Şakacıktan ölsem,
Sevenlerimi tanımak için.
Tutsam nefesimi de girsem tabuta,
Omuzlar üzerinde seyahat etsem,
Yarı açık gözlerimle,
Ve dikili kulaklarımla anlasam olanı biteni,
Tanısam seveni sevmeyeni…
..
Uzayıp giden bir rayın kopmasıydı yalnızlık.
Seyahat halinde olan hayatım,
silahın iğnesinın kapsüle temas etmesi ile
fırlayıp giden mermi çekirdeği kadar hızlıydı
raydan çıkması.
Artık raydan çıkmış bir hayatı yaşıyorum.
Sözlerine çarpık,
..
Yelkovanda, akrepten telaş,
Telaş insanlarda; acele yavaş.
Telaşlarda sakinlik arayışı,
Gel, git üzre.
Saklı gözlerde bab-ı esrarı,
Hayat, ölüm tılsımının aşığı.
..
Zaman, nehir yeşili tüylerini yeryüzüne bırakıp mukaddes diyarlara kanatlanan cennet kuşları kadar hafif, uçucu, hülyalı... Bazen de kalbe saplanan bir hançer gibi keskin, vahşi, kıpırtısız. Varlıkla hiçlik arasında uzayıp giden ebediyet arayışının bilinen ismi... Istırabın, kadere rıza göstermenin, tevekkülün, isyanın, umudun, korkmanın, güvenmenin, mutluluğun derinlerde saklı yüzünü güya ölçülebilir anlara hapseden basit bir sözcük. Kendi kuyruğunu ısıran bir canavar gibi durduğu yerde eksilen tuhaf bir mahlûk sanki.
Tanrı bu bilinci, müphem hayat yolculuğumuzda iç ahengimiz büsbütün bozulmasın diye bize bağışlamış olabilir mi? Onu kaybettiğimizde delililiğin sınırında dolaşmamız bu yüzdendir belki. En mutlu, kederli, heyecanlı, tutkulu, ümitsiz, coşkulu anlarınızı hatırlamaya çalışın. O zar kadar ince anın içinde bir daha hiç öyle hissetmeyecek sanıyor insan. Halbuki pekala biliyoruz, duygular doğumunu bilemediğimiz dünya kadar eski. Asırlardır savaşlarla, depremlerle, aşklarla, ayrılıklarla, vicdansızlıkla, adaletsizlikle mücadele eden insanın duyguları hiç değişmiyor ki. Yaşama biçimimizi belirleyen kurallar, koşullar, sistemler, felaketler ve keşiflerle birlikte kavimler, medeniyetler ve hayatlar üst üste yığılıyor.
Aslında zaman diye bir şey yok, o bizle soluk alıyor. Ucu görünmeyen bir tünelden akıp gidiyoruz. Üzüntümüzün, yılgınlığımızın, yenilgimizin, çaresizliğimizin sadece bize ait olacak kadar taze olduğunu hissettiren güce şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum bazen. Bizi biz yapan hikâyelerin içinde gizlenen bu mucizevî sırrın ardında rahatça dile gelemeyen masum bir kibir var çünkü. Yaşama arzusuyla yola devam edebilmemiz için O, hepimizin anlayacağı dilden kutsal bir mısra mırıldanıyor; “Tek ve biriciksiniz, vaktin kıymetini hayatın kutsallığıyla tartabildiğiniz her ayrıntıda bu hakikati görebilirsiniz” diyor sanki. Hatıralar içimizde yankılanacak saati kendileri seçsin, eksik kalan hayaller hiç değilse rüyaların zamansızlığında iz bıraksın istiyor sanırım.
“İnsan zaman ve mekânla mevcuttur”
..
Ne hayatı kutsamak, ne onu kuşatan doğal güzellikleri kalple görebilme çabası, iyimserlikle tazelenmiş bir sabaha uyanmaya pek müsaade ediyor buralarda. Bu coğrafyanın sıkıntılarıyla büyüyen herkes, lafı hiç dolandırmadan neden bahsettiğimi sezebilir. Modern dünyanın haber alma araçlarından herhangi birisiyle güne başladığınızda ister istemez kirleniyorsunuz. Kan, iftira, riya, incelikten, zekâdan yoksun bir tartışma dili, hafızasızlık, bir türlü iyileşmeyen yaraların sızısı, geçmişinizi, geleceğinizi ele geçirip sizi de içeriden çürütmeye başlıyor. Hayır, niyetim güneşin, ensenizi, parmak uçlarınızı, sözcüklerinizi ısıttığı berrak bir yaz günü hayatın karanlık yanını göstermek değil. Bu tuzağa ben de sıkça düşüyorum. Tam tersine “zorunlu çekip gitmelerin” beyhudeliği ve hareketin, ona eşlik eden duygu dünyasının derinliği üzerine sevdiğim yazarlarla düşünebilmek.
Zihnim sabit ve net düşüncelere sadık kalamayacak kadar dağınık bu aralar. Nedense hep bir gitmek, daha da uzaklara, tanıdığımı sandığım insanlara, bildiğim hayata yabancı topraklara hatta mümkünse olmayan bir ülkeye gitmek arzusuyla kıvranıyorum. Biliyorum bu uzaklaşma dürtüsüyle hepimiz bazen cebelleşiyoruz. Bu ülkenin insanı nasıl yorduğunu öğrenmeye yetecek kadar yaşadım buralarda. Peki, gidebilmek her zaman “gitmek midir” gerçekten? Tek başına çıktığımız ıssız yolculuklarımıza eşlik eden “iç yolculuklarımız” hafızamıza, nicedir kabuk tutmuş hislerimize ayna tutabiliyor mu?
Hareketin içindeki sessizlik
..
Bir gül goncasısın,yüreğin nebatat,
Kalbin çok temiz, yok hiç kabahat,
Kendinden eminsin,için hep rahat,
Sen gönüllerin sultanısın Sebahat...
Güzelliklere açıl, et deryalara seyahat,
Yoktur içinde,işe yaramaz cerahat,
..
Demir atmıştı ihtiyar zamanın zavallı kemendine
Hayır hayır..bu bir zulüm değildi ıslak koridorlarda
Her insanın bir penceresi vardı atan kalbinde
Engel yelkovanı durdurduğunda çengel olmuştu
İzmarit akşamlarını korkutan yılgın şimşekler,takip ediyorlardı
Bir parmağı mermer sütunların gölgesiyle huzur bulurken
Kalan varlığı ise gözyaşlarını akıtıyordu yetim çukurlara
Körpe dimağlara iyilik kavramını anlatırken kalbin teklemişti
Unuttun mu sonsuzluğun nefesi sana kalp hediye etmişti
Unutmadın çerçevesine yaslandığın kitap sayfalarının
Künde çakmıştın bayram kostümünde çığlık afişi asanlara
Bunlar talep edemezlerdi talip olma yolunda talihi
Yerebatan Sarnıcı altında ezilen toprağın kök bağlamadığı bir kalabalık
Muştu barikatlarını poyraz aleviyle göndere çekiyorlardı
Bu da bayram değildi,kavram karmaşasındaki istikbal panayırında
O öğretmen, sessiz koyunda, elinde ipiyle seyahate devam ediyordu
Bu seyahat ki ayakları sıvazlayan bir ışık helezonu
Bu seyahat ki kutluların silinmeyen ayak izleriyle aşk’a erme..
Aşk’ta ses çıkarma, sese zarar verir/ nakaratsız bed talih!
Aşk’ın aşkına yelpaze çıkarma ise edebin yükselen sesi,
Bir avuç içine bitmeyen muhabbet cilasını sürenler
Gelecekte bu altın günleri yadırgamayacaklardır…
Deniz üzerinde yürüyen bir karıncayı sırtlayan o öğretmen,
Aşk yolunda terini okyanusa dökmek için var olmuştu…
Gürsel ÇOPUR
..
Şu zamanda mesuliyet; almak büyük vebal işi
İstemiyor doğmak çocuk! Gebe ama pişman dişi
Çok hızlı geçiyor hayat, ağır yük İnsanüstünde
Karman çorman bir seyahat, şaşkın ördek gibi kişi
Tabi afetler bir yanda, bozulmuş nesil cabası
..
En çok hangi hediye sizi sevindirir dedi,
Kitap dedim,
Hissettiğiniz yıllar dedi,
Altmışdokuzlu yıllar dedim.
Hangi tip evde yaşamayı istersiniz dedi,
Yalı dedim.
Müzik tercihiniz dedi,
..
Ben çocukluğumda yalın ayak,yırtık elbiselerle tarlalarda pamuk çapaladım,
sen en güzel elbiselerini giyinip kırlarda kelebekleri koşturuyorsun.
Hey gidi günler hey! ..
Sizi kıskanıyorum çocuklar.
Ben çocukluğumda beşik diye ağaç dallarında sallanıp oynadım,
sen son model çarpışan arabalarda,dönme dolaplarda oynuyorsun.
..
albümde eski resimleri karıştırıyorum
elimde sigaram sensizliği bitiriyorum
gözlerim yaşardı nedendir anlamıyorum
dumandanmı yokluğundanmı bilemiyorum
siliyorum gözyaşımı mendilim kana bulanıyor
bulanıyor da kurumuş dudaklarım sulanıyor
..
Tarih: 06.08.2005-08-09
Yer: Kocatepe Camii Yanı / Ankara
Saat: 07.45
Bir otobüs öylesine park etmiş etrafında birkaç insan geziniyor, hafif telaşlı, biraz heyecanlı ama uyku mahmurluğu yok gözlerinde, her geleni ayrı bir sevinç ile, neşe ile karşılayıp kucaklaşıyorlar, her gelen ayrı bir heyecanlı, bazıları birbirini önceden tanıyor belli fakat tanışmayanlar aynı samimiyet ve dostlukla kucaklaşıp sarılışıyorlar.
Vakit geliyor herkes otobüse biniyor, hafif hafif hareket ediyor otobüs, nazlı bir gelin gibi süzülüyor gidecekleri istikamete doğru ve tatlı bir sohbet başlıyor o şirin otobüste. Kaptan yolların kurdu belli, direksiyona hakimiyetiyle hissettiriyor kendini, manevralar ustaca,
- “Emin ellerdeyiz” diye geçiriyorum içimden. Herkes tanışma ve kaynaşma faslını
..
Kurban Bayramı sabahı... Hava kapalı ve sert... Sert bir rüzgâr yüzleri tarıyor. Şubat ayında bir sonbahar manzarası var. Çarşı ıssız, tek tük simit poğaça dükkânları açık. Minarelerin şerefelerinden hilâlli bayraklar sarkıyor, kandiller yanıyor.
Bu bayram sabahında, Yahya Kemâl’in Süleymaniye gibi muhteşem bir abideye yaraşır ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirini hatırladım. Düşüncelerim mâzî ile hâl arasında bir saat sarkacı gibi gidip gelmeye başladı.
Belki yine böyle bir bayram sabahında bakır renkli kaldırımlarda, hafif yan duran fesi, yeni terlemiş bıyıklarıyla Yahya Kemâl yürüyordu. ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirinin nüvesinin bu topraklarda, hatta bu çarşıda filizlendiğini düşünüyor, hissediyor ve yaşıyorum.
Düşüncelerim beni daha ötelere götürüyor: Yahya Kemâl, bu gün, burada, bu bayram sabahında Murat Paşa, Hacı Balaban, İsa Bey, Yahya Paşa, Mustafa Paşa, II. Murat Camilerinde olsaydı neler hissederdi? İçindeki mâzî tahassürü ona neler söyletirdi? Bu düşünceler iç iklimimde, Tanpınar’ın dediği gibi, ‘bir rüyadan arta kalmanın hüznü’ ile dolu yeni çağrışımlara götürüyor beni. Zamanın derinliklerinde ‘belki’lerle dolu bir seyahat başlıyor......
..
Trafikle beraber başlarız hayata
Kurallara uyarsak kavuşuruz rahata
Şöförü ve yayası sakın yapmayın hata
Kuralsız trafikle sanmayın olur şaka
Otobüsü taksisi bilmelidir hızını
Sakın unutmayasın oğlunu ve kızını
..
YARDIMLAŞMA DUYGUSU VE ÇAĞDAŞ MÜSLÜMANLAR
Artık yardımlaşma duygu ve düşüncesi de rafa kalkıyor. Hızlı kalkınma ve hızla zenginleşme bizi sonradan görme, gavurdan dönme durumuna düşürüyor. Eskiden yanlış Batılaşma ve batı hayranlığı kınanır, bu temayı işleyen eserler yazılırdı.
Şimdi görünen o ki geçmişteki hastalıklarımız yanında meziyetlerimiz de varmış ve bu hastalıklarımız artarken, meziyetlerimiz de azalarak yok olmaya doğru gidiyor. Bu aslında şimdiki halimizin zenginleşme değil tam bir fakirleşme ve sefalet olduğunu gösteriyor.
Bu eskilerin manevi zenginlik dediği kanaatkarlık ve yardımlaşma duygusunun yok olduğu, her geçen gün insanlığımızdan biraz uzaklaştığımızı gösteriyor. Aynı aileden biri maddi olarak zenginleşirken diğeri fakirleşiyor. Biri saltanat içinde yaşarken diğeri sefilleri oynuyor, yiyecek ekmek bulamıyor. Birinin fakirlikten dolayı yuvası yıkılırken, diğeri zevk ve safa içinde gününü gün ediyor.
Birinin bir sürü dairesi var birinde oturuyor, diğerlerini ya kiraya veriyor, bazılarını çoluk çocuğu için boş tutuyor, ama bir tanesini öz kardeşi barınsın diye veremiyor. Hani meşhur bir hikaye var: Adamın biri çölde seyahat eder. Karşısına bir düzenbaz çıkar. Hasta numarası yapan sahtekar, yardımsever zat devesinden inince doğrulur ve silahını çekerek adamın devesini ve bütün parasını alır, soyup soğana çevirir onu. Yardımsever çölde soyulup soğana çekildikten sonra yankesiciden bir ricası olur. Ne olur sakın bu durumu kimseye anlatmayın. Yoksa bundan sonra hiç kimse mağdur durumda olanlara yardım etmez. Buna da biz sebep oluruz.
Evet, bugün durum bundan ibarettir. Birçok dilencinin çok zengin olduğu öğrenildiğinden beri kimse dilenciye para vermek istemiyor, birçok yardıma muhtaç kişi yardımdan mahrum oluyor. Bu gün birçok yardım kuruluşunun topladığı yardımları maç dışı kullandığının medya vasıtasıyla kitlelere ulaştırılması, bazı yardım kuruluşlarında ileri boyutlara varan yolsuzluklar yardımlaşma duygusunun git gide zayıflayarak yok olmasına yol açıyor.
..
Kaderi suçlamam boşu boşuna
Tanrı reva gördü ayrılıkları
Yalnızlık gitse de bazen hoşuma
Saptığım her yolda cam kırıkları…
Demirleyecek liman kalmadı ama
..
Kim demiş bugün senin tanımadığın biri
Yarın karşına çıkıp sevgilin olmaz diye
Aynı kaldırımlardan gezerken görmediğin
Kim demiş birden bire gönlünü almaz diye
Üzülmeğe değer mi üzülmeğe bu hayat
Bırak olanlar olsun bırak takma kafayı
..
MEDYANIN GÜCÜ
Medya günlük hayatımızın içine girmiş olan en büyük faktör. Tanzimat’la birlikte Türk düşünce hayatına giren gazete bu gün TV ve internetle hayatımızı kuşatmış durumda. T’nin renkli dünyası ülkenin en ücra köşelerine kadar girmiş durumda.
Bu yarım asır önce başladı. Her geçen gün biraz daha ilerleyerek en ücra köşelere kadar nüfuz etti. Bu gün cep telefonlarıyla bireyin tüm hayatını kaplar hale geldi. Ailenin içerisine nüfuz etti. Günlük hayatı kuşattı. İnsanın ruhunu kuşattı ve tümüyle esir aldı.
Kentte olup biteni köye yansıttı. Varlıklı olanların dünyasını yoksulların vitrinine çıkardı ve onların kıskançlıklarını tahrik etti. Bu kıskançlık düşmanlığa yol açtı. Bu düşmanlık toplumda yarıştırmaya yol açtı. Bu gün ülkenin doğusunda ayrılıkçı güçler dağa adam kaçırıyorsa bunda medyanın umarsız yayıncılığının, sorumsuz yayıncılık anlayışının büyük payı yok mudur dersiniz?
Dün sokağımızda varlıklı aileler çarşı-pazardan aldıkları şeyleri yoksullar görüp tamah etmesinler diye gizli gizli taşırlardı evlerine. Bu gün medya yüksek tabakanın cafcaflı hayatını alabildiğine tüm ülkenin gözleri önüne arz ediyor, insanların tamah ve arzularını kamçılıyor, o hayata erişme hayalini bile göremeyenlerin düşmanlık hislerini uyandırıyor.
Eskinin paylaşmacı toplumu böylece dağılıyor, bencil ve egoist bireylerin oluşturduğu topluluklara dönüşüyor. Hele geçmişteki toplum düzenini sarsan sanayi devrimini de düşünürsek tarım toplumunun paylaşmacı yapısından sanayi toplumunun ayrıştırıcı yapısına eriştiğini, teknolojik ilerlemenin bu farklılaşmayı ayrışmayı artırdığını görmezlikten gelemeyiz.
..
YENİ PAGANİZM
Paganizm ölmedi, paganizm hala yaşıyor. Çağdaş paganizm gündelik hayatın içine gizlenmiş durumda bu yüzden kimse fark etmiyor bunu. Bu yüzden de ruhumuzun d erinliklerine yerleşiyor, toplumları ele geçirip kuşattığı gibi fertleri de derinden derine ele geçiriyor.
Bu gün sabah erkenden kalktığımızda karşımıza çıkan ilk kişiye günaydın deyişimiz pagan dünyasının ilk selamlaşmasını oluşturuyor. İslam düşünce ve yaşantısının alternatifi olarak yerleşen bu tür paganist uygulamalar hayatımızın her yanına uzanıyor, bin bir kollu bir ahtapot gibi dünyamızı kuşatıp yavaş yavaş somurup yok ediyor.
Okullarda sabah antlarının çıkışı modern paganizmin ilk uç vermesi, amentüsüdür. Hatta bu gün marşla haftaya başlama ve marşla haftayı bitirme törenleri pagan tören değil de nedir? Kentlerin tüm meydanlarını kuşatan, adım başı korkunç bir heyula gibi insanların üzerine abanan heykellerin, okulların en mutena yerlerine konulan adeta bir tapınma köşesi haline getirilen büstlerin pagan uygarlıklardan kalma olduğunu, bu pagan dinin bir versiyonu olan günümüz paganlığının ibadet yerleri olduğunu kim inkar edebilir.
..
Islanmış hep gözlerim, seni ağlar bu gece.
Öyle doluyum ki senle, yaşlar bitmez gözümde.
Ağlasam inlesem de, çalsam da söylesem de,
Ağlıyor hep yüreğim, kapımı vurup gitsen de.
Bu şehir ne karanlık, sen gittiysen ona ne?
Kaldırımlar su gibi, ağlıyor gökyüzü de.
..