıldım. Okuru son âna kadar sorularıyla sürükleyen, merakını diri tutan, insanın ‘bilinmezliği’ seven tutkusunun etrafında şekilleniyor çünkü.
‘Yalnız yolculuk ederiz’
Köyde karşılaştığı Mustafa Said, çocukluğundan tanımadığı yabancı bir adam. Köyün kızlarından Hüsna’yla evlenmiş, sakin bir hayat sürüyor. Onun gerçekte kim olduğunu kimse bilmiyor. Vaktiyle onun da İngiltere’de okumuş bir ekonomist olduğu, üç kadının onun için intihar ettiği biliniyor.
Köyüne geri dönen adama, hayatını olduğu gibi anlatmaya karar veren Said, “Bu uzun bir hikâye, bazı ayrıntılar ilgini çekmez zaten ama bazı şeyler....” diyerek sırlarının peşinden koşturacağına dair okura daha en başından göz kırpıyor. Çekici, çapkın, yalanlarla kendini bulan, sevmeyi bilmeyen, aklını keskin bir bıçak gibi kullanan gizemli adamı kendi cümleleriyle tanıyoruz. Sustuğu yerdeki boşlukları muhayyilemizdeki düşüncelerle tamamlıyoruz. Salih, kahramanı Said’in tekinsiz bir insan olmaya hazırlayan nedenleri anlatıyor ama fazla açık vermiyor: “Geriye dönüp baktığımda annemi, yüzünü takındığı o maske gibi tavırla, bilmiyorum, kalın bir maskeyle sımsıkı kapattığı ince dudaklarıyla hatırlıyorum. Yüzü denizin yüzeyi gibiydi. Anlıyor musun? Tek renkli değildi, bir sürü renk görünüp kayboluyor, birbirine karışıyordu.” Bu itirafla açılan bir hayatın kapıları kendi üstüne kapandıkça o çocuğun farklı hisseden ‘kimsesizliğini’, zekâsının kalbini çürüten gücünü, kadınları hayattan intikam alır gibi hırpalayarak sevmesinin nedenlerini daha iyi görüyorsunuz ama resim her daim puslu.
Mustafa Said, aslında erkeklerin pek çoğu gibi duygularını dünyanın gözü önünde çırılçıplak bırakmaktan pek hoşlanmıyor. Şiddeti, saklanarak acı çektirmeyi sevdiğini hissettiren sözleri arasına bir rahibin vaktiyle söylediği sade bir cümleyi sıkıştırınca haliyle eğilip başını şefkatle okşamak da istiyorsunuz: “Hepimiz, evlat, sadece başka çaremiz yoksa yalnız yolculuk ederiz.”
Sevme yeteneği...
O da köyde bir gün ansızın yok olana kadar öyle yapıyor zaten. Kalabalık bir hayatın içinde sıkıca tutunduğu yalnızlığıyla yolculuk ederken, ‘bilmek acı verir’ der gibi Nil nehrinin taşkın sularında kayboluyor. Geride aklını unutamadığı sanılan, her durum için kendine ayrı bir giysi biçen sevgisiz bir adamın neşesiz hayaleti kalıyor. Onun gerçekleri kendinden bile gizleyen hikâyelerini dinlerken, sevme yeteneğinin insana bahşedilen en muhteşem hediyelerden biri olduğunu düşündüm. Onu kaybettiğimizde, istemeden törpülediğimizde Mustafa Said gibi iyilikle kötülük arasında sallanan sarkacın üstünde sarsılmaya başlıyoruz.
Kitabın sonuna geldiğimde insanın sevgiyi taammüden israf etme çabasının, sevmemek için bulduğumuz bahanelerin, bizi zehirleyen koyu bencilliğin nedenlerini anlamaya çalışıyordum. İyi yazılan romanlar okurunu sadece dilsiz varlıkların sesiyle değil, gelecekte kendilerine soracakları cevapsız sorularla da baş başa bırakır.
Mustafa Said giderken köyde tanımadığı halde güvendiği tek dostuna gelecekte oğullarının kendisini doğru anlaması için müsveddelerle dolu bir odanın anahtarını ve bir mektup bırakıyor. Diyor ki, “Bu iki seçenekten hangisi daha bencilce bilmiyorum, gitmek mi yoksa kalmak mı? .. Kendimi kandırmanın anlamı yok. Bana uzaklardan seslenen o ses hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Buradaki hayatımın ve evliliğimin onu susturacağını sanmıştım. Ama belki de böyle yaratılmışım ya da kaderim böyle. Rasyonel olarak neyin doğru olduğunu biliyorum. Bu köyde, bu mutlu insanlarla yaşamaya çalışmam. Ama ruhumdaki ve kanımdaki gizemli şeyler beni önümde beliren ve görmezden gelinemeyecek uzaklara itiyor.”
Yalanın gerçeğe dönüştüğü an...
Bazen hayatlarımız da sert rüzgârlarla kuş tüyleri gibi savruluyor işte. Sırlarıyla birlikte tersine akan bir nehir misali vadilerle, dağlarla, ovalarla, sert kayalarla karşılaştığında yönünü değiştiriyor. Günahlarımızın, umutlarımızın, geçmişimizin hatta geleceğimizin ‘kayıp sırları’ bir yerlerde gizleniyor aslında. Kendimize rağmen ‘çıplak’ cümlelerle itiraf eder gibi konuşurken saklanıyoruz çoğunlukla. Yaşamak istemediğimiz hayatlar, mecbur kaldığımız ilişkiler, mutsuz evliliklerin gölgesinde geçen sıkıntılı ömürler, türlü bahanelere sığınarak ertelediğimiz hayaller... Bir de Tayep Salih gibi ihtimalleri cümlelerin sessizliğine gömen yazarlar var. Onun gibiler, hayalleriyle gerçekleri buluşturup okuru fena halde kışkırtmayı biliyor. Ustalıklarının sırrı tam da orada saklı sanki. Kendisi gibi İngiltere’de yaşamış, şiir sever Mustafa, intihar eden kadınlardan birisine ait cümlelerini acı bir soğukkanlılıkla anlatırken yazarın sırlarını da romanla örttüğünü düşünüyorsunuz haliyle: “Yüzüme diliyle dokunurdu ve ‘senin dilin tropik bir günbatımı kadar koyu’ derdi. Birbirimize hiçbir zaman yetmedik. Ne zaman bana gözünü dikse yeni bir şeyler keşfettiğini düşünürdü. ‘Teninin siyahlığı ne kadar olağanüstü’ derdi, ‘sihrin ve gizemin ve müstehcenliğin’ rengi.” Sonra başka bir kadın hakkında konuşurken şunları anlatıyor: “Yalan söylediğimin farkındaydım ama yine de gerçeği söylüyordum. O da aynı şekilde, yalan söylerken sanki gerçeği söylüyordu. O an, bütün hayatını, uğruna harcayabileceğin kendinden geçtiğin coşkulu anlardan biriydi. Öyle bir andı ki, gözlerinin önünde yalan gerçeğe, tarih bir buluşturucuya ve sarayın soytarısı bir sultana dönüşüyordu.”
Sır belki tam da gizlendiğimizi sandığımız yerde duruyordur. Onu yorumlayanlar, ‘suskunluğun’ şifresini hayatlarına tercüme edebilsinler, romanlarla, şiirlerle, masallarla susabilsinler, bir gün sükutun sınırsızlığıyla karşılaşsınlar diye...
(Kuzeye Göç Mevsimi, Tayeb Salih, Ayrıntı Yayınları, Çev. Adnan Cihangir)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:02:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!