Seyfeddin Şiiri - Tacettin Karagöz

Tacettin Karagöz
55

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Seyfeddin

SEYFEDİN

Batan günün hüznü çökmüştü gever dağlarının eteklerine. Gün bitiminde o da herkes gibi evine dönmek zorundaydı.
80 darbesi daha bir kaç ay önce olmuştu. Halk pek yabancı olmadığı bu rejime hemen hemen hiç karşı çıkmamış, referandumla başka seçeneği olmadığından yüzde seksen beşlik bir çoğunlukla desteklemek zorunda kalmıştı. Tüm ülkede olağan durum sağlanmıştı ve olağan üstü durum iki bölge dışında tüm ülkede kaldırılmıştı.
Bu iki bölgede yaşayan halk her zaman olduğu gibi olağan durumdan yararlandırılmamıştı; bu insanlar tüm dışlama ve ezilmeye rağmen kopmak istemiyordu topraklarından. İstemleri ise tüm dünyadaki insanların istemleriyle aynıydı. İnsan gibi yaşamak.
Sistem bunların isteklerini çok görüyordu, çünkü ancak insan olan, insan haklarından yararlanabilirdi, bu iki bölgenin insanları ise bu sistem tarafından insan bile sayılmıyordu. Olağan üstü hal bu bölgelerde yaşayan insanların tüm sosyal haklarını kısıtlamıştı. Günü bile üç zaman dilimine bölmüştü. Burada yaşayanlar sadece günün bir bölümünü dışarıda geçirebilirlerdi. Gerisi ise ev hapsi.
Seyfi’de bu bölgede yaşayan, ticaretle uğraşan hatırı sayılır bir ailenin büyük, tüccar oğluydu. Sabah uykudan uyandığında kan ter içinde kalmıştı. Yokladı kendisini ve bin kere şükür dedi. İyi ki rüyaymış. Neyse kalkıp kahvaltımı yapıp tüccar arkadaşların uğradığı kahveye ineyim, bakalım rabbim neyler, neylerse güzel eyler.
Şehre indiğinde şehir her zamanki görüntüsünü yitirmişti, sessizlik ve tedirginlik hâkimdi. Boş ver karamsar düşünceler tek benimi bulur bu dünyada. Bir tüccar kahvesine uğrayayım biraz domino oynar hem bir çayda yudumlarım. Kahveden içeri girip selamladı oturanları, kimisi aldı selamını kimisi ise masalara sanki gömülmüş, fark etmediler selamını bile.
Garson bir çay ver diye seslendi Seyfi, çayını mistik bir edayla içerken, bilge bir tavırla da yan masadaki sohbete kulak kabarttı. Söylenenleri çözmeye çalıştı nafile, kesik kesik dar anlamlı cümlelerden hiçbir mana çıkaramıyordu. Ne oldu diye sordu kendi kendisine, o her zamanki havadan bugün eser yok, yok sormalıyım bir şeyler var bu şehirde, öğrenmeliyim.
Sordu yan masada oturan birine, hayırdır bir şeyler anlatıyorsun da ben hiçbir şey anlamadım, ne olmuş neden herkes bu kadar tedirgin. Adam - Dün akşam şehrin postanesine bir afiş asılmış ve “sen ölmedin yaşıyorsun, intikamını alacağız” yazılı pankartın failleri şehrin her tarafında aranıyor.
Adamın anlattıklarından Seyfi iki üç yıl öncesine gitmişti. Yinemi Sağ – Sol davası... Yine birilerinin canı yanacak... Aman bana ne... Neyse hava kararmadan eve döneyim. Çünkü akşamları gizemlere gebe neler olur belli olmaz..
Güvenlik güçleri faili arıyordu, halktan da bulunmalarını istiyordu. Şehirdeki herkes bir diğerinin gözünde fail idi, herkes bir diğerinden şüpheleniyordu. Seyfi de herkes gibi kendince faili aramaya koyulmuştu.
Bunu yapan kesin Ahmet’ in O öğrenci oğludur. Yok, yok O da beş altı aydır şehir dışında peki kim, aman tasası bana mı kaldı. Devleti ben mi kurtaracağım. Şehrin havasında aniden bir değişim olmuş, karanlıkta büs bütün geceyi kendisine benzetmişti, ürkmüştü Seyfi, bu korku ve karamsarlık onu suskunlaştırmıştı. O gün olanlardan evdeki hiç kimseye söz etmedi. Yemeğini yedikten sonra çekildi köşesine ve kara bulutları başından savmaya başladı. Bir türlü galip gelemedi iç çekişmelerine, çareyi erken uyumakta buldu. Sabah yeni umutlarla gelecek ve güneş yeni vaatlerle doğacaktı. Gece bayağı ilerlemişti fakat o günkü olay Seyfi nin içine kurt gibi düşmüş bir türlü uyuyup hülyalara dalamıyordu.
Derken kapı ritmik bir şekilde çalmaya başladı. Seslerden ev halkının tümü uyanmış merakla gözlerini kapıya dikmişlerdi. Misafir dedi Seyfi, birazcık evi toparlayın, bu saate gelen her kimse acıkmıştır şimdi; misafirperver bir ailenin dindar evladıydı Seyfi.
Kapıya yönelip kim o demeye gerek duymadan çekti sürgüsünü buyurun dedi. Kapı açılır açılmaz daha önce hiç görmediği simalarla karşılaştı, üniformalı olan bu şahıslar, Seyfinin daha önce resmi kurum ve askerden anımsadığı bir dilin en sert telaffuzuyla karşıladılar. Yüzüne kin kan kusuyorlardı. Bedenine inen darbelerden çok, bir türlü anlayamadığı sözcükler acı veriyordu ona. Kan revan içinde kalmıştı. Eşi ve çocuklarının feryad ve havarlarına kulak verilmedi, yalvaran eşine cevapta yüzüne yediği dipçikler olmuştu. Alıp götürdüler sorgusuna yolda başladılar, Seyfi susuyordu çünkü kendisini ifade edecek kadar sorgulayanların dilini bilmiyordu. Attılar Seyfi’yi daha önce hiç görmediği, bir mekânın kan kokan mezbahaneleri anımsatan bir odasına.
Gözleri ile yokladı duvarlarını, bir iz burayı tanıtacak bir işaret bulma umuduyla. Karanlıktı, ışık olsa da göremezdi zaten, gözleri halkının kaderine benzeyen siyah bir bandajla bağlanmıştı. Söktü bandajı yine aramaya koyuldu, yokladı odanın içini, elleri sıcak ve sıvı bir maddeye bulaştı, kokusundan kan olduğunu anladı, ayağı odanın içinde bir şeye takıldı. Yokladı elleriyle, bu yatan bir insandı, başını göğsüne dayayıp kalbini dinledi, yaşıyordu, kısık bir sesle eğildi kulağına kimsin, neden buradasın, burada başka kimse var mı? Çıt yoktu. Yerde yatan adam yaşam ile ölüm arası bir çizgideydi. Anladı Seyfi konuşacak durumda değil, çekildi bir köşeye başını koydu iki dizlerinin arasına, neden buradayım, ben ne yaptım, nerede hata ettim diye sorguladı kendisini. Karanlığı bir hançer gibi yırtan... Anam... Sözcüğüyle ayıldı düşüncelerinden bu ses yerde yatan adamdan geliyordu. Koştu yanı başına neyin var kardeş ne oldu, kapı açıldı içeriye polisler girmişti.
—Ne yaptın bu adama, ne yaptın ulan.
Seyfi anlamsız anlamsız baktı yüzüne polisin, kafasını salladı ne diyorsun manasıyla
—Demek daha fazla üstüne itiraflarda bulunmasın diye susturdun ha... Şimdi görürsün gününü.
Geldiği gibi çıktı kapıdan polis, olanca hızıyla kapıyı kapattı. Seyfi buranın bir insan mezbaha nesi olduğunu anlamıştı. İçindeki son umut ışığı da yok olmuştu. Bütün hayatı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden, çocukluğunu, gençliğini, ailesini, akrabalarını düşündü, hepsini gördü tek tek ve bir an Hamza’yı hatırladı en yiğit, gözü pek arkadaşını, o da bir yıl önce evinden alınmış kapısına ölü olarak bırakılmıştı. O yaşasaydı belki şimdi kendisini kurtarmıştı. Çocukları geçti gözlerinin önünden, evden aldıklarında yalvarışları, yakarma sesleri gitmiyordu kulağından, nafile dedi akıbetim biraz önce yanımda ölen adamın gibi olacak.
Kapının açılmasıyla tekrar kendisine geldi Seyfi. Aldılar o odadan başka bir odaya, oturttular bir sandalyeye diktiler gözlerinin içine daha önce hiç görmediği kadar parlak bir ışığı ve başladılar sormaya, çevrelediler onu her ağızdan bir ses geliyordu biri bitirmeden diğeri başlıyordu konuş ulan konuş nasıl yaptın, kaç kişiydiniz, neden yaptınız, hangi örgüt adına çalışıyorsunuz.
İskemleye bağlı olan seyfi kimseyi görmüyor, söylenenleri de anlamıyordu, bedenin her tarafına soğuk darbeler iniyordu, defalarca yere yığılıp tekrar soğuk suyla ayıltıldı. Tek bir kelime çıkmıyordu ağzından, ağzını açtığı zamanda, aşkı uğruna çocuklarının ismini Emrullah ve Nurullah koyduğu Allah’ı anıyordu. Kurtar beni diye. Ama bir türlü kurtulamıyordu, her tarafı kan revan içindeydi. Her organı yer değiştirmişti sanki karnında büyük bir sancı ve midesinde büyük bir boşluk hissediyordu. Alt üst olmuştu benliği sarsılmıştı, bir türlü düşüncelerini toparlayamıyordu, gözlerindeki son umut ışığı da gitgide sönüyordu. On üç gün işkence seansları sürdü, her gün biraz daha bitkin düşüyordu. Seyfi o güne kadar kurtar diye yalvardığı Allah’a şimdi bir an önce öldür de kurtulayım diyordu. Fakat ne ölüyordu, nede kurtula biliyordu. Allah’ım nedir bu çilemiz daha ne kadar çekeceğiz neden beni Kürt yarattın, neden bana Türkçe’ yi öğretmedinde şimdi kendimi ifade edeyim madem doğarken suçluyduk bu suçumuzun ortağı kim neden Hz Muhammedi Arap değil de Kürt yaratmadın, yâda neden herkes Arapça bilmiyor. Yoksa öbür dünyada da Arapça bilmediğimiz için mi suçlu olacağız, yok yok tövbe ben bu sözlerimle dinden çıkarım şimdi. Allah’ım öğret bana bu adamların dilini her ne suç isnat ediliyorsa kabul edeyim. Bu azap daha ne kadar sürecek. Yığıldı yere Seyfi gecelerdir darbelerin acısından uyuyamıyordu. Bir an derin hülyalara daldı, bir cenneti andıran köyündeydi. Mevsim bahardı, evinin önündeki bağa girmiş üzüm salkımlarını ayıklıyor koparıp yiyordu, hemen yanı başında gürül gürül akan avaşin (Rubar-ı şin) yine bütün ihtişamı ile dans eder gibi akıyordu, bir an gözleri içindeki balıklara ilişti, balıklar tüm gücüyle akıntıya karşı yüzüyorlardı. Bitmek tükenmek bilmeyen bu sevdaya anlam veremedi. Neden balıklar akıntıya doğru yüzerler, hava kararmış ay on dördün deki güzelliğiyle belirmişti, ay ışığı suya vurdukça balıkların pulları bir cam parçası gibi parlamaya başlamıştı. Birden ellerindeki uzun sopaları ve ucuna bağlanmış filelerle balıklar akıntıya karşı yüzerlerken avlayan iki adam gördü. Avcılar balıkları avlarken balıklar sıçrayarak dereye yavru bırakıyorlardı ama avcı bunun farkında değildi. Tıpkı bizler, biz Kürtler dedi Seyfi, birden kadere isyan edercesine bağırmaya başladı. Yeter... Yeter... Öldürün ulan öldürün beni... avazı çıktığı kadar bağırmıştı Seyfi. Dehşete düştü vampirler, sesi bir balyoz gibi duvarlarda yankılanmaya başlamıştı kafasını duvardan duvara vuruyordu, dehşet verici görüntüler çiziyordu. Alçaklar deyip yere yığılması bir oldu Çare aramaya başladı kan emicileri ağzından tek kelime alamadıkları bu insanın suçsuzluğuna inanmışlardı artık.
Bir gece yarısı yarı canlı ezilmiş bir bedenle, evinin kapısına bırakıldı. Karısı sabah acılarının bir kat artacağını ne bilsin iki haftadır kayıp olan kocasını yarı canlı bir şekilde kapıda bulunca, kendisini kaybedip bayılıp yere yığıldı.
Herkes olayın failini öğrenmişti, Seyfi yakalandığına göre olay aydınlanmıştı. Ziyaretçiler bir bir doluştular eve, tanıyan tanıyordu, tanımayansa tanımak için ziyaret ediyordu o büyük eylem sahibini. Herkes suçlu olarak Seyfi’yi biliyordu, oysa boş ve manasız bakışlarıyla ziyaretçileri arasında Seyfi’de hala faili arıyordu.
Günler geçtikçe Seyfi’nin vücudundaki yaralar bir bir kapanıyordu. Vücudunda darpsız ve yarasız hiçbir yer kalmamıştı. Bedenindeki yaralar kapanıyordu fakat bir yarası vardı iyileşeceğine, aksine azıyordu. Her gece yataktan kâbuslarla uyanıyordu. İşkence bilincini çok kötü zedelemişti, bir türlü toparlanamıyor iki ayrı insan prototipi çiziyordu.
Günler sonra insan içine çıkmaya başladı. Özlemişti arkadaşlarını, tüccar kahvesini, çayını, girdi kahve kapısında, herkes pür dikkat Seyfi’ye bakıyordu sanki bir ay önceki Seyfi değildi, selamladı içerdekileri, aldılar selamını buyur ettiler, masaya doğru yol alırken birden hallaç pamuğu gibi yere yığıldı. Gözlerini hastanede açtığında, hemşirelere melek doktorlara zebani dedi ve bağırdı, dünyada yaşamadım bari beni burada yaşatın, ben cehenneme gitmek istemiyorum. Doktor ve arkadaşları her ne kadar anlatmaya çalıştılarsa da, anlatamadılar burasının hastane olduğunu.
Seyfi şuurunu yitirmişti, artık ne eşini ne çocuklarını tanımıyordu. Seyfi artık eski Seyfi değildi. O otuz iki yaşında hatırı sayılır tüccar Seyfi değil, bakıma muhtaç, acınacak duruma düşmüş zekâ özürlü biriydi artık.
Vatandaşı olduğu ülkenin en belirgin adalet aynasıydı.
O Seyfi değil artık! SEYFEDİN. Dİ

Tacettin Karagöz
Kayıt Tarihi : 26.12.2005 18:12:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Tacettin Karagöz