Şiirde Sevisel Yoksunluk Şiiri - Nurten ...

Nurten Aktaş
140

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Şiirde Sevisel Yoksunluk

ŞİİRDE SEVİSEL YOKSUNLUK

Seviyi yitirişteki yoksunluğun şiire yansıyışını düşünüyorum da, bu ağdalı duruşu anlayabiliyor muyum? Sanat eserlerinin yarısı neden zamanın donduğu, evrenin adeta başına çöktüğü o ana kilitlemiştir. Zamanın durduğu o ana saplanmış şiir, görmezden gelinebilir gibi değildir. Öyle ki durumu şiirinizde işlememişseniz, sanki gerçek bir şair değilmişsinizcesine bir beklenti oluşturulduğunu gözlemleyebilirsiniz. Buraya kadar belki kabul edilebilinir bir durum çünkü, şiirde herkes kendinden bir şey arıyor ve yüzyıllardır aşk hemen herkesin içine düştüğü bir durum. Hele birde toplumsal baskı ve töre gibi sosyolojik olgular hat safhadaysa, durum iyice psiko-patolojik bir hal alıyor.

Aşkın bitişindeki devasa yoksunluğun kaynağı, sadece o bireye olan sevi yani, aşık olunana yoksunluk değil de; aynı zamanda duyguların tadılarak öğrenilmişliğinden gelen ve yerine başka bir şey koyamamaktan kaynaklı boşluğa düşüş olduğunu düşünüyorum. O nasıl bir yoksunluktur ki, hayatımız bir daha asla eskisi gibi olamıyor? Dahası neden bu yaşanmışlık bir kazanım değil de kayıp olarak değerlendiriliyor? Her aşktaki yıkıcığın üstüne düşülürde, yapıcı kazanımları hayatın diğer alanlarında olduğu gibi, daima görmezden gelinir. Bitmiş hatta bir daha aynı yaşanamayacakta olsa, bu bir yaşanmışlık değer, yani olgunlaşmanın deneyimidir. Hayatımızda acının erdemini bilerek, ama acıya tapmadan devam edebilmenin bilgeliğine ermek gerektiğini savunuyorum. Nazım’ın de dediği gibi: tahir olmakta ayıp değil/ Zühre olmakta ayıp değil/ bütün iş tahirle Zühre olabilmekte/ yani yürekte/ yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı… Kabaca şiir yaşanmışlığımızın yansıması ise, hayatta bir denge ve bu denge nerede? Duygulanımlarımız ne kadar doruktaysa, (yoksunluk) düşüşte o derecede sert oluyor denilebilir mi?

Tabi bir diğer taraftan da olguyu gerçekte olduğundan daha bir ilahileştirerek (kişiye, aşka) ulaşılmaz kıldığımızda ortada. Zaten öyle olmasaydı ilk aşklar, sonrakilere göre eş düzeyde unutulabilinir olurdu ki, bunu da iki faktöre bağlamak mümkün: birincisi ilk olan bilinmeyendir, daha bir büyülü ve derindir. İkincisi, ilahi kılınarak, hem bu sonsuzlaştırılan hayalden ve acıya dönüşmesinden mazoşist bir haz alınır, hem de böylece ulaşılabilinir olanın büyüsü bozulabileceğinden, ilahi ulaşılamamazlıkla güdüsel olarak bu tılsımı da korumuş oluruz. Bu bir kaçıştır ve cinselliği tabulaştıran sosyal yapılarda daha da yaygındır!

Nedeni ve çözümlemesi her ne olursa olsun sevisel yoksunluğun, günümüz tabiriyle reyting için sömürülerek içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Öyle ki bir şair düşünün, şiirlerinde % 95’ varan oranda aşk ve açılımlarını işlemiş,
dahası bir noktadan sonra açıkça tekrara düşmesine rağmen ısrarla da devam etmiş. Hayat yalnızca karşı cinse olan aşkmışçasına hiç yaşantısının diğer yanlarını yansıtmamış. Bunu genelleştirmek ve şiir nereye gidiyor demek, gerçekçi bir yaklaşımdır: bu şiirlerin nasıl bir geleceği olabilir?
Okunma kaygısıyla yazılan ardışık şiirler gerçekten hissedilerek yazılmış olunabilinir mi? Zoraki şiir kendini itki olarak gösterir ki, aşk öncelikle hissediştir. Dengeyi koruyarak, şiiri yozlaştırmadan geliştirebilirsek, şiirimizin önünü de açmış oluruz.

Diğer yandan böylesine güçlü sosyolojik bir olgu hemen nerdeyse tümümüzü esareti altına alabiliyor. Bu bir başkaldırı (şiir aynı zamanda asi yanımızdır da) şekli desek o da değil, ki şiirimizin birincil eksikliği: hayatı sorgulayan ve düşüncesini yansıtan şiirlerdir. Buna yönelik eleştirel bir tutum çok nadiren işlenmiş. Bireyler bir şekilde sevmiş ve çoğunlukla, ya ilişkilerinde bitişin yoksunluğunu yaşamış, yada aradığını bulamamanın ezikliğini yaşamışlar. Platonikler, karşılık alamayanlar ve açılımlarıysa apayrı birer vaka.

Gerçekteyse nedeni her ne olursa olsun, yalnızca sevgi değil, sevi de hayatın gerekliliği ve yaşamının bir noktasında; birer sevgi dilencisi olduğumuzu fark edebiliyoruz. Eğer öyle olmasaydı yüreğimi yokladığımda, bu ahkam kestiğim sürece dahil olmasam da aynı yoksunluğu yaşamazdım! Evet ahkam kesiyorum, çünkü birinin ardından bu denli dibe vurmak, bana dışardan bakınca ne istediğini bilmemek, arabesk gibi geliyor. Bu noktaya saplanıp kalmış olmayı, tek acısı aşk olup da gerçek acı nedir asla tanımamış olmaya bağlıyorum. Gerçekte hiçbir şey, ne kabullenemeyecek kadar acı, ne de (ölüm dahil) vazgeçilmez değildir. Yaşanmışlığımıza daima tek pencereden bakarak, diğer pencerelerden bakabilecek persfektifimizi geliştirememişsek, hayatta bizi biz yapan tavır, duruş ve düşüncelerimiz yoksa, entelektüel kültür ve duygulanımlarımızın ardında duramıyorsak, pasifsek, gözlemlerimizden içselleştirerek çıkarabileceğimiz deneyimlerimizi de edinememiş ve daima sızlanıyorsak bu varoluşumuza hakarettir. Dahası bir sanatçı olarak ulusumuzun politikasında ve geleceğinde söylem geliştirememişsek; yoksa söyleyecek sözümüz, eh birilerinin bizim yerimize söylemesine seste çıkaramıyorsak, söz eylem değilse neye yararın bilincinde olan aydınlar olarak eylemlerimizle sözlerimizin yanında olabilmeyi kültürleştirememişsek, birey değil sürüysek, evrensel varlığımıza ihanet ediyoruzdur. Bilgi, birikim ve bilinçle yalnız kendimize değil topluma karşı sorumluluğumuzun farkında değilsek yada farkındaysak da bu değeri toplumumuza geri farkındalık olarak aşılayamıyorsak, cağcıl ve ilerici olamıyarak varoluşumuzda gerici bir yozlaşmaya çanak tutarak, bindiğimiz dalı kesiyorsak, değil sanatçı insan olmayı reddediyoruzdur. Böyle oluca da ne insanca ikili ilişki, nede sağlıklı diyaloktan bahsede biliyoruz.

İşte çarpıcı netlikte bir örnek, çoğaltabilirimde ama tepki çekebileceğinden bunu yeterli buluyorum. Aşağıdaki şiirde de gözlemlediğimiz, beklemek ve belirsizlik ruhsal açıdan ölgünleştirici bir durumdur. Bu durumu inatla devam ettirmek istemi ise, hayattan elini eteğini çekişe giden hastalıklı bir takıntıyı sürmek, yani yozlaşmadır. Bir de bu durumun yüzlerce açılımını düşünün: Kültürleşirse –ki öylede gözüküyor, insanlarımı gütmek daha da kolaylaşır. Burada Ahmet Ümit’in “aşk köpekliktir” kitabına çağrışımda bulunmak istiyorum:

Şimdi desem ki bahar
Şimdi desen ki yol var
Beklemek bir köpek gibi yapışsa da paçalarıma,
Sevgilim../...ikimize yetecek kadar sabrım var

Pelin Onay

Ve buna doğaçlayarak cevap verecek olursam:

Varoluş dediğin nedir ki
Varoluş aşk, aşksa köpekliktir
İnsan aslında kendi şulesine aşıktır
Hayatı bunca vazgeçilmez kılan tutku
Büyülü sahiplenme, yakıcı yıkıcılık
Yegane engel hayatı paylaşılmaya …

Geçmişten bu güne şiir edebiyatımızda aşk bir tutkudur ve bunun binlerce şekli var. Birincisi yar aşkıdır, bu aşkın en güdüsel halidir. Zaman içinde evrimleşerek olgunlaşır ve ser aşkına dönüşür. Ser aşkı kendinden geçmek, içtenliktir. O da dönüşerek memleket aşkı, doğa aşkı, insan sevgisi gibi formlara dönüşür. Aşıkta eleştirel bir bakış açısı vardır, kötüyü yerer, iyinin ve erdemlinin yanındadır. Tavrı ve duruşu ulusunu ileri taşıyan fikir ve bilimden yanadır ve bunu savunmaktan asla çekinmez: içeriğinde felsefeyle beslenen fikir barındırır, çağında söylenmeye cesaret edilemeyenleri söyler. Gerçek aşıkta güzele ve doğruya adanmışlık vardır. Bu adanmışlıktır ki aşkın ta kendisidir. Şair bu pervasız ve gözü pek aşkla kavrularak gerçeğe ermenin olgunluğuna erişir. Bu süreç uzun ve acı deneyimler toplamının damıtılmışlığına denk düşer ki, aşkın şarabıyla böyle demlenilir. Öyle ki iş aşığın maşuğa dönüşebilirliğine geldip dayanır, orda durup düşünmek gerekir.

Yöntemi açık: zaman, mekan, neden, izler..vb yeryüzündeki her şeyden kendini azade kılmak, maşuğun içinde aşığın erimesi (fenâ olması) ve alçalmayı göze almasıyla. Peki İlahi hakikatin kesin bilgisi nasıl elde edilecektir. Bilmek isteyen aşık, aşık olan maşuktur.

Batı epistemolojisi düalizme dayanır. Yani, özne-nesne karşıtlığı ve birliğine. Oysa doğu metafiziği non-düalist tek özneli bir tasavvurun ürünüdür. Ontoloji, kozmoloji ve epistemoloji bir ve aynı şey olduğu gibi, özne-nesne ayrımı yoktur. Bu öğretide arı ve bal aynı şeydir.

‘Bal yapmak isteyen arı
her çiçekten alır balı
çiçeklerde bal bulunmaz
bal olan arıdır arı’

İlahi tevhid fikrinin doğal sonucudur bu. Arı ve bal birbirinin aşığıdır. Bir ve tek aynılıktır söz konusu olan. Hallac bu nedenle “tek suçum BİRİN TEK OLDUĞUNU izhar etmektir” diyor.

Yine Mevlana’nın DUDU menkıbesi hakikati kavramak için ten kafesinin yırtmayı, yani özgür olmayı şart kılar. Aşk insanı özgür kılar, özgürlük hakikatin bilgisine ulaştırır. Bilgi lanetlenir. Aydının da bilgi sahibi olarak derisi yüzülür. (Buna göre ülkede Aydın ilinden başka aydın var mıdır, bilinmez.)

Modern dünyamızda ise çok bilinmeyenli yaşam denkleminin bir piyonu olarak yaşayan bizler için aşk nedir acaba. Neresindeyiz bu denklemin.

Tüm bu fırtınalar arasında kim bizi çırılçıplak yalnız bıraktı da etin lezzetine indirgendi yaşam ve aşk.

Tüm değerler kirlenmekteydi
Birinciliği aşka verdiler.
Tüm yüzlerin maske
Maskelerin yüz olduğu
Alçaklığın evrensel çağında
Kimin yüzüne bakıp
Canınızı zülfün teline bağlayabilirsiniz.

Özdemir Erdoğan

Günümüzdeyse popüler kültür sonunda yalnız kendimizi değil, toplumu da tüketmeye çoktan başladı. Çarpık ilişkiler, çıkar güden kendine yontmalar, önyargıyı besleyen güvensizlik. Aslında değil karşımızdakini sevmek, empati yapamayan kişilerin egosunu soyunup kendilerini sevebildiklerinden de kuşkuluyum. Paylaşmayı unutan bir toplumda sevgiden bahsedilinebilinir mi tartışılır?

Hayat diye sürülen, hastalıklı kalabalık yalnızlıklar. Ne istediğini kestirememe, sürekli bir açlık. Çarpık kent ilişkileri, yan komşunuzla kapı önünde karşılaşıp da bir günaydını esirgeme, örneğin patronunuza gösterdiğiniz sabırı, annenize, sevgilinize hatta çocuğunuza çok görmek. Bir nevi içine çekilme durumunu bireyselleşme sanma, dışında kalanlara karşı umarsızlık. Hep bir şikayet, ama buna karşın neden sonuç ilişkisi çerçevesinde analitik düşünme ve çözüm üretme şöyle dursun, çözümsüzlüğün nedenlerini karşısındakine yüklemek. Bu çözümü, diğerlerinin davranışlarını kendine karşı, kasıt olarak yargılayıp düzeltmelerinin beklentisinde aramak: bir tür burnundan kıl aldırmama durumu. Üstüne düşeni yapmama, eli kolu bağlı bekleme, çaresizlik. Karşısındakine ulaşma çabası olmaksızın, iletişimsizlikten dem vurmak. Bitmeyen yoksunluk. Bir tür değer üretememe, tükenmişlik: yüzsüzce tutunamayanları oynama durumu, umarsızlıkla gelen boş vermişlik. Önce koy vermişlik ve ardından gelen sızlanma, ötekileşmeyle gelen ötekileştirme, hep bir cennet düşlemek ama öteki dünyada, geberesiye yoksunluk. Hatta cennet vadiyle uyumak. Yaşadığı gerçekliği yalan dünya ilan ederek, umutsuzluğu yücelterek kabullenmek. Geleceğimizin iplerini birilerinin eline bırakabilmek, düşünmeden ve sorgulamadan, sonrada bu sızlanmayı sanat kılmak. Yetmedi akımlar yaratarak önce modalaştırmak, ardından da yozlaşmanın kültürünü yaratmak.

Duruşu ve tavrı olan hümanist insana sesleniyorum, neden ha bire hayatın içini boşaltıyoruz, kim için, ne için? Şiir söyleyecek sözü olmaktır, bu da başkaldırının ifadesidir. Sadece duygulanımların dışa vurumu ne kadar insanidir.

Önemli olan ardımızda değerler bırakarak geleceği şekillendiriyor olabilmemizdir, ki bu bizim gerçek birer sanatçı olduğumuzun öncüsüdür.

ŞUBAT 2008

NURTEN AKTAŞ

Nurten Aktaş
Kayıt Tarihi : 19.2.2008 14:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Nurten Aktas
    Nurten Aktas

    Kimseye anlatamıyorum ki aşkin mertebeleri olduğunu ve dostluğunda aşkın bir çeşiti olduğunu. Zaten Şems’le Mevlana’nın aşkını kaç kişi anlamışki…

    Cevap Yaz
  • İbrahim Çelikli
    İbrahim Çelikli

    bu güzel yaklaşımlara katılmamak mümkün mü

    Sayın Aktaş; bu güne kadar görüp şikayet ettiğimiz konuların da fevkinde her cepheden tesbitlerde bulunmuş..

    dünkü çocuk diyecekyim
    ne bilir bu konularda
    hiç değilse antoloji,
    hiç değilse yetkili şairlere okutmalı, okunduğundan emin olmak için imtihan etmeli, türkçenin kullanımından, şiirden amacın ne olduğuna,
    gündelik cinsel ihtiyaçlardan ya da bu açlığın karşılanamayışından doğan sözde ŞİİRin sanat ve edebiyat açısından, okuyucu tatmini ile (ya da)toplumsal sıkıntı veren boyutlardaki 'ben'cilliğimiz alt edebilelim

    herkes sormalı ne için
    ya da bakmalıyız neden mali (erbil)
    kalite üretilememekte midir,
    tercih edlmemekte midir

    edilmeyişin altında......................
    milletçe bunun altından kalkmak istiyor muyuz
    becerebilirmiyiz

    ya da bu yazılar neden okunmaz
    ben sağlıklı okudum mu

    bazı cümlelerin altını çizsem de, tekrar etsem de hayır..

    Sevgili Nurten
    bu yazının yazılmış olması değil, okunması, daha kolay olsun için seslendirilmesi-dinlendirimesi gerek
    sanırım bu sizin borcunuz

    Allaha emanet ol
    başarı sıhhat mutluluklar sizinle olsun
    siz tüm güzelliklerde ...

    Cevap Yaz
  • Salim Çalık
    Salim Çalık

    Sanırım tüm ilişkilerimizi ve yaşama bakışımızı sahip olmak üzerine kuruyoruz. Ne sevilenin özne oluşunun yaratacağı doğal sonuçları, ne de yaşamın bizim dışımızda gelişen olaylarına karşı hazırlıksızız. Sahip olma üzerine kurulu yaklaşım ve beklentiler sevdaya ve sevgiliye bakışımızdan olayları değerlendirmemize kadar birçok yaklaşımımızda gerçeklikten kopmamıza neden oluyor. Bu yüzden yitirmek, ayrılmak gibi olaylardan deneyim edinmek yerine yıkılıp, küçülüyoruz.

    Bu durum bizim gerçeklikten kopuk olduğumuzu gösteriyor sanırım. İlk olanın unutulmayışının nedenlerinden biri doğallık ve hesapsız kitapsı bir ilişki olmasıdır sanırım. Sevdaya ilişkin davranış ve düşünceler de öğreniliyor (belki de taklit ediliyor). Dolayısıyla toplum bize bir sevda modeli gösteriyor ya da biz izleyerek kendimize uygun bulduğumuz modeli seçiyoruz. Bunun dışına çıkmak, öğretilenlerin veya seçilen davranışların dışında durumlarla karşılaşmak başarısızlık gibi de algılanıyor olabilir. Bu nedenle sevdamızı, sevimizi kutsallaştırıyoruz belki de. Fakat bunun koruma olduğunu söylemek zor. Daha çok dışa dönük bir gösteri gibi geliyor bana. Daha çok sahiplenme… tam da yazıda belirtildiği gibi “ilahileştirerek, ulaşılmaz” lık katarak tapınma durumu.

    Sevinin tutsağı olmuşçasına sevda şiirleri yazan ve yaşamın gerçekliğini sevi üzerinden “yaşayan” kişi aynı zamanda toplumsallığını da yitirmiş oluyor. bu yaşamın nesnelliğinden kaçışın, (bilinçli-bilinçsiz) postmodern bir yaşamın yansımasıdır. Yalnızca seviye, sevgiliye ilişkin şiirler özünde sevdanın yaşanılabilirliğini de etkileyen tüm sorunları unutmaya, görmemeye çalışarak seviye-sevgiliye kaçış. Belki bir sığınma, çaresizliğin başka bir yansıması… bu şiirlerin geleceği yok. Sanat özü gereği toplumsal nitelikler taşır. Aynı şiiri değişik dize-sözcük kurgularıyla yeniden yeniden yazmak sanatın değiştirici, dönüştürücü yanına, muhalif tutumuna aykırıdır. Sanat devrimcidir. Sevi ve sevgili şiirlerini döndürüp döndürüp yazmaz ise muhafazakarlık (tutuculuktur). Bu bence sanat değildir. (belki bir sevda güncesi?)

    En sıradan durumda bile sanatçı sevgilisini olduğu kadar sevgilisiyle yaşayacağı toplumu ve çevreyi de düşünmek, ileriye taşımak, eleştirel yaklaşım ve söylemleriyle değiştirip-dönüştürüp yaşanılabilir kılmaya çalışmak zorundadır. Bunu düşünmeyen birisine sanatçı demek onurlandırmak olur. Sanatçı sıradan insanlardan farklı olarak; sahip olduğu duyarlılık ve yeteneklerinin sonucu olarak, söylenip-eylenemeyenleri söyleyip-eylediği için sanatçıdır.
    Kaldı ki, bir kişinin (karşı cinsin) varlığı çevresinde yazıp diğer insanları, toplumu, dünyayı görmemek sevi değil tapınmak olur. Bu ise tamamıyla bencil bir durumdur. Yazılan-yapılan sanat, bunları yapanlar da sanatçı değildir.
    Yazıda da belirtildiği üzere popüler kültür yalnızca alılmayıcıları (okur-izleyici-dinleyici) değil sanatçıları da içine çekerek tüketmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra sanat alımlayıcısı sanat yapıtını tüketim nesnesi olarak görmeye, sanatçı ise sanat yapıtı değil tüketim malı yaratmaya başlar. Bu ise başta sanatçının, genelde ise insanın kültürel-sosyal-ideolojik-bireysel yalnızlığının başlangıcıdır. Son yıllarda sevi, sevgili şiirlerinin, tv. dizilerinin döne döne yinelenmesi bu yalnızlığın dışa vurduğu noktadır diye düşünüyorum.
    Sanatçı, sanata karşı saygısı ve sorumluluğu olan herkesin popüler kültür diye sunulan (üretim-tüketim nesnesi olma) duruma karşı direnmesi gerekmektedir. Her insandan beklediğimiz toplumsal duyarlılığı ve yaşamın gerçeklerine kayıtsız kalmamayı en fazla da sanatçılardan beklemek gibi bir hakkımız, sanatçıların ise böyle bir sorumluluğu vardır.

    paylaşımınız ve sanat-sanatçı üzerine yeniden düşünmemizi sağladığınız sağ olun.
    dostlukla

    Cevap Yaz
  • Necdet Arslan
    Necdet Arslan

    Şairin görevi ve şiirin işlevi sorunsalları yüzyıllardır sorgulanıyor.Günümüzde de bu sorgulayış sürüyor.
    1940'lı yıllarda başlayan değişim/başkalaşım hareketleri her alanda olduğu gibi sanatta da edebiyatta da,şiirde de etkili oldu.Ulusallaşma uğraşlarının,devrimlerin,toplumsal kimlik kazanımlarının belki de bir yansımasıydı bu yeni dönem.Ülkedeki değerlerin değişmeye başlaması şiirde de bir değişimin önünü açtı.Yeni dönemede şiir bir başka başat özelliği üstlenerek ,gelenekselleşmiş konulamaların dışına çıkmayı yeğledi.Özgürlük ortamının koşullarından nefeslenen Türk Şiiri ayrık görüşleri konularına katmaya bu süreçle başladı.Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir yapılanmaya kalkışan ülkemizde savaşın yıkımları diğer yazınsal yapıtlara taşındığı gibi elbette şiire de alınacaktı.Acılar,barışa duyulan özlem,Aydınlanma Devriminin kamcıladığı ümitler...gibi toplumsal olgular şiirimizde derinliğine işlendi.
    1950'li yıllarda başlayan geriye dönüş/karşıdevrim süreci diğer alanlarda olduğu gibi şiiri de etkisi altına aldı.Siyasi iktidarın faşist baskılarına karşı direnen toplumcu şiirimiz,1980 darbesine değin hem kendini hem de toplumu ayakta tutmak için elinden geleni yaptı.Şiirimizde asıl kırılma 1980 Askeri Darbesiyle başladı.Salt aydın,yurtsever,toplumcu ,yenilikçi,özgürlükçü oldukları için işkenceden geçirilen binlerce sanatçımızın ümitleriyle beraber heyecanları da kalemleri de kırıldı.Özal'la başlayan yeni dönemde apolitik bir toplumsal dokuyu kabullenir olduk.Özellikle Soveyetler Birliği'nin parçalanmasıyla başlayan tek kutupluluğa yöneliş,neo-liberal transformasyonlar,AB yapılanmaları..gibi Dünya gündemine giren yeni argümanlar tüm üçüncü dünya ülkeleirnde olduğu gibi Türkiye'mizde de köklü etkiler yarattı ve sarsıntı bugün daha da derinden etkiliyor.
    Dünyadaki bu değişim Türkiye'nin üzerine biçilen yeni rollerden dolayı bambaşka bir realiteyi de devreye soktu.Büyük Otadoğu Projesi'nin kıskacında olan Türkiye'de özellikle 1980 Darbesiyle başlayan eğitim politikaları meyvelerini vermeye başladı.Epeyce yol alındı.Bugün ise gelinen yer bellidir.
    Cumhuriyet'in 85.yaşını idrak eden Türkiye,Nazım konusu çözememiştir.Ders kitaplarına Ahmet ARİF'i alamamıştır.Darbeler döneminin işkencecilerinden hesap sorulamaştır.Siyaset/ticaret ağının yayılmacı gelişimine göz yumulmaktadır.İktidarı tekelci burjuvazi belirlemektedir.Halk,kendisini yönetecek kadroları ''mistik''değer yargılarına bağlı kalmak adına sandıktan çıkarmaktadır.
    Tüm bu koşullar,güdülenmeler doğal ki şiirimizi de vuracaktır.Topluma yönelik gözlemlerden neyi görebiliyorsak şiirde de aynısını görmemiz kaçınılmaz olacaktır.
    Konu çok geniş ve değişik boyutlarla değerlendirmeyi gerekli kıldığı için ve bu dar alanda tam olarak tartışılması olanaksız olduğu için sözü noktalarken Sayın AKTAŞ' ın makalesinde ileri sürdüğü sav'ları desteklediğimi belirtmeliyim.

    Cevap Yaz
  • Bilal Esen
    Bilal Esen

    SEVGİLİ NURTEN HANIMEFENDİ, BU ÇOK DEĞERLİ, AYDINLATICI, KÜLTÜREL VE EDEBİ YAZINIZI ZEVKLE OKUDUM. BU KADAR GÜÇLÜ BİR KALEMİNİZ OLDUĞUNU BİLMİYORDUM DOĞRUSU.
    GRUBUMDAN SESİZ SEDASIZ GİTTİĞİNİZ İÇİN SİZE KARŞI OLAN KIRGINLIĞIMI BİLE UNUTTURDU BU YAZINIZ, PAYLAŞIMINIZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM. BİLAL ESEN.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (14)

Nurten Aktaş