Sigarayı Tersten İçen Yazar Ve Gölgesizl ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Sigarayı Tersten İçen Yazar Ve Gölgesizler...

Derin bir uğultuyla, gölgeli yüzlere yansıyan mor ışığın birbirine karıştığı kalabalık ve loş bir mekânda, arkadaşımla sohbet ederken çocuksu bir merakla onu da izliyordum. Yazarların ‘yazma hallerinden’ ziyade insanlarla biraradayken hayata nasıl dokundukları hatta nasıl ‘dokunamadıkları’ ilgimi çekiyor nedense. Genellemek doğru değil belki ama malzemesi ağırlıkla ‘insan’ olan bu tuhaf ırk, insanlarla biraraya geldiğinde kayboluyor. Evet, bence doğru sözcük bu, ‘kayboluyorlar’. Üstelik hepsi başka kimliklere bürünerek ve çok farklı biçimlerde...

Onu uzaktan bana ait olmayan yabancı bir bakışla izlerken zihnimde buna benzer fikirler dolaşıyordu işte. Ahmet’e dedim ki, “Baksana ne hoş görünüyor. Sigarayı tersinden yaktı, öyle kendi isli yalnızlığını dinleyip dumanları içine çekiyor”. Arkadaşım iyi kalpli olduğu için hemen yanına koştu ve onu nazikçe uyardı. Doğrusu ben acımasız bir bencillikle, romanlarını sevdiğim bir yazarın sahici, kabuklu görüntüsünü bir süre daha gizlice izlemeyi tercih ederdim. Ahmet, o muhteşem anı bozdu diye üzüldüm biraz. Ama bir defa görmüştüm işte. Onun hafızamda hep o görüntüyle kalacağını bilmenin hazzı bana yetti. Bahsettiğim yazar Hasan Ali Toptaş.

SÖZCÜKLERDEN HAYAT YAPANLAR

Romanlarını okuyanlar bilir. O bu coğrafyanın en özel ve yankılı seslerinden birisi. ‘Ses’ demem boşuna değil. Onun romanlarını okumak, birbirine uyumlu sözcükler arasında uysal bir atla gezintiye çıkmak gibidir. O şıkırtılı cümlelerin arasında tıkır tıkır ilerlersiniz. Hayat hikâyelerinden kitap yapanların tersine, kendine has ritmi olan cümlelerin melodik buluşmasından hiç görmediğiniz, bilmediğiniz, tanımadığınız bambaşka ‘hayatlar’ yaratır. Hikâyeleri, her zaman dili kadar masum değil elbette, okurun canını fena halde yakıyor çoğu zaman. Şiirini, taşranın yaralı bir hayvan gibi inleyen ruhundan sökmesini, o yabani kıpırtıyı büyülü imgelerle zenginleştiren edebiyatının tınısını seviyorum ben.

O okuru şaşırtmayı, zorlamayı seviyor sanırım. Üstelik bunu ‘bilmemenin’ rahatlığıyla yapıyor. Birara “Gölgesizler, tasavvuftan beslenen bir fikirle mi doğdu” diye sordum. “Hayır, zaten ben çok farkında değilim yazarken. Benzer yorumları diğer kitaplarım için de yapıyorlar ama ben bilmem. Bilmemeyi de ayrıca çok önemsiyorum. Bilerek yaşamak, yazmak çok fena bir şey” dedi. “Tam hayal ettiğim gibi bir hayalet” dedim onun duymadığı hınzır sesimle...

ZAMAN ÇOK HIZLI AKIYOR

Gölgesizler’i onunla birlikte aynı salonda izlerken romanında anlattığı kayıp insanları, büyük perdede görünce ne hissettiğini merak ediyordum. Ne de olsa o acayip, tekinsiz karakterleri bize o hediye etmişti. Bir de yapımcı Hakan Karahan’la birlikte filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Ümit Ünal’ın böylesine zamansız, gerçeküstü bir hikâyenin filmini yapmaya nasıl cesaret ettiklerini anlamaya çalışıyordum. Filmle roman arasında gezindiğim o telaşlı yolculukta, böyle kışkırtıcı, farklı bir anlatımın bile tek başına seyircinin ilgisini fazlasıyla hak ettiğini düşündüm doğrusu.

Malum, edebiyattan uyarlanan film meselesi her zaman farklı yönleriyle tartışmaya açıktır. Çıkışta oyunculardan birisi, yazara “Sizin radikal hayranlarınız var, filme kızacaklar mı acaba, ne dersiniz” dedi. Duymamış gibi davrandı sanki. Ben “filmi nasıl buldunuz” diye sordum. “Romanlardaki gibi değil, zaman çok hızlı akıyor filmlerde” dedi, gülümseyerek. Yazıyla kuruduğu karmaşık ilişkide, zamanı didiklemekten, durdurmaktan, tersine çevirmekten hoşlanan, hayatın çemberini sözcüklerle esnetebilen bir yazar için ne zarif bir cevap! Bir kaç gün evvel okuduğum röportajlardan birinde, roman sanatıyla haşir neşir olmanın şehvetini yaşadığı o ‘ilk anı’ tarif ettiği cümleyi hatırladım yüzüne bakarken: “Baş dönmesi gibi, uçmak gibi, gövdenin sınırlarından çıkıp zamanın dışında bir yerde her şeyi içeren hiçbir şey kılığında gezinmek gibi bir şeydi o an” diyordu. Elbette o karanlık salonda onun ‘zamanı’ bizimkinden farklı bir yöne ve muhtemelen daha yavaş akıyordu. Zaten kısa bir süre sonra, kendi zamanının ruhuna uygun bir biçimde, “Benim şehrime, evime dönmem lazım. Yeni romanımı yazıyorum. Yazarken bir iki günlük ayrılık bana bir iki yıl gibi geliyor” diyerek uzaklaştı dünyamızdan. Yazamadıklarında ‘huysuz’ çocuklar gibi söylenen yazarları neden sevimli bulduğumu düşünüyordum o sırada. Hakikaten bir an evvel kendisini hapsettiği yalnızlığına kavuşup yazmaya başlasın istedim.

KADININ GÖZÜNDEKİ BOŞLUK

O uğultulu kalabalığın arasından usulca süzüldükten sonra, yıllar evvel kaybedip o gece yeniden bulduğum birisiyle sohbet ettim. Ona Bresson’un bir filmini almıştım vaktiyle, henüz biz çok gençken. Kaybetmiş. Nasıl kaybettiğini bana söylemedi ama sanırım bilerek kaybetmiş, bakışlarındaki boşluktan, aramızda çıtırdayan sessizlikten anladım. O benim bakışlarımdaki boşluğu gördü mü bilmiyorum. Yazar, Gölgesizler’de, buna benzer çatlak anları, okudukça içimizde uçurum gibi koyulaşan cümleleriyle anlatıyordu: “Bu sırada muhtar kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk görmüştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık anımsamıştı bu bakışları; her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği bir boşluk bulunduğuna inanmıştı.”

Gece eve dönüş yolunda, hayatın boşluklarını düşünerek ‘kar tanelerinin kavak tüyleri’ gibi uçuştuğu ıssız sokaklarda yürürken, filmde ‘kaaar nedeeen yağar, kaaar’ diye bağıran Cennet’in oğlunu hatırladım. Biz bir gün olmayacaktık ama o kendisini okuyan, izleyen seyircinin zihninde hep yaşayacaktı. Mektuplarını, bedeni olmayan birine yazan bir ‘deliyi’ yaratan ‘Tanrı/Yazar’ Hasan Ali, bir insanın yok oluşunu, kendisini de bildiğimiz zamanın dışına savurarak yazmıştı: “Herhalde kendi varlığına karışarak yok olmak en akıllıca yöntemdi. Belki de bu yüzden delirmişti Cennet’in oğlu; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti.” Yazarların aslında böyle ‘deliler’ olduğunu düşününce benim de üzerime lüzumundan fazla bilmenin, ‘akıllı olmanın’ yorgunluğu çöküverdi.

BAŞKALARININ AYNASINDA GÖRDÜM KENDİMİ

Zor olan büsbütün kaybolamamaktı galiba. Ayak seslerimin tıkırtısını dinlerken hâlâ filmdeki insanların zihinlerinde dolaşıyordum. Ayrı ayrı yerlerde birbirlerinden habersiz binlerce duruşu tekrarlayan insanlara kafasını takan berberin sıkıntılı ‘suskunluğunu’ sezdim. İçine bir dolu insan sığdıran köyün bekçisi kadar genişleyebileyim istedim. Bir süre romandaki yazar gibi başkalarının aynasında gördüm kendimi. Kocası kaybolunca, havadaki kuşlarla, kırdaki otlarla, seke seke dolaşan kuzularla, dağlarla konuştuğu için Tanrı’nın anılarından silineceğine inanan kadının korkusuna benzer bir hisle ürperdim ansızın.

“Ya Tanrı bizi de hafızasından silerse” dedim kendi kendime. Sonra, daha biraz evvel filmin müziğini yapan kırmızı saçlı, güzel kadınla konuştuklarımızı hatırladım. Biz de muhtar gibi her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyorduk aslında.

Yürürken durup soğuk, ıslak camlara yansıyan görüntüme baktım. Gecenin karanlığında kaybolmuş gibiydim. Ama o tanıdık melodi aklımın güvenli bir yerine tutunmuştu: “Az mıyım, çok muyum, var mıyım yok muyum; ben neyim. Masal mıyım, gerçek miyim” diye mırıldanıyordu Candan. Tam o sırada bir fısıltı daha işitir gibi oldum: “Demek insan ne yapsa, bir oyunun içinde” diyordu yazar.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan