Gün boyu cami avlularında kanatları ağırlaşan kuşlara, banklarda uyuklayan emeklilere, çareyi unutuşta arayan kışla düzeninin memurlarına, tebeşir kokan çocukların bıkkınlığına, aç kedilere, kahvelerde iskambil kâğıtlarıyla kaderlerini seyredenlere baka kalıyorsun. Çiçek demetlerini okşayan kış güneşinin sevinci sana mütemadiyen “hadi git artık buralardan” diyor. Çok direnemeyeceğini biliyorsun. Ne zamandır hayallerinle kapandığın mahpushanede dünyanın uğultusunu dinliyorsun zaten. Gece kalbinin incecik, tül gibi uyanışına sağır kalan bedenin inceden sızlıyor. Her sabah aynı saatte geçen muslukçunun çağrısı, geceyi yırtan bozacının yanık feryadı, telaşlı, mutlu, mutsuz, korkak, öfkeli ayak sesleri, inip kalkan paslı kepenk gıcırtıları, sıkışık hayatının kapalı döngüsünü hatırlatıyor artık. Hâlbuki senin geniş hem de çok geniş bir dünya tasavvuruna ihtiyacın var. Avare dolaşmak, hesap vermemek, soru sormamak acı kıymığının battığı yerlerini büsbütün unutmak istiyorsun.
Walser’in hikâyesindeki o çocuk gibi “dünyanın sonunu” merak ediyorsun en çok. Açlık, uykusuzluk, yorgunluk hissetmeden, durup dinlenmeden oraya kadar yürümek istiyorsun. Buğulu bir rüya gibi tarif ediyordu Walser o meçhul diyarı; “Derin bir uçurum, güzel, yeşil bir çayırlık, sonra bir göl, sonra minik benek benek desenli bir kumaş, sonra yoğun, koyu bir bulamaç, sonra sadece saf hava, sonra beyaz, temiz bir düzlük, sonra onu tatlı tatlı sallayıp duran sınırsız bir sevinç denizi...”. Mercan rengi şafaklarda bakışların duvardaki çatlaklara, tavan köşelerindeki örümcek ağlarına takıldığında “dünyamın sonu” nerede diye soruyor musun hiç kendine? O çocuk kısacık hikâyesinin bittiğinde, aradığı yerin sadece teklifsiz, sıcak, huzurlu bir ev olduğunu anladı. Bunu kavrayabilmen için önce kovuğundan çıkıp özgürlüğünden ürkmeden bir başına dolaşman gerekiyor.
Hayran olma yeteneği...
Tabiatın değişim sarhoşluğunu damarlarında hissetmek için kendinden, bildiklerinden, umutlu, umutsuz bütün sevdalardan, aklından bir süreliğine vazgeçmelisin belki de. Sadece nehirler, ay, yıldızlar, ulu ağaçlar, buluttan başka her şeye benzeyen bulutlar dostun olmalı. Kış boyu acı sigara dumanları gibi ciğerlerinde sakladığın sıkıntıları, otların arasından tebessüm eden narin nergislere, bembeyaz kır sümbüllerine anlatmayı dene. Yaylalarda, dağlarda dalgın yürüyenlere varsın aylak desinler, onlara aldırma. Gezginler, şairler, hayalperestler, “deliler”, yazarlar kaderlerini böyle itinayla ilmek ilmek örer. Sen de eşlik et bu kez onlara. Sazlıklardan, yılan gibi kıvrılan yosunlardan, kuru dallardan yatak, ormanlarda uçuşan kayıp hayvan tüylerinden yastık, Tanrı’nın gece fısıltılarından yumuşak ninniler yap kendine. Uyuduğun yerlerde zamansız, mekânsız, dilsiz olsun rüyaların. Bilincinin kuytusundan öylesine derin ve sessiz aksınlar ki eve dönüp Nerval’in “Doğu’da Seyahat”ini okuduğun vakit gördüklerinin kıymetini kalp bilgisiyle hatırla.
Senden iki asır evvel şahitlik ettiklerini, dostuna içten bir mektup yazar gibi anlatan Nerval’in bakışıyla hemhal olduğunda, zamanın usulca çözülüşünü hissedersin belki: “Hayatımız ne acayip şey! Her sabah, aklın çılgın rüya imgelerini yavaş yavaş yenilgiye uğrattığı yarı uyku halinde, kurşuni bir göğün zayıf ışıkları, kaldırımları döven tekerlek gürültüleri ile hayal gücünün dışarı çıkamayan bir kanatlı böcek gibi camlara çarptığı ve kaba mobilyalarla döşeli iç karartıcı herhangi bir odada uyanmayı doğal, akla yatkın ve Parisli kökenime uygun bir şey olarak görmüşümdür. Ama, şimdi gittikçe artan bir şaşkınlıkla, ülkemden binlerce kilometre uzakta bulunuyorum kendimi ve bizimkinin tam karşıtı olan bir dünyanın bulanık izlenimlerine yavaş yavaş açıyorum duyularımı. Yakındaki minarede ezan okuyanın sesi, yoldan geçen devenin küçük çanları, ağır yürüyüşü ve kimi zaman çıkardığı garip ses, havayı çalkalayan belirsiz uğultular ve ıslıklar, pencerelerin çentiklerini duvara yansıtan aceleci şafak, içe işleyen korkularla yüklü olan ve kapımın perdesini kaldırarak avlunun duvarları üstünde hurma dallarının dalgalanan uçlarını bana gösteren sabah rüzgârı; evet bütün bunlar şaşırtıyor ve hayran ediyor beni.”
..
Ne hayatı kutsamak, ne onu kuşatan doğal güzellikleri kalple görebilme çabası, iyimserlikle tazelenmiş bir sabaha uyanmaya pek müsaade ediyor buralarda. Bu coğrafyanın sıkıntılarıyla büyüyen herkes, lafı hiç dolandırmadan neden bahsettiğimi sezebilir. Modern dünyanın haber alma araçlarından herhangi birisiyle güne başladığınızda ister istemez kirleniyorsunuz. Kan, iftira, riya, incelikten, zekâdan yoksun bir tartışma dili, hafızasızlık, bir türlü iyileşmeyen yaraların sızısı, geçmişinizi, geleceğinizi ele geçirip sizi de içeriden çürütmeye başlıyor. Hayır, niyetim güneşin, ensenizi, parmak uçlarınızı, sözcüklerinizi ısıttığı berrak bir yaz günü hayatın karanlık yanını göstermek değil. Bu tuzağa ben de sıkça düşüyorum. Tam tersine “zorunlu çekip gitmelerin” beyhudeliği ve hareketin, ona eşlik eden duygu dünyasının derinliği üzerine sevdiğim yazarlarla düşünebilmek.
Zihnim sabit ve net düşüncelere sadık kalamayacak kadar dağınık bu aralar. Nedense hep bir gitmek, daha da uzaklara, tanıdığımı sandığım insanlara, bildiğim hayata yabancı topraklara hatta mümkünse olmayan bir ülkeye gitmek arzusuyla kıvranıyorum. Biliyorum bu uzaklaşma dürtüsüyle hepimiz bazen cebelleşiyoruz. Bu ülkenin insanı nasıl yorduğunu öğrenmeye yetecek kadar yaşadım buralarda. Peki, gidebilmek her zaman “gitmek midir” gerçekten? Tek başına çıktığımız ıssız yolculuklarımıza eşlik eden “iç yolculuklarımız” hafızamıza, nicedir kabuk tutmuş hislerimize ayna tutabiliyor mu?
Hareketin içindeki sessizlik
Gezi denemelerini çok sevdiğim Hollandalı yazar Cees Nooteboom, Zamanda ve Mekânda Yolculuklar başlığıyla derlediği seyahat kitabı Gezginin Oteli’ne, İbn Arabi’nin yolculuk hakkındaki risalesiyle başlıyor: “Varlığın kökeni harekettir. Hareketsizlik varlığın içinde yer alamaz, çünkü varlık hareketsiz olursa kaynağına, Hiçliğe geri döner. İşte bu yüzden, bu dünyada da, ahrette de yolculuk hiç durmaz.” Yazar bu kitabı dinî göndermelerinden öte sunuş kısmında rastladığı gezginler hakkındaki derin düşüncelerden etkilendiği için almış. “Sonrasında her türü metafizik iddialar bana yabancıydı ve bu tür şeyler ancak daha sonra, Tibetlilerin dua tekerleklerinin çalışması gibi hareketin düşünceye öncülük etmesi şeklinde geldi” diyor. Öyle ya, bir trene, arabaya atlayıp uzun yola çıktığımızda içinden geçip gittiğimiz hatıralarımızın kabuğunu hafızamıza üşüşen anı parçacıklarıyla usulca soyarız. Yolumuzun üzerindeki elektrik direklerini, acıma duygusu uyandıran bodur ağaçları, asfalt çizgilerini, tek gözlü evleri, kargaları, çobansız koyunları, mavi arabaları, dünyayı uzaktan seyreden takıntılı bir meczup gibi sayarken “şimdiki hâlimizden” yavaşça uzaklaşırız. Arkadaşları kadar yetenekli olmadığını düşünen öğrenciye, babasına kızgın büyüyen o hırçın çocuğa, her geçen gün karısına biraz daha yabancılaşan kocaya, utangaçlığını gamzelerinde saklayan kadına, aşk acısıyla kıvranan o gence biraz daha yaklaşırız.
Yıllarca gizleyip çoktan terk ettiğimiz “öteki” benliğimizi çağıran sadece “yalnızlığımız” değildir. Yolumuza çıkan her şey, bütün varlıklar insana ve yaşama dair algılarımızı esnetir, bize kim olduğumuzu hatırlatır. Garda karşılaştığımız o gizemli adam, karşı koltukta uyuyan oğlanın kederli yüzü, kır kahvesinde cıvıldaşan genç kızlar, kasabanın tenha sokaklarında yürüyüşe çıkmış bıçkın delikanlılar, aynı zamanda geride bıraktıklarımızın, hayallerimizin üzerine düşen gölgelerin, pişmanlıklarımızın birer yansımasıdır aslında. Nooteboom gibi ihtiyacımız olan dramatik sessizliği hareketin içinde aramalıyız belki, böylece tamamlanmamış, dibe çökmüş iç hayatlarımız da gün ışığına çıkar.
..
Zaman, nehir yeşili tüylerini yeryüzüne bırakıp mukaddes diyarlara kanatlanan cennet kuşları kadar hafif, uçucu, hülyalı... Bazen de kalbe saplanan bir hançer gibi keskin, vahşi, kıpırtısız. Varlıkla hiçlik arasında uzayıp giden ebediyet arayışının bilinen ismi... Istırabın, kadere rıza göstermenin, tevekkülün, isyanın, umudun, korkmanın, güvenmenin, mutluluğun derinlerde saklı yüzünü güya ölçülebilir anlara hapseden basit bir sözcük. Kendi kuyruğunu ısıran bir canavar gibi durduğu yerde eksilen tuhaf bir mahlûk sanki.
Tanrı bu bilinci, müphem hayat yolculuğumuzda iç ahengimiz büsbütün bozulmasın diye bize bağışlamış olabilir mi? Onu kaybettiğimizde delililiğin sınırında dolaşmamız bu yüzdendir belki. En mutlu, kederli, heyecanlı, tutkulu, ümitsiz, coşkulu anlarınızı hatırlamaya çalışın. O zar kadar ince anın içinde bir daha hiç öyle hissetmeyecek sanıyor insan. Halbuki pekala biliyoruz, duygular doğumunu bilemediğimiz dünya kadar eski. Asırlardır savaşlarla, depremlerle, aşklarla, ayrılıklarla, vicdansızlıkla, adaletsizlikle mücadele eden insanın duyguları hiç değişmiyor ki. Yaşama biçimimizi belirleyen kurallar, koşullar, sistemler, felaketler ve keşiflerle birlikte kavimler, medeniyetler ve hayatlar üst üste yığılıyor.
Aslında zaman diye bir şey yok, o bizle soluk alıyor. Ucu görünmeyen bir tünelden akıp gidiyoruz. Üzüntümüzün, yılgınlığımızın, yenilgimizin, çaresizliğimizin sadece bize ait olacak kadar taze olduğunu hissettiren güce şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum bazen. Bizi biz yapan hikâyelerin içinde gizlenen bu mucizevî sırrın ardında rahatça dile gelemeyen masum bir kibir var çünkü. Yaşama arzusuyla yola devam edebilmemiz için O, hepimizin anlayacağı dilden kutsal bir mısra mırıldanıyor; “Tek ve biriciksiniz, vaktin kıymetini hayatın kutsallığıyla tartabildiğiniz her ayrıntıda bu hakikati görebilirsiniz” diyor sanki. Hatıralar içimizde yankılanacak saati kendileri seçsin, eksik kalan hayaller hiç değilse rüyaların zamansızlığında iz bıraksın istiyor sanırım.
“İnsan zaman ve mekânla mevcuttur”
Geçtiğimiz hafta antik kentleri birbirine ekleyen daracık köy yollarından, geçip giderken çantamdaki seçilmiş kitapların ruh iklimimi huzurlu kıldığını düşündüm. Yıllardır elime almadığım Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle, Lionel Casson’un Antik Çağda Seyahat’i, beni sığ siyasi tartışmalardan, gündelik hezeyanlardan epey uzaklara savurdu doğrusu. İçinde debelendiğim hızlı hayatla, maneviyatımı derinleştiren tembel vakit algısının yolları çatallanıverdi. Saatlerin tik takları ansızın sustu. Seyahat boyunca kuvvetli bir kalp atışı gibi zihnimde uğuldayan o meşhur cümleyle başka âlemlerde dolaştım: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki zaman, insan ve mekânla mevcuttur.”
..
Paşa, Alman komşunun sinirli köpeklerine kızıp uzun uzun havlıyor. Saldırmak sakin mizacına pek uygun değil ama becerebilse ikisini birden paramparça etmek ister, biliyorum. Hırıltılarını dinlerken vahşetinin farkında olan bir varlığın –hayvan bile olsa- kendisini dizginleyebildiğini hissedebiliyorum. Arkadaşım mutfakta yemek hazırlıyor. Verandadaki yaşlı bademin altında oturup camın arkasında hareket eden gölgesini izliyorum. Şiddeti sevmem ama yemek yaparken o zevkli uğraşın tabiatıyla hiç örtüşmeyen ‘sapıkça’ düşüncelere kapılırım bazen. Özellikle o şehvetli, kesici aletleri kullanırken. O sırada onun aklından geçenleri de merak ediyorum.
Biber ağacının minik pembe toplu çiçekleriyle toprağa sarkan tüyümsü dalları, denizden esen rüzgârla hafifçe salınıyor. Uzaktan cılız bir fener ışığı gibi görünen köy evlerinden bostanlara yayılan köpek ulumalarını da işitebiliyorum. Hayatın o kadar da sevecen olmadığını hatırlatmak ister gibi acıyla bağırıyorlar. Sürekli seyahat eden Amerikalı, dünya aniden durmuş gibi hamağa uzanmış donuk bakışlarıyla parlak dolunayı seyrediyor. Onu esir alan duygu parçacıklarını da görebilmek istiyorum. O sırada hepimizin içindeki o karanlık dehlizleri düşünüyorum. Sessiz ormanın insanı yalnızlaştıran koyuluğu geceyi büsbütün ağırlaştırmış sanki. Belki yanıma aldığım o çarpıcı romanın ürkütücü etkisinden kurtulamadığım için hep o huzursuz ressamı düşünüyorum. Juan Pablo Castel’i...
Aynı zamanda fizikçiydi...
İlk kitap olduğu halde yazarını dünya çapında şöhrete kavuşturan Tünel’de, ressam işlediği cinayetin nedenlerini, ayrıntılarını, korkunç hedefine giden yolda yaşadığı dikenli saplantıları en küstah ve soğukkanlı sesiyle anlatıyor. Kitabın girişindeki o ilk cümleyi okuyan hemen herkes sanırım bu cinayetin hikâyesini merak etmiştir: “Her ne olursa olsun, yalnız bir tünel vardı, karanlık ve tenha: Benimki.”
Yıllar evvel onu sahaflardaki tozlu kitaplar arasında bulmuştum. Geçenlerde ‘sonbahar temizliği’ yaparken eski sevgiliden kalan bir mektup gibi acıtan küçük kitap, raftan yuvarlanıp pat diye kucağıma düştü. Sonra o günlerde çoktan unutulmuş olduğunu sandığım Ernesto Sabato’yla ilgili tesadüfen güzel bir yazı okudum. Kaya Tanç’ın hatırlattıkları sayesinde bu tuhaf yazar hakkında bilmediklerimi de öğrendim. Arjantinli gazeteci ve romancı, fizik doktorası yapan bir nükleer fizikçiymiş aynı zamanda. Akademik hayatını sürdürürken Peron tarafından üniversiteden uzaklaştırılmış ve bu sayede o ilk romanını yazmış. Doğrusu bu ilk romanın Albert Camus ve Graham Greene tarafından başyapıt olarak nitelendirilmesine pek şaşırmadım. Varoluşçu felsefenin karanlık yanıyla buluşan bu sert hikâye, kuşkularıyla zehirlenen bir adamın sevdiği kadını yok etme dürtüsünün ötesinde daha derin bir anlam taşıyor bence.
..
Ben bilincin karanlık bölgelerine gizlenen esin perilerinin, gök kubbeyi çatlatan kısa süreli şimşekler gibi aniden görünüp yaratanın dünyasını aydınlatan sihirli gücüne inanırım. O perilerin ne vakit gelip nasıl bir iz bırakacağı önceden pek bilinemez. Bazen çocuklukta işitilen tozlu bir masaldan, ayrıntıları hatırlanamayan puslu bir film sahnesinden, incecik bir hayal kırıklığından, bazen hiç unutulamayan kısacık, ürpertili bir dokunma anından ya da okunmakla eprimiş bir kitabın “kayıp” düşüncelerinden, anlatılamadığı için cümleler arasına gizlenen duyguların sessizliğinden süzülüp kendisini umutsuzca bekleyen o yazarın ziyaretine gelirler. Yazı sanatı mevzu bahis olduğunda yazarlar için bu sihirli anların ötesine geçen yazma disipliniyle birlikte, önemli bir gerçek daha var. “O diğer yazarı” neden sevdiğini hissedebilme dürtüsü.
Okumayı seven herkesin “neden o yazarı seviyorum” sorusuna, kendi okuma hazzına uygun kişisel cevapları vardır muhtemelen. Ama bir yazarın başka bir yazarı sevme sebebi, kendi yazı macerasının kaderini de etkileyen önemli bir seçimdir bence. Sevilen yazarı, sadece yazdıklarıyla değerlendiren, gün ışığına çıkanın ardındaki o buğulu bölgeyi merak etmeyenler benim pek ilgimi çekmiyor doğrusu. Yazarların korkularını, kırgınlıklarını, kendilerini neden ve nasıl sakladıklarını, küflü alışkanlıklarını, çaresizliklerini, yalnızlıklarının arkasına gizledikleri sırları, tutkularını, acılarının onları nasıl beslediğini, hatta mümkünse diğer yazarları kıskanmalarının gerçek sebeplerini en az yarattıkları kadar merak ediyorum çünkü. Bütün bu saydıklarım mahrem gibi görünse de o duyguların derinliğini yazarlara doğal bir zarafetle sorabilen röportajcılar ve her zaman pek de eğlenceli olmayan bu sorulara kendilerine has farklı üsluplarla cevap verebilen yazarlar var elbette. Tuhaf bir biçimde onları da okurlardan çok diğer yazarlar merak ediyor.
Röportajlarla yalnızlığını unutan Pamuk...
Böyle röportajları okurken Tanrının, asırlardır birbirlerinden etkilenen yazarları okyanuslardan topladığı farklı şekil ve renkteki incileri aynı ipe dizebilen incelikli ve mahir bir kuyumcu gibi davrandığını düşünüyorum. Sanki o görünmez ipeksi sicim, zayıf bir yerden incelip kopacak olsa insanlığın kültürel tarihini oluşturan kolyeden saçılan hikâyeler kâinatın karanlığında dağılıp sessizce kayboluverecekmiş gibi geliyor bana.
The Paris Review, 1953 yılından beri sayfalarında bahsettiğim türden “şeffaf”, eğlenceli ve aynı zamanda mesafeli olabilen sohbetlere yer veren önemli edebiyat dergilerinden biri. Bu yazıyı yazma sebebim de geçenlerde bu röportajlardan oluşan bir seçkinin Orhan Pamuk’un önsözüyle Türkçede nihayet yayımlanması.* Açıkçası daha evvel çoğunu okuduğum bu röportajların İngilizce bilmeyenler tarafından da okunabilecek olmasına sevindim. Okuma ve yazma hazzı biraz da böyle çoğalıyor gibi geliyor bana.
..
Afrika’nın vahşi, ıssız coğrafyasında kaybolmak isteyen arkadaşımın giderken kucağıma bıraktığı demeti seyrediyorum birkaç gündür. Mızrak yapraklarının arasından boynunu eğen tomurcuklar, ürkek bir yürek misali küçücüktü ama onlar da çaresiz zamanın dönüştüren itaatkarlığına boyun eğdi. Çoğalarak kendini teslim eden şakayıkların, incecik orman yağmurlarının toprağı ıslatmasını anımsatan seslerle parkelerin üzerine düşüşünü duyabiliyorum. Bazen eğilip o kadifemsi yaprakları topluyorum birer birer. Avuçlarımı yaralı bir çocuk dizinin pembemsi kan rengine boyayan düğün çiçeklerinin an içindeki mucizevi değişimi bana ‘söz büyücüsünü’ hatırlatıyor. Çalışma odama gidip önce yazdıklarını indiriyorum raflardan. Her biri şakayıklarım gibi katmerli bir hayat saklıyor içinde. Saatlerin soldurduğu toz kokulu sayfalarını çevirdikçe üst üste yığılmış masallarının gerçekliğiyle karşılaşıyorum tekrar. Yıllar sonra eski sevgiliye kavuşmak kadar merhametli ve tutkulu hislerle ürperiyorum. Şimdi burada olsa anneannesinden miras kalan anlatma sezgisi ve yeteneğiyle çiçeklerin kısa süren muazzam değişimine ne zengin hayatlar sığdırırdı, diyorum. Beni duymuş gibi alaycı dudaklarıyla tebessüm edip yanıma oturuyor.
Sonra Yüzyıllık Yanlızlık’taki Auerliano Segundo, sessizce odamıza giriyor. Onu görebiliyorum. Herkes onu meczup sanıyor ama o sadece hayaletleri gerçek insanlara tercih eden bir roman kahramanı. Karşısında eski moda yeleğiyle Melguiades oturuyor. Başını eğip ‘merhaba delikanlı’ diyor. Ona dünyayı anlatıyor ama sökemediği el yazmalarını çevirmeye yanaşmıyor. “Yüz yaşını bulmadan, kimse orada ne yazdığını bilmemeli” diye fısıldıyor. Yazarın yüzüne bakıyorum merakla, “acele etme, romancılık sürprizi sona saklamaktan, olayları ustalıkla birbirine bağlamaktan ibaret değildir. Dört yüzyıllık bir hikâyeyi biriktirdiklerinle, kadim bir kültürden süzülenlerle anlatırken kendini, dilini ve hayatı yeniden keşfedersin. Bütün bunları hakkımdaki en kapsamlı inceleme kitabını hazırlayan bir başka yazar anlattı, onları mutlaka oku” diyor.
Her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar...
Amerikalı edebiyat eleştirmeni Gene H. Bell- Villada Marquez’i edebiyatıyla, hayatıyla, eserleriyle, gazeteciliğiyle, edebî mirasıyla anlamak isteyenler için gerçekten etkileyici bir kitap hazırlamış. Dedikodusu bol, renkli bir biyografi değil belki ama her yazarın geride bırakmak isteyeceği türden bir inceleme olmuş. Türkçe’ye Söz Büyücüsü diye çevrilen kitabın içinde meraklı bir fare gibi dolaşırken Marquez’in 1979’da Kolombiyalı bir gazeteciye verdiği röportajda söylediklerini buldum. Akademik eğitimi önemsemeyen ama sağlam ve köklü bir edebi temeli de reddetmeyen konuşması çok hoşuma gitti: “Edebi kültürü küçümseme, kendiliğinden olana, icat edilene inanma eğilimi var. Aslında edebiyat insanın öğrenmesi gereken bir bilimdir ve yazılan her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar. Edebiyatı öğrenmek için mütevazı ve alçakgönüllü olmalısınız. Sonuçta edebiyatı üniversitede değil, başka yazarları sürekli okuyarak öğrenirsiniz”. Kendisi de onu fena halde kışkırtan serseriliğine rağmen Kafka’yı keşfettikten sonra söylediği gibi yapmış. Dönüşüm’ü okuduktan sonra altı yıl boyunca İncil’den başlayarak günümüze kadar roman sanatında neler yapıldığını idrak etmek için her gün çalışmış. Bu yüzden Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazarken kendini çok mutlu hissediyordu sanırım. Onun rüyasında edebiyatı icat ettiğini söylemesinden daha çarpıcı ne olabilirdi ki?
Yüzyıllık Yalnızlık nasıl uçtu?
Bu kitapta, çocukluğundan gençlik yıllarına kadar geçen süreyi gazeteci diliyle anlattığı kitapta olmayanlar da mevcut. Bu çok doğal zira Anlatmak İçin Yaşamak ismini verdiği hatıralar, yirmili yaşların sonunda bitiyor. Yazar 2002’de yayımlanan bu kitap dizisine devam edeceğini söylüyordu ama yaşlılığın neden olduğu ‘hafıza kaybı’ sorunu yüzünden anlatarak hatırlama hazzından mahrum kaldı korkarım. Onu yazmak yerine on yıl sonra yeni, başka şaşırtıcı bir romanla geri döndü. Halbuki Villada’nın araştırmasıyla günışığına çıkan hadiseleri, Marquez’in kamera cihazı gibi kaydeden bakışıyla izleyebilmeyi de isterdim. O sahneyi düşünün; dostlarına bir daha asla yazmayacağını söyleyen yazar, gerçekten beş yıl boyunca edebiyata dair tek bir satır kaydetmemiş. Sıkıntılı, zihnini kamaştıran, ruhunu çalkantılarla huzursuz eden sözcükler biraraya gelmek için sürekli sabırsızlanıyor. Beyaz Opel arabasıyla Mexico City’de Acapulco otoyolunda gidiyorlar. Marquez aniden u dönüşü yapıp arabayı durduruyor ve karısından ailenin maddi durumuyla bir süre ilgilenmesini rica ediyor. 1942 yılından beri yaratmaya çalıştığı kitabın her anını kafasında canlandırabildiğini fark etmiş. Sonradan o anı tarif etmiş: “İçimde öylesine olgunlaşmıştı ki, ilk bölümü kelimesi kelimesine dikte edebilirdim”. Doğrusu ben sıradan bir okur olarak yazarların mağaralarında sakladıkları anların gerisindeki gizemli yoluculukları merak ederim. Binlerce sayfadan oluşan müsveddeyi gönderirken birikmiş borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünen karısının yıllar sonra itiraf ettiği gibi “ya bütün bunlardan sonra kötü bir romansa” diye iç geçirdiği o umutsuz anı nasıl konuştuklarını da...Postane yolunda kutunun yırtılmasıyla Yüzyıllık Yalnızlık müsveddesinin ortalığa saçıldığı anı ve posta paraları çıkışmayınca ikinci kısmını toparlayıp sonradan gönderme hikâyelerini de...
Gerçeği büsbütün soymaz...
..
Erguvani bulutların saray bahçelerinin sessizliğine eşlik ettiği mahzun bir âlemde tabiatın şefkatine sığınıyoruz. Yavaş adımlarla öpüşen çiftlerin arasından geçerken saka kuşlarını işitiyoruz. Kısa ve kesik çığlıklar yankılanıyor yüksek ağaçlardan... Üç kez arka arkaya aynı inatçı yakarışı tekrarlıyorlar sanki. Arkadaşım kuşların çiftleşme mevsimindeki değişimlerinden bahsediyor. Çiçek tarhlarının gökkuşağının renkleri gibi parladığı bir ânın içinde, asırlar evvel o bahçelerden geçip gidenlerin mahrem hülyalara daldığı ikindilerin ruhunu hissetmeye çalışıyorum.
Başımızı kaldırınca ihtiyar çınar ağaçlarına yuva yapmış leylekleri fark ediyoruz. “Ah, gelmişler işte” diyerek sevinçle el çırpıyorum. Önce biri süzülüyor aydınlık göğe doğru, daha sonra diğerleri... Boynum ağrıyana kadar göçmenlerin ince, uzun pembemsi bacaklarına bakıyorum. Kanatlarını dev bir yelpaze misali açıp yeryüzünü altına aldıklarında, uzun kırmızı gagalarının yardımıyla boyunlarını uzatıp gümüşi bir yay gibi geriliyorlar. Vücutlarını kullanışlarındaki zarafete hayran kalıyoruz. Sonbahar geldiğinde onlarla birlikte göçüp gitmek istediğimi fark eden dostum, çocuk çarpıntılarımı hissetmişçesine anlatmaya başlıyor: “Biliyor musun, Ahmet Haşim vaktiyle yazmıştı; Osmanlı’da Gureba-i Laklakan adında bir vakıf varmış. Yaşlı, kanadı kırılan, sakat, garip leyleklere bakıyorlarmış. O dönemde dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmamasına rağmen Anadolu’da böyle bir evin olması ne hoş değil mi? ” Ilık bir tebessüm yayılıyor yüzüme. “Ne güzel, şimdi de olsaydı keşke. Önce iyileşenlerle Afrika’ya göç eder, sonra sakat olanları toplayıp geri gelirdim”, diyorum. “Olabilir, bacakların onlarla bir akrabalığın olduğunu söylüyor zaten” deyip güldürüyor beni.
Tam da o sırada sahih bir dostun hissettirdiği güvenin ‘aidiyet’ duygusunun bazı sahte kodlarından daha önemli olduğunu anlatmak istiyorum ama o asude ânı bozmamak için susuyorum. Ânın derinliğini, taze bademler gibi açılan lale-i Rumiler, mavi acem tırnakları, rayihası genzi yakan ak sümbüller, alacakaranlıkta mora kesen yaban kirazları, sarı çiçeklerini göstermekten utanan defneler, heybetli meşeler, yalnız kadınların ayakkabılarına sürtünen kediler, taravetini güneşle yitirmiş nergisler, uhrevi serviler, kilisenin mavi vitraylı camları, gül bahçelerinde dolaşan ezan sesinin ebedi ruhu anlatsın istiyorum. Ve sadece yeni öğrendiğim o cümlenin zihnimde yankılanan anlamlarını sayıklıyorum. Garip leylekler evi, garip insanlar evi, garip erkekler evi, garip kadınlar evi, garip çocuklar evi, garipler evi... Dünya aslında büyük bir göçmenler evi!
Anları genişletebilen bir büyücü!
Kunt ahşaptan yapılmış masaya oturduğumuzda çantamdaki kitaptan bahsediyorum ona. İz bırakacak olan bir yazar keşfetmenin hayatta başka hiçbir hazza benzemeyen esrarlı sevinciyle Göçmenler’i anlatmak istiyorum ama kelimelerim tükeniyor. Nedense hemen Sebald’ın elli yedi yaşında araba kullanırken direksiyon başında kalp krizi geçirerek ölmesi aklıma geliyor. Bilmediği hikâyelerin neden hep sonunu merak ederek anlatmaya başlar insan, diyorum kendime. Cevap benimle ilgili değil, eve dönüp okuyunca anlıyorum sebebini. Daha ilk kitabında tutulduğum adam da kayıp insanların, hikâyelerin, hayatların yazarı olmayı seçmiş. Edebiyatı, onların hayallerini, ümitsizliklerini, pişmanlıklarını, mutluluklarını, kısacık sanılan bir hayata sığdırabildikleri ne varsa hepsini diriltmekten, genişletmekten, çoğaltmaktan besleniyor. Anları genişletebilen bir büyücü o!
..
Berrak, pırıltılı güneşe inat kar yağsın, yüreklerin, bedenlerin bütün günahlarını temizlesin, mümkünse eriyen karlar yeryüzünü iyilikle yıkasın, yapabiliyorsa hepimizi şefkatle sevgisizliğin koyu bencilliğinden arındırsın diye dua ediyorum. Gecenin laciverdi sessizliğinde epeydir görmek istediğim bir filmi izlemek için henüz boşluğuna alışamadığım kanepeden kalkıp bir sigara yakıyorum. Film o muhteşem kar sahnesiyle açılıyor. Onu çağırdığımı duymuş gibi. O anda kendine Kosmos diyen Battal’la buluşmak ve varlığımın izlerini beyaz satenden bir kumaş gibi parlayan kar örtüsünün üzerine bırakmak istiyorum. Ufuk çizgisinin incecik sonsuzluğuna doğru ağlayarak koşmak, bir sarmal halinde bizi bekleyen tuzaklardan uzaklaşabilmek için bilinmeyen bir yere, bilinmeyen bir zamana doğru tuhaf bir yolculuğa çıkıyorum.
Bazen öyle olur, daralan göğüs kafesinde çırpınan kuşların kanat hışırtısı kulaklarınızı sağır eder, gözleriniz bakar ama gördüğünü anlamaz. Sizi tutsak eden sıkıntının ağırlığıyla inançlarınız kırılır, beklentileriniz hiçleşiverir. İçinizin nasıl öyle bir anda yağmur yüklü bulutlar gibi boşalıverdiğini de pek anlamazsınız. O vakit Kosmos gibi kimsenin sizi anlamayacağını bilerek, başkalarının sahte sandığı hakiki karanlığınızda bir meczup misali sayıklamaya başlarsınız...
Ben de Kosmos gibi ‘zamansız’ bir şehre gidip orada hiç tanımadığım insanların dertlerine deva olabilmek için kendimi bir süre kaybetmeyi istedim o gece. İnsanın acıyı, çaresizliğinin koyu sıkıntısını tevekkülle kabullenebilmesinin sırrı belki bir süre kendinden uzaklaşıp aklın iradesini, imkânlarını unutmasıyla mümkün. Kalple akıl arasındaki bağlantıyı kuramayanlar Kosmos gibi yabani, anlaşılmaz, deli sanıyorlar bizi. Sıkıntılı bir hayatın kıyısında durup bazen hayatı basitleştirerek idrak edebildiğimizi anlamıyorlar. Bilmiyorum, belki başka bir zaman seyretsem, insanın ‘biricikliğini’ neredeyse yeryüzünden kazır gibi görünen filmin şifresini çözemeyebilirdim ama sanırım o gece Kosmos’un umutsuzluğa haykırışını bütün çıplaklığıyla duymaya ihtiyacım vardı.
Başımıza gelenler aynı mı?
Reha Erdem’in yönettiği film muhteşem görüntüleriyle daha ilk andan itibaren seyredeni kurmak istediği atmosferin içine çekiyordu. O “takur tukur dünyada bir rüzgâr sesi” diye tarif etmişti filmini. Kosmos’un her türden inançsızlığa ağladığını, iki boyutlu yaşayan kuru insanlara insanın üçüncü boyutunu maneviyatın derinliğiyle hatırlattığını söylüyordu.
..
Gazetelerin muhtelif eklerinde her sene ısrarla yayımlanan ‘yaz kitapları’ klişesini biliyorsunuz değil mi? Mantığını ve muhtemel alıcısını elbette anlayabiliyorum, lakin kitapların iklimlere göre tasnif edilmesinden pek hazzetmiyorum. Neden yaz kitapları illa ‘eğlenceli’ olmak zorundadır ve ‘eğlenceli’ olmanın ölçüsü nedir mesela? Üstelik de bu soruşturmaları genellikle yazarlarla ve yayınevlerinin ilgili editörleriyle yaparlar. Onlar da ciddi ciddi cevap verirler bu ‘anketlere’. K Dergisi‘nin bence fevkalade isabetli bir sloganı var. “Sizi kandırdılar. Edebiyat eğlencelidir.” Öyledir gerçekten ama anlaşılan kandırmaya devam ediyorlar, çünkü yaz kitaplarının özellikle ‘hafif’ bir neşesi olması da gerekiyor nedense.
Kolunuzu kaldırmaya mecalinizin kalmadığı rutubetli bir ortamda denizin üstündeki buğuyu seyre dalıp tembel kediler gibi kumların sıcak oyuklarına yerleşmişken, okaliptüs ağaçlarının altında hülyalara daldığınızda, karpuz peynir yerken kimse Karamazov Kardeşler‘i ya da Proust’un yataktaki ufak kımıltılarının ayrıntılarını sayfalarca tasvir ettiği romanlarını okumak istemiyor galiba. Halbuki ben ‘yüksek edebiyatın’ böyle zamanlarda insanı daha sıkı kucakladığına ve iz bıraktığına inanırım. Hayattan müsaade aldığınız o iki hafta içinde, mümkünse kaotik bir zihin kamaşmasından uzaklaşıp tanımadığınız ama merak ettiğiniz, sizi size edebiyatın değerleriyle anlatan, insan olmanın ıstırabını, hazzını, derinliğini bazen incelikli bazen basit ama keskin cümlelerle ifade eden daha eğlenceli bir yolculuk düşünemiyorum. Bu düşünme biçimi, şezlonglarda polisiye veya gazetecilerin çok sevdiği benim nefret ettiğim o tabirle ‘aşk romanları’ okumaya engel değil elbette. Ama neden yaz kitapları? Mesela siz hiç ‘sonbahar kitapları’ diye bir başlık gördünüz mü? Eğer edebiyatı mutlaka tasnif edeceksek bence olmalı, benim de ‘eğlenceli’ önerilerim var ama sonbaharda açıklayacağım. Yani bu ‘büyük fırsat’ için biraz daha beklemeniz gerekiyor. Gazetecilerden öğrendim, her haber mevsiminde güzelmiş.
Kitap en iyi tasarım...
Netice itibarıyla sonunda ben de bu modaya uydum ve kendime bir yaz kitabı edindim. İsmi, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Hakikaten eğlenceli ve zihin açıcı, düşündüren bir kitap. Nietzsche’nin deyişiyle, neşeli bilgi varmış bu kitapta. Özellikle benim gibi kitap fetişi olduğu sanılan ama sadece yazıyı seven, kitapsız hayata devam edemeyen bütün ‘okuma bağımlılarının’ müthiş bir hazla okuyacağını düşündüm sayfaları merakla çevirirken. Kitabın beş bin yıllık tarihinde dramaturg ve sinemacı Jean-Claude Carriere ve semiyolog, yazar Umberto Eco’yla seyahat ederken uzun ve çok katmanlı bir rüyada dolaştım sanki. Avcı köpekler gibi nadir kitapların izini süren iki bibliyofilin, eski ve nadir kitap koleksiyoncularının hikâyeleriyle kitabın geleceğini geçmişin içinde görebilmek güzeldi. Akademik dilden bilerek uzak durmaları kitabın okunuşunu, üstünde yorum yapmayı ve en önemlisi insanın kitapla kurduğu o mahrem ilişki üzerine soru sordurmayı beceriyor. Bu söyleşiyi yöneten editör Tonnac, geçmişi konuşturma konusunda ne kadar ısrarlı olursa olalım, kütüphanelerimizde, müzelerimizde zamanın yok etmediği, edemediği eserleri bulacağımızı söyledikten sonra, kültürün, tam da her şey unutulduğunda geride kalan şey olduğunu hatırlatıyor. Eco’nun dediği gibi gelecekte kütüphane ve müze diye bir şey kalırsa tabii. Gelecekte internet olacak mı o da büyük bir muamma...
O kitabın beş yüz yıldır varlığını kabul ettirdiğini ve tıpkı çekiç, kaşık, tekerlek gibi ondan daha iyi bir tasarım yapılamayacağını düşünüyor. Ve onlara göre elektronik kitap ticari olarak kitabı hezimete uğratsa da, alışkanlıklarımızı değiştiremediği için kitabı tamamen yok edemeyecek.
Bu kitabı okurken iki edebiyat tutkunuyla lezzetli yemeklerle donatışmış zevkli bir yaz sofrasında sohbet eder gibi hissetmemin sebebi, o muazzam düşünsel serüvenin içinde birbirlerine çocuk saflığıyla sorular sormalarıydı sanırım. Carriere, “evinizde yangın çıktı,hangi eserleri kurtarırdınız” diyor. Eco’nun cevabı net: “Kitaplar hakkında o kadar iyi konuştuktan sonra, son otuz yılda yazdığım her şeyi ihtiva eden 250 gigabaytlık sabit belleğimi söküp alırdım, hâlâ imkânım varsa, eski kitaplarımdan birisini kurtarmaya çalışırdım.” Eco’nun bu cevabından da kolayca anlaşılacağı üzere onun gibi ‘hastalıklı’ bir kitap koleksiyoncusu bile yazı mevzubahis olduğunda bütün bencil yazarlar gibi geleceğe kalabilmek için yangında, önce kendi kitabını kurtarmak istiyor.
Sentez sanatı...
Genellikle bugünün teknolojisiyle geçmişin imkânlarını mukayese ettikleri ve meselenin özünün aslında pek değişmediğini anlatan eğlenceli hikâyeler beni güldürdü. Victor Hugo yazarken, yayıncısı Hetzel, kitabı bölüm bölüm yabancı yayıncılara gönderiyormuş. Eserin dağıtımı, bugün pek çok ülkede ve birçok dilde aynı anda satışa sunulan best-seller’larınki gibiymiş. Aynı şekilde Nişanlılar, 1827’de yayımlanan ve dünya çapında otuza yakın korsan baskı yapılması sayesinde büyük başarı elde etmiş, ancak bu korsan baskılar ona tek kuruş kazandırmamış.
..
Bizim mahalledeki caminin geniş avlusu, gazetecilerin ve meşhurların zorunlu akınına uğramadığı zaman etrafını kuşatan kalabalığa, işlek caddeden yükselen trafik gürültüsüne rağmen sakindir. Eğer sabahın henüz lekelenmemiş bir ânında oradan geçerseniz ihtiyar çınarların altında günün başlamasını bekleyen dalgın insanlar görebilirsiniz. O ‘dilsizlere’ eşlik eden kuşlar bile derin bir rüyanın tesirindeymiş gibi sessizdir o saatlerde. Ben günün o taze halini severim. Onlarla aynı hissiyata sahip olduğumu düşünerek nefes almak, geleceği unutan uyurgezerlerin toplu ayinine katılmak gibi geliyor bana. Özlemlerinden, hayallerinden, korkularından uzaklaşmışçasına dünyayı sükûnetle seyre dalıyorlar. Bakışlarında, kendilerini ‘kimsesiz’ bırakacak kadar çok yalnızlığı sevenlerin aldırmazlığı var sanki.
Birkaç gün evvel avluda onlarla biraz oturduktan sonra o mahzun bakışlardan birkaç tanesini itinayla toplayıp cebime koydum. Parkı uzun ve derin bir nehir yatağı gibi ikiye bölen vadinin ucuna kadar yürüdüm. Kalın halatların ucunda sallanan camdan bir topun içine oturunca titremeye başladım. Çocukluğumdan beri hiç geçmeyen yükseklik korkum var benim. Minyatür ağaçları, çocukları, anneleri, köpekleri, seyyar satıcıları yüksekten bir karganın keskin gözleriyle izlerken aklımda tek bir soru vardı; Bu ip aniden kopar ve ben son bir ‘çatırtıyla’ kuru bir ceviz gibi düşüp dağılırsam neler eksik kalır hayatımda. En çok hangisi beni üzer? Evet, biraz tuhafım ama böyle ‘manalı’ soruları bir tek benim aklıma gelmiyor. Malum sonla karşılaşmadan evvel muhtemelen hepimiz eksik kalmaya mahkûm hayatımızın hikâyesini düşlerimizde tamamlamaya çalışıyoruz. Bazen bunun için fazla vaktimizin kalmadığını Tanrı yersiz bir şaka yapar gibi olanca gaddarlığıyla hatırlatıyor. Öyle umutsuz zamanlarda o ‘son’la nasıl, ne zaman karşılaşacağımızı bilememenin kıymetini düşünüp bir süreliğine doğal huzursuzluğumuzu erteliyoruz. Ama yine de hiç beklenmeyen bir anda o kaçınılmaz soruyu sorabiliyoruz; ‘şimdi biterse ne eksik kalır? ’. Böyle bir soruyu sanırım herkes kişisel serüveninin boşluklarında gizlenen arzularla cevaplar. Ve bence hayatı bütünleyen yaşadıklarımızdan ziyade isteklerimizdir. Onlar olmaksızın hayat tamamlanmamış bir resim gibi hep biraz solgun ve eksik kalır çünkü. Ben o gün uçurumun üzerinden geçip giderken arzularımı kışkırtan, çoğaltan insanların yüzlerini gördüm. Kulağıma “korkma, O, sona yaklaştığını ağzından kaçırsa bile geride kalanı zamanını nasıl kullanmak isteyeceğini tam bilmeyeceksin” dediler. Küstah bir aldırmazlıkla omuzlarımı silkip karmaşık düşüncelerle yürümeye devam ettim.
‘Hayalperest olmanın en güzel yanı..’
Sonra atkestanelerinin kirpi kabuklu yemişlerini döktüğü nemli bahçelerin içinden geçip şehrin büyük meydanına kurulmuş sahaflar çarşısına girdim. Benim gibi hayattan müsaade alan insanlarla birlikte dünyanın sorunlarından azade bambaşka bir âlemde dolaştık. Küçük burunlarını meraklı kediler gibi tozlu dergi, fotoğraf, plak raflarına sokan öğrencileri, eski kitap sayfalarındaki altı çizili satırlarda bulamadıklarını meraklı erkek bakışlarında arayan yalnız kadınları, sona yaklaştığına pek aldırış etmiyormuş gibi dolaşan ihtiyarları seyrettim bir süre. Havada közle pişmiş acı kahve kokusu vardı. Yazdıklarından, gizlediklerinden, sohbetinden, dostluğundan hoşlandığım yazarlar gözleri açık balıklar gibi tezgâhlara dizilmişti. Bazıları artık yoktu ama sesleriyle, yüzleriyle, kelimeleriyle ruhlarıyla oradaydılar.
Son romanı Eflatun Koza’yı okuyup benden fikrimi söylememi rica eden arkadaşım Cahide Birgül’ün son kitabıyla karşılaştım. Kitap çıktıktan sonra kutlamak için bile çok vakti kalmadığını hissediyordu sanırım ama ona sinsi bir yılan gibi yaklaşan ‘sondan’ hiç bahsetmedi. Korkuyu maskelemeyen cesaretine hayran olmuştum. Geçen sene bu zamanda seyahat planları yapıyordu, beni de Ada’daki evine davet etmişti. Tam da orada, insanların oturup dinlendiği beyaz merdivenlerde, ışığı içerden yanan parlak mavi gözleriyle eğlenceli hikâyeler anlatıp bizi güldürüyordu. Geçmişin içinden süzülen o berrak anların içinde dolaşırken ilk romanını gördüm. Gölgeler Çekildiğinde, bir kitap yığınının üstünde sakin bir kedi gibi uyuyordu. Yanından geçip gidenler son günlerinde neler hayal ettiğini bile bilmiyorlar, ne acımasızlar, diye söylendim. Çömelip kitabı rastgele bir yerinden açtım ve altı kırmızıyla çizilmiş satırları okuyunca biraz gevşeyip gülümsedim: “Hayalperest olmanın en güzel yanı içinde taşıdığı belirsizliktir. ‘Doğru bilgiler’ asla yakışmaz ve zarar verir hikâyenize. Kural şudur: Kurgulayacak, ama kurcalamayacaksın.” Biraz daha karıştırdım. Kitabının kadın kahramanının çarpıcı cümlelerini bulunca bütün esaslı yazarlar gibi onun da insanın koyu karanlığını, aslında bize pek benzemeyen sıradan, sakin görüntümüzü gizleyen o tekinsizliği anlatmayı ne çok sevdiğini hatırladım: “Ben acıyı severim, bundan hiç kuşkum yok. Yaşadıklarıma dönüp baktığımda, acıyla aramda sağlıksız, ama kendimi alıkoyamadığım bir ilişki olduğunu görüyorum. Gündüzleri munis ve sevecen bir kadının, gece çöktüğünde, canını yakacak, bedenine acı vererek sahip olacak eşini özlemle bekleyişi gibi hastalıklı bir beraberlikti bizimki de... Belki de bu yüzden, sevdiklerim, ‘kaybedersem, ölürüm’ dediklerim, gün gelip çekip gittiklerinde, onlar gözden kaybolana dek dimdik bakabildim arkalarından.” Yazarlar sözcüklere yaslanarak ne çok yaşam biriktiriyorlar, kendilerini ölmeden ne çok öldürüyorlar, dedim kendi içine anlatan meczuplar gibi.
..
Asırlardır farklı dinlerden, kavimlerden, kültürlerden, dillerden süzülen masalların, efsanelerin dağların eteklerinde çınladığı bir coğrafyanın orta yerinde sessizce duruyorum. Durmak iyi geliyor. Hayatta kalmak için ihtiyacımız olan hızlı ve çevik hareketlerin pek bana göre olmadığını düşünüyorum o an nedense. Boğucu sıcağın da etkisiyle zihnim uyuşmuş, sadece unutmak istiyorum. Hatırlamanın değil, hafızayı büsbütün silmenin sağalttığına inandığım karanlık bir kuyuya düşmüşüm sanki. Ne geleceğin peşinden koşma isteği, ne insanlığın kendini tekrar eden makûs kaderine öfkelenme, ne de bulanık hayallerde kaybolma arzum, hepsi kayıtsız ruhla yitip gitmiş... Birbirini tamamlamayan, karmaşık manalara batmış sözcükler hayaletler gibi etrafımda dolaşıyor. Huzursuz bir kum fırtınası, çıplak ovaların, taş evlerin, onların eprimiş duvarlarından dökülen kızıl tozlarla kaplı kızgın kaldırımların üzerinde dönüp duruyor...
Başım dönünce minareleri kucaklayan bir bahçeye girip ortasındaki şadırvanlı havuzun kenarında oturuyorum. Şırıltılı serinlik biraz ferahlatıyor. Dayandığım cılız ağaca, genizden çıkardıkları hırıltılı seslerle konuşan yaşlı adamlara müzede heykelleri inceler gibi bakıyorum. Buğulu ovaların dinginliği, tarihî yapıların güven veren sağlam duruşu beni pek etkilemiyor. Duygulanmıyorum. İnsan olmanın aynı zamanda dünyanın uğultusuyla sağır olmak, zulmü reddeden tavrıyla kör olmak anlamına geldiğini yorularak öğrenmişim. Bilmek fazla geliyor. Bütün hayatımı, insanlardan uzakta bir dağın, bir ovanın, bir ağacın ıssızlığında geçirebilirim gibi hissediyorum. Arzulamayan, acı çekmeyen, kötülüğe isyan etmeyen, mutluluğu tanımamış, sabretmesini bilmeyen, okuyamayan, yazamayan, beklemeyen kimsenin daha önce görmediği türden tuhaf bir varlık olmak istiyorum. Bu acayip isteklerle kıvranırken onu görüyorum. Uzun, cilveli kuyruğuyla bütün kederleri peşi sıra sürükleyip yeryüzünün günahlarını siler gibi geniş ovanın koynunda süzülen neşeli bir uçurtma beni ansızın hayata davet ediyor.
Modern bir masal...
Kendime bir çay söylüyorum. Bir gün önce kahvede, “ne çayı bu, çok acı” diye sorduğumda garsonun verdiği hınzır cevabı hatırlayıp gülümsüyorum: “Çayımız sıcaktır dostluk gibi, çayımız kaçaktır sevdamız gibi.” Keyfim yerine gelince seyahat için yanıma aldığım romanını açıp okumaya başlıyorum: “Ben ölümlüler arasında yaşayan bir ölümsüzüm... Tanrıların bu dünyada unuttuğu yaşlı bir adamım. Her efsanede, kutsal kitapta ve anlatıda yeni bir adla anılsam da gerçek adım Utanapişti’dir.”
Daha önce hikâyelerini de severek okuduğum Ekinci’nin modern bir masal anlatır gibi yazdığı sarsıcı romanının sayfalarını heyecanla çevirirken ölümsüzlük cezasına çarptırılmanın bedelini ve ‘ölümlü’ olmanın kıymetini de hatırlıyorum. Yazar, Utanapişti’nin sesiyle on binlerce yıldır defalarca anlatılan hikâyeleri, bugünün korkunç gerçekleriyle buluşturarak tekrar yorumluyor. Mitolojiyle, kutsal kitaplardan alıntılarla, menkıbelerle, bu yüzyılın yazarlarıyla desteklediği çok katmanlı yolculuk, okuru insanlık tarihinin acımasızlığına tanık olmaya çağırıyor.
Modern edebiyatın imkânlarını pırıltılı bir zekâyla kullanan kitabı okurken dudaklarım alaycı bir tebessümle kıvrılıyor arada. “Edebiyatın incelikli dokusundan, dil sezgisinden, manevi derinlikten yoksun ‘akıl oyunlarıyla’ kurgulanan yavan romanlara verilecek en iyi cevap yine doğudan çıkmış” deyip kıkırdıyorum. Kahramanı Asvas’ın alter egosu olan yazarın, romanı hayatın sonsuz kuralları olan bir oyuna benzetmesi boşuna değil ama bu tesbitin altını doldurabilmek de öyle sanıldığı kolay değil çünkü.
Huzurum ‘doğunun kanayan bir yara’ olduğunu hatırlatan keskin cümlelerle bozuluveriyor. Romanın diğer kahramanı gazeteci, yazar Berzah, kitapları ve düşünceleri yüzünden devlet tarafından öldürülen Asvas’ın hayatı hakkında bir roman yazmak için Güneydoğu’da araştırma yapıyor. Hizbullah’ın ölüm hücrelerinden, işkencelerden, oğlunun ölümüyle deliren annenin ıstırabından, faili meçhul cinayetlerin vahşetinden bahseden satırları okuyunca ürperiyorum. Binlerce yıldır ‘ölümsüzlüğü’ delice arzulayan insanlığın öldürmeyi neden bu kadar çok sevdiğini düşünüyorum.
Ölümsüzlük kötü mü?
Sonra Berzah gibi şehrin birbirlerine düğümlenen baharatlı sokaklarında bir avare gibi dolaşıyorum. Dünyanın hafıza kuyusu Utanapişti’nin taşların dilini okuyarak anlattığı kadim masallarla yürürken göçüp giden ‘ölümlü kalabalığın’ sesini de işitebiliyorum. Altı yüzyıllık medresenin yüksek basamaklarını aşıp iç avlusundaki havuzun başında duruyorum. Çeşmeden havuza uzanan su yolu İslam mimarisinde doğumu, hayatı ve ölümü temsil ediyor. Mardin Bienali’ne katılan sanatçılardan Canan Dağdelen’in göbek fotoğraflarından yola çıkarak tasarladığı esere bakıyorum bir süre. Suyun içinde yaşayan embriyonun gelişip doğumla hayata kavuşması ve tekrar başlangıca dönmesindeki sırrın zarif ifadesi içimi acıtıyor. Aradıklarını hiç bulamayanları düşününce “acaba ölümsüzlük cezası o kadar kötü olmayabilir mi” diyorum kendime...
..
Bir topun peşinde koşturan acayipleri ve onlara takılıp kalmış kalabalığı izlerken tuttuğum takımın kazanması halinde hayatımın değişeceğini düşünüyordum. Bu aptal oyunlar da benim eğlenceli takıntılarımdan biri. Bir ara yenileceğimizden korkunca edepsiz kapitalistlerin ‘morgda yatan genç’ resmiyle süsledikleri pakete uzanıp bir sigara yaktım. Birbirlerini taammüden tekmeledikten sonra kendilerini yerlere atıp ‘artistik’ hareketlerle debelenen futbolculara gülerken gözümün önünden şiddetli sahneler geçiyordu. Bir kalaşnikofla önce sigara patronlarını tarıyordum. Hazır başlamışken insani ilişkiler kurmaktan aciz hastalıklı arkadaşlarla devam edeyim, dedim. Tam bu ‘dâhiyane’ planlarla kanlı hülyalara dalmak üzereyken dünyanın en güzel gözlü kedisi Recai kucağıma yatıp beyaz tüylü yanağını okşatmaya karar verince haliyle gündem değişti.
Maç, gece ve sigaralar bitmek bilmiyordu. Biraz ürkerek gerçekten cesaret gerektiren bir girişkenlikle dünya kupası izleyen erkeklere iz bırakan ‘takıntılı roman kahramanlarını’ sordum. Neyse ki edebiyat da seviyorlar, şuursuzluğumu mazur gördüler. Birisi gözünü televizyondan ayırmadan ciddi bir ses tonuyla Boris Vian’ın Yürek Söken’indeki anne karakterini hatırlattı. Bir başkası kaçan gol bir fırsatından sonra yırtıcı bir baykuş çığlığıyla çaydanlık hırıltısına benzer garip sesler çıkardıktan sonra sakinleşip muhteşem bir intikam hikâyesi olan Canistan’daki Selim’den bahsetti. Sonra yine herkes kendi takıntılarının ve hayallerinin dip akıntısında usulca kayboldu.
O meşum liste....
Ben hâlâ benim ‘delilerle’ birlikteydim. Önce Yusuf Atılgan’ın diğer kahramanları geldi, sonra Tanpınar’ın Mümtaz’ı, Oğuz Atay’ın Hikmet’i, Selim’i, Thomas Bernhard’ın tekrarlanan düşüncelerle sürekli azap çeken huysuzları, Dostoyevski’nin suçluluk duygusuyla kıvranan ‘kaybedenleri’, Proust’un hayalperestleri, Fowles’un ‘kelebek koleksiyoncusu’, Saramago’nun Don Jose’si, Marquez’in son nefesine kadar vazgeçmeyenleri, Murakami’nin melankolikleri, Kafka’nın huzursuzları, Thomas Mann’ın Aschenbach’ı, Moravia’nın kendilerini yok eden erkekleri... Başım dönmeye başlamıştı. Çıldırmanın o incecik sınır çizgisinde duran bütün inatçı hayaletler zihnimin labirentlerinde koşuşturuyordu. “Roman kahramanı takıntılı olmalı”, dedim kendi kendine konuşan yalnızların ürkütücü sesiyle. Çarpık bacaklı adamlar hâlâ o çamurlu topun peşindeydi ve onlara eşlik eden vızırtı fena halde asabımı bozuyordu. Üst üste birkaç gol yesek de hiç değişmese bu sıkıntılı hayat, diye sayıklıyordum arada. Takıntım onu kışkırtan yazarlarla birlikte hortlamıştı. Sonra Anna Karenina’yı, Emma Bovary’i, Justine’i, Odette’i, Gatsby’i, Pan’ı, Don Kişot’u ve edebiyat tarihindeki diğer bütün ‘tutturukları’ ve onları insanlığa bağışlamak için yaşamanın sıradan hazlarından vazgeçen yaratıcılarını düşündüm. Hepsi takıntılarını sıra dışı karakterleriyle, bazen de içlerinden derin sancılarla söküp çıkardıkları ‘ötekilerle’ ölümsüzleştirmişti.
..
Dudaklarını hafifçe ısırarak tebessüm eden ay, nehrin gümüşi ışığında saçlarını kınayla tarayan mahcup bir kız misali ışıldarken hayatın birbirine benzemeyen veçhelerinden kendime kocaman bir buket yapıyorum. Rastgele seçtiğim bir ânın etrafında sükûnetle hiç acele etmeden dolaşıyorum. Arzuların, hüznün, korkuların, pişmanlığın en saf haline dönmenin imkânsızlığı canımı acıtmıyor nedense, tam tersine ruhumu daha iyimser kılıyor. Geniş bir bahçenin ortasında yüzükoyun yatıp tül yaprakların titreyişini izlerken görüyorum kendimi. Geçmişin kuyusundan seçtiğim anlarla hayallerimi buluşturup onlardan yeni hatıralar yaratıyorum. Hiç durmadan aynı sahneleri dondurup başa alıyorum. Sonra biraz kırpıyorum. Beğenmediğimde yeni cümleler, bakışlar, dokunuşlar, sesler, kokular ekliyorum. Oysa o aynı kalmak için direniyor.
Kendimi aldatıyorum belki ama bu savruk hâl bilincimin kıvrımlarını parlatıyor sanki. Yalan söylemek, bilincin kökeni midir, kim söylemişti bunu? Yola devam edebilmek için anlardan damıttıklarıyla şiirler, hikâyeler, romanlar yazanlar hayatlarının hem oyuncusu hem de seyircisi olmuyor mu? Tamam işte, ben de onlardan birisi olmaya karar verdim bu gece. Biraz da varoluşun, aldanışın kıyısında duran karanlık yüzüne bakalım. Hepimiz aynı ‘yapboz’ oyununun birbirini tamamlayan parçaları değil miyiz? Hikâyesizlik ya da olup biteni hikâye edememek çıldırmak demektir, çok ağır bir yüktür. En iyisi onu ilmek ilmek çözelim, parçalayalım sonra yine düğümler atarak tamamlayalım. Rüyalarınızı küçük kâğıtlara kaydederken, gönderilmeyen mektuplar yazarken, günlük tutarken, biyografiler okurken hatta birbirinizin falına bakıp geleceği kehanet ederken yaptığınız bu değil mi zaten? Graham Greene, boşuna “Bir romancı unutmak konusunda pek çok insandan daha yeteneklidir,” dememiş. Sanırım o da unutarak hafızasını tazeleyebilen yazarlardandı. Öyleyse yaşadıklarımızı sonradan anlamlandırmamızın sırrı o büyük aldanışta değil mi? Ben sizin için şimdinin kaygan zemininden yavaşça geriye doğru kayıyorum...
“Hayat basit olduğu için zordur”
Gerçek orada bütün haşmetiyle duruyor. İhtiyaç duyduğumda yanımda değildi, hiç olmadı. Tam da bu yüzden kendimi daha iyi tanımak için biraz değiştirerek hikâye edeceğim: İri güllerin, dev ıhlamurların miskin kokusuna fısıltıyla şiir okuyarak eşlik ettiğimiz uysal bir yaz gecesiydi. Birbirimize “ah, demek o beklediğim sendin” demenin ürkütücü eşiğindeydik. Sessizlikteki sırrın büyüsünü bozmamak için hızlanan soluğumu kontrol etmeye çalışarak karanlığın içinde öylece kıpırtısız durduğumu hatırlıyorum. Üzerimizde simsiyah ipekten bir örtü gibi salınan gök kubbedeki yıldızlar, Rilke’nin elmas tozları serpilmiş mısraları gibi ışıldıyordu. O benzersiz ânı, ilerde kalp ağrısının neden olduğu bir kederle hatırlayacağımı henüz bilmiyordum. Rilke’nin “Hayat basit olduğu için zordur” tesbitini idrak etmekten epey uzaktım.
Eprimiş bir kitabın kopuk ciltlerinden birini dizine koyup okumaya başladığında olgun, tumturaklı sesi titremişti: “Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti nedir ki. Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu mana ve lezzet toplanmalıydı ve sonra tamamen sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar insanların dedikleri gibi hisler değil tecrübelerdir. Bir mısra için insan birçok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir...”
..
Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler...
Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta... Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle. Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”
Yıldızı hiç sönmedi...
Geçen yüzyılda sanat, felsefe, tiyatro, anı, hikaye, şiir, roman gibi farklı türlerde pek çok eser bırakmasına rağmen, en çok Kırmızı Zambak isimli romanıyla hatırlanan Anatole France, itibar edilen bir edebiyat eleştirmeniymiş. 1875’ten itibaren Le Temps’da yazdığı eleştiriler sonradan Edebiyat Hayatı başlığıyla dört cilt halinde yayımlanmış. Türkçeye çevrilen bütün romanlarını eğlenceli bulduğum ironik yazarın hırçın eleştirilerini de okumak isterdim doğrusu.
Dreyfus olayı başladığında Emil Zola’nın hazırladığı bildiriye ilk imzayı atan yazar, 1921’de Nobel’i aldıktan sonra Fransa’nın önemli düşünürlerinden biri olarak hatırlanmış, ancak birinci dünya savaşından sonra unutulur gibi olmuş. Kitabın çevirmeni Tahsin Yücel, onun ne Balzac gibi hep aynı ilgiyle okunan büyük yazarlardan, ne de eleştirmenler ve okur tarafından yüceltildikten sonra yıldızı sönenlerden biri olduğunu söylüyor.
..
Anatole France’la Unutulamayanlar
Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler…
Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta… Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle.Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”
Yıldızı hiç sönmedi…
Geçen yüzyılda sanat, felsefe, tiyatro, anı, hikaye, şiir, roman gibi farklı türlerde pek çok eser bırakmasına rağmen, en çok Kırmızı Zambak isimli romanıyla hatırlanan Anatole France, itibar edilen bir edebiyat eleştirmeniymiş. 1875’ten itibaren Le Temps’da yazdığı eleştiriler sonradan Edebiyat Hayatı başlığıyla dört cilt halinde yayımlanmış. Türkçeye çevrilen bütün romanlarını eğlenceli bulduğum ironik yazarın hırçın eleştirilerini de okumak isterdim doğrusu.
..
Nar gibi kızarıp dağılmış korların arasında dolaşan buğulu bakışlarını benden gizliyordu. Sesinin kırılganlığı ürperticiydi. Kendini hikâye etmeyi sevenlere özgü anlatımı, anlattıklarından daha cazip gelmişti. Kısa hikâyeler yazıyordu. Sezgileriyle gelişen doğal yeteneğinin farkındaydı ama onu her an tüketen bir ‘eksiklikle’ de boğuşuyordu sanki. Bir yazarı seviyordu. Anladığım kadarıyla onu taammüden seçmişti. Henüz suretini bile görmeden, kitaplarındaki çakıl taşlarını izleyerek ihtiyacı olan ‘mucizeyi’ onda bulabileceğine inanmıştı. Bu rezil dünyaya dayanabilmek için yazma arzusuyla kıvranıyor, yaralı bir hayvan misali kendisi gibi can çekişen bir yazı insanının mağarasına sığınmak istiyordu.
Yaşadıklarına ilişki denemezdi. Zamanla hiç çaba göstermeden birbirlerinin her şeyi ve ‘hiçbir şeyi’ olmuşlardı. Adam pek ortada yoktu ama kadının kılcal damarlarında, ruhunda, hayallerinde, geleceğinde, rüyalarında, yazılarında, saç diplerinde dolaşıyordu. Onu hatırlamak istediğinde bileklerinin içini kokluyormuş. Anlamıyordum. Onunsa hiçbir koşulda vazgeçmeyen inatçı bir sahibi ve ‘evcilikten’ sıkıldığı zaman sokakta oynadığı başka ‘kadınları’ da varmış. Koşullar eşit değilmiş, hiç olmayacakmış. İşin tuhafı başından beri isteyerek kabullendiği bu dengesizlik, kadının ilgisini çekmiyordu. Sesinin titremesi gizlemeye çalışarak çok yorulduğunu itiraf ettiği gece, zihnime kazınan cümleyi sonradan çok düşündüm; “Kiminle olduğu, başkalarıyla ne kadar vakit geçirdiği o kadar önemli değil, ben ona sahip olmak istemiyorum, yeter ki beni aldığı o mahrem odaya kimseyi sokmasın. İşte buna dayanamıyorum. Ne yazık ki bunu anlamadığını söyleyecek kadar çok küçümsüyor beni” demişti. Onu acıtan bu konuşmanın derinliğini kavrayamayacak kadar gençtim o zaman. Kendisini tamamıyla istemeyen, onunla toplum önüne çıkmaya, yanında iki günden fazla kalmayan bir erkeğe böylesine koşulsuz bir ‘fedakârlıkla’ teslim olmasına çok anlam verememiş, onun için cidden üzülmüştüm. Önünde koskoca bir hayat ve onu isteyen çekici, zeki erkekler vardı ve maalesef takılıp kaldığı bencil ‘yazarla’ mukayese ettiğinde hepsini kolayca reddediyordu. Yaşadığı yalnızlık ne kadar çürütücü olursa olsun bedelini ödemeye hazırdı. Onun tanrısal yazma kudretinde kendi boşluğunu dolduracak bir mana arıyordu sanırım.
Aşk bir uçurum...
Mesele, sadece adamın yazar olması değildi elbet. Aralarında başkalarının göremediği, her an kopabilecek gibi görünmesine rağmen gücünü geriliminden alan sağlam bir bağ vardı. Tutku, arzu, takıntı, kıskançlık, sahiplenme gibi kavramlar, çıplak gözle görünemeyen o ipeksi dokuyu tarif etmeye yetmiyordu. Başkaları onları anlayamazdı, bu romantik düşünceye çocuksu bir inançla bağlanmıştı. O kadının yaşadığı savrulmayı idrak edebilmek için, kırık dökük tecrübelere, yüzlerce kitaba ve karların ruhuma usul usul dökülerek yığılmasıyla oluşan buzdan bir gerçeklik algısına ihtiyacım olduğunu bilmiyordum henüz.
İnsan büyürken eksildiğini bazen âni bir sarsıntıyla, bazen de bir dip akıntısı gibi uğuldayan sakin mısralarla fark ediyor. Geçenlerde bir arkadaşımın hediye ettiği Sezai Karakoç kitabını karıştırıyordum. Kendini hayattan itinayla sakınan şairin sesiyle ürperdim: İyi ki bilmiyor kalabalıklar/ Yağmura bakmayı camın arkasından/ İnsandan insana şükür ki fark var; / –Birine cennetse, birine zindan–/ İyi ki bilmiyor kalabalıklar/...Ben geldim geleli açmadı gökler; / Ya ben bulutları anlamıyorum,/ Ya bulutlar benden bir şey bekler/ Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum; / Ben geldim geleli açmadı gökler...
..
Hayat istemeden, bazen taammüden gidenlerin bıraktığı yokluğun üzerine kurulmaya mahkûm olduğunda, kunt bir ağacın yarılmasını anımsatan sesi işitirsin. Ve o çatlamayı bir daha hiç unutmazsın.
Bu dünyadaki her şeyin ondan kalanlarla ilişkilidir artık. Kurumuş sonbahar güllerine, seher vakti menevişlenen bulutlara, miskin denize bakıp artık olmayan birine sayıklarsın. Açık kalan pencerelerden içeri sızıp saçlarına konan ak bir kuştüyünü, eve yeni geleni kıskandığı için küsen mandalina ağacının tek mahcup meyvesini, rahim, tohum ve toprak arasındaki sağlam ilişkiyi, arzulamanın en sade halini sadece ona anlatmak istediğini bilirsin. Yokluğun neden olduğu ‘büyük boşluk’ bazen böylesine saf ve çaresizdir. Şu yaşadığımız modern ve vahşi dünyanın tekinsiz çukurunda ‘onu’ neden ve nasıl kaybedeceğini de bilemezsin. Bir bomba, hedefini şaşırmış bir kurşun, ihmal edilmiş bir uyarı ya da zamanı, hatıraları, geleceği aniden paramparça eden bir öfke kıvılcımı...
Onları düşünüyorum bugünlerde. Tanrı’nın çağrısını beklemeden ölü taklidi yapanları. İnsanları O’nu kullanarak ölüme davet eden ‘savaş çığırtkanlarını’, ‘haysiyet’ sayıklamalarını utanmadan dilini bilmedikleri ölü bedenlerin üzerine kusanları, kanla lekelenen hafızalarını kireç taşıyla gömenleri. Acılarını kaybettikleri yerde aramayı unutmuşlar sanki.
Barış gününde bile savaşsız duramayan insanlığın aslında hiç değişmeyen aktörlerine bakınca tanıdık bir bezginlik kuşatıyor uğultulu zihnimi. Yeniye, değişime, ruhu bu kısırdöngünden çıkaracak olan ilahi güce olan umudunu hepten yitiren bir meczup misali yumuşak halımın üzerine yüzükoyun uzanıp eksik kalan yaşamların arzularını tamamlıyorum. Arada bağdaş kurup kimbilir hangi rüzgârların, nehirlerin, okyanusların yonttuğu taşlarımı boyarken kulağıma anlaşılmaz gelen mırıltılar işitiyorum. Ne de olsa başka coğrafyaların diliyle konuşuyorlar. Vaktiyle altını çizdiğim eski cümlelerle, dilin ölüme, savaşa, kötülüğe direnen gücünden bahsediyorum. Çoktan unutulmuş ‘kimsesiz’ şiirler okuyorum onlara. Neruda, usul bir güz ninnisi fısıldıyor kulağımıza; “Saat yedi buçuğuydu güzün/ Ve ben bekliyordum/ Kimi beklediğim önemli değil./ Günler, saatler, dakkalar/ Bıktılar benle olmaktan/ Çekip gittiler azar azar/ Kaldım ortada tek başıma... Kalakaldım tek başıma/ Yalnız bir at gibi/ Otların üstünde ne gece, ne gündüz/ Sadece kışın tuzu.. Öyle kimsesiz kaldım ki/ Öyle bomboş/ yapraklar ağladılar bana/ Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi/ Düştüler son yapraklar...” Şiir çekirdeğinde sakladığı saf hüzne rağmen nasıl da okşayarak iyileştiriyor.
Umutsuzluğu iyileştiren bir kitap
..
Gök kubbe koynunda biriktirdiği ne varsa hınçla yeryüzüne dökerken, martıların gagaladığı kiremitlerden biri tangır tungur yuvarlanıp asfaltta paramparça oldu. Gün biraz sonra külrengi ağaçlara, kulağında zımbalarla dolaşan köpeklere, telaşlı çocuklara, hayata devam etme sıkıntısıyla kıvranan insanlara rağmen başlayacaktı. Hayat tekdüze, basit ve sıradan gibi görünecekti ama aslında öyle olmayacaktı. Tıpkı sakin bir Çehov hikâyesi gibi usul usul soyunacaktı saatler. Denizin üzerindeki morluklar kendiliğinden dağılacaktı. Bunu anlamayan ‘insan’, zamanı hunharca tüketmenin gururuyla koştururken ‘kımıltısız anları’ ıskalayacaktı. Hep böyle telaşlı ve savurgan olmak için yaratılmış olduğunu sanıyordu çünkü. Hâlbuki yürürken başını usulca çevirip baksa, hiçbir neden yokken hayatın geçiciliğini anlamış gibi bir anlığına duran, sonra aheste adımlarla yürüyen kedinin hınzır bakışlarını fark edebilirdi. Ya da ne bileyim, kadife gibi yumuşacık bir rüzgâr yanağını okşarken, çiçekçinin başını önüne eğip kendi kendine mırıldanışını görse, yanında durup onun çakır gözleriyle bakardı buhurumeryemlere. O vakit hayat yeknesak ritmiyle salınmaktan vazgeçer, insan anlatamadığıyla kısa bir hikâye olur, başka bir hikâyeye karışır ve belki o hâliyle kendini daha çok severdi.
Ben böyle sabahlarda, Ruslar gibi yaşamak yerine hatırlamak isterim. Dünya kasvetli dinginliğiyle benim tasavvur ettiğim gibi bir yer olsa diye iç geçiririm. Öyle olmadığını idrak ettiğimde biraz huysuzlaşırım. Çehov benim gibilere biraz kızar ama anlatmaktan hiç vazgeçmez. Çalışkandır. Biz hayaller ırmağında sürüklenirken, o bir cerrah titizliğinde kullandığı ayrıntıların sihriyle hayata neşter atar ve iyileştirir. Gri kederli gözleri, mahcup gülümsemesiyle yüzlerimize bakar; ve işte hikâye orada, tembelliğimizin, umutsuzluğumuzun, ‘küçük insan’ oluşumuzun ortasında duran soyluluktadır. Gorki’nin deyişiyle, hayattaki ‘küçük şeylerin’ acıklılığını hiç kimse onun kadar açık ve ince bir şekilde anlatamaz.
O ânı anlatsın isterdim...
Mahallemizin mütevazı lokantasında, kucağımda Anton Pavloviç Çehov’un 44 yıl süren muazzam hikâyesini okuyordum. Başımı 19. yy. Rusyası’nın buğulu manzarasından kaldırıp bugünkü burjuva hayatının hazin manzarasını seyrederken gördüm onu. Annesinin yanında oturmuş, önündeki büyük nota defterine bakarak henüz tanımadığı sesleri taklit ediyordu. Do-re-mi-fa-sol-la.. diye haykırarak el çırpışı biraz hazindi. Hayatı henüz tanımıyordu çünkü. Annesi büyüdüğünü hayal ettiği kızının saçlarını özlemle okşadı. Bir serçe kadar minik olan bedeninden çıkan tiz çığlıkları şaşkınlıkla dinliyorduk. Notaların sırasını karıştırıp takıldığında ‘mi’yi nefesinin yettiği kadar uzatıyor ve hayatta duyabileceğiniz en nedensiz, en saf kahkahaları yerlerde yuvarlıyordu. O ânı bana Çehov anlatsın isterdim. Kısacık bir ‘mi’ sesiyle başlayan hikâyenin içine kocaman bir hayat sığdırırdı.
“İsmi Yağmur olan neşeli bir kız çocuğu, balkon demirinde usta bir ip cambazı gibi yürüyen kara kedinin meraklı gözleriyle karşılaştı.” Böyle mi başlardı hikâyesine acaba? O hikâyenin atmosferini, ânın, mekânın, düşüncelerin zengin tasvirleriyle esnetir. Belki düşünceleri bahçedeki nar ağacının olgunlaşmamış meyvelerinde kaybolan benden bahsederdi önce. “Sert rüzgârlarla bükülen cılız dallara üzülen kızın mahzun ifadesini görseydiniz, siz de ona acırdınız.” Böyle âni bir şimşek çakımı gibi cümleyle hayatınıza âniden girebilirdi mesela. Sonra halka halka genişleyen hikâyede ince mizahının, insanı sade ve basit kılabilen üslubunun sesini duyardınız. Bir süre sonra resme dâhil olan kıvırcık saçlı genç adamı tarif ederdi. Bakışlarını, jestlerini, giyim tarzını... Onun annesinin sevgilisi olduğunu açıkça söylemezdi muhtemelen ama siz genç adamın tavırlarından niyetini, hikâyenin içindeki varlık nedenini hissederdiniz. O yazarak tarif etmediği duyguları, düşünceleri sezdirme ustasıdır!
..
Mevsimlerin mucizevî değişimi, hiçbir şeyin aynı kalmadığını kâinatın kudretli melodisiyle kulağıma fısıldarken hep aynı soruyu soruyorum kendime. Bu geçip gidişler, zaman tünelinin görünmeyen ucuna doğru kayıp yok olmalar, ölüm bilincine rağmen varlığın kendini her koşulda taze tutabilmesi, tabiatın soyunması sonra tekrar usulca giyinmesi...; Bu ebedi senfoninin mutlaka efsunlu bir sırrı olmalı. Hayatın acılaşmasını unutturan ahengin kalplerimizde derin bir karşılığı var herhalde. Yoksa nasıl dayanırdık insanı olgunlaştırmasına rağmen parçalayan onca acıya, yoksulluğa, sevgisizliğe, savaşa, haksızlığa...
Kuruyan nehir yatağında her seferinde başka türlü kabaran hayatın genişliğinde kaybolmamak, zamanın dip akıntısında sürüklenmemek için sağlam köklere ihtiyacımız var. Ancak öyle güçlü bir umutla kaybolmuş hatıralarımızı, hayallerimizi diriltebiliyoruz. Oyalanmak için geleceğimize ipotek koyup, amaçlar uyduruyoruz bazen. Okul bitecek, çocuk büyüyecek, ev alınacak, kitap yazılacak, daha çok para kazanıp seyahat edilecek... Yorgun ruhumuzu böyle avutarak hayatımızın akışını kontrol edebileceğimizi sanıyoruz. Hâlbuki o karmaşık görüntüsünün ardında nasıl da basit ve sade bir döngüsü var yaşamın. Doğuyoruz, yaşıyoruz ve ‘sonlu’ bir varlık olmanın bilgisiyle, kısa bir süre misafirlik ettiğimiz bu diyarlardan başka âlemlere kanatlanıyoruz.
Böyledir güz günleri...
Bulutların oyunlarıyla parçalanan ışık huzmelerinin sarı tozlu sokakları, dev çınarları, solgun yüzleri, yaralı kedileri şöyle bir okşayıp geçtiği, gölgelerin yavaştan uzadığı sonbaharın hazzı çok sevmeseniz de içinizi kıpırdatıyor, biliyorum. Böyledir güz günleri. Onu sevmeyene bile ihanet etmez. Yeniliğin, dirilişin habercisidir çünkü o. Siz incecik yağmurların boşlukta savruluşunu seyrederken, o aydınlık bir güne uyanma ihtimalini hatırlatır. Ya da güneşin mahallenin bütün kızlarıyla kırıştıran serseri bir delikanlı edasıyla şımarttığı bir günün sonunda, ansızın kehribar rengine bürünen gökler, bakışlarınızı kesif bir hüzün duygusuyla kuşatır. Sabah evden çıkarken ona güvenmeyen kadınlar çantalarına bir şal atar. Çocuklar bellerine hırka bağlar. Erkekler işaret parmağına taktıkları ceketlerini omuzlarında dolaştırır sokaklarda. Tekinsizliğiyle güzeldir sonbahar.
Değişimin bu munis iklimi, benim buğulu ruhuma da sirayet etti. Bir gün hâlâ bu dünyanın küçük bir parçası olduğum için şükrederek uyanıyorum, ertesi gün her geçen an biraz daha eksildiğimi düşünüp kederleniyorum. Mutluluğun ve mahzunluğun aynı anda tezahür eden karmaşasıyla eve dönerken, rüzgârlarla savrulan gülhatmi ağaçlarının eflatun çiçeklerini topluyorum. Ve nedense zihnimde hep buruk mısralar yankılanıyor: “Yağmur bu kadar inceyken/ Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet/ Ölüm çok ağır Allah’ım, Ölüm çok ağır affet! ”(*)
..