Sevmeyi Bilmek (yazılar) kitap - 2 -

Nuri Can
407

ŞİİR


96

TAKİPÇİ

Sevmeyi Bilmek (yazılar) kitap - 2 -

Çağımızda Duygusal Ve Dürüst Olmak

Duygusal ve dürüst olmak böylesine rezil bir çağda zor bir iş. Böyle bir yükün taşınması zor olduğu kadar, yıpratıcıdır da… Her durumda yolunuzu tıkar bu merhamet, dürüstlük, duygusallık...
Merhamet, vicdan, dürüstlük ve duygusallığın ömrüm boyunca hep acısını çektim ve hâlâ da çekmekteyim. İflah etmez amansız bir illet gibi yakamı bırakmadı hiç gittiğim yerlerde…
Yaşamım boyunca hep başkaları için üzüldüm, hep başkalarına yandı yüreğim. Kırmadım kırıldım, üzmedim üzüldüm.
Başkaları için ağladım ama kendim için ağlamadım hiç bir zaman. Doğru bulduğum yoldan sapmamanın acısını çektim belki ama kendimden utanmadım hiç bir zaman, yemedim hakkını kimsenin. Onurlu yaşadım, çıkar için eğilmedim kimsenin önünde, el öpmedim. Haksız babam da olsa tavır koydum...

Çocukluğumdan beri ırkı, dini, fikri ne olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın, insana yapılan haksızlığı kabüllenemedim. Yaşlılara, yoksullara, çaresizlere, doğru dürüst yiyecek ve giyecekleri olmayanlara o yaşlarda bile için için acırdım. Ve hayatım boyunca hep ezilenden, hep zayıftan ve haklıdan yana kaydı yüreğim...

Çocukluğumda bile ninemden kopardığım giyecekleri, yiyecekleri yoksul insanlara götürüp verdiğim çok olmuştur. Ninem; hem insanlara, hem hayvanlara, hem de bitkilere karşı oldukça merhametli, dürüst ve yardımsever bir insandı.
Ve tıpkı ninem gibi ben de yoksullara, çaresizlere yönelik bu merhametimi ondan devralmıştım sanki.

Ama en yakınlarım bile hayata karşı hiçbir zaman dürüstçe bir tutum içinde olmadılar. Duyarsızlıklarını ve bazen para ve çıkarı için herşeyini satabilecekleri, herşey yapabileceklerini gördüğümde şaşırıp kalırdım… Hayatım boyunca korkmuşumdur hep, çekinmişimdir saygı duyulacak bir şeyi olmayanlardan, yalancılardan, dolapçılardan..

...../
Ben ömrüm boyunca hiç bir koşulda dürüstlüğümden ödün vermedim, babamda olsa haksızdan yana olmadım.
Bu yüzden olacak ki dik kafalı, adam olmaz kaldı adım...
Ben ömrüm boyunca dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa uğrayan ve zulmün altında inim inim inleyen insanlarla dost olmak istedim. Dostluğunu çıkar uğruna satmayan, dürüstlüğünden ödün vermeyen ve çıkarı için kimseyi aldatmayan, kendinden güçsüzleri ezmeyen insanlarla dost olmak istedim.

Ben ömrüm boyunca dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa uğrayan tanıdığım, tanımadığım, sahipsiz, kimsesiz yetimlerle, çaresiz kalmışlarla dost olmak istedim... Korkak sahte kahramanlık ve zülümlerle, garibin hakkına tecavüz eden ve zoru gördüğünde el öpenlerle değil! ...
Ben ömrüm boyunca haysiyetini, onurunu omuzunun üstünde taşıyan, kimseyi aldatmayan, namusu ve alnının akıyla yaşayanlarla dost olmak istedim.
Ben ömrüm boyunca yüreğinde insan olmanın erdemi ve haksızlığa uğrayanların acısını duyanlarla dost olmak istedim...
Zamanın ve haksızlıkların yapıldığı bir dünyada çaresiz kalanlar ve haksızlığa uğrayanlarla beraber yüreğini kanatan insan gibi insanlarla dost olmak istedim....
Ben ömrüm boyunca vicdanını bir terazi gibi kullananlarla dost olmak istedim...
Düşeni kaldıran, yardıma ihtiyacı olana yardım edenlerle dost kalmak istedim. Aldırma geç git diyenlere kulak asmadıan....
“Beni kır çiçeği gibi avucunda değil, kurşun gibi göğsünde taşıyacak.” larla dost olmak istedim
Dost bazen mavi bir bulut, bazen bir ırmak, hayalinizde ki bir sevgili, bazen gönlünüzdeki bir yer olabiliyor ama asıl dost en sıkıntılı günlerinizin sıkıntısını sizinle paylaşan değil midir?

Diyorum ki, en güzel renkler gözlerinizde, en içten şarkılar dudaklarınızda, en derin sevgiler yüreğinizde ve en doğru dostluklar doğruluğunuz ve vicdanınızda filizlensin.
Dostlukla…

'Üçlü Filtre? ! '

Bir gün bir tanıdığı ünlü filozofa rastladı ve dedi ki;
'Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun? '
'Bir dakika bekle' diye cevap verdi Sokrat.
'Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir
testten geçirmek istiyorum.
Buna ÜÇLÜ FİLTRE TESTİ deniyor.

'Üçlü Filtre? ! '
'Doğru' diye devam etti Sokrat.'Benim arkadaşım
hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre
durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.
Birinci filtre ile başlayalım: GERÇEKLİK FİLTRESİ.

Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam
anlamıyla gerçek olduğundan emin misin? '
'Hayır' dedi adam 'Aslında bunu sadece duydum ve...'
'Tamam,' dedi Sokrat 'Demek sen bunun gerçekten
doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi
deneyelim. Bu filtresin adı İYİLİK FİLTRESİ.
Arkadaşım hakkında bana söylemek istediğin şey
iyi bir şey mi?
'Hayır, tam tersi...'
'Öyleyse,' diye devam etti Sokrat, 'Onun hakkında
bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun
doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de
testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.
Bu filtrenin adı İŞE YARARLILIK FİLTRESİ. Bana
arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey,benim işime
yarar mı?
'Doğrusunu söylemek gerekiyorsa hayır, yaramaz'
'İyi' diye yanıt verdi Sokrat, 'Eğer bana
söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse
ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki? '
Bu düşünce yapısı, Sokrat'ın iyi bir filozof olmasının
ve büyük itibar görmesinin esas nedeniydi.

KimlikVe Kişilik

Bireysel kimlik mi? Toplumsal kimlik mi?

'Şerefle bitirilmesi gereken en asil görev hayattır.
Bir lokma ekmek için şerefini çiğnetmeye,
Bir anlık eğlence için servetini tüketmeye,
Bir zamanlık mevkii için el ayak öpmeye,
İnsanları ezip geçmeye,
Günlük menfaatler için 0nurunu terk etmeye,
Bir kısım insanlara kızıp, tüm insanlara düşman olmaya
değmez bu hayat....'
CAN YÜCEL

“Öyle bir hayat yaşıyorum ki, cenneti de gördüm,cehennemi de öyle bir aşk yaşadım ki,tutkuyu da gördüm,pes etmeyi de. bazıları seyrederken hayatı en önden, kendime bir sahne buldum oynadım. öyle bir rol vermişler ki,okudum okudum anlamadım. kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime, sonra dedim ki ' söz ver kendine ' denizleri seviyorsan,dalgaları da seveceksin,sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,uçmayı seviyorsan,düşmeyi de bileceksin. korkarak yaşıyorsan,yalnızca hayatı seyredersin. öyle bir hayat yaşadım ki,son yolculukları erken tanıdım öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan,anladım..”
Nietzsche...

Bence önce insan olmalı insan, egosunu, içindeki kötülükleri aşmalı, yani hayatı sevmeyle yakalamalı. Sürü gibi olmak, sürü gibi yaşamak yada sürü gibi davranış biçimi göstermek hayatı anlamaya, sevmeye, anlamlandırmaya yetmiyor. Sevdayı, sevgiyi, sevinci, hüznü anlamaya, anlatmaya yetmiyor… Çağının yükümlülüğünü, bilimselliği, teknolojiyi, birey hakkını, demokrasiyi, insanlığın önemini anlamaya, anlatmaya yetmiyor…

Toplumsal kimlikten çok, insan önce kendi bireysel kimliğini, kişiliğini kazanmalı (elde etmeli) ve bu mival üzre kimliğini oluşturmalı, kurmalı ki insan asıl kendisi olabilsin… İnsanın toplumsal olabilmesi için zaten öncelikli kendi mantığını, düşünsel mekanizmasını devreye sokmasıyla mümkün, sürüden ayrılmasıyla…. 'Kişinin kendini bilmesi, zihinsel acılarının noktalanmasıdır'.
Hayatın bütün yönlerini araştırmadan, okumadan, aydınlanmadan nasıl anlamlandırabilsin, anlayabilsin hayatın gizemini ve önemini insan…

Kitle sözcüğünün asıl sürü yada kalabalıklar anlamına geldiğini şüphesiz ki hepimiz biliyoruz ama bunun asıl ne anlam içerdiğinin üzerinde durup düşünmüyoruz…
Hepimize, istemesekte oynayacağımız bir rol biçilmiş, başkalarının seçtiği sahnede, elimize verilen replikleri papağan gibi tekrarlayıp duruyoruz.
Şartlandırıldığımız bir kaç beylik söz, dua, yada devrimci bir kaç söylemle geçiştirip gidiyoruz hayatı. Sonra da dönüp geri kalmışlığımızdan, çağı yakalayamadığımızdan dem vuruyoruz…

Bırakın ilerlemeyi insanlar kendi duygularını, düşüncelerini, isteklerini, istedikleri doğrultuda yaşayamıyor bile, hep içinde saklı kalıyor bunlar. Rol yapmadan kimse kendi gerçeğini oynayamıyor, kendisi olamıyor. Utanmadan, saklamadan, sıkılmadan bir gün maskelerimizi yere bırakp asıl kendimiz olabilirsek ancak o zaman gerçek ve asıl kişiliğimizi, kimliğimizi elde edip kendimiz olabiliriz…

Bir gün rol yapmadan asıl kendinizi oynarsak, içimizi dışınıza çevirerek kendi hayatımızı yaşarsak…Bakın o zaman streslerden uzak ne kadar rahatlayacağız…. “En büyük güçlülük insanın gerçek kimliğine razı olmasıdır.”

İnsan önce düşünmeli, istemeli ki, aydınlığı, güzelliği düşünüp güzelleşebilsin. Çünkü asıl güzellik insanın beynindedir, yüreğindedir, içinin kıpırtılarındadır.

İçinde, beyninde kini, nefreti, düşmanlığı yada yalanı, dolanı, hilleyi, onursuzluğu barındıran insan güzelleşebilir mi hiç?

Bir gün dünyada ki bütün insanların kinden, nefretten uzak, sevmesi, güzelleşmesi, aydınlanması, kendisi olabilmesi dileğiyle…

Diyorum ki, en güzel renkler gözlerinizde, en içten şarkılar dudaklarınızda, en derin sevgiler yüreğinizde ve en doğru dostluklar doğruluğunuz ve vicdanınızda filizlensin.
Dostlukla…

Sol Yanım Güvercin

Benim ömrüm kimsesiz bir çığlık
kırık bir figan akarsularda sesim
çağlayanlara vurur yankısı

mavisi yağmalanmış bir gökyüzüyüm
karanlığın ortasında
kendi içinde taşıyan aydınlığını

örselenmiş çocuk gözleriyim
ömrümün deltasında yapayalnız
sol yanim guvercin uçurumları emzirir
sağ yanım karanlık kakülleri kan

ah! kalbim
ah! duyarlı yanım
ortak oynanan bir oyunmu hayat
herkesin kendisini oynadığı
yalnız bir tragedyayım ben
maskesiz seyircisiz
her gece uykuya yatmış bir dağ gibi kederli

kirpiklerini sulara dökmüş bir çiçeğim
silahsızım kuşları vurulmuş bir gökyüzünde
bir kar çölü ıssızlığıyım, durgun bir göl suyu sessizliği
her gece bir ateşdağına tırmanıyorum
bir kahır dağına
hiç bir yol çıkmıyor umuda
kalbimi iki buzdağının arasına koyup uyuyorum
bir başka bahara açmak için çiçeklerimi

denizi olanlar mavi gözlüdür belki
ben kavruk bir çöl gibi yangınım
bir doğulu kadar esmer ve tedirgin
aşiretlerin terkettiği örenlere benziyor
kaygılardaki yüzüm
yollar kar, dağlar karanfil
göz göz oldu yaralarım bağlayamam

gel yürek sıcağı bir ezgiyle ört üstümü
‘ örtki ölim’

*’Erzurum ağzı’

Mutluluk İnsanın İçindedir

Güneşin Olsun Gönlünde

Güneşin olsun gönlünde
Kar bile yağsa, ya da fırtına olsa
Gök bulutlarla ve dünya kavgayla dolsa
Güneşin olsun gönlünde
O zaman gelsin ne gelirse
Doldurur ışıklarla en karanlık gününü

Bir şarkın olsun dudaklarında
Sevinçli ezgilerle
Seni günlük tasalar bunalıma boğsa bile
Bir şarkın olsun dudaklarında
O zaman gelsin ne gelirse
Yardım eder savuşturmaya en yalnız gününü

Başkaları için de bir diyeceğin olsun
Tasada ve bunalımda
Ve kendi ruhunu şenlendirecek her şeyi
Söyle onlara da,bir şarkın olsun dudaklarında

Yitirme sakın yürekliliğini
Güneşin olsun gönlünde
Ve her şey iyi olacak

Casar Flaischlen

“Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar. Bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır” Konfiçyus

Nazım Hikmet’in Abidin Dino'dan istediği gibi belki mutluluğun resmi yapılamaz ama haritası çizilebilir diye düşünüyorum. Biraz garip ve tutarsız da olsa sonuçta çizilebilir.

Mutluluk bazen küçük bir hediye, bazen bir bakış, sıcak candan bir el, çocuğumuzun aldığı diploma vs. olabilir. Mutluluk nerede, niçin ve nasıl algılandığına, kişisine, yerine ve zamanına bağlıdır. Ama en önemlisi mutluluk insanın içindedir.

“ Rivayete göre; bir gün tanrılar bir araya gelmiş ve mutluluğu nasıl saklasalar da insanlık ona erişemese, bulamasa diye tartışıyorlarmış...

Dağların tepesi, denizin dibi, güneşe veya aya derken, insanlığın merakı ile tüm buralara ulaşıp mutluluğun bulunacağı konusunda hemfikir olmuşlar ve bu arayışlarına çözüm bulamazken, içlerinden bir tanrı:
İnsanın içine saklayalım, oraya bakmayı akıl edemezler demiş... '

Şuna inanıyorum ki, servet, güç yada güzellik başlıbaşına bir mutluluk sağlamaz. Mutluluk ancak insanlar arası gerçek bir sevgi, diyaloğ ve güvenle yakalanabilir.

Son yıllarda yapılan ciddi anket ve araştırmalarda, sonuçlar bilinen tekrarların aynısı. Elindekiyle yetinmesini bilmeyen yada kendi içinde mutluluğu aramayan insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yoktur.

Mutluluk.
Küçük ve az şeylerle yetinmek, elindekiyle mutlu olmasını bilmektir. Beklenti ve isteklerinizi abartmadan sınırlı tutmak, iç ve aile içi huzurun mutluluğu için neden sayılabilir. Dışa dönük gösteriş, moda, lüks, şan, şöhret yada salt mevki, para gücü gibi değerler mutlu olmak için yeterli bir neden sayılmaz...

Hayat bir sınavdır, sahip olmak istediklerinizle değil, elinizdekiyle mutlu ve huzurlu olmanın yollarını öğrenin. Çünkü mutluluk mutlu olmayı arzu eden ve buna gayret edenlerin hakkıdır. Evlilklerde, mutluluk ancak eşlerin bir ömür el ele, yürek yüreğe vermesi ile gerçekleşir. Bir başına kimsenin soluğu buna yetmez...

Önemli olan sorumluluklarınızın bilincinde olmak. Tartışmaların, kavgaların esiri olmadan, seviyenizi ve aklınızı kullanmayı ve korumayı öğrenin. Belki, bunun açınızdan pek kolay olmadığını düşünüyorsunuz, doğru ama imkansız olduğunu söyleyemezsiniz. Dikkatlerinizi geleceğinize yönelterek planlı, programlı ve kararlı davranarak istekleriniz doğrultusunda hareket etmeyi gerçekleştirebilirseniz, mutlu olmamanız için hiç bir neden kalmaz. Çünkü emek verilmeden, çaba harcanmadan hiç bir şey kendiliğinden olmaz.

Seviyenin önemi burdandır. Sorumluluğunuz bu yüzden çok önemlidir. Birliktelikler sorumluluk gerektirir. Çünkü mutlu ve huzurlu evlilikler saygı ve yöntemlere bağlıdır. Bazen küçük bir hatanın bile büyük sorunlara dönüştüğü bir arena olabilir.

Etrafınıza bakıp bir düşünün lütfen. Bu kısa süreli yaşam için bu kadar kırıcılık, bu kadar gerilim, bu kadar sıkıntıya, inada gerek var mı?

Nedense bir çok insan anlayışın, dinleyişin, hoşgörü, saygı, sevgi ve geleceğinin yerine salt inadı koyarak yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Ve o acıyı hem kendisi çekiyor, hem de başkalarına çektiriyor.
Evliliklerdeki mutsuzlukların başlıca temel nedenleri bence düşüncesizlik, cehalet, hoşgörüsüzlük, saygısızlık, ailede aldığı kültür ve en kötüsü de saçma sapan inatlaşmalardır.

Hollanda da yabancılara yardım amaçlı sosyal bir kurumda çalıştığım süre içerisinde bunun Türk ve faslı aileler arasında daha yoğun bir şekilde yaşandığının ayırdına vardım. Bu bir anlayış, yetişme tarzı ve kültür meselesi değil midir sizce?

Düşününki, ne kadar yaşayacağımızın belli olmadığı bir dünyada, ömrümüzü hargür içerisinde geçirmenin bir anlamı var mı? . İnsan olarak herkesin sevgiye, mutluluğa, anlaşılmaya, güvene, insan gibi yaşamaya hakkı ve ihtiyacı var. Bütün bunları hakketmek için de öncelikle kötü huylarınızdan vazgeçip, özveride bulunabilecek bir çaba içine girmelisiniz.

Mutluluk yada mutsuzluk denince nedense akla ilk gelen evlilikler oluyor. Evli ve mutsuz çiftlere öncelikle şunu söylemek isterim. Evlilik kurumunuza saygı, güven, sevgi, hoşgörü, açıklık, dürüstlük, alçak gönüllülük gibi, biribirilerini anlama, dinleme anlayışını ve içselliğini yerleştiremezseniz, bilmelisinizki, hiç bir tutum yada davranış sizin mutlu ve huzurlu olmanızı sağlayamaz...

Evlilik kurumu her zaman saygı duyduğum ve genel toplum düzeni açısından olması gerektiğine inandığım aile birliğidir. Ancak bizim gibi geri kalmış toplumlarda 15 – 20 sinde evlenen gençlerin, gelecekleri hakkında öyle bilinçli ve üzerinde uzun boylu düşünmedikleri bir gerçek. Çünkü gençliğin de tozpembe hayallerinin zamanı ve budalalık dönemleridir. Bütün bir yaşamı kurban vermek fazlaca önemli değildir o dönemlerde onlar için. Zaten akılları başlarına geldiklerinde iş işten geçmiş olur.

İstikrar, denge, içtenlik olmayan hiç bir evlilik yada ilişkide iyi ve mutlu bir gelecek beklemek hayalden öteye geçmez. Kadın yada erkek, mutlu olmak istiyorsanız. Kısır, gereksiz tartışma ve çekişmelerle yaşamınızın kararmasına izin vermeden ve karşı durarak, yuvanızda saygı, sevgi ve uzlaşma kültürünün egemen olmasını sağlamalısınız. Bu uğurda çok zor sınavlar vermek zorunda kalabilir siniz. Ancak her birey üstüne düşen görevi yerine getirerek, kendi payına düşeni yapmak için çaba verirse ortada bir sorun kalmaz...

Eğer evliliğinizde ilişkiniz her gün yara alıyorsa, bunun nedenlerini iyi düşünüp, bu yarayı tedavi etmenin yollarını bulup ortaya çıkarmazsanız. Hayatınız boyunca acı cekmek zorunda kalırsınız. Evlilik insanın hayatında önemli bir karardır. İnsanın sığınacağı bir yuvadır. Bu yuvanın kesin kes yıpratılmaması, yara almamasi gerekir.

Bazan ailevi ilişkiler arası ölçüyü kaçırmadan konuşup tartışmanın sayısız yararları var. bu gün bir çok evliliklerde zorunlu olmadıkça konuşmamayı yeğ tutuyorlar. Çünkü ilişkiler arası iletişim yok. Oysa ki psikologlar ülkemizde aile fertlerinin konuşup dertleşmedikleri için bu sebeple ailede bulunması gereken sıcak ilişkilerin doğmadığını bununda aile fertlerinde depresyon stres gibi olaylara neden olduğunun özellikle altını çiziyorlar.

“Mutluluk gökte zembille inmez. Hakketmesini bilenler içindir” derdi rahmetlik ninem Az ile yetinmeyi bilmek özenti ve gösterişlerden uzak, kendisi olabilmeyi başarmak, mutluluğun hala en temel belirleyicisi olarak bilinmektedir.. Paranın ve ekonomik gücün, güzelliğin, göreceli değerler olduğunu unutmamak gerek. Yalnız başına asla ve asla mutluluğun belirleyicisi değildirler.

Öyle veya böyle hayatı yaşamak, yaşamı da güzelleştirmek gerek. Mutluluk bir çabadır, bir uzlaşma kültürüdür, kendine güvendir, bir iç derinliği, iç zenginliği ve iç güzelliğidir. Mutlu olmak için her şeyi oluruna bırakmak yetmiyor, onun için çalışıp emek vermek gerekir. Her şeyini insan kendi üretmek zorundadır. Mutluluk bize bağışlanmış bir eser değildir. Yaşamı anlamlandırmak için sevgi almak, sevgi vermek gerek. Çünkü insanın varlığını, mutluluğunu hissedebileceği ve hissettirebileceği tek yer yüreğidir.

Mutlu bir yuva kurmayı, mutlu olmayı, mutlu yaşamayı herkes arzu ve hayal edebilir. Ama onun gerekliliklerini yerine getirmekse size bağlıdır. Tabi bu yaşadığınız hayata hangi açıdan baktığınız, gördüklerinizin neresinde durduğunuz, öngörülerinize göre gerçek değerlerin neler olduğuyla da ilintilidir.

Öncelikle, mutluluk insanın kendisinin hak etmesi gereken bir olgudur. Bir piyango bileti ile gelse bile yinede doğru bileti almak yada seçmekle mutluluğa erişilir. Oysa acı ve mutsuzluk her zaman bir maruz kalmadır. Bir haksızlıktır, çaresizliktir. Mutsuzluk bir acı ve çile çekme halidir. Yoksa kim mutsuz ve bedbaht olmayı ister.

Araştırmalarda, doğru kişilerle, doğru evliliklere odaklanmanın önemini vurgulamadan geçemiyeceğim. Mutlak zekadan çok, sosyal zekanın ve sosyal yapının mutluluğa çok daha olumlu katkılar sağlayacağının altını özellikle çiziyor uzmanlar.

Kavgadan, kargaşalardan uzak, hayata gülerek ve gülümseyerek bakabildiğimiz saygı ve sevgi kültürümüzü pekiştirerek, yaşamı omuzlarımızda bir yükmüş gibi görmediğimiz an, yükümüz hafifleyecektir. Üstelik hayat bize çok daha renkli ve zevkli gelecektir. Yazımı yıllar önce bir dergide beğeniyle okuduğum anonim bir yazıyla noktalamak istiyorum. Yolunuz yüreğiniz kadar aydınlık, uğurunuz ve bahtınız açık ola...

Bir alıntı:

Mutlu nasıl olunur?

“İyice tanımadan hiçbir insana bağlanma...
- Diğer insanların da haklı olabileceğini düşün...
- Seni takmayanı sen hiç takma, konuşmayanla asla konuşma...
- Yalanını yakaladığın kişinin düzelebileceğini düşünme...

- İnsanlara doğru değer ver, hak etmeyenleri sil...
- Asla dönüp arkana bakma...
- Sır tutmasını bil...
- Kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama...
- Seni sevenlerle, kullananları iyi ayırt et...
- Seni dinleyip anlamaya niyetli olmayanlarla tartışma...
- Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme...
- Eğer verdiğin sır o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme...
- Kendini öven insanlardan kaç...
- Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma...
- Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma...”
-anonim-


Güzellik Kavramı Üzerine

“Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!
Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir...
Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir...”

İşte size beğeneceğinizi umduğum kime ait olduğunu bilmediğim güzellik üzerine bir öykü.

Güzellik - Çirkinlik
“Güzellik ve çirkinlik bir gün yolda karsılaşmışlar. Çirkinlik güzelliğe gel birlikte denize girelim demiş. Kendi kafasında bin bir kötülük düşünerek bu teklifte bulunmuş tabi. Aklından kötülük geçmeyen güzellik bu teklife evet demiş ve birlikte harika bir kumsalın olduğu bir yerde denize girerek yüzmeye başlamışlar.

Bir süre yüzdükten sonra çirkinlik ben yoruldum biraz dinleneyim diyerek sahile varmış. Bakmış ki güzellik hala yüzüyor, güzelliğin elbiselerini giyinerek kayıplara karışmış. Bir süre daha yüzen güzellik yorulduğunu anlayıp sahile geldiğinde basına gelen felaketi anlamış. Çirkinliğin yaptığı sayesinde ortada kalmıştır.

Bir süre düşündükten sonra başka çaresi olmadığını anlayınca çaresiz çirkinliğin elbiselerini giyinmiş ve öyle yola çıkmış. O günden beridir çirkinlik güzelliğin sik ve gösterişli elbiseleri içinde yapabildiği bütün çirkinlikleri yapar ve yine o günden beri güzellik çirkinliğin çirkin elbiseleri içinde rağbet görmez bir şekilde dolaşır durur”

Güzellik kimine göre bir karakter, kimine göre huy, kimine göre uyum, kimine göre iyilikle özdeşleşen bir kavram. Kimine göre de bir değer.
Üzerinde çok farklı görüşler, fikirler ileri sürülse yorumlar yapılsa da. Güzellik de mutluluk gibi göreceli bir kavramdır. Sanırım en geçerli olanı da insanın iç güzelliğidir.

İnsanın kendine olan güveni ve kendisiyle barışıklığı, haliyle iç güzelliğini dışına da yansıtır. Tabi bunu fiziksel anlamda söylemiyorum.

Güzellik ve mutluluk her şeyden önce insanın kendisiyle barışıklığıdır. Çünkü insanın kendini var sayması, kendini beğenmesi, kendini olduğu gibi kabul etmesi gerekir ki, dışındaki güzelliklere yönelebilsin.

”Audrey Hepburn”un bir yazısında sözettiği gibi.
“Eğer güzel gözlerin olmasını istiyorsan; İnsanlara iyilikle bak. İnce bir bedense istediğin; Ekmeğini acılarla bölüş. Ve...güzel dudaklara sahip olmak için; Sadece ama sadece güzel ve doğru sözler söyle.”

Kişilik kazanmış içten güçlü kişi, başkalarının ön yargılarından pek rahatsız olmaz. Başkaları tarafından fiziğinin beğenilip beğenilmemesi çok önemli değildir o kişi için.
Demek oluyor ki; mutluluk ve güzelliği başkalarının gözünde arayan kişinin ne huzuru, ne de kendine güveni pekişir.

Bilinmelidirki; içimizde sahip olduğumuz güzellik ve sevgi duygusu bütün zenginliklerin, değerlerin, güzelliklerin üstündedir. İnsanın iç değerleriyle insan oluşunun doğal bir tezahürüdür bu. Ne yazık ki, bir çok insan bu asal değerlerin bilincinde değil.
Güzellik fiziki yada yüzeysel bir takım ucuz değerler kavramıyla sınırlanamaz.
Güzellik duygusu bütün güzelliklerin derinliğini içinde barındıran, insanın iç değerlerinin derinliğiyle ilintili bir kavramdır.

Kuşkusuz tüm sorunların çözümü yine kendini bilmeye ve sevmeye gelip dayanır. Kendini ölçemeyen, özvarlığının ne olduğunu bilmeyen, doğayı, insanı, toplumu, kendini ve hayatı da bilemez.

Bütün mesele, insanın kendini düşün ve değer terazisinde tartabilmesi, sevgi ve mantık metresiyle ölçebilmesidir. Unutmayalım ki; aynanın tek görevi vardır, o da insana kendisini göstermek. Öyleyse o insan bir ömür boyu o aynanın karşısında, kendisiyle barışık durmak zorundadır. Neden, çünkü kendini görmesi, kendini tanıması, kendini sevmesi ve kendisiyle barışması için.

Kendini görmek, tanımak, sevmek ve kendiyle barışmak, her şeyden önce bir motivasyon, bilinç ve güven gerektirir.
İnsanın başkalarının karşısında vereceği sınavlardan çok kendine vereceği sınav önemli. Aynaya bakınca başkalarının gördüğü yüzün yada biçimin ötesinde asıl güzelliğin ne olduğunu bilmenin adına, kendine özsaygı ve güven deniliyor.
İçini güzelleştiren ve içinin güzelliğini derinleştirebilen insan akıllı ve güzel insandır.

Bakın “Dale Wimbrow” ”Ayna” başlıklı yazısında ne diyor.

“Kendiniz adına yaptığınız mücadeleyi kazanmak Ve dünyanın sizi de bir gün bir kral gibi davranmasını istediğinizde, Sadece bir aynanın karşına gidip, kendinize bakın
Ve O yüzün size ne dediğini görün. Ne babanız ne anneniz ne de eşiniz, O anda üzerinizde etkisi olan; Söyledikleriyle hayatınızı etkileyen Aynada size bakmakta olan kişi.
Bazıları, dürüst bir dost olduğunuzu düşünebilir Ve sizin için harika bir dost yada arkadaş diyebilirler, Fakat aynadaki yüz, tam gözlerinin içine bakamıyorsanız,
İşe yaramazın biri olduğunuzu söylüyor.
Hoş tutmanız gereken kişi kendinizsiniz, boş verin gerisini, Çünkü yolun sonuna kadar kendinizle gideceksiniz.
Aynadaki yüz dostunuzsa, Geçtiniz demektir en zor sınavınızı. Kandırabilirsiniz tüm dünyayı, Ve geçerken yanlarından herkes sizi tebrik edebilir, Fakat yolun sonundaki hediyeniz, kırık bir kalp ve gözyaşları olacaktır eğer aynadaki yüzü aldattıysanız.””

Öyle veya böyle hayatı yaşamak gerek, yaşamı da güzelleştirmek.
Güzelleşmek bir çabadır, kendine güvendir, bir iç derinliği, iç zenginliği ve iç güzelliğidir.
Herkesin güzel bir tarafı vardır elbet, yeterki farkına varıp bunu dışarı yansıtmasını bilsin. Güzellik bir çabaya harcanan emektir. Öncelikle insanı, doğayı, hayatı sevmekle başlar güzellik. Kişiliğini iyilikle besleyen, yaşatan, onurlu ve vicdanlı olmak da bir güzelliktir. Güzelliğe sadece estetik ve fiziki açıdan bakmamak lazım.

İnsan önce özgüvenini geliştirmeyi, iradesiyle pekiştirmeyi öğrenmeli. Öğrenmezse yıkılır, mutsuz olur. İnsan yalnızca toplumun ucuz değer yargılarıyla kendini yargılayıp bilincini geliştirmezse, dünyası dar, mutsuz ve sefil bir çerçevede kalır. kendini beğenmez, kendisiyle barışık olmaz, kendini sevmez.

Güzellik, kendini geliştirmeyen ve iç dünyasını zenginleştirmeyen insanlar, kendisiyle barışmayı, kendini sevmeyi hak edemez. Çünkü kendini sevmek, kendini beğenmek milimetrik uğraşlarla kurulmuş, berk bir yapıdan sonra hakedilir ancak.
Her şeyden önce insan önce yüreğiyle buluşmalı, duygularıyla, vicdanıyla yani içsel insani değerleriyle buluşmalı. Aksine yalnızlıktan, sevgisizlikten, mutsuzluktan kurtulamaz.

Düşküne el uzatan, yardıma ihtiyacı olana yardım eden kişi de güzeldir. İnsan sevgisi, saygısı ile yaşamını da güzelleştirmelidir ki, çevresine güzellik saçsın. Güzel olduğunu inandırabilsin, kabul ettirebilsin değil mi? ...
Mutluluklarınız ve güzellikleriniz bol olsun.

Güzelleme

yaprak dalında güzel
dal çiçekte
çiçek umutta
umut baharda güzel

sevda yürekte güzel
yürek dostlukta
dostluk barışta
barış yarışta güzel

özlem yağmurda güzel
yağmur baharda
bahar dağlarda
dağlar seyranda güzel

Sevgi İnsan Olmaktır

Çağımızda Mevlânâ’yı Anmak, Anlamak ve Anlatmak

Mevlana Celaladdin Rumi (1207 - 1273)

Yazıma Mevlana'dan bir kaç alıntıyla başlıyorum.

'Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok.
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.'
Mevlânâ

'Her gün bir yerden bir yere göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.'
Mevlânâ

Biz birleştirmek için geldik
Ayırmak için gelmedik
Mevlânâ

'Mevlevi Sema Ayini', UNESCO nezdinde dünya kültür mirası olarak kabul edildi. Sıra 2007 yılının Mevlana yılı ilan edilmesi ve yapılacak etkinliklerle kutlanması kaldı....

Merkezi Fransa'nın Başkenti Paris'te bulunan BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO'nun 'Somut Olmayan Sözlü Baş Eserleri Ödülü'nü alan ülkeler arasında Türkiye de var. 'Mevlevi Sema Ayini', UNESCO nezdinde kültür mirası olarak kabul edildi. Paris'teki UNESCO merkezinde düzenlenen törende, UNESCO Genel Direktörü Koichiro Matsuura tarafından ödüle layık görülen eserlerin beratları kazanan ülkelerin yetkililerine teslim edildi.

UNESCO, 'Mevlevi Sema Ayini'ni kültürel mirasların korunması amacıyla 'İnsanlığın Somut Olmayan Baş Eserleri Listesi'ne dahil etti.”

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!

'O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste.
Dudağını ve damağını oynatmadan,
Rabbin ismini (kalbinden) söyle! ' demekdir.

Dileğim odur ki Mevlana ve Mevlevihaneler kapsamlı ve akademik bilgiler ışığında gereği gibi üzerinde durularak geniş bir biçimde en temel kaynakların merkezinden yola çıkılarak anlatılabilmesi ve tanıtılabilmesidir.

“”13. Asrın ortalarında Horasan dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya'ya gelen Doğulu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalardan gelen bilgileri olağanüstü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor...Spinoza'ya, Goethe'ye, Novalis'e, Kirkegaard'a, Nietzche'ye, Dostoyevsky'ye, Gabriel Marcel'e, Rilke'ye yollarını açıyor. Bu suretle, 13.Asrın Selçuklu Konya'sı Renaissance'ın beşiği olarak karşımıza çıkmış, tüm görkemiyle yükseliyor. Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşçuluk'un-Heraklitos'tan sonra-ilk ve gerçek temsilcisi, binikiyüz ortalarının Anadolusundaki Mevlana'dır. Asrımızın başında Gabriel Marcel'in 'sen, ben'in karşısında oturan ben'dir' şeklindeki motto'yu ortaya koymasından sekizyüzyıl kadar önce, Mevlana, 'benimle senin aranda ne ben ne de sen vardır' demiştir.”” Dr.Kriton Dinçmen

Evrensel barışın, sevginin, hoşgörünün ve hümanizmanın simgesi büyük düşünür Mevlana'yı anmak ve anlamak istiyorsak; sevginin, barışın, hoşgörünün yüceliğini de anlamış oluruz! Mevlana insanlık, sevgi, barış ve evrensel görüşüyle insanlığa ve dünyaya adanmış bir Hayattır! Yedi asır önce Anadolu'da yaktığı ateş, hâlâ ruhlara ışık saçıyor, gönülleri aydınlatıyor….
“-Gel, gel, gel! Ne olursan ol yine gel!
-Suyun susuzu kandırması gibi, doğru söz de kalbe temizlik getirir.
-Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.
-İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur. “
Mevlânâ

Anadolu Kültürünün temellerini Anadolu topraklarına nakış nakış işleyen önderlerin büyük bir kısmı mutasavvıf kişilerdi. Bunların çoğunluğu Ahmed Yesevi'nin işaretleri ve teşvikiyle Anadoluya gelip Anadoluyu Anadolu haline getirmişlerdir.

Anadolu Kültüründe Tasavvufun çok önemli bir yeri olduğunu hepimiz biliyoruz. Anadolu da Tasavvufun değişik zaman ve zeminlerde ortaya çıkardığı kurumlardan en önemlileri Mevlevilik Ve Bektaşiliktir. Özellikle Mevlevilik ve Bektaşiliğin Anadolu’da Kültür ve Medeniyetin kökleşmesinde, sevginin, hoşgörünün gelişmesinde ve yayılmasında önemli görevler yüklenmişlerdir. Yüzyıllar boyunca Anadolu’da olduğu gibi Uzakdoğu’dan Balkanlara kadar hizmetlerini ve İslam’ın sevgi ve hoşgörü dini olduğunu anlatarak yaymaya çalışmışlardır. Çağrısını ulaşabildikleri her yere ulaştıran Mevlevi ve bektaşi dergahlarının sayesinde bu gün Balkan ülkelerinin bir çok şehrinde Mevlevievleri, Bektaştekkeleri, mescit, zaviye ve dergahları bulunmaktadır….
Bu anlamda Sevgi, saygı, hoşgörü gibi. Tasavvuf kültürünün Balkan ülkelerinde de çok önemli bir yeri olmuştur.

İlahi aşkı ruhunda bütünleştirmiş Mevlana her dönemde tüm insanlğa rehberlik edebilecek hikayeleri, beyitleri, şiirleri, sözleri ve öğütleriyle gönüllere taht kurmayı başarmış ulu bir rehperdir. Mevlana’dan insan olarak hemen herkesin her zaman öğrenecek bir şeyi vardır… Mesnevi başta olmak üzere bütün eserleri zengin bir hazine, mana ve sır deryasıdır.

Yine Mevlana’dan bir kaç anlamlı söz
“İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne. Kökün iyileşmesine sağlamlaşmasına çalışmak gerek.'

'Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. '

'Söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze kulak verme yolundan gir. '

'Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde manâ kıt... Sözler, yazılar; tuzaklara benzer. Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur. İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!

'Gönül dilerse el, yemek için kepçedir, dilerse on batmanlık gürz. '

'Gönül aynası saf olmalı ki orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin. '

'Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalple halisi, mihenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.”
Mevlânâ

Ondördüncü yüzyılda yaşayan yüzyıllardır kişiliği, eserleri, şiirleri ve düşünceleriyle insanlığa sevgiyi öğreten “ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen Mevlana’nın düşüncelerini, sevgi ve geniş hoşgörüsünü bir parçacık yaşadığımız çevrelere anlatıp tattırırsak ne mutlu bize. Her sözü düşündüren, ibret veren, hayata yön veren, yol gösteren, ufuklar açan, insan olmanın bilincine vardıran, erdemleştiren derin bir mana vardır.…

'Gel, gel, ne olursan ol yine gel.
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel.
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...'
Mevlânâ

'Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz. Suyla yağ karışık olursa çırağ aydınlık vermez. Doğru söz kalbe istirahat verir. Doğru sözler gönül tuzağının taneleridir. Gönül hasta olur, ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını alamaz. Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar. '

'Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır; bu sûretle duy-gulara zevk, munis olur. '

'Bakır, altın olmadıkça bakırlığını; gönül padişah olma-dıkça müflisliğini bilmez”.
Mevlânâ
Mevlana bir düşünür, bir filozof, bir şair. Şiiri, sanatı, düşünce ve fikirleriyle coşkun bir sufi, bir ermiş, bir derviş, bir mürşit, bir ulu pir… Ve sayamayacağım kadar çok yönlü bir merkez, bir derya…
. Mevlana, aşkı ve sevgiyi bütün evrende, bütün varlıklarda aramıştır. Görünenden, görünmeyene, bireyden evrensele, evrenselden tanrısala kadar…

'Güle aşık, halbuki esasen gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta.' Mevlânâ

'Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir. Mevlânâ

'Gönül, ne tarafı işaret ederse duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider. ' Mevlânâ

'Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgide bilgi neticesidir. Mevlânâ

Mevlana insanları dünyanın geçici, aldatıcı zevklerinden, hırs, kötülük, bencillik, yalan ve ikiyüzlülükten arındırıp, hoşgörüye, kendisiyle barışa, gerçek güzelliğe, sonsuz mutluluğa, insan sevgisine, evrensel ve tanrısal olana yönlendirmeye çalışmıştır... Zaman zaman, dünya malını, kendisini bile hiçe sayarak hedeflediği mananın ve amacının peşinden koşmuştur…

'Ey müslüman, edep nedir? ' diye sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektedir.
Kimi, 'falan adamın huyu kötü, tabiatı fena' diye şikayet eder, görürsen,
Bil ki, bu şikayetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.' Mevlânâ

“Rızıklar denizini, bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır?
Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su....
Harislerin, dünyayı çok sevenlerin göz testileri hiç dolmaz.
Sedef de kanaat edici olmayınca içi inci ile dolmaz.
Halbuki ilâhi aşk yüzünden, nefsaniyetten kurtulan,
benlik elbisesi yırtılan kimse, hırstan da, ayıptan da,
kötülüklerden de tamamıyla temizlenir.”
Mevlânâ

Ülkemizde Mevlana sadece bir İslam düşünürü olarak lanse edilmekle yetinilmiştir. Oysa onun Evrensel boyutu, Mistik ve batıni yönü, zengin felsefesi üzerinde pek fazla durulmamıştır.
Mevlana hayranı araştırmacı John Baldock “Mevlana 'Ezoterik-Batını Öğreti'yi kendisine has bir üslupla yorumlamış ve kendisine özgü bir ekol yaratmıştır.
Anadolu topraklarından ışıldayan bu ekol, tüm dünya tarafından ilgiyle ve hayranlıkla takip edilmiş ve halen de günümüzde bu ekol hakkında çok sayıda araştırmalar yapılmaktadır.” Demektedir…

Mevlana ve felsefesi geniş bir perspektiften ele alınmaz ve sadece bir islam düşünürü olarak ele alınıp onun düşünce dünyasına sadece bir pencereden bakılırsa Mevlana’yı ve geniş felsefesini anlamamız mümkün değil. Batının ve dünyanın çeşitli felsefecileri bile onun derin ve geniş felsefesini tasavvuftan, ilahi aşktan tutunda, yaşam kültürü, sosyoloji, psikoloji gibi bakış açılarıyla da ele aldıklarını görürüz…

“Ey bizim sevdası hoş olan, güzel aşkımız!
Ey bizim bütün manevi hastalıklarımızın, dertlerimizin tabibi; sevin, şâd ol....
Ey bizim kibir ve gurur hastalığımızın, böbürlenmemizin devası olan aşkımız!
Ey bizim hasta gönüllerimizin Eflatun'u, Calinus'u! '
Mevlânâ

Onu hümanist olarak da dünyanın en ünlü ve önemli filozofları arasında görmemiz mümkün. Mevlana Celalettin Rumi yalnız bizim değil dünyanın ve insanlığın gönül mimarıdır. Onun aydınlık ve hümanist düşünceleri sadece yaşadığı çağı değil, 700 yıldan beri bütün insanlığı aydınlatıyor ve aydınlatmaya devam edecektir, karanlık yüzlü adamlara rağmen 700 yıldır yaşıyor ve yaşatılıyor...

'Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.'
Mevlânâ

Mevlana, sadece doğunun değil, dünya edebiyatının da seçkin sesi ve ustasıdır. Her beytinde şiirin, güzelliğin en içli ve lirik sedaları yankılanır ve o sedalarda binlerce güzellik nehirleri akar, gülleri açar, bülbülleri öter…

“Dinle ney'den duy neler söyler sana,
Derdi vardır ayrılıklardan yana:

'Kestiler sazlık içinden, der beni;
Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.

Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
Sen o gün benden işit özlem nedir.”
Mevlânâ

‘’Ney'in sesini dinle!
Aslında o ses ney'in değildir.
Ona üfleyenin duygularının,
Ney'den duyulan nağmeleridir.
Sen, aşk şarabını içmeye bak!
Gam kendi derdine düşmüş,
Çırpınıp duruyor..’’
Mevlânâ

Aklın, sevginin, insanî erdemlerin üstünlüğüne sürekli vurgu yapan Mevlana, 13.yy.da ortaya koyduğu düşünceleriyle ruhlara bir sevgi ve hoşgörüden hayat iksiri sunmuştur adeta. İnsanların manevi ve ahlaki yönden olgunlaşmalarını, benlikten geçmelerini, dünyada her şeyin geçiciliğini idrak etmeleri, kin tutmamalarını, haksızlık etmemelerini, gönül kırmamalarını, iyiliği, sevgiyi, güzelliği, hoşgörüyü içine sindirmelerini isteyerek insanları güzele doğru aydınlatmaya yönelik çabalarda bulunmuştur. Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve diğer Anadolu erenleri gibi…

Mevlana'nın ısrarla üzerinde durduğu barış, sevgi, saygı ve hoşgörü; bütün dünya için gereklidir. İnanıyorumki Mevlana’nın öngördüğü yolda gidilebilseydi bu gün insanlar ve ülkeler huzur ve barış içinde yaşarlardı, ne savaş olurdu ne de kavgalar...

Yine Mevlanadan altın gibi alıntılarla yazımı noktalıyorum…

“Tanrı adına savaş açanlar, kötülükte ısrar edenler, merhamet ve vicdan sahibi olmayanlar, insanlara zulmedenler Allahın sevgili kulu olamazlar ve bizden değildir onlar… Mevlana

'Dosta dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet: içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer. Dostluk nişanesi beladan, afetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir. Bela da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir.'

'Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer, dostlar. Uzaktan bak, geç.
Yavrum, onlar yemeye kokmaya değmez. Vefasızlara gitme. Onlar: iyi dinle'yıkık köprüdür'
Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.” Mevlânâ

'Seni dostundan ayıran sözü dinleme. O sözde ziyan vardır, ziyan! '

'Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir.' Mevlânâ

Ve Hz.Mevlana'nın ünlü yedi öğüdü

“ Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörürlükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Mevlânâ

“Eğer kalıcılık istiyorsan dünyayı;
Zenginlik istiyorsan, ahireti bırak.
Eğer Allah'ı istiyorsan dünyayı da,
Ahireti de, bütün her şeyi bırak;
Öyle gel bize.”
Mevlânâ


Dünyanın En Korkunç Yaratığı İnsan mıdır! ?

“İnsanların bütün felaketleri, geçimsizlikler, savaşlar, tuzaklar,
kan dökmeler, hep altını elde etmek arzusundan doğar.”
LUKİANOS.

Dünyanın en korkunç en acımasız yaratığı şüphesiz ki, insanoğludur. Ekolojik sistem içerisinde türüne işkence eden, katleden tek canlıdır... Geçmişten günümüze değin öldürümler, katliamlar, savaşlar hep insanın gündemini oluşturmuştur. Kimi zaman korunmak, kimi zaman korumak, çoğu zaman da Kutsal saydığı inaklar adına katliamlar yapmıştır 'Tanrı, din, ırk, ideoloji, mezhep, tarikat, vatan, toprak vs' gibi.

Din, mezhep, ırk farklılığı tarih boyunca insanlar için hep bir çatışma ve kavga sebebi olmuştur. İncelerseniz insanlık tarihi bu türden olayların acı hatıralarıyla doludur. İnsanlık için çok hazin olan bu durum halk / ulus / millet gibi etnik ve sosyo kültürel yapıların iç bünyesinde daha da hazin ve vahşi boyutlarda cereyan edebilmiştir.

İnsanlar, başka ülke yada halkların malına - mülküne tecavüzü ganimet ve kahramanlık sayıyor... Teknoloji geliştikçe toplu insan katletmenin, acımasızlığın yolları da artıyor. Birileri bu vahşiliği bu tekniği insanların üzerinde gücü yettiğince hep denedi ve deniyor. Bu vahşet ve vahşilik insanın ayak bastığı, yaşadığı her yerde uygulanmış ve hala da uygulanıyor... Bazen insana yapılan işkence yada öldürüm biçimleri insanın kanını donduracak boyutlara ulaşıyor. Bazen kana, acıya ve gözyaşına boğulmuş insanın gerçeğini kaldıramıyor insan.

İncelerseniz insan oğlunun tarihi hep yıkımlar, işkenceler, öldürümler üzerine kurulmuş. Her süreçte yapılan akınlar neticesinde nice karaparçaları, medeniyetler, coğrafyalar, ülkeler, şehirler özelliklerini yitirmiş; insanları yine insanlar tarafından vahşice katledilmiştir.

Günümüz de hala devam eden bireylerin, ailelerin, toplumların huzurunu alt üst eden düşmanlık ve kin duyguları, hangi sebeple olursa olsun ne kadar hazin, çirkin ve zararlı olduğu gözler önünde. Dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen savaşlar ve bu çirkin savaşların insan için nelere mal olduğu ortada.

Bu barbarlık ve vahşet günümüzde hala insana yaraşır bir barbarlıkla devam ediyor... Hala utanılası yükselen değerler, düşünceler, izmler, uygarlıklar adına devam ediyor... Uzun bir süredir tv deki haberleri izlemiyorum, çünkü izledikçe yüreğim kanıyor. Kahretsin, çocuk olmak ve uzak durmak istiyorum; durdurmak istiyorum bütün savaşları, katliamları. Bir çocuğun gözleriye görmek istiyorum dünyayı, yüreğiyle sevmek istiyorum insanları.

Hepimiz biliyoruz ki, savaş ilkelliktir. Önemli olan insanın kendi içindeki canavarı öldürüp, kan dökme duygusunu geçmiş dönemlere bırakmasıdır.
Günümüzdeki savaşlara bakarsak ileride nasıl bir savaşın insanlığı beklediğini kestirmek hiç de güç değildir. Ve bu savaşlar giderek daha da korkunç bir hal alacaktır. Bir tek silahın nice insanı yok edebileceği gibi, ilacı olmayan mikroplarla insanın kanı kurutacak ve insan soyunu yok edecek kadar güçlüdür.

Amacım ne katili aramak ne de katledileni. Çünkü her ikisi de biziz. İnsanız biz…İnsan olarak geçmişten bu güne alnımıza sürülen kara bir lekedir sanki bu vahşilik. Yapacağımız en onurlu en insanca şey, kendi türümüzün her türlü imhasına, haksızlığa uğramasına 'dur' diyebilmek; ama iflas eden beş bin yıllık paradiğmanın kirli araçlarıyla değil... Vicdanımızla, merhatimizle, onurumuzla, yüreğimizle, insani kalan yanlarımızla...

Dünden Bu Güne İnsan

Ateşi kullanmak insandan başka hiçbir yarattığa nasip olmamıştır.

Ateşi kullanmak insandan başka hiçbir yarattığa nasip olmamıştır. Bu durum aklın insanda daha yontma taş devrinde iken inkişaf ettiği ve o devirde bile bütün hayvanları geri bıraktığı anlaşılır.

Marki Santuola 1897 senesinde dört yaşındaki kızı ile beraber İspanya’nın kuzeyinde Kantabre dağlarında “Altamira” mağarasına fosil aramak için gitmişti. Marki Santuola’nin kızı elinde mum ışığı ile mağarayı gezerken öyle ıssız bir köşesine girmişti ki, orada bir şey bulunacağı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk mumu kaldırıp bir Bizon resmi ile karşılaşınca fena halde korkmuş babasını çağırmıştı.

İşte tarihden evelki meşhur av hayvanları resimleri böyle bir tesadüf eseri bulunmuştur. Bu buluş üzerine Avrupa´nın bütün mağaralarının gizli ve karanlık yerlerinde araştırmalar yapılmıştır. İspanya, Fransa ve İtalya “Altamira” resimlerine benzer daha bir takım resimler bulunmuş ise de Almanya ve İngiltere de hiç bir resme rastlanmamıştır. Acaba yontma taş çağında yaşayan insanlar bu resimleri mağaraların en gizli yerlerine ne için yapmışlardır. Bu noktaya bilim ve düşün adamları şöyle bir yorum getiriyor.

Yontma taş devrinde ki, insanlar üretimi bilmezlerdi. Çevrelerinde yiyecek bulurlarsa yaşarlar, bulamazlarsa ölürler yada başka bir yere göçerlerdi.

Fakat yontma taş insanları iki zümreye ayrılırlar otluk yerlerde yaşıyan kabileler av hayvanları ile beslenirlerken, ormanlarda yaşıyan kabilelerin ise başlıca gıdaları huda’yı nabit yemişler ile toprak altından çıkan köklerdir. Bununla beraber av hayvanları bazı seneler bol, bazı seneler kıt olurdu. Yontma taş devrinde kabileler arasında tesanüd (dayanışma) yoktu. İnsanlar küçük kümeler halinde yaşarlar ve en çok açlıktan korkarlardı.

Nasıl ormanlarda yaşıyan kabileler yemişlerin bol olması için dağlarda seçtikleri ağaçların önünde senenin muayyen günlerinde toplanarak bir takım ayinler yaparlarsa (*) av hayvanları ile beslenen kabileler de av hayvanlarının çoğalması ve çabuk tutulabilmesi için mağaralarda kadın ve çocukların giremeyeceği gizli yerlerde bu hayvanların resimlerini çizer, önlerinde büyüler yaparlardı. İşte “Altamira” mağaralarında bulunan av hayvan resimleri yontma taş devrinden kalma büyülerdir.

Bu ayinlerden anlıyoruz ki, aç adamın dermansızlığı, tok adamın kuvetli oluşu daha yontma taş devrinde ki, insanların dikkatini çekmiştir. İnsanlar gıda maddelerinin sihirli kudretine daha o devirde inanmışlardı. Nebatat ile hayvanatı mukaddes addeden totemizm bu devrin hatırası olarak kalmıştır.

Bu iki nevi totem, insanların üzerinde başka başka hayati tesirler yaratmıştır. Vejetalistlerin dünyasını nebatat teşkil cihetle hayatlarını tabiatın gidişine intibak ettirmiştir. Ölüm hadisesini tabii bir zaruret sayarak ölülerinin hatırasını unutmamışlar, kadınlara ihtiyarlara hürmet etmişler başka kabile insanlarına saygı göstermişler. Barışı mücadeleye tercih etmişlerdir...

Av hayvanları ile beslenenlere gelince dünya görüşlerini, hayvanların haşin ve sert mücadelerine intibak ettirdiklerinden vejatalistlerin tam aksine kaba kuvet ve kurnazlığa itibar etmişlerdir. İnsan ve diğer yaratıkları gözünü kırpmadan öldürmüş ve işgalci olmuşlardır. Ölülerini, bir daha dönüp geri gelmemeleri için sımsıkı bağlamışlar, aileden ziyade kabileye bağlanıp, aralarından en kuvetli adamı lider olarak seçmiş ve sihire inanmışlardır.

İşte bundan on bin sene önce Fransa ve İspanya mağaralarının duvarlarını Bizon ve diğer hayvan resimleri ile süsleyen ve bu gün dahi sanat bakımından hayranlığımızı çeken kromanyonlar bu ikinci zümreye mensup adamlardı.

Yontma taş devrinde dahi insanların hiç bir davranışı yoktur ki, bir manası olmasın. Ateşin bulunuşundan sonra en mühim hadise imanın zuhurudur. Mağaralardaki resimler keyif için yapılmamıştır, bunlar cemiyeti açlıktan kurtarmak için düşünülmüş büyülerdir.

Portekizli bilim adami Mondos Korea “Medeniyyetin menşei Avrupa’dır; çünkü Akdeniz medeniyeti Kromanyon kültürünün istihalesidir” der ve şimdiye kadar ekseriyetin kabul ettiği ışık doğudan gelmiştir iddiasını çürütür. Biz bu birinci iddayı kabul etmiyoruz.

Çünkü Kromanyolar ne kadar sanatkar olurlarsa olsunlar nihayet av hayvanları ile yaşamışlar, asalaklıktan işgalcilikten, kurtulamamışlardır.
Binaenaleyh Akdeniz medeniyetinin menşeini Avrupa da değil Asya ve Afrika da aramak mecburiyetindeyiz. Bu konu uzun olduğu için ancak başka bir yazı da ele almayı düşünüyorum...

Türkülerimiz

Türküler yüreğimizin dili, başımızın sevda yelidir.

Türküler yüreğimizin dili, başımızın sevda yelidir. Anadır, bacıdır, kardeştir, gurbete gidip dönmeyen oğul, hasret çeken yavukludur, Anadır, Anadolu’dur türküler.

Türkülerin olmadığı yerde çiçekler açmaz, kuşlar cıvıldamaz, akmaz derin-dingin ırmaklar hasrete; bahçeye dikilen fidanlar yeşermez türküler olmadıkça... Çiçekler kokmaz türkülerin geçmediği yollarda...

”İnsanların türküleri kendilerinden güzel/ kendilerinden umutlu/ kendilerinden kederli/ daha uzun ömürlü kendilerinden/ sevdim insanlardan çok türkülerini/ insansız yaşayabildim/ türküsüz hiçbir zaman...”” derken Nazım Hikmet, türküleri övmekle kalmıyor aynı zamanda da yaşıyor...

Türküler umuttur, hasrettir, vefadır, dostluktur ve yüreğimizde kıvrım kıvrım dolanan ince bir yoldur sılaya uzanan gurbet ellerde. Dermandır dermansız kalanlara... Yüreğin gurbetinde büyüyen, özlemleri kor kor, demet demet sunan iki damla hasret çiçeğidir türküler... Yüreğimizdeki sevgi kıpırtılarıdır, sevgi pınarıdır gürül gürül hasrete akan...

Yaşama sevincinden tutunda ölüm acısına kadar, vefayı, vefasızlığı, hasreti, sevgiyi, inancı, direnci, aşkı türkülerle dile getirmiş, türkülerle seslenmişiz. İçimizi, acımızı, sevdamızı türkülere dökmüşüz, türkülerle bölüşmüşüz! ...

Bir damla aşk iksiridir kırık kadehlerde yudumladığımız, bir damla su’dur hayatımızda türküler. Yüreğimizde ateşlerle dağlanan volkanlar kadar dağlayıcı, özlemler kadar sıcak ve yakıcıdır. Aynı zamanda da bahar yelleri gibi serin ve dağbaşında bir pınar kadar ferahlatıcıdır türkülerimiz..
Bakın Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun dizelerine…

“Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana südü' gibi candan
Ana südü' gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz”.

Türküler kanatsız kaldığımızda kanadımız, efkarlı olduğumuz ve yalnız kaldığımız gecelerde tesellimiz olmuştur. Sesimizim çıkmadığı yerde sesimiz, nefesimizin kesildiği yerde nefesimiz olmuştur türküler....

Bazen toprağa düşen su damlası gibi düşüp yüreklerimize ayrılık ateşini söndürmüş. Yağmur olup bizi vuslatına erdirmiş bazen... Bizim canımız, coğrafyamız, anamız, yarimiz, gurbet ellerde tek teselli kaynağımız olmuş türküler. Memleketin başı dumanlı dağlarından, yemyeşil ovalarından, bağlarından, pınarlarından turnalarla haber beklemiş, seher yelleriyle selam yollamışızdır sevdiklerimize türkü türkü.

“Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız, çırılçıplak
Dişisi dişi, erkeği erkek
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara
Bıçağı bıçak.
Ah bu türküler, köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin reyhasından geçilmez
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.”

Geceleri uzanıp kalınca gurbet yataklarına yorgun ve kimsesiz; Bir türkü nağmesi gelmeyiversin kulağımıza, dumanlanır hemencecik gözlerimiz; ince ince bir sızı sızar yüreğimize... Türküler damlayan gözyaşlarımızdır yağmurlu gecelerde, yanağımızdan süzülen pınarlardır...

Türküleri “Hasret Gültekin” bilip, “Mahsuni”gibi uğurlarken, ardında yolladığımız gözlerimizdir kimsesiz mezarlara... Bilirizki; türküler de, türküleri yakanlar da çoğu zaman kimsesizdir... Yine de en acılı günlerimizde bile bizi terk etmeyen en vefalı sadık dostumuzdur türküler, sevdiğimizdir ele-güne, dosta- düşmana karşı...

Türküler değil midir? Buram buram hasret kokan toprak gibi; Emek gibi, ekmek gibi, ter gibi, bir çocuğun elindeki taze somun gibi... Türküler değil midir? dünyanın en muhteşem gelini, en sabırlı anası... Türküler değil midir? Özümüz, sözümüz, gözümüz; yollarda yoldaş olup dağlar denizler aşan bizimle...

Anamızın gözünde bir damla yaş olup süzülen, yavuklumuzun yüzünde bir tomurcuk çiçek olup açan. Gurbette hasretimiz, sılada ayrılığımız, karımız, kızımız, oğlumuz. Tek dostumuz, avuntumuz, sırdaşımız bekar odalarında Türküler değil midir? ...

Türkülerimiz acılardan damıtılmış gözyaşı, yangınlardan yüreğimize düşmüş madımak, mevsimlerden bahar, vakitlerden akşam; Çiçeklerden gül, figanda bülbül, kuşlardan turnadır...

Biliriz ki, türküler baharda ruhumuza işleyen pak nefesler gibidir, yeni yetme sevdalıların dilinden rüzgarlarla savrulan, pınarlarla çoşan... Bilirizki, bülbüllerin gözyaşlarıdır güle kavuşma adına türküler... Biliriz ki, bahar yağmurlarında güle kavuşma sevinci gizlidir. Güz yağmurlarında ise bülbüllün gülden ayrılacağının hicranı...
Biliriz ki, türküler Anadolu insanının dilden, gönülden söylediği kah ağlayan, kah ağlatan, güldüren, sevindiren duygu dolu gönül sesimizdir. Rüzgar olup şahlanan, sel olup çoşan, deniz olup dalgalanan yaşama sevincimiz, vefalımız, vefasızımız, aşkımız, sevdamızdır...

“Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen...”

Ve bunca imkansızlıklara rağmen yine de değerli ozanlarımızla birlikte tarihteki yolculuğunu sürdürmeye devam ediyor. Yolculuğunun Hollanda'daki emekçisi ve adresi ise son kasetiyle hayli ilgi gören Aşık Çağlari’dir. Bunun en önemli etkeni şüphesiz davudi sesi, sazı, seçkin güzel eserleri ve yorumlama biçimidir.
Türkülerimiz dedik, türküler hiç sazsız, sözsüz, ozansız ve Hollanda da yaşayıp da Aşık Çağlari’den söz etmeden olur mu? Bu değerleri biribirinden ayırmak mümkün mü? Hiç türküler Çağlari’siz, Çağlari türküsüz olur mu? Çağlari’nin türküleri kimi dağlardan sel olup gelir, kimi rüzgar olup pınarlara seslenir, kimi hasret olup, aşk olup yüreklerde beslenir ve dinledikçe gönlümüz türküyle dolar... İşte Çağlari’den bir uzun hava...

Sazım alıp gidem karlı dağlara
Garip anam şimdi ağlasın dağlar
Seherde bir haber salım o yâra
Tarayıp zülfünü bağlasın dağlar
***
Anam ne zor imiş yardan ayrılmak
Sılada sevdiğim ağlasın dağlar
Hayali gözümde hep ırmak ırmak
Zülfü perişanım çağlasın dağlar

Turna Semahı

Dünya ve Anadolu Kültüründe Turnalar

Anadolu’da yaygın bir inanışa göre turnalar uğur,bereket,mutluluk ve refahın simgesi olan kutsal hayvanlar sayıldığı gibi, saflığın, temizliğin,dürüstlüğün, vefanın, sadakatın, sabrın, sevginin, onurun, özgürlüğün de simgesidirler.
Bu nedenle insanlar genelde onlara ilişmez, yuvalarını bozmaz ve de kanını dökmez.
Anadolu’da turna avlandığı taktirde avcısına felaketler getireceğinin inancı yaygındır ya da turnaların konduğu tarlaya bereket getirdiğine inanılır.

Turnalar güzellikleriyle binlerce yıldır baş tacı edilmiş. Mısır mezarlarında, Rus şarkılarında, Amerikan yerlilerinin totemlerinde, Avustralya yerli danslarında, Yunan ve Roma mitlerinden tutunda hemen hemen her kültürde karşımıza çıkıyor.
Turna Kuşu, Orta Asya'dan Japonya'ya oradan da Kore'ye kadar geniş bir kuşakta ve yine Asya’nın pek çok bölgesinde turnalar mutluluğun, şansın, uzun yaşamın ve barışın simgesi olarak kutsal kabul edilmektedir.

Japonya’dan tutunda dünyada bir çok ülkenin halk kültüründe kuş türleri içerisinde en kutsal sayılan güvercini ve turnayı sayabiliriz.
Göklerin özgürlük sevdalıları olarak bilinen turna kuşlarının, özgürlük, huzur ve barışı temsil ettiği varsayılmış ve ona kutsal bir kimlik de yüklenmiştir.

Geniş bir coğrafyada ve farklı kültürlerde yer edinmiş olarak karşımıza çıkan turnayı, Anadolu insanı inancında, şiirinde, türküsünde, giyiminde, kuşamında, halısında, kiliminde, oyasında, eşiğinde, beşiğinde, velhasıl her eşyasında motif olarak kullanmıştır. İsim olarak da epey yaygındır Anadoluda, hatta ünlü ama bir bayan ozan'ımızın ismi “Şah Turna’dır.

Uğur getirmesi için gelinlerin başına turna teli (tüyü) takılır. Aynı zamanda genç kızların güzelliğini anlatmak için bir simge olarak da kullanılıyor.
Onların simgesel görüntüleri içerisinde, birçok imgesel anlam da ortaya çıkmaktadır. Bu imgelerin her birinin ayrı ayrı çözümlenmesi ile turnaların Anadolu kültürü içerisindeki somut değerleri daha da anlaşılmış olur.

Bazı söylencelere göre, turnalar tek eşlidir ve bazen yüz yıla kadar yaşadıkları söylenen turnalar eğer eşleri ölürse bir daha asla eşleşmezler. Turnalar, sevgide bağlılık, dostlukta sebat ve sadâkat mânasına târif edebileceğimiz vefanın en güzel örneklerini teşkil ve temsil ederler.

Ayrıca dikkate değer bir diğer bilgiye göre de turnalar, yaşlanan ana ve babalarının da geçimlerini temin ederler.

Turnalar, çiftler halinde yaşarlar ve tek eşli bir hayat sürerler. Yuvalarını diğerlerinden ayırırlar. Gururlarına düşkün, son derece sade bir hayat tarzını tercih ederek yaşarlar.

Eğer avcı turnaları vurur ve çiftlerden biri ölürse, geride kalan turna yaşamaya devam etmez ölümü seçer ve gidip kendini suya bırakır.
Turnalar, avcılardan çok korkarlar. Bu yüzden hep tedirgindirler. Bir zamanlar turnaları vurmamaları için uyardığım avcılar beni de vurmayla tehtit etmişlerdi. Avcılar çoğunlukla spor yada zevk için avlandığını söylerler...

Aynı zamanda turna, Alevilik ve Bektaşilik kültüründe de çok önemlidir. Alevîlikte turna ve güvercin kutsal sayılan iki kuştur. Bu kuş, Alevî-Bektaşi folklorunda da önemli bir rol oynar ve Hz. Ali yi temsil eder. Yine Ahmet Yesevi, turnaya ve Hacı Bektaşı Veli de güvercin donuna dönüşebilmektedir.

Cem ayinlerinin önemli bir unsuru olan semahlardaki hareketlerin her birinin ayrı ve özel bir anlamı bulunmaktadır. Turna Semahı ise, turnanın uçuşunu çağrıştırır. Turnaların gökyüzündeki hareketlerini yansıtan figürlerle semah dönen, döndükçe yükselen canlar Hakla buluşurlar. Turna semahı, bu buluşmayı anlatır. Sesi Ali ye benzetilen turna, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye göç ederken, Anadolu insanından selam götürür, onlardan da selam getirir.

Alevi-Bektaşi geleneğinde ilâhi aşkla yola giden iman-ikrar sahibi canları, turna katarı âyîn-i cemi temsil eder. Cem âyini sırasında okunan nefeslerin en ünlülerinden biri ‘turna semahı’dır.
Renklerine hâkim olan gri ve kül rengi, turna sürüsünün gök yüzüne yükselen bir dumana benzetilmesine zemin hazırlamıştır. Turna semahı, samanyolundan esinlenerek gökyüzünde, yolunu şaşıranlara rehberlik ettiği de söylenir...

Turna kuşunun, Alevi edebiyatında da özel bir yeri vardır. Turna ile Hz. Ali arasında bir ilişkinin olduğu varsayılır. Turna semahı, turna kuşunun figürlerine dayanır. Hareketler; turnanın hareketlerine benzer. Yavaş ve olgundur.

“Yemen ellerinden beri gelirken
Turnalar Ali’mi görmediniz mi?
Havanın yüzünde semah dönerken
Turnalar Ali’mi görmediniz mi? ”
....
Erzurum yöresine ait sıra barlarından dördüncü barın adı da “Turna Barı”dır. Turna Barında biri kadın, diğeri erkek olmak üzere iki oyuncu, bir çift turnayı temsil ederler. Oyunda ara sıra ötüşme taklitleri yapılır. İki oyuncunun birbirleri etrafında dönmeleriyle oyuna başlanır. Erkek oyuncu dişiyi aldatarak diz üstü yere çöktürür. Etrafında üç devir yaptıktan sonra sırtına çıkıp oynar. Sonra da yine erkek tarafından kaldırılır ve oyun biter. Turna barı, düğünlerde Erzurum kadınlarınca da oynana gelmiştir.

Oyunda turnanın hareketlerini taklit eden figürler vardır. Barın belirli bir yerinde erkek dişiyi çökmeye mecbur edince, seyircilerden biri dişinin önünde fındık, badem gibi şeyler koymayı unutmaz. Dişi, turna, bunları kuşun hareketlerini taklit ederek yer ve erkeği gözüyle takip ederek ötmeye başlar. Erkek turna dişinin sırtına çıkarken kanatlarını çırpar. Bunun asıl mânasını çözmek güç değildir. Bölgenin en uzun ömürlü barlarından olduğu, Asya da da çeşitlerinin bulunmasıyla sabittir.

Turna sadece Anadolu kültüründe değil, Japon kültüründe de önemli bir simge olarak yer almaktadır.
1950 nin ortalarına doğru, 1945’te, Hiroşima’daki evlerinin yaklaşık 1 mil uzağına atom bombası atıldığında iki yaşında bir bebek olan Sadako Sasaki, 12 yaşına kadar normal bir yaşam sürer. Doktorlar, hastalığına “atom bombası hastalığı” adı verilen kan kanseri teşhisini koyduklarında; uzun bir yaşamı, ümidi, iyi şansı ve mutluluğu temsil eden turnaların efsanesi yeniden yazılacaktır.

“Kağıttan Bin Turna Kuşu” efsanesine göre, hasta birisi eğer bin adet kâğıttan turnayı katlarsa, tanrılar bu kişinin dileğini yerine getirecek ve onu sağlığına kavuşturacaktır. Bunun üzerine Sadako, hastalığını büyük bir cesaretle karşılayıp, kağıt turnaları katlama işine koyulur.

Sadako, turnalar için şöyle der: “Kanatlarınıza huzur yazacağım; böylece tüm dünyada uçabileceksiniz.” Ancak küçük Japon kızının bin adet turnayı katlamaya gücü yetmez. Sadako, 25 Ekim 1955 günü 644 kâğıttan turnayı 645’inci turnaya tamamlayamadan hayata gözlerini yumar. Arkadaşları, eksik kalan 356 turnayı katlayıp onunla birlikte gömerler.

O günden bu yana turna kuşu, barışın ve nükleer silahsızlanmanın uluslararası sembolü olur. Sadako’yu tasvir eden bir anıt, Hiroşima’daki Barış Parkı’na dikilir. Bugün, dünyada acı çeken çocukların ortak duygusunu yansıtan turnalar, “Bu bizim çığlığımız, bu bizim duamız: Dünyada barış” yazılı anıta gönderilmeye devam ediyor.
Her sene Ağustos ayının altısında kutlanan barış gününde, dünya çapında birçok çocuk tarafından yapılan turna kuşu origamileri Hiroshima ya gönderilir.

Turna adının Japonca’dan türediği tahmin ediliyor. Japonca’da turu, turna anlamına geliyor. Bu kelimenin tu (dizi, takip) ve ryudo’dan gelen ru (akmak) kelimelerinin birleşiminden türediği düşünülüyor. Ses benzeşmesi nedeniyle turna adı Azerice durma, Türkmence durna, Kazakça tırna ve Kırgızca, Özbekçe ve Uygur Türkçesi’nde de turna olarak kullanılıyor.
......
Anadolu Türk halk edebiyatında 'turna' motifini açıklayabilmek için bu motife kaynak vazifesi gören kuş hakkında kısa bir bilgi vermeye çalışalim.

Dünyadaki 15 tür turnadan ikisi; turna ve telli turna Türkiye’de düzenli olarak görülür. Turnanın boyu 110 – 120 cm’yi buluyor.

Türk halk edebiyatında özelikle Anadoluda eski, yeni bütün lehçe ve ağızlarda 'turna/durna' kelimesi ile adlandırılan kuş, leylek büyüklüğünde, uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü göçmen bir su kuşudur. Turnanın başının arka tarafında geriye doğru sarkan bir zülfü vardır. Tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renktedir. Kanatlarında göz alıcı, mâvi, kırmızı ve yeşil tüyler vardır. Genellikle step gibi kurak ovalarda, özellikle nehir vâdilerinde, göllerde ve bataklık yerlerde görülen sıcak ülkeler kuşu turna, iki yumurta yumurtlar. Bu yumurtalar mâvimsi, çilli, karışık renktedir. Eşler, kuluçka zamanı yuvayı nöbetleşe beklerler ve yuvaya yaklaşan yabancıya saldırırlar

Bilindiği üzere sanatta tabiat unsurlarının, hayvanların ve kuşların birer sembol olarak kullanılması Totemizm ve Şamanizm gibi inançların canlı görüldüğü eski devirlere kadar gitmektedir. Bu unsur veya sembollerin bâzıları az çok içerik değiştirerek birer motif ve konu olarak zamanımıza kadar gelmiştir. At, boğa, kurt, geyik, koyun gibi hayvanlarla bülbül, güvercin, leylek gibi kuşlar, gül, lâle, menekşe nev’inden çiçeklerin şairlere ilham verdiğini gösteren bir hayli kaynak mevcut. Bu canlı varlıklar arasında özellilke turnanın kutsal bir yeri vardır.

..........
Turnalar kimi zaman coşkunun, kimi zaman hüznün, bazen de mutluluğun habercisi olmuşlardır. Birçok halk şiirinde, özellikle halk türkülerinde duyguların anlatımında turnayı aracı olarak görürüz. Turnanın türkülerde bu kadar geniş yer almasında, onun Anadoluda halk tarafından çok sevilmesi etkili olmuştur sanırım...
Turnalar güzellik, aşk ve vefa duygusunu taşırlar göçtükleri her yere. Turnalar bilir göçmenliğin zor iş olduğunu. Bu yüzdendirki yerleştikleri her çevreye buruk şiirsel bir duygu ve anlam saçarlar...

İlk gençlik yıllarıma ait bir Turna şiirimle hoşça kalın, dostça kalın diyorum…

Al Gönlümü Götür Turnam

kuş mu uçar bu kaleden
haber yok gözü eladan
kurtar beni bu beladan
al gönlümü götür Turnam

bu dağları elem sardı
gelen aldı giden çaldı
deli gönlüm viran kaldı
elden ele götür Turnam

bülbülün avazı için
dostluğun niyazı için
Çağlari’nin sazı için
al gönlümü götür Turnam

Gahi gündüz gahi gece
duygu dolu bir gönülce
şiir şiir hece hece
al o yare götür turnam

aylar gelip yıllar geçti
diyar diyar yollar geçti
hak yolunda kullar geçti
al ömrümü götür turnam

sevda uçsun kanatlansın
herkes seni aşık sansın
al gönlümü sende kalsın
elden ele götür turnam

bülbüllerin ahı için
gecenin sabahı için
dostlukların şahı için
alda götür burdan turnam

Can’ı canana kul eden
yakıp yakıpta kül eden
kurtar beni bu çileden
al gönlümü götür turnam

Yararlanılan Kaynaklar.
National Geograpic
Okan Can (National Geograpic)
Jenneifer Ackerman(National Geograpic)
Gıyasettin AYTAŞ
Yard. Doç. Dr., G.Ü. Gazi Eğitim Fak.


Toplum Dil Ve Kimlik

Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...

Dil bir toplumun aynasıdır, yüreğidir, beynidir; bireyin, ailenin, toplumun gücü ve simgesidir dil...
Dil bireyler, toplumlar yani insanlar arasında en etkili ve en önemli bir iletişim aracıdır. İletişim ise insanların biribirini anlaması, sevmesi, kalplerin biribine ısınması, yakınlaşması, duygu ve düşüncelerin aktarılması, sezgilerin, duyguların, ilhamların, gönülden gönüle taşınması ile olur. En önemli şartı ise bir ülkede bireylerin kendi ana dillerini iyi ve eşit şartlarda öğrenip kullanmasından geçer...

Özgürlük, kişilerin anadiliyle okuyup yazmak, anadilini geliştirmek, düşünme ve düşündüklerini açıklama; her hangi bir konuda karar alma konusunda dış etkilerden uzak, kendi iradesiyle davranması durumudur.
İnsanın tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele varmak için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumunda yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır.

İnsana özgü dil ve bilinci insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır...
18 inci yüzyıl içerisinde ırk, din, dil ayrımı olmamaksızın; insanların daha hoşgörülü olmaları, köleliğin kaldırılması, yeryüzündeki her kişinin diğer her kişiden farkı olmadığını, eşit haklara sahip olduğunu, her insanın özgür, eşit ve kardeşçe yaşamlarını sürdürmeleri için çabalar gösterilmiştir...

Dili elinden alınmış, yasaklanmış ve ana dilini konuşamamanın şidetli sancısını çekenler; dil kompleksine de girerler. Bazen kendi ana dillerini aşağılayıp çevresindeki yaygın dillere özenirler, onları kutsarlar ama ne tam kendisi olabilirler ne de ötekisi. bu komplekslerini gizlemek için de ilginç formüllere başvururlar.

Oysa ki, hiç kimse kendi varlığını, kendi kimliğini, kendi dilini, benliğini inkardan gelip başka bir bedende var olamaz.
Ana dilinizin dışında sonradan öğrendiğiniz bir dili ne kadar iyi konuşursanız konuşun, o hâlâ 'yabancı' dildir sizin için. Çünkü konuştukça hep geriye, ilk deneyimlerinizin kavramlarına gidecektir belleğiniz.

Burada Heidegger’in şu sözü ne kadar da önem kazanıyor değil mi? “Dil varlığın evidir”. Bu ev de insanın içinde doğduğu anadildir. Varlıklar aleminde evinizden çıkıp gidemezsiniz, başka hiç bir evde kendi eviniz gibi kendinizi rahat hissedemezsiniz.

Ben çok küçük yaşlarda anadilimden kopup yurt dışına çıktım, yani anadilimden çok erken yaşlarda ayrıldım. Hayatımın dörte üçünden fazlasını yabancı ülkelerde geçirdim. Zaman zaman Kendi anadilimi unutma tehlikesi geçirdiğim ve bunun insanın hayatındaki önemini kavradığım için, pek çok insandan daha duyarlı ve daha iyi anlıyorum anadilin kıymetini ve önemini. Bunun insanın hayatında nelere mal olabileceğini bildiğim için de herkesin anadiline sahip çıkmasından yanayım. Herkesin anadilini öğrenmesini ve hiç bir zaman küçümsememesini isterim.

‘Dil bir araçtır’. Derler. Ama araba gibi uçurumdan bile aşağı sürebileceğiniz araç değil; katır gibi korktuğu yerden bir adım bile götürtemeyeceğiniz bir araç.

Diller kelime sayısıyla karşılaştırılmaz. Bir Afrika kabilesine 300 kelime yetiyordur ve biz ona fakir bir dil mi? diyeceğiz. Bu bir gelişim meselesi ve sürecidir.
Kanıt mı?
Türkçe’nin gerçek söz varlığı yaklaşık 6 bindir. İnsanlar 300 kelimesini ancak kullanıyor.

Bir dilde kelimeler sayılarıyla (nitelikleriyle) değil anlamları ve amaçlarıyla (nitelikleriyle) değer kazanırlar. Aslolan niteliktir.

Dünyada hiç bir dilin başka bir dilden üstünlüğü savunulamaz, her dilin kendine göre bir özelliği, güzelliği, bir üstünlüğü vardır ve her dil kendine göre güzel ve değerlidir, üstündür. Dünyada her dil ayrı bir kültür, ayrı bir ahenk, renk ve ayrı bir zenginliktir. Aksini düşünenler çağımızın saygısız sırtlanlarıdır ki, zaten bu tür düşünceye sahip insanların başka türlü düşünmesi, davranması da beklenmez..

Kendine saygılı, kendini araştıran, bulan ve aşan bir toplumun bireyleri daha saygın ve insani bir düşünceye yönelir ve kendisine benzemeyen, aynı dili konuşmayan toplumlara karşı hoşgörü mekanizmasını devreye koyar.

Her dine, inanca ve Ülkeye nasıl ki, saygı gösterme gerekliliği duyuluyorsa, her dile de saygı gösterme gerekliliği vardır.

Yaşadığımız yirmibirinci yüzyılda bir dilin kullanımı baskı altında tutulup gelişmesine yeterince olanak tanınmıyorsa, o dilin yara alması, bilahare yürekleri, gönülleri, düşünceleri ve ruhlarının hasta olması kaçınılmazdır. Ana dilini tam kullanamayan, ana diliyle konuşamayan, anlaşamayan, iletişim araçlarından yoksun bırakılan insanların, kendini ifade edememe ve yaşayacakları gerilim stres ve bunalımlar nice anlaşmazlıklara, kavgalara, kanlı sahnelere sebep olabilecegini herkes hesap ve idrak etmelidir...

Büyük düşünür Konfüçyüs’e “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu? ” Sorusuna şöyle cevap verir.
“Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılmaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur.”

Bunu herkes kendi üzerinde deneyebilir, yabancı ülkelerde yaşayanlar bunu rahatlıkla çok daha iyi anlayabilirler. Sorunlarımızı, isteklerimizi anlatamadığımız zaman çektiğimiz sıkıntıyı, gerilimi bir düşünün...

Bir de bunu bir toplum sathında büyütün. Derdini anlatamayan, değer verilmeyen, sürekli baskı altında tutulan, içindeki duygu ve düşüncelerini ifade edemiyen toplumlar, işi kavgaya götürebileceği kaçınılmazdır.

Her ülkenin tabi ki, kendine göre bir resmi dili vardır ve de olmalıdır, bunda herkes aynı ölçüde yararlanmalıdır ama herkesin ana dil hakkının geliştirilmesine de olanak tanınmalı ve engel olunmamalıdır; ayrıca resmi kurumlarca da desteklenmelidir...

Çağdaş olmanın, demokrat ve insan olmanın bir gereği olarak bırakın herkes kendi anadiline, tarihine sahip çıksın, kültürünü korusun. Bunun kime ne zararı var, anlamaktan güçlük çekiyorum. Diline, kültürüne sahip çıkan insanlara ülkemizde vatan haini, bölücü gibi nitelemelerde bulunup düşmanca davranılmasına da bir anlam veremiyorum. Senin benim olduğu kadar, anadil herkesin hakkıdır.
Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...

İşte adına hak ve emek dediğimiz bu kavramın niteliğinden dolayı insan hayvansal sınıftan süratle ayrılmıştır. İnsana özgü dil ve bilinçi, insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır... Aydın ve düşünürler insanların tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele erişmesi için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumların da yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır...

Küreselleşmenin ağırlığını gittikçe hissettiğimiz çağımızda, halkların kültürlerin, toplumların yok olmamak ve kaybolmamak için ana dillerine sahip çıkmaları ve geliştirilmesi için yoğun çaba içine girmeleri elzem ve vicdanidir... Gelecek kuşaklara aktarılmasını hesaplamanın açısından da bu böyle... Açıktır ki her dil bir varlığı aksettirir...

Nuri CAN
www.nuricann.com

Dünya Ve Ülkemizde Kadın Olmak

Bir ülkede gelir dağılımı açısından bir adaletsizlik varsa, çalışma yaşamından cinselliğe kadar, kadın erkek eşitliği bir çözüme indirgenememişse, toplumsal ve sosyal adalet kavramı soyuttan somuta dönüştürülememişse, çalışan kesim ulusal gelirden payını alamıyorsa bu demektir ki o ülkede sorunlar çözülmemiştir...

Bazı tespitlere göre kadınlarda yaygın intihar vakaları olan ülkelerden biri de çağdaş saydığımız Türkiye geliyor. Türkiye’deki uzmanların, ilgililerin araştırmalarına göre kadınların kendini ifade edememe, okutulmama, erken yaşlarda evlendirilme, çaresizlik, yoksulluk ve en önemlisi de sürekli şiddete maruz kalma, ırzına geçilme, ırzına geçenle evlenmeye zorlanma gibi nedenler intihar nedenini oluşturduğunu ileri sürüyorlar...

Oysa biliniyor ki Türkiye de sistematik şiddete uğrayan kadın oranı % 70 lerde seyrediyor.
Bu oran şidettin hemen her türünü kapsıyor. Dayak, öldürme, tecavüz, aşağılama gibi fiziksel şiddetten, ekonomik, cinsel, duygusal, psikolojik şiddet türlerinin tümünü eğitimli kadın da eğitimsiz kadında yaşıyor.

Ülkemizde en can yakıcı sorunlardan biri namus cinayetleridir. İster kadın, ister erkek olsun insan olarak 21 inci yüzyılda karşı çıkacağımız en önemli konulardan biri de bu olmalıdır. Kendi değerlerine sahip bir toplum yönetimi hangi koşulda olursa olsun öncelikle kadınlarının aşağılanmasına, ezilmesine çaresiz bırakılmasına, tecavüz edilmesi, öldürülmesine karşı en tabi önlemler alır.

Dünyanın bir çok geri kalmış ülkesinde bu tür cinayetler işleniyor.
NBC İnternational’ın verilerine göre, en kötü durumda olanlar ise Pakistan, Hindistan, Ürdün, Yemen, İran, Bangladeş,Türkiye ve buna benzer diğer Arap ve Afrika ülkeleri. Türkiye gibi uzun bir demokrasi geçmişi olan çağdaş bir ülkenin isminin uluslar arası bu tür geri kalmış ülkelerle beraber anılması vatandaş olarak beni hayli üzüyor…

Dünyada geri kalmış bir çok ülkede kürtaj, kadın sünneti gibi olaylar tezahür etsede. Bizde ki gibi aile mahkemesi kurup kadınlarını, kızlarını vahşice öldürme şiddeti göstermezler.

Töre cinayetleri sadece töreden de kaynaklanmıyor, o konuda araştırma yapan uzmanların raporlarına göre. Bölgenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik yapıyı da göz ardı etmemek gerek.
“Kültürel gerilik, işsizliğin yaşamlardaki acımasızlığı, ekonomik özgürlüğü olmayan insanların bağımlılığı, kadınlara erkek egemen bakış ve bir türlü bitmeyen ölümler…”

Oysa ülkemizde kadınların sadece bir cinsel obje yada eşya gibi görüldüğünü ve kadınlara yapılan haksızlıkların, insanlık dışı davranışların nedenleri belli, bunu yetkili yetkisiz herkes de biliyor ama cesaret edip kimse açıklama getiremiyor, getirmek isteyenlere de ne yazıkki ilkel metotlarla saldırılıyor...

Unutmayalım töre cinayetleri tüm diğer sorunlar gibi ülkemizin, hepimizin de sorunudur.
Bu utanç verici sorun ne insanlığa ne de ülkemize yakışıyor. Kendini yurttaş olarak, insan olarak gören, kadın veya erkek, yoksul yada zengin, partili yada partisiz, asker veya sivil her kesimin ve herkesin Töre cinayetlerine karşı çıkarak kampanya başlatmalı, hep beraber çözümler üretmeliyiz...

Yirmibirinci yüzyılda Kadın ve erkeğe öncelikle insan olarak bakabilmeyi öğrenememişsek ve günümüz Türkiye'sinin demokrasisinde hala töre cinayetlerinin işlendiği ve cinayeti işleyenin namus kısvesi altında doğru dürüst ceza almadığı; şiddet gören, mal gibi alınıp satılan, bekaretiyle uğraşılıp teşhir edilen, tecavüzcüsüyle evlendirilmeye kalkışılan kızların, kadınların var olduğu bir ülkenin vatandaşı olmak, ülkesini ve insanlarını seven çağdaş bir insan olarak benim gücüme gidiyor. Ya sizin?

Nuri CAN
www.nuricann.com

Nuri Can
Kayıt Tarihi : 9.12.2008 21:46:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Nuri Can