Sağım toplar sevabı
Solum sayar günahı
Hakem buna ne hacet
Haktır işin ilacı
Biri der istirahat
Öteki der kabahat
..
Hoş davran büyüğüne, atana
Rahmet oku, toprakta yatana
İmrenme sakın, caka satana
Her şeyin sonu, ölümdür oğul!
Baksana kibirli, kibirli gezenler
Şeytana uyup, nefsiyle azanlar
..
Birkaç ağaç, birkaç kulübe
İstanbul'un Davos'u Memnuniye
Richmont Otel gölün kenarına bağdaş kurmuş,
Dedeman Otel tepeye oturmuş,
Green Otel Kartepe'ye otağ kurmuş
Başı dumanlı tepeler soğumuş
Kar yağmış Kartepeye
..
İster sanat olsun, ister ziyaret bir komşuya, merak, seyahat
Bir ihtiyaç
Sadece bir merhaba, biliyor musunuz neler örüldü başıma?
Ne yapılırsa yapılsın, öylesine bir tuzak farazalığı ki
Sözde kışkırtma kabartmacılığı ardıl hallere türemeler ki
İnsan aklı alır mı bilmem, şuur bunaltıları bir insan haddi
..
Her gün acı haber
yüreğim doluyor elem keder
YARAB yokmu bunun sonu
halkım aç perişan derbeder.
Bir taraf aşırı zengin
bir taraf canından bezgin
..
Omzunda hayatın zorlu yükünü,
Taşıdı yıllarca cefakâr babam,
Bin türlü meşakkat ile zahmete,
Katlandı uf bile demedi babam.
Dayandı yokluğa hiç pes etmedi,
Namerde bir kere minnet etmedi,
..
Gün olur Kur-an emrine,
Boyun eğer yer ile gök,
Zalimin helakı başlayınca,
Gün olur müminler can olur.
Gün olur “Allah emri”,
Uyarılar peş peşe gelir,
..
Sevdim seni Gülom,
Bir gün sana en çok ihtiyacım olduğu anda,
Beni bırakıp gideceğini bile bile,
Çaresizliğin doruğunda,
Seni görmediğim zaman deli dolu oluşuma,
Her sabah saatlerce yollarını bekleyişime,
..
Özürlü olmayı ben dilemedim
Sen gibi benim de hayallerim var
Hor görülsem de şükür eyledim
Beni de, seni de bir yaratan var.
Bedenim özürlü beynim sağlamdır
Beyinden özürlü nice milyon var
..
Tek dil tek ulus uğruna yatırım azaldıkça, gösterişli tarım yardımı gibi saptırmalar hatta, gün ihtiyacını karşılar, ama yarını çökertmeye kökten sarsan en dehşetli garanti olur. Önce şunu sonra onu diye haklılık boyamacılığı kolay yerleşir, kolay etkiler git gide… Tek dil tek ulus öncelliktir Anayasası ile, kadını çocuklarıyla, ancak bu öncellikle başarı adımlamayı bilmeli, eğer niyetler yıkmak değil, hatta insanlığa hizmetse, kaldı ki vatan sevgisi ağızda sakız iken ancak, asilliğin beli bükülür. Tarihlerce hep söylenir: Türk ulusunu koynundakine vurdurmalı. Başka sarsılamadı çünkü tarihler boyu…
Teknolojinin hız aldığı çağa doğuyor nesillerimiz. Makbul kadın, makbul öğrenci terimlerinde yılışıklık da kanayan yaramdır, Anayasa yüreğine çomak sokmaya an bekleyen fırsatçılık gibi. Tuzağa düşmeden teknoloji hızına çoklu zeka uygarlığını korumaya engel, zaman aşındırmaya yarayacak duvar örecek, içe kapatılı yığın halinde çepeçevre sarılmış olarak çöküşecek. Bu konuyla ilgili güncel bir örnek vardı, bununla düşünmeyi deniyorum: Gençlerle sohbet ediliyordu…
Çoklu zekaya gelişim sınıfında öğretmen bir orkestra şefi olur, her biri kendi özelliğinde gelişebilen öğrenciler ahenk sağlarsa, ortaya çıkan bir nağmedir. İyi vatandaş zarar vermeyen, korku kuluçkası akışında kulaçlamayan iyi insandır. Hükümet dinciliği, Anayasa yüreğinde çelik çomak tepinişi nedir?
Bağımsızlık karakteri tarihlerce aslımızdır: Türkün doğuşudur düşünmek. Öğrenmeyi öğreniyoruz. Toplum kültürü ve ahlak sistemi bir taraftan hükümet gelişmesi kadardır, öğretmen niteliğini halk olacaktır. Medyayı kontrol eden bir hükümet neyi anlamlandırıyor? Halbuki Cumhuriyetimizdir, egemenlik milletindir, halk olacaktır soran, sorgulayan, araştıran… diğer taraftan yine, şehir planlaması kimin aklıyla çalışıyor? Karakterini bağımsız geliştirmeye hareket alanı olan yöresinde, çocuğumuz orada makbul kadın kıskacında makbul öğrenci bağnazlığı, hükümetin uğraştığı ve kurtulamadığı, hadi diyelim ki güya anlamıyorlar, hükümet gelişene kadar, kendini yöneten bebeklerimizden kaç nesil deveyi hendek atlatır… olacak…
..
Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler…
Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta… Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle.Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”
Yıldızı hiç sönmedi…
Geçen yüzyılda sanat, felsefe, tiyatro, anı, hikaye, şiir, roman gibi farklı türlerde pek çok eser bırakmasına rağmen, en çok Kırmızı Zambak isimli romanıyla hatırlanan Anatole France, itibar edilen bir edebiyat eleştirmeniymiş. 1875’ten itibaren Le Temps’da yazdığı eleştiriler sonradan Edebiyat Hayatı başlığıyla dört cilt halinde yayımlanmış. Türkçeye çevrilen bütün romanlarını eğlenceli bulduğum ironik yazarın hırçın eleştirilerini de okumak isterdim doğrusu.
..
Sahte bir gülücükmüş yaşadıklarımız senle
Kalbim artık durmak istemiyor bu bedende
Sensiz günler geçmek bilmiyor saatlerde
İçimde yanan aşk ateşi kül olup bitti sayende
Yarama merhem olacak ilaç yok mudur sende
Aklıma her gelişinde gözlerin sahte
..
MEKTUPLARIN....
Cumhuriyet Caddesi, Üstün sokak, Şen Berber,
'Ramazan Şen' eliyle... Gelirdi mektupların...
Postacılar, çıraklar... Müjde için seferber,
'Hadi yine iyisin! ...' Kokardı... mektupların.
..
Hayat dibi ve sahili bulunmayan bir denize benzer.
Ömür denilen kıyısında gezinenleri derinliklerine red edilemeyecek rahat ve lezzet cazibeleri ile davet etmekte ve çekmektedir.
Derin nefese, güçlü kollara,
iyi bir yüzme tekniğine sahip olmayanlar,
kıyıdan ayrıldıklarında azgın dalgalar arasında
can vermekten kurtulamazlar.
..
Allah ne verdiyse hazırladık
Piknik yerine gitmek için toplandık
Sevinçten uçup havalandık
Piknik yeri Pınarbaşı’na vardık
Balıkhanede bir masaya oturduk
Mangalı yaktık, etimizi balığımızı pişirdik
..
Sevecektim ben seni
Kaşın gözün boya
Sevecektim ben seni
Görmedim doya doya
Sevecektim ben seni
Yinede sevecektim ben seni
..
Sevgilim;
Dünyanın bir köşesinde, Umut ile bekleyen hayallerimde
Belki çok uzak değil evimin bir kaç adım ötesinde...
neredesin bilmiyorum...
Kimsin? Nesin? Nasılsın? hiç tahmin edemiyorum
Gözlerin ne renk mesela? Yada saçların? yada hiç görmediğim o bakışların?
..
Sana koştum
Ardından ıssızlığımın,
Beynimdeki uğultulardı sebebi;
Gece yıldızların indiği,
Ak giysili sokağımdan
Sana kaçtım.
..
Selamünaleyküm can, iki bin on bir,*
Yirmi Sekiz Şubat Pazartesi, der Şair.*
**
Er doğmuş Er Bakandı, vuslata erdi yön,*
“Derya” lakaplı bilgin, kasvete verdi son.*
**
İlim ve irfan ehli, cidaldi her anı,*
..
Boşuna dememişler:
Bir insanın karakteri, üç ortamda belli olur diye..
İçki masası, kumar masası, seyahat…
Daha bir çok ortamda da belli olur ya, öyle demişler..
Bence içki içilmese de, bir yemekte bir araya gelmek,
Az çok belli eder, o masayı paylaşan kişilerin karakterini..
..