Sinope'nin Bedeninde Şiiri - Aynur Uluç

Aynur Uluç
498

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

Sinope'nin Bedeninde

yine yol göründü gurbete

Türkiye`nin en kuzey ucuna dokunmak düşüncesi, aklıma düşeli birkaç yıl kadar oluyor. Karadeniz’in büyülü dehlizini bilip de ondan uzak kalmaya dayanmak zor. Kelimenin tam mânâsıyla apar topar diyebileceğim, İstanbul’dan ayrılma koşullarını yerine getirir getirmez, bir gece yarısı düştük yola. Ekip sağlam; yıllar önce çocukların daha üç beş yaşlarında olduğu dönemlerde Saklıkent`te, Kelebekler Vadisi’nde keçi gibi tırmandığı test edilmiş kişilerden oluşan bir kadro. Ekipman da sağlam...Hedeflerden birisi Erfelek Takım Şelâleleri olunca yanımıza biri kapalı, biri açık olmak üzere ayakkabılar almak önemli; hem de Karadeniz’e giderken çantadan eksik edilmemesi gereken Kâzım Koyuncu ve Fuat Saka albümleri kadar.
Karadeniz’e yaklaştıkça deme gelip onların türkülerini dinleyeceğiz mutlaka, ama şimdi Barış Manço’dan “Yine yol göründü gurbete” şarkısını mırıldanmanın tam sırası.Yanımıza alınacak malzemeler unutulsa da, oradan yenileri bulunabilir elbette. O nedenle yola çıkmadan önce mutlaka çantama özenle yerleştirmem gereken sözler var asıl. “Gittiğin yerlerde gönül gözün hep açık olsun. Gönlüne takılan koyaklara, koruluklara, yol kenarındaki kulübelere, gökyüzünün en güzel göründüğü yerlere, bulutlara gönüldaşlarımın da selâmı var deyiver ”* demişti bir can dostum. Öyle güzel bir selâmdı ki bu, içinde kapsadığı isimleri benim doldurmam gerekiyordu. Tatile altı kişi çıkıyorduk ama belli ki; göründüğünden çok daha fazla kişi olacaktık. Ve öylesi değerliydi ki; bu güzel selâmı en çok hak eden yerleri tespit etme oyununu doğal bir şekilde başlatıyordu benim için.

Gözümün selâm bırakılacak noktaları görür görmez tanıyacağını biliyordum. Bejan Matur’un bir şiirinde “Her kadın kendi ağacını bilir” dediği gibi, Gerede’den Ilgaz’a doğru döner dönmez sanki birisi tepesine basmış da, inatla toprağa akmaya direnirken gövdesi yayvanlaşmış edasıyla yol kenarından bakan bir ağaç “merhaba” dedi. Ve az ötesinde duran arkadaşına doğru yönelmiş ellerini gösterdi bize. Bu durumda ilk selâmı ikisine kardeş payı edip bölüştürüverdim oracıkta. Bir de kulübe bulmalıydım, selâmını kucağına bırakıvermek için. Onu da tanımakta gecikmedi, içimdeki ses. Tam söyledim diyerek yanından ayrılıyordum ki; üzerine yazılı cümleyi okudu gözlerim. “Bu sevda bitmez”. Bu sevda, hangi sevdaydı acaba? Değişip dönüşürken, binbir kılığa girerken içimizde, hangisiydi bizi hiç terk etmeyecek olan sevda? O sırada Kâzım Koyuncu sesleniverdi türküsünün içinden: “Böyle sevda mu olur? ”

Gülümsedim. Yanıt buydu. Sevda, sevda gibi olmalıydı. Hangisi olduğu değil, nasıl taşındığıydı önemli olan. “Girsun yerun dibina” diyordu ya sözünün devamında Kâzım, mayası tutmayan sevdalar için. Birden elimde bir kazma kürek; yerin dibinde gömülü kalmış yalancı sevdaları keşfe çıkmış hayal ettim kendimi. Ne çok öykü vardı, kim bilir yerin dibinde? Belki bundan sonra girecek olanlara ayrılmış toprak bölümler... Yerin dibine de girecek olsa, mahsuscuktan bile olsa sevda güzeldi. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı.

Allah belâmızı vermesin...

Derken Ilgaz Dağı göründü gözümüzün yol uçlarında tüm gizemiyle. Çam ormanları giriverdi önümüzde uzanan manzaraya. Ilgaz’dan kıvrılınca asfalttan ayrılıp kaldırım taşlarıyla döşenmiş bir yola girdik. Taşlar sürekli renk değiştiriyordu ve biz her değişim noktasında yeniden asfalta geçeceğiz sanıyorduk. Elbette asfalt görmek istediğimiz için değildi; sadece bu hoş sürprizin ne kadar daha süreceğini merak ediyorduk. Asfaltın yakın zamanda gelmeyeceğini anlayınca, “Meğer bizim yolumuzun renklenmesi de taşlara nasipmiş.” diyerek havayı da renklendirmek için bir sonraki rengi tahmin etmece oyununa başladık aramızda. Saatlerdir yoldaydık. Artık, güzel bir mola yeri bulmak iyi fikirdi. Ağaçların kenarında kurulmuş bir mekânda sabahın altısında bir adam gümbür gümbür bağırıyordu, mikrofondan: Allah belanı versin, Allah seni kahretsin...

Yok yok, şarkı formatında da olsa, bu bedduaya bilerek daha fazla maruz kalamazdık. Siparişlerimizi iptal edip arabamıza yöneldik. Böyle konuşabilmenin şarkı sözlerinde başka bir açılıma yol açtığı konuşulup durulmuştu günlerdir televizyon programlarında.Batıdaki örnekleri hatırlatılıp küfürlü konuşmanın şarkı sözlerinde giderek daha fazla kendine yer bulmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyen uzmanları anımsadık ister istemez. Öyle mi olacaktı bizde de? Batıda Eminem’in söyledikleri gibi küfürlü sözlerle bezeli şarkı örnekleri, temelini zenci kültüründen almıştı. Ve orada bunun zeminini oluşturan başka yaşanmışlıklar vardı. Şimdi çıkış noktasında popüler kültür dayatısı olarak fışkıran bir çeşitlenme vardı ve bunu batıya bakarak tahlil etmeye kalkışmak, ne kadar uygun düşerdi bize? Bizdeki arabesk kültür, buna mı denk geliyordu?

ya nükleer bacaları tütecek, ya bizimkiler...

Bunları düşünmeden bir yolculuk yapıp tatildeyiz işte, boş ver demek bizim gibi insanlar için zor. Aynı Sinop`a varır varmaz neredeyse her dükkân üzerinde göreceğimiz Nükleer Santrâle karşı verilen savaşıma duyarsız kalamayacağımız gibi. Sinop halkı doğal olarak nükleer santrâlin orada kurulmasını istemiyor.Tüm sokaklar buna karşı yapılan şenlik, panel, söyleşi gibi farklı formattaki etkinliklerin afişleri ile dolu. “Nükleer çözüm mü, gizli ölüm mü” diye yazıyordu bir duvarın üstünde. Başka bir binada kocaman bir afişte şu sözler: “Sinop`u seviyorum, Nükleer istemiyorum” Başka bir afişte ise şöyle: “Ya Nükleer bacaları tütecek, ya bizimkiler”

Buradaki halkla dayanışmak için gelen yedi üniversiteli gençten üçünü Karadeniz`in çekip aldığını öğrendik afişlerin bir tanesinden de. Dehliz, işini yapmıştı, ama yanlış bir adreste. Ölüm adres sormuyordu. O gece Sinop’un içinde kaldık. Tatil havasına girecek hâlimiz kalmamıştı. Gece şehri gezmeye çıktık. Sinop, büyük bir kalenin içinde kurulmuş bir kent. Öyle ki, bu kalenin tarihçesi dört bin yıl öncelere dayanıyor. Şehrin iki tarafı deniz. Bir taraf esen rüzgâra göre sakin olurken, diğer tarafı dalgalı oluyor. Sinop’ta yaşanan nükleer dalgasına rağmen Türkiye’nin kalanı nasıl dalgasızsa; işte öyle.

Aynı zamanda ünlü düşünür Diyojenin kenti olan Sinop ile tanışmaya devam ediyoruz. Buralara özgü yiyecek olarak ilk akla gelen, ceviz ve kuru üzüm ile yapılan bir börek çeşidi olan nokul. Kıymalısı, bildiğimiz böreğe benziyor. Sinop’ta uğradığımız pek çok yerde mekân çalışanlarının acemiliği, bu kişilerin kısa dönemlik olduğuna açıklama gibi. Akşamları çay bahçelerindeki canlı müzikten söz ediliyor. Sahile yakın kısımda kotra maketleri satan dükkânlar var. Bu dükkânlardaki sohbetlerimizden öğrendiğimize göre tekne sanatı, Sinop Cezaevi`nden çıkan iki mahkûmun gemi modelleri yapması ve sonra bunu çıraklarına öğretmesi ile başlamış. Daha sonra Sinop’un yaşlılarıyla konuştuğumuzda ise; ağacın ve denizin birbirine yakın baktığı bu yerde kotra maketi üretiminin onlardan çok daha önce de var olduğunu öğreniyoruz. Bu maketlerin her birisinin üzerinde de bir kaptan figürü var. Ancak tüm kaptanlar aynı model. Ve gördüğümüz; ağzında purosu, başındaki şapkası ile yabancı bir kaptan. Bırakın bu yörede böyle bir kaptan tipi olmasını, böyle bir kaptan buralardan geçmemiştir bile. Bunun sebebini sorduğumuzda ise verilen otomatik yanıt şu: “Kalıp öyle...” Bu açıklama, pek yeterli değil bizim için ama bir şey demiyoruz.

Ertesi gün Sinop’un Korucuk mevkii’nde güzel bir eve yerleşeceğiz. Devlet Su İşleri’nin güzel bir tesisi var sahilde. Kalağımız ev ona yakın bir bölgede. Gideceğimiz adresi bulmak için önce kendi tahminlerimize göre yön almamız yolun gereksiz uzamasını sağlıyor, ancak bu duruma çok memnun oluyoruz sonra. Yol sormak için yanında durduğumuz dayıyla nasıl tanışacaktık yoksa. Kendisine DSİ’yi sorduğumuzda; eliyle gideceğimiz yönü işaret ederek “De boyna, de boyna gidin, sola sapın” diyor. O kadar yetkin bir tarif ki bu, elimizle koymuş gibi buluyoruz tesisi. Bundan böyle Sinop’un aramızdaki rumuzu, belli ki “de boyna”

Aslında biraz önce söz etmedim, bir arkadaşımızın yakını olan hoş, canlı, kıpır kıpır hayat dolu bir kadın karşılamıştı bizi Sinop’ta. Bir yeri sevmenin önce insanla ilgili olduğunu gösteren böylesi hoş bir karşılanma, insanı rahatlatıyor.

sinope’nin bedeninde...

Geldiğimizden bu yana aklımızda, önceden gezi dergilerinde müthiş görüntülerini gördüğümüz yerlerle ne zaman yakınlaşacağız hevesi var elbette. Baraj çalışmaları sürdüğü için iyice uzatılmış yollardan geçtikten sonra, Erfelek’in on beş kilometre ötesindeki Tatlıca Şelaleleri’ndeyiz. Görkemli bir tanesi karşılıyor ilkin bizi. Beş santigrat civarında seyreden ısısına rağmen insana sevecenlikle kucak açan suyun cazibesine o anda sadece birimiz kapılıyor aramızdan. Ama onun bu girişi, içimize kılçık düşürse de, normalden hayli hızlı yüzüşü de çekici bir ürperti düşürüyor. Şelâleleri tek tek geçtikçe, arada bir karşımıza çıkan minik “Meşür Ayrancı” tabelâları bize yol gösteren önemli bir iz; ve bazı bölgelerden sarkan eskimiş ipler elbette. Ama asıl gösterge suyun kendisi. Ondan ayrılmadığınız müddetçe seki şeklinde birbirine dökülen şelâlelerden kopmayacağımız kesin. Toplam irili ufaklı yirmi sekiz şelâle deniyordu bu bölgeyi tanıtan broşürlerde, biz sadece en heybetlilerini saydık, on dört etti toplamda.

Sinope, mitolojiye göre, ırmak tanrısı Osopos’un mutlu bir hayat yaşayan güzeller güzeli kızı. Güzelliğiyle Zeus’un da aklını başında alınca, kendisine dokunmamasını istemiş ondan. Bunun karşılığında Zeus, onu bu topraklara bırakmış. Ben de su perisinin bedeni içindeymişiz de, o bedendeki bir akıntıda gidiyor olduğumuzu düşlüyorum burada. Yolumuza çıkan su semenderi, Sinope’nin akvaryum hücresini mi temsil ediyor acaba? Girişteki larvalar da bu durumda, alyuvarları...

Yolun başında içimize kaçan kılçık, güneşin de suya arkadaşlık ettiği bir anda, şelâlenin birinde ortaya çıkıveriyor. Giysilerimizin altına önceden sakladığımız mayolarımız da suyla buluşmak için zemini hazırlamış durumda. Suyun içinde durulur gibi değil. Girdiğiniz anda geri dönmeyi düşünmeye başlıyorsunuz. Suların döküldüğü yere kadar yüzmek, mümkün değil sanki. Oraya kadar gidersem geri dönemeyeceğim hissi yaratacak kadar bir kalp çarpıntısı ve tüm derinizde gittikçe artan bir yanma hissi oluşturuyor suyun soğukluğu. Öte yandan içinden çıktığınız anda, sizi koynuna yeniden davet eden bir cazibe.

Suyun biriktiği yerin az ötesinde şekillenen derede su, sanki az önce tepelerden dökülen kendisi değilmiş gibi sakin akıyor. İçindeki çakıl taşları, acaba ağustos güneşinde nasıl parlıyordur... Bunu düşünüyorum. Ellerimi buz gibi suya daldırınca yüreğimde hissettiğim kokusunu içime çekerek, az ilerde fiyakayla bize göz kırpan dev bir ağaca bakıyorum. Sanki etrafındaki tüm toprağı yemiş de, yenileri için her bir kökünü ahtapotun kollarıymışcasına ileri uzatmış gibi. Belli ki bu ağaç, yılanlarla kucak kucağa burada. Ağacın koynunda olduğunu düşündüğümde söylenenin tersine sıcacık geliyor gözüme, yılanlar. Başlıyorum sevdiğim bir şiiri mırıldanmaya: “Ah küçük yeşil tırtıl / sana söylemedim mi / yağmuru ilk ağaçlar haber alır / ben onlardan duyarım ”En iyisi bu dev ağaca bırakmalı; heybemdeki selâmların bir bölümünü de.

Yorgun argın bir şekilde su kaynağına vardığımızda gerçekten de bizi karşılayan bir meşür ayrancı amca var. Ne kadar meşhurdur bilemem, ama o noktaya her gelebilene şifa olduğu kesin. Öte yandan düşünüldüğünde amca, bulmuş işin kolayını. Gözleme yapmak gibi yan dallara sapmadan, en az emekle en çok hizmeti üretiyor. Odun ateşinde pişirilmiş çay, kaynaktan alınan suyla yapılmış ayran, ve oracığa kurduğu kuzineli sobada pişirdiği patatesler dünyanın en tatlı yemeği o anda. Ve yapının doğayı bozmadan kurulmuş olması da ayrıca takdire şayan. Yalnız tabelâdaki “Ayran içmeyenin kaynanası ölsün” yazısı, bu ülkede olduğumuzun, az ileriye astığı Türk bayrağından daha fazla göstergesi gibi sanki.
Biraz sonra bizim gibi orayı görünce, gerçekten de böyle bir ayrancı varmış, manasında sevinçli bir ifadeyle amcaya bakan üç gencin ayranı içer içmez beyinleri açılıyor olmalı ki; hemen yanına kendileri de rakip tesis açacakmış edasında, fizibilite soruları sormaya başlıyorlar. Öyle ki, amcanın yılda ne kadar kazandığından vergi verip vermediğine kadar tüm bilgiye itinayla ulaşmaya çalışıyorlar. Yok yok, bu güzel yer kesin Türkiye’de.

hiç bu kadar acı çekmemiştim...

O noktaya ulaşana kadar sularla cilveleşerek, özellikle eski değirmenden sonra, yer yer dikliği on metrelere kadar varan tırmanışlar yaparken farkında olmadan o kadar yükseğe çıkmışız ki; iniş ciddi bir enerji gerektiriyor. Yolun uzunluğunun iki kilometre olduğunu ancak dönüşte öğreneceğiz. Geri dönüş, ağaçların arasında başka bir parkurdan. Yan tarafında ağaçlar olmasa yüksekliğinden ürküp bu kadar rahat yürüyemeyeceğimiz ince bir keçi yolundan şimdi fren yapa yapa hızla iniyoruz. Öyle ki; beden için tırmanmaktan daha yorucu bir durum bu. Bu hıza rağmen inişimiz kırk beş dakika sürüyor. Bu arada oğlumun söylediği cümle, hafızamda yerini almayacak gibi değil: “Hiç bu kadar rahat acı çekmemiştim.”

Daha önce Erikli, Maşukiye, Saklıkent, Kelebekler Vadisi gibi farklı parkurları görmüştük. Ancak şelâlelerin birbirini izlediği bu yolun şimdiye dek tanıştığımız en güzel parkur olduğunu düşünüyoruz. Çünkü burada Karadeniz’de olmanın etkisiyle suyu sarmalayan yeşil, alabildiğine cömert. Ve sık sık karşımıza çıkan devrilmiş koca gövdeli ağaçlar, buradan baharda geçen suyun şiddetini anlatmakta oldukça yetkin.

Gidişte ve dönüşte arabayla içinden geçtiğimiz Erfelek ilçesi, küçük bir yer olmasına karşın oldukça gelişmiş görünüyor. Sık sık rastladığımız okullar ve renkli kaydıraklarla kurulmuş çocuk oyun alanları, insanlarının giyinişindeki modernlik dikkat çekici. Dönüş yolunda yanyana durduğu için birbirine eklenerek iyice büyüyen dev mısır tarlalarının görüntüsü ise hafızamda belli ki uzun süre kalacak.

ölüm geçiyor hayatın içinden...

Ertesi günkü istikâmet, Gerze. Ama yolda rüzgâr durumuna göre plân değiştirerek Sinop’un Akliman, Hamsilos Koy’u gibi bölgelerini gezmek için hava koşulları daha uygun gibi. Akliman, Sinop’taki gençlerin birkaç gün önce içinde kaybolduğu deniz. Her sene yaklaşık on can alan yer. Cesetlerin sadece ikisi bulunmuştu o gün. O gün yolda giderken gençleri taşıyan cenaze arabasına ve arkasındaki konvoya rastlıyoruz. Ölüm geçiyor hayatın içinden. Yapacak bir şey yok artık. Gözümden ince bir yaş süzmenin onlara bir faydası yoksa da o yaş, yanağımda yolunu buluyor sessizce.

Akliman`dan uzaklaşmak isteği bizi doğruca Hamsilos Koyu’na götürüyor. Gerçekten güzel bir yer. Denizden ayrılmış koca bir havuz gibi, sakin şarkılar söyleyen bir Karadeniz parçası. İlerisindeki Abalı Köyü’ne kara yoluyla ulaşım, kapatılmış o noktadan. Yol bitti derler de inanmazsınız ya; o koyda birden yol bitiyor işte. Balık olup yüzmek gerek, devâmı için.
Deniz çok çarpıcı, çekici... Ancak bizim çocuklar, “Bu kadar çok yosunda yüzemeyiz biz” deyiverince hızla çıkıyor yeni hedefin kararı; Ayancık. Ayancık’a gitmek yolun uzaklığı ve içinde olduğumuz saat göz önüne alınırsa pek de parlak fikir değil aslında. Ama “Kim korkar hain kurttan” diyerek yola düşüyoruz. Espriyi tamamlayacak şekilde o yolda kurt değilse de bir tilki göreceğimizi bilsek, elbet bu sözlere bile gerek kalmazdı. Asfaltın ortasındaki beyaz çizgiyi takip ederek koşan hayvanı önce köpek sanıyoruz, ama pek de benzemiyor doğrusu. Sık atılmış koşar adımlarla giden canlının yakınına vardığımızda bize doğru yüzünü dönüveriyor, yan taraftaki ağaçların arasında gözden kaybolmadan önce. Koro şeklinde sevinçli bir cümle çıkıyor hepimizin ağzından: “Bu bir tilki! ...”

Ayancık yolu gerçekten hoş. Ağaçların arasında kıvrılarak giden yollar, hangimize tat vermez ki. Karşımıza ilginç görüntüler de çıkıyor yolda. Çocukların bile, minik kulübenin yanına konduruluvermiş minâresiyle, câmi maketini andıran yapıya şaşkınlıkla baktığını söylemeliyim. Aslında etrafında tek bir ev bile olmayan bu yapının konumu da ilginç. Belli ki bu ıssız yerde önce mescit olarak düşünülmüş ama minaresiz kalmasına da yapanın içi elvermemiş.

Ayancık, girişten itibaren sanayi bölgesine gelindiğini anlatacak kadar fabrika görüntüsüyle karşılıyor bizi. İlçeyi geçtikten sonra kaygan zemin uyarılarıyla dolu yolları aşıp Çamurlu Plajı’na varıyoruz. Burası bana Amasra yakınlarındaki Çakraz’ı anımsattı. Orada yeşille mavinin öpüştüğünü düşünmüştüm. Burada ise ilgimi çeken başka bir şey var; dümdüz yassı taşlarla dolu deniz kenarı. Öyle ki, her birisi üzerine rengarenk resimler yapmak arzusunu kamçılıyor insanda. Çakıl taşları üzerine sevdiklerinin ismini yazan bir dostumu anımsıyorum ve elbette buradaki taşlara ondan bir selâm bırakıyorum usulca. En güzellerinden seçerek yanıma on-on beş tane iri taş alıyorum. Döndüğümde, üzerlerine elimden gelen en güzel desenleri çizip dostlarıma armağan edeceğim.

Buralarda gezmek güzel ama Ayancık’a vardığımızda bir bakıyoruz ki neredeyse gün akşam olmuş. Buraya gelene kadar oluşan yorgunluğumuzu da dikkate alırsak sonraki günlerde bulunduğumuz yerden hiç ayrılmadan devlet su işlerinin plajında yan gelip, bedenimize güneşin suyunu içirmenin en iyisi olduğu açık. Böyle diyorum ama serde merak da var ya; giderken yolda afişi dikkatimizi çekmişti; dönüşte Gemelit Koyundaki Mohikan Kampı’na uğramak, ilginç olabilir. Deniz kenarına kurulu Kızılderili çadırları, enteresan heykelcikleri ve muhteşem doğası ile tüm yolu kendisi için gelmeyi dahi göze aldırabilecek güzellikte bir yer burası. Akşam güneş battıktan sonra oluşan alaca görüntüde, kamp sahibinin ikramı ve muhabbeti ile taçlandırılmış çaylar, hepimize çok iyi geliyor doğrusu.

nayla mısın sen...

Ertesi gün kararlıyız ya; sadece evimizin olduğu yer olan Korucuk’ta olacağız diye. İşte bu, o gün için gerçekten güzel bir karar. Ancak denize yüzünü, güneşe bedenini verip öylece yatmak, arada yüzüp açıktaki dubadan denize atlamak bizim için çok da yeterli değil anlaşılan. Rahat battı, derler ya; ne yapsak, şeklinde cümleler sesli sesli kurulmasa da, bakışmalardan anlaşılıyor. O yüzden birimizin öylesine başlattığı kumla oynama işi, ondan başlayıp yaşı elli ile biten grubumuzun kendini sahilde hummalı bir şato inşaatına başlamış bulmasına yetiyor. İşi büyüttükçe büyütüyoruz. Öyle ki; şato inşaatı, bitiyor önce. Sonra hemen onun yanında manastır. Daha sonra da onların çevresinde, peyzaj çalışmaları. Gün bitiyor, biz hâlâ kendimizden geçmiş bir şekilde uğraşıyoruz. İnsanların yavaş yavaş gitmesiyle sakinleşen ve gülümseyen bir kucak gibi dinginleştiren denizin koynu, anne kucağı gibi sıcacık şimdi.

Yakın köylerden Lala’daki tanıdıklarımız tarafından ertesi gün için köy kahvaltısına davet edilmek, içimize yol kıvılcımı kaçırıyor yeniden. Son anda gideceğimiz evdeki birisinin rahatsızlanması, kahvaltıya gitmemizi engellese de kendimizi yola çıkmış buluyoruz bir kez. Gerze, Sinop’a kırk kilometre uzaklıkta hoş bir sahil ilçesi. Bahçe içinde çiçekleri olan insanlar oturuyor orada. Öncelerde burada ekilen tütün, fabrikanın kapanmasıyla yok olunca geriye mısır, buğday ve hamsi kalmış geçim kaynağı olarak. Ama genç nüfusun azalmasına yetmiş bu gelişme. Bu durumun doksanlı yıllarda Paşabahçe Fabrikası’nın kapanması üzerine denk geldiği de düşünüldüğünde, konu daha iyi anlaşılıyor. Gerze’den yıllar sonra hatırlayacağım iki görüntü, eminim inşaat içinde duran iki tekne ve deniz manzaralı umumi tuvaletteki yere serili kilim olacak.

Denize girilecek pek uygun bir plâjı yok şimdilik. Plâj için düşünülmüş bölümdeki minik ağaçlar büyüdüğünde olabilir belki. İlerdeki ağaçların arasındaki minik bir derme çatma yapı, yere bitişik olmasına rağmen bana naylaları anımsatıyor. Nayla, Rizede köy evlerinin yakınında, yerden yukarda kurulan küçük ahşap yapılardır. Merdiveni seyyar olduğu için görünen hâlleriyle pek gizemli dururlar. Burası da güzel bir selâmı hak etti, doğrusu.

Dönüş günü geldi çattı. Sinop Cezaevi’ni görmek, bugün için plânlanmıştı. Ama önce vedalaşacağımız birisi var. Burada kaldığımız günler boyunca tatlı karşılayıcımızla hiç muhabbet edemedik içimizden geldiği gibi. Şimdi biz bunun sıkıntısını çekerken o ise; hiç ilgilenemedim sizlerle, diyor. Kendine yontarak değil de, karşısındaki kişinin gözünden bakmayı bilmek güzel şey. Bu kez de tatlı uğurlayıcımız olup; yine aynı masada, yine aynı sevecenlikle konuşuyor bizlerle. Sinoptaki su perisi bu kız mı yoksa, diye aklımdan geçiyor bir an.

çalıntı aynada yüz ziyareti...

Diyojen dahil nice karakterlere ve nice halklara mekân olmuş, bir zamanların sur/kale şehri Sinop’a gitmek üzere olduğum günlerde yakın bir arkadaşımdan sürpriz bir mektup almıştım. Benim bir seyahat için yola çıkacağımı bile bilmeden o mektupta şunları yazmıştı:

“Yok yok Aynur, bu böyle olmayacak. En iyisi mi, sen dorukları anlat / Şimdi biz kimi bulup soralım, kuşların kanatlarında taşıdığı kaf masallarını En yükseğe çıktığında gördüklerini anlat bize / Bizim göremediğimiz o açıdan / Mutlu kadınlar, mutlu aşklar nerede Aynur / Mutlu atlar… Soluk alınca içinde biraz fazla tut / Bize martıyı anlat / İstiridye gibi huzurla ölmeyi / Sonra kayalarla konuştuklarını / Rüzgârın şarkılarını güneşe nasıl söylediğini / Erişemediğin dağlara sevgini anlat Aynur (İçinden geçen trenlere el sallayan kızın nasıl büyüdüğünü) Karda ayak izini / Karıncaların Yok yok böyle olmayacak / Yağmurda doldurduğun mineyi / Anlat… Bir şarkı söyle bize Aynur / John Lennon’dan / Ve biz kapatalım gözlerimizi / Hayâllere buradan…”*

Evet, anlatmalıydı... Sinop’ta öyle sihirli, gizemli bir şey vardı ki, asıl onu anlatmak gerekirdi… Gördüğüm, göremediğim pencereleriyle, açık ve kapalı perdeleriyle ondan söz etmek gerekirdi. Ve şimdi, “Nasıl anlatsam o hüznü, duvarlara sinmiş o acıyı; nasıl anlatsam ki eksik kalmasın.” cümlesini kurarak elimin tutuk, içimin karışık olduğunu anlatırken buluyorum kendimi.

Belki, yapılış tarihine ilişkin bilgi notları düşerek başlamak daha kolay olabilir… Bir çok kaynakta Tarihi Sinop Hapishanesi’nin 1215’te şehrin Selçuklular tarafından fethiyle yapılmaya başlandığı yazılı. Ne var ki, biraz araştırınca bu tarihin egemenlerin oturduğu ‘iç kalenin’ yapım yılı olduğunu şaşırarak öğreniyorum… Kesintilere uğradığı için inşası bir sürece denk düşen, değişik kaynaklarda farklı bilgiler olan Tarihi Sinop Hapishanesi’nin açılış tarihi genelde 1887 olarak kabul ediliyor. 1999’da Kültür Bakanlığı’na devredildikten sonra hapishanenin hikâyesinin yeni bir mecraya ve maceraya yön değiştirdiğini söyleyerek söze başlamak en iyisi…

Hapishanenin cümle kapısından içeriye giriyoruz… Sol taraftaki ilk bölüm, kalenin duvarına hiçbir mimari kaygı duyulmadan iliştirilmiş, tarihi değeri olmayan idari işlerin yapıldığı küçük bir bina. Pencere yan taraftan kale duvarında kendiliğinden büyümüş çiçeklere bakıyor. Bu çiçekli görüntü karşısında şaşıran ziyaretçilerin “Böyle hapishane mi olur! ” şeklindeki sitemkâr cümlelerine kulak misafiri olunca, bu ziyaretin düşündüğümden de ağır geçeceğini hissediyorum...

Girişte sola dönülünce, kalede açılmış bir delikten girerek, sonradan yapılmış Müşahede Bölümü’ndeki hücreler yüreğimi burkuyor. Diğerlerine dış duvardaki pencereden az da olsa ışık sızsa da, dip taraftaki iki hücre bu ışıktan da yoksun… El yıkanan bir musluk ve zeminde tuvaleti olan rutubetli, bir yatağın sığacağı, birkaç adım volta atılacak kadar küçük, ışıksız ve soğuk, her birinde bir mahpusun kaldığı ürkütücü hücreler bir koridorda yan yana dizilmiş… Müşahede Bölümü’nde toplam kaç kişi kaldığını ve hikâyelerini bilmiyorum. Ama derin derin düşünüyorum…

Müşahede’den sonra, 1939 yılında yaptırılan “Çocuk Islah Evi”ne geçiyoruz… İki katlı bu bölüm koğuş sistemine göre düzenlenmiş. Ön cephedeki iki odada, kale duvarları ardından deniz görülüyor. Pencerenin kenarına gidip parmaklıklara dokunuyorum. Yıllar önce o demirleri tutmuş ellerin parmak izini parmaklarıma geçirmek ister gibi dokunuyorum. Burada yatan çocuklar, yıllar sonra da olsa dokunuşumu avuçlarında hissetseler gibi gizli bir dilek var içimde. Ses alıp ses vermek geliyor içimden; duvardaki derin çatlağa dayıyorum kulaklarımı; dinliyorum… Tuğlaların içine gizlenmiş cümleleri duyabilir miyim diye sabırla dinliyorum. Dinlediğim çatlağın biraz altına Filiz ve Kenan isimleri yazılmış. Başka ziyaretçiler de isimlerini duvarlara yazmışlar ama duvarlara kazınmış olan bu isimlerin daha eskiye ait olduğunu anlıyorum. Kenan’ın sesini dinliyorum o çatlakta, Filiz’inden söz ederken yorgun gözleriyle...

Dışarıya çıkıp bahçeye iniyoruz. Hemen sağda, tutuklu ve hükümlüleri hastaneye veya yakın illere/ilçelere taşıyan kamyondan bozma emektar otobüsün yıkık dökük kalıntısı ile karşılaşıyoruz. Çocuklar ayrıntı düzeyinde daha dikkatlidir derler ya; gerçekten de doğru. Hepimiz bu viran araca dalmış hüzünle bakarken, yere yapışmış tekerlekleriyle, neredeyse tavanda diyebileceğimiz küçük pencereleriyle sessizce duran bu Cezaevi Aracı’nın dikiz aynasının yerinde yeller estiğini fark ediyor oğlum. Trafikte giderken kopmuş olmalı, diye kendimce konuya açıklık getiriyorum. Bir tarihe ortaklık etmiş, korunması gereken aracın bu hâli üzüntü verici…

Esas hapishane binasına gitmek için, delikten geçip tekrar giriş kapısının oradaki meydana geliyoruz… Hemen sağda kale burçlarından birisinin içine yapılmış zindan var. Anımsıyorum da, yıllar önce bir maden ocağında, yerin yedi yüz metre altına indiğimde dünyadaki en karanlık yeri bulduğumu düşünmüştüm. Oysa kaybolmak duygusu, tam da burada, sular sızan kalın taş duvarların içinde yaşanmış belli ki. Belli ki yerin üstünde, kale burcunun içindeymiş siyahın en mutsuzu. Yüksek tavanlı zindana sonradan eklendiği belli olan sağdaki tuvalette delik olup olmadığını anlayamıyorum o kör karanlıkta. Kalın tahtadan yapılmış üstünde paslı çiviler olan ve yere yakın bir delikten ekmek, su, bazen yemek verilen zindan kapısından çıkarken gün ışığı gözlerimizi kamaştırıyor…

Zindandan sonra sağda bir merdivenden görüş yerine çıkılıyor. Bu taraf ziyaretçilerin bölümü… Sık örgülü iki tel kafesin arasında kalan camın kirini de aşınca, birbirini ancak hayal-meyal seçebilecek mahpusları ve ziyaretçilerini düşünüyorum. Küçük bir an’ın bile yıllara bedel olduğu ne duygular yaşanmıştır o paslı kafeslerin içinde.

Görüş yerinden sonra doğrudan gidildiğinde deniz tarafında işlikler ve idamların yapıldığı bölüm var. Biz, sağa dönüyoruz. Büyük ahşap, kol demirleri olan bir kapının olduğu yer, mahpusların hapishaneye ilk girdiklerinde sorgu-suale alındıkları, “hoş geldin! ” dayağıyla sigaya çekildikleri “Kapı Altı…”

Kapı Altı’ndan çıktıktan sonra, nihayet üç kısımdan oluşan tarihi hapishane ile göz göze geliyoruz… Hapishaneyi gezmeden önce sağa dönüp Kadınlar Koğuşu’nu “ziyaret! ” için yürüyoruz. Yolumuzun üzerindeki dev incir ağacı, Octavio Paz’ın “Kutsal İncir Ağacı” isimli şiiri ve şiirin altına eklenmiş notu düşürüyor aklıma. O notta, incir ağacının; kuşların, sincapların, maymunların, yarasaların, hurma ya da diğer ağaçların yüksekliklerinde bıraktıkları dışkılardan varlığını başlattığı yazılıydı. Okuduğuma göre; incir, o bölgedeki bir ağacın köküne tutunup zaman içinde o ağacın gövdesini kaplıyormuş… Dahası, bu sahte kabuğun içinde kaldığı için asıl gövde yavaş yavaş ölürken oluşturuyormuş kendini. Bu yüzden de bu ağaca “boğucu ağaç” deniliyormuş. Çatlak ve yarıklara yerleşen kökleri sayesinde yakınındaki bina ve duvarlar için tehlike oluşturduğunu da söylerler incir ağacının. Buradaki incir ağacının ise bütün görkemine karşın taş duvarları, surları oynatması mümkün görünmüyor sanki. Hapishane içindeki bu “boğucu ağaç” Paz’ın aktardıklarının tersine “nefes veren” bir konuma, işleve sahip. Gölgesiyle, gelip geçene gülümseyen bilge bir dost gibi nicelerine kucak açmıştır bugüne dek. İncirin dibinde, gözüm rüzgârla salınan salkım söğüde kaymış otururken, hızlı adımlarla koşuşturan ziyaretçilerden biri, incir ağacını görünce tutmadığı oruçları hatırlıyor birden. Aklından artı-eksi bir borç listesi çıkarırken bizim duyacağımız kadar yüksek sesle “İyi ki gördüm, şu inciri! ” diyor yanındakine. Ben incirin çağrışımlarıyla nice düşler kurarken, bir başka birisi de belli ki mahreminden el alıp, cennetine iman tazeleyebiliyor…

Ve nihayet, çevresinde küçük bir tur attıktan sonra tarihi mahpushaneye gelebiliyoruz… Sırasıyla, esas olarak üç kısımdan oluşan mahpushane bölümüne geçiyoruz. Birinci Kısım’da tuğlalarla kapatılmış olan kapılar içini görüp gezdiğimiz yerlerden daha fazla merakımızı uyandırıyor. Mozaikten dökülmüş merdiven tırabzanlarının üstü yıllarca kendisine değen ellerin etkisiyle parlak, kaygan bir değişime uğramış. Dokunuyorum… O tırabzana, arkadaşımdan bir selâm bırakabilirdim ama cansız olmasına karşın kuru selam’a bile kıyamıyorum oralarda bırakmak için.

İkinci Kısım’da büyük bir avlu var. Boşken böyle büyük duran avlunun mahpuslarla dolu olduğu, volta attıkları, çamaşır astıkları, hasımlarını kolladıkları günlerini hayâl etmeye çalışıyorum. Üçüncü Kısım’ın girişinde merdiven başındaki duvara, idare Einstein’ın bir sözünü yazmış: “Hatasız insan yoktur. İnsanlık hatasını kabûl ve tamir etmekle ölçülür.” Söz, burada oldukça ironik bir anlam giyinmiş belli ki. Bu bölümün bahçesinde de görkemli bir çınar ve bir dut ağacı var. Şairin, “Mahpushane avlusunda ihtiyar bir dut” dediği bu dut mu acaba, diye sorduktan sonra mırıldanmaya başlıyorum şarkıyı: “Mahpushane kapısı gülüm bir elvan geçit / Gelene açılır gülüm, gidene kilit / Mahpushane duvarında bir çift güvercin / Bugün efkârlıyım / Yârime haber verin ” Sabahattin Ali’ye de “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma” diye yazdıran bu tarihi mekân, şimdiye dek kaç şarkıya, kaç şiire, kaç ağıda konu oldu kim bilir?

Hapishane’nin güney bölümündeki Dördüncü Kısım, Disiplin Hücreleri’nden ve birkaç koğuştan oluşuyor. Üç hücreden oluşan ilk bölümden sonra, arka kısma dönüldüğünde dev bir incir ağacı daha var. Bu görkemli ağaç yanımızdan geçenlerin iştahını kabartıyor. “Ahh… Şunun dibinde gardiyanı da kafaya alıp bir mangal yapacaksın ki, gel keyfim gel. Valla tam piknik yapılacak yer” diyorlar. Şehre ilk geldiğimde “Cezaevi de tıpkı topları götürülerek Paşa Tabyaları’na yapılmış bar ya da şehir merkezindeki kalenin üst katındaki kafe örneğinde olduğu gibi para üretme çiftliği haline gelmekten kurtulamayacak görünüyor” demişlerdi. Düşünüyorum, insanların acısı üzerinde türemiş kahkahalar, cıstak sesleri… İçi boşaltılmış olan pek çok örnekte yaşadığımız aynı derin acıyı, hatta çaresizliği düşünüyorum… Burası, bu tarihi mekân olsun nasibini almamalı bu kirli çarktan, diye geçiriyorum içimden…

Çıkışta, yeni yapılan Sinop Cezaevi’ne buradan nakledilmiş olan mahpusların ürettiği hediyeliklere bir göz atıyoruz... Tabelâda yazılana inanmak gerekirse satıştan elde edilen gelir, mahpuslara gidecekmiş! Ben ve kardeşim, takı tezgâhından iki kolye beğeniyoruz. Kadınız ya, kolyenin boynumuzda nasıl durduğunu merak ediyoruz. Yüzümüzü okuyup ileri doğru uzatılan bir parmak imdadımıza yetişiyor… Görevli, aynayı uzatınca hapishane aracından koparılmış aynanın burada görev yaptığını anlıyoruz!

Ziyaretçiler arasında geçen konuşmalar, tarihi hapishaneye yapılacak yapı üzerine yoğunlaşmış durumda. Yüzme havuzlu bir otel projesi dolaşıyormuş dillerde… Havuz olmaya en uygun yer olarak o geniş avlu düşünülüyor olmalı! Alcatraz Hapishanesi’nde Al Capone resimli anahtarlıklar satan, onun yattığı bölümü pazarlayan zihniyet buraya doğru yola çıkmış geliyor anlaşılan… Şair İlhan Berk “Her kent bir yaradır bende” demişti. Ne diyebilirim; ben de içime eski bir yara olarak kazıyorum bu sahipsiz mekânın acılarını…

bir bardak limonatanın hatırı...

Bunları düşüne düşüne çıkıyoruz yola. Kimse pek birbiriyle konuşmuyor. Ilgaz dağları ancak bizi kendimize getirir diye düşünsek de Kastamonu sonrası daldığımız bir yol bizi dosdoğru Karabük istikametine yöneltmiş bile. Bu kadar yaklaşmışken Safranbolu’ ya hal hatır sormadan devam etmek olmaz yola. Üç sene önce gündüz halini gördüğüm bu yer gece sanki büyülü bir havaya bürünmüş. Bir yerin gece görüntüsünü yaşamadan orayı tanıdım dememeli galiba. Üç sene önce lokum almak için girdiğimizde, bize limonata ikram etmiş olan dükkânı aramaya başlıyoruz. Ne demişler; Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. Limonatanın hatırı da üç seneden aşağı olmamalı bu hesaba göre. Bu kez de gazozlarla ağırlıyorlar bizi. Hatır borcumuzu verdiğimiz gibi geri alarak yola yeniden koyuluyoruz.

Kastamonu’yu gezmekle başlattığımız yerleşim yerlerini gezme uygulamasını Safranbolu’da da sürdürüyoruz. Karabük’e girmeden teğet geçmek olmaz şimdi. Aniden birkaç ay önce parktaki bir heykele orada yaşamış şair ve yazarların isimlerinin yazılmış olduğunu anımsıyorum. Ancak parkın ismini hatırlayamadığım için birkaç park bulup bakıyoruz hangisi diye. Bulmak çok zor bu yöntemle, vazgeçiyoruz. Konuyu sorduğumuz kişilerin ise konudan haberleri bile yok.

İlçeden çıkıldığında oldukça uzun zaman yanında yol aldığımız Karabük Demir Çelik İşletmeleri’nin parlayan alevi, gecenin siyahında başka bir pencere oluşturuyor. İçinde emeğin yoğunlaştığı hiç durmayan bir ateş. Cemal Süreya “Yürüdün gittin eski kurganlar üstünden kent kent / Kulağında ama bir çömleğin kırılma sesi” demişti. Şimdi düşünüyorum da; dizelerini tarihe not düşerken yoksa bu büyük ateş mi gözlerini yalamıştı...


Aynur Uluç

Temmuz 2006

* Yolcuya- Ramazan Topoğlu
Ah Küçük Yeşil Tırtıl- Nilgün Aras
* Anlat- Temel Kurt
Mahpushane Çeşmesi- Erol Toy

Not: Bu yazının Erfelek, Gerze ve Ayancık ile ilgili bölümleri Cumhuriyet Gazetesi Dört Mevsim Gezi Eki’nde (01 ve 11 Kasım 2006) , tamamı Sinope Dergisi 2009 / Sayı 3 te, Sinop Cezaevi ile ilgili bölüm ise Mahsus Mahal 2010 / Sayı 15 te yayımlanmıştır.

Aynur Uluç
Kayıt Tarihi : 13.8.2006 00:34:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Ramazan Topoğlu
    Ramazan Topoğlu

    Ey güzel gezi yazısı.
    Beni hatırladın mı? Tam bir yıl önce sana gelmiştim. Seninle dertleşmiştik. Sende gezmiştim.
    Şöyle bir uğrayayım dedim. İyi etmişim mi?

    Yerlerin duruyor aynı. Ey gidilen yerler. Eğer bizlerden de haber soracak olursan yeniden uğradığımıza göre iyi sayılırız.

    Ne güzel gezmiştim sende.
    Onca yerler sende toplanmıştı.
    Coğrafyalar sevinmişti seninli biliyor musun

    Cevap Yaz
  • Ramazan Topoğlu
    Ramazan Topoğlu

    'Gerze, Sinop`a kırk kilometre uzaklıkta hoş bir sahil ilçesi. Bahçe içinde çiçekleri olan insanlar oturuyor orada.'
    BAHÇE İÇİNDE ÇİÇEKLERİ OLAN İNSANLAR OTURUYOR ORADA.

    O bahçe içinde oturan insanlar ne güzel bir gözgönülle bakılıyor. Orada sözcüğü cümlenin başına da sonuna da gelse işte o bakış açısı var ya..Vuruldum o cümleye... Orada ha... Oyle bahçeler.. Çiçekli... Sahipleri insanlar.

    'Nayla, bilirsiniz Rize'de köy evlerinin yakınında, yerden yukarda kurulan küçük ahşap yapılardır. Merdiveni seyyar olduğu için görünen hâlleriyle pek gizemli dururlar. Burası da güzel bir selâmı hak etti, doğrusu.'

    Ben bugün kendimi bir naylada düşleyerek uykuya dalmak istiyorum.


    Cevap Yaz
  • Ramazan Topoğlu
    Ramazan Topoğlu

    Hiç bu kadar rahat acı çekmemiştim”)
    Çocuk duyarlığıyla oluşan tertemiz sarsıcı bir söz. Söyleyenin yanaklarından gülümseyerek okşayışı geliyor insanın.

    Suyu sarmalayan yeşilin cömertliğinde ve devrilmiş koca gövdeli ağaçların üstünde oturup baharda gelip geçecek suları düşünmekle insanın canı bir sigara içmek istedi nedense. Birileri “Dev Mısır Tarlaları”nın resmini çizse ne iyi olur.

    Hamsilos Koyu: Denizden ayrılmış koca bir havuz gibiymiş, sakin şarkılar söylüyormuş.
    İnsan yolda bir tikli görür de eski masalları sormaz mı hiç) Çok muzip ve biçimli bir görüntüsü vardır tiklilerin. Ağaçların arasında kıvrılarak giden yollar, menderesler şeklinde akan suların toprakçasıdır. Taşlarla dolu deniz kenarları mutsuzluk verir insana, ancak insanın onların üstüne birer resim çizmeyi düşünmesi bu mutsuzluğu yumuşatıyor.

    Üstüne resim çizilmiş on onbeş tane çakıl taşına sahip olanların gıptayla bakılacağı kesin. Keşke sözedilmesiydi)

    Demek oralarda Mohikan Kampı diye bir yer var.
    ../.

    Cevap Yaz
  • Ramazan Topoğlu
    Ramazan Topoğlu

    “Gidip görenler, gidilen yerlerin sırlarını gidemeyenlere fısıldamalı” diye tembih ediyor Nilgün Aras. Aynur Özbek Uluç bunu lafta bırakmıyor. Üstelik geziye katılan ekiple birlikte yerinden kıpırdayamayan dostların özlem ve selamlarından da ikinci bir ekip kurarak onları da yanında taşıyor ve yaşanan güzellikleri çoğaltıyor hem de o kalabalıktan keyif çıkarıyor.. Bu sahiden insan hayatınının renkllerine sempatik yaldızlı bir cıvıltı katan başkalık.

    Bir selam iki ağaca kardeş payı paylaştırıldığında memnuniyetle selamı kabullenen ağaçların sakin ve endamlı sallanışlarından çıkan zor duyulan hışırtı uzaklardaki sahibine kadar gelir ve net duyulur. İnanmazsanız deneyin.

    Öyle ilgi çekici olsun diye içine bela konulan şarkıların volümü öyle bir protesto ile kesilir ki, salt kendi kültürüne göre beklediğin müşteriler yokken sana ekmek yedirecek olan insanları böyle kaçırtırsın. Kendi belanla başbaşa kalır, istediğin gibi tepe tepe kullanırdinlersin.

    Sinop deyince akla o ünlü cezaevi ve Sebahattin Ali’nin o ünlü dizeleri gelir akla. Kalenin tarihçesi dört bin yıl öncelere dayandığını bilmiyordum.


    “Şehrin iki tarafı deniz. Bir taraf esen rüzgâra göre sakin olurken, diğer tarafı dalgalı oluyor. Nasıl ki Sinop`ta yaşanan nükleer dalgasına rağmen Türkiye`nin kalanı dalgasızsa; işte öyle.”

    Bu tür dalgalara karşı ne kadarımız hassasız ki?
    DSİ plajını aklımın bir yerine yazdım. Belki bir gün lazım olur. Bir gezide ondört şelalenin sesini duymak bence büyük ayrıcalık ve keyif. Mitolojik anlatımlara bayılıyor insan, Sinope’ninki de öyle. Ben inandım yollarına çıkan su semenderinin Sinope’nin akvaryum hücrelerini temsil ettiğini.

    “Suyun içinde durulur gibi değil. Girdiğiniz anda geri dönmeyi düşünmeye başlıyorsunuz. Suların döküldüğü yere kadar yüzmek, mümkün değil gibi. Oraya kadar gidersem geri dönemeyeceğim hissi yaratacak kadar bir kalp çarpıntısı ve tüm derinizde gittikçe artan bir yanma hissi oluşturuyor suyun soğukluğu. Öte yandan içinden çıktığınız anda, sizi koynuna yeniden davet eden bir cazibe”

    Yukarıda alıntıladığım tatilde insanı en çok mutlandıran suların kimi zaman korkutucu oluşudur. Su güzeldir aynı zamanda tehlikeli.. Derenin İçindeki çakıl taşlarının, ağustos güneşinde nasıl parladığını merak eden insanın gönlünde de güneş doğmuş demektir.

    Nilgün Aras’ın “Ah Yeşil Tırtıl” şiiri öyle güzel bir zamanda akla gelmiş ki, dizeleri mırıldanmadan önceki duyguları yeniden okuyup, daha sonra şiire gidip tamamını yeniden okudum. Canım öyle istedi.../.

    Cevap Yaz
  • Ali Aydoğdu
    Ali Aydoğdu

    .... yazmak için yaşamak tam anlamı ile bu olmalı , herkes görünenin derdinde iken bir ayrıntıcı göz dolaşıyor gördüklerinin üzerinde, kimi umutlu, kimi neşeli , kimi asılmış , kimi düşünceli....

    .....izlemek ve okumak gerek o yüzün gördüklerini ...

    ....... her okuduğum anlatından bir çok şey kazındı aklıma , sanırım bu gözün görebildiği pencerelerin farklılığından kaynaklanıyor ...


    iyi ki varsın ve yazıyorsun !

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (10)

Aynur Uluç