“Sevmek, Eğer O Olsaydı...”
Sevmek…
bir gül gibi mi açardı yoksa
bir kurşun gibi mi patlardı?
Gerenimo olsaydı mesela,
sevmek bir direnişe dönüşürdü belki de.
Tütün dumanında saklanan,
toprakla kanı aynı kâsede karıştıran bir ritüel olurdu.
"Sevgi, savaşmadan kutsanmaz." derdi o.
Hitler olsaydı sevmek,
haritalar çizerdi kalbe.
Herkesi bir ırka, her duyguyu bir düzene sokmak isterdi.
Ve belki de en çok kendini severken
dünyayı yok ederdi farkında olmadan.
Ra olsaydı sevmek,
güneşin alnında yanardı tutkular.
Sevgi bir kutsal ışık olurdu;
gölgede kalan yandığını bile bilmezdi.
"Sev beni," derdi Ra, "ama göz göze bakma. Kör olursun."
Afrodit olsaydı sevmek,
beden olurdu belki de önce.
Tenin şarkısı, gözlerin su gibi akışı.
Ama içi boş kalan bedenlerin arasında
asıl aşka hasret bir tanrıça olurdu o.
Arjuna olsaydı sevmek,
dharma ve karma arasında bir kılıç olurdu.
“Sevmem gerek çünkü görevim bu,”
derken gözyaşları dökerdi.
Çünkü bazen en büyük sevgi,
savaşmak değil… vazgeçmektir.
“Sevmek, İbn-i Sina Olsaydı...”
Sevmek, İbn-i Sina olsaydı,
bir reçete olmazdı sadece...
bir dua gibi yazılırdı defterlere.
İnsan sevgisiyle başlardı her tedavi,
çünkü ruh üşürse beden de üşür,
ve hiçbir merhem
anlaşılmamış bir kalbin ağrısına iyi gelmezdi.
O derdi ki:
“Sevgi, iç organların ilacıdır.
Kalp için sadakat,
karaciğer için huzur,
beyin için bilgelik gerek.
Ama en çok da
birinin gözlerine bakıp ‘senin için buradayım’ diyebilmek…”
Sevmek, onda bilimle dans ederdi,
ama aşkın adını unutmazdı.
Her formülün içine
bir tutam merhamet serpiştirirdi...
çünkü en iyi hekim,
hastaya değil, insana bakandı.
“Sevmek, Nazım Hikmet Olsaydı...”
Sevmek, Nazım olsaydı,
bir halk türküsü gibi yükselirdi göğe.
Ne sadece Leyla’ya
ne de yalnız Mecnun’a yazılırdı;
bir milletin yüreğinden süzülürdü heceleri.
"Sevgi," derdi, "önce halkına duyduğun sorumluluktur...
sonrası gökyüzü, sonrası özlem."
Bir tomurcuk açar gibi sevdi yurdunu,
sürgünlerde, demir parmaklıklar ardında.
Aşkı da sevdayı da
hürriyetle tartardı terazisinde.
"Ben seni,
bir çınar gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine seviyorum…"
derken...
vatan, sevgilinin saçlarında rüzgâr olurdu.
Ona göre sevmek,
bir manifesto değildi sadece,
aynı zamanda
yaralı bir toprak parçasını
ellerinle sarmak,
bir aç çocuğun yanaklarına
gülümsemekti.
“Sevmek, Afrodit Olsaydı...”
Sevmek, Afrodit olsaydı,
yalınayak dolaşırdı tenin kıyılarında.
Bir dokunuşla baharı başlatır,
bir bakışla fırtına çıkarırdı.
Sevgi onunla yalnızca bir his değildi...
bir iksir, bir tuzak, bir aynaydı.
"Sev beni," derdi Afrodit,
"ama kendini kaybetmeden.
Çünkü ben,
seni sen yapan parçaları arzularken
senin ruhunu sınarım."
Onda sevmek,
hem bir doğum hem bir yıkımdı.
Her öpücüğünde
bir adanmışlık,
her gidişinde
bir mitolojik felaket saklıydı.
Troya'nın duvarları onun adına yıkıldı belki,
ama o hâlâ kimseye tam ait olmadı.
Afrodit için sevmek;
ayna karşısında bir kendini arayış,
ve gözlerinde başkasını görme oyunuydu.
Güzellik değildi onun derdi,
güzelliğin nasıl kullanılacağıydı.
“Sevmek, Havva Olsaydı...”
Sevmek, Havva olsaydı,
yasak bir meyvenin ardından gelen pişmanlıkla yoğrulurdu.
Ama işte tam orada başlardı gerçek sevgi...
korkunun, öfkenin, terk edilişin
ve sonsuz bir yalnızlığın içinde
“Yine de seviyorum” diyebilen bir kalpte…
Havva için sevmek,
Adem’in sessizlikleriyle konuşmak,
çocuklarının kavgalarında
her birinin gözünde başka bir acıyı görmekti.
O, Kabil’i de severdi
Habil’i de,
çünkü anne olan için
öfke de sevginin eğitilmemiş halidir.
O derdi ki:
“Sevgi,
yere düşen bir çocuğu kaldırmak değil sadece...
onu neden düşürdüğünü anlamaktır.
Ve bazen
en büyük sevgi,
çocuklarının birbirini öldürmesini izleyip
yine de dualar edebilmektir.”
Havva’nın sevgisi,
sessizdi ama devrim gibiydi.
İnsanın içinde büyüyen kini
toprak gibi emerdi;
hiçbir şeyi geri kusmaz,
her şeyi sevgiyle dönüştürürdü.
“Sevmek, Osho Olsaydı...”
Sevmek, Osho olsaydı,
bir meditasyon olurdu önce...
sessizlikte büyüyen bir çığlık gibi.
O derdi ki:
"Sev ama zincirleme,
dokun ama sahiplenme,
kal ama gerektiğinde gitmeyi bil."
Ona göre aşk,
bir tapınak değil,
içsel bir yolculuktu.
Ve bazen
en büyük sevgi,
birini özgür bırakmaktı
senin kalbinde bile…
Sevdiğinde kıskanmazdı Osho,
çünkü gerçek sevgi
kıskançlıkla kirlenemezdi.
“Sen seviyorsun,
çünkü sevgi sende var,” derdi,
“karşındaki sadece onun yankısıdır.”
Ve sevmek onunla birlikte,
ne gelenek olurdu
ne de kurbanlık bir bağlılık.
Aşk bir ateşti onda,
ama yakmak için değil,
küllerinden doğmak içindi.
“Sevmek, Zerdüşt Olsaydı...”
Sevmek, Zerdüşt olsaydı,
dağın yamacında susarak başlardı.
Sözler gereksiz olurdu bazen;
çünkü hakiki sevgi
zaten konuşmaz, titreşir.
O derdi ki:
“Sevgi, yalanla değil,
cesaretle yaşanır.
Kendini alt edemeyen,
kimseyi sevemez.
Ve sevgi… önce kendin olmayı bilmektir,
sonra başkasını olduğu gibi kabul etmek.”
Sevmek, onda
bir üstinsana yürüyüş olurdu.
Ne tapardı, ne de küçümserdi…
ama severdi;
çünkü bilir idi:
“İnsan,
köprüdür hayvana ve Tanrı’ya
ama sevgi,
işte o köprüyü geçmenin cesaretidir.”
Zerdüşt için aşk;
diz çökmez,
dua etmez,
sahiplenmez.
O severken,
karşısındakini yüceltirdi,
çünkü gerçek sevgi,
karşısındakini küçük görmekle değil,
onu kendi kaderine yürütmekle olurdu.
“Sevmek, Hermes Olsaydı...”
Sevmek, Hermes olsaydı,
gökyüzüne yazılmış bir mektup olurdu.
Ne yerine tam ulaşırdı,
ne de tamamen kaybolurdu.
O bir taşıyıcıydı… duyguları, sözleri, yeminleri…
ama hep kendi duygusunu unuturdu yolda.
“Sevgi,” derdi Hermes,
“yoldur,
ama yolcu olmayı göze alanlar için.”
Hızla yaklaşırdı sana,
bir öpücükte bin yıldız bırakırdı,
ama arkanı döndüğünde
çoktan başka bir sınırı geçmiştir.
Onda sevmek,
bir sırdır aslında...
hep anlatılmak istenir,
ama tam anlatıldığında
büyüsünü kaybeder.
Ve Hermes için sevgi,
hep yarım kalır biraz.
Çünkü o,
hiçbir yerde tam durmaz,
hiçbir kalpte uzun kalmaz.
Ama geçtiği her yer,
onun sessiz adımlarından bir tutam
aşk kokusu saklar.
“Sevmek, Medusa Olsaydı...”
Sevmek, Medusa olsaydı,
gözlerinin içine bakmaya cesaret edemezdin.
Çünkü onda sevgi,
korunamamış bir masumiyetin
taşa kesmiş hatırasıydı.
Bir zamanlar güzelliğiyle kutsanmıştı...
öyle güzeldi ki tanrılar bakmaya kıyamazdı,
ama biri baktı,
ve ardından lanet başladı.
Sevgi onda bir öfkeye dönüştü,
çünkü sevgi olmadan dokunulmuştu ona.
“Sev beni,” derdi Medusa,
ama sesi artık çığlık gibiydi.
Sev beni,
ama beni yok sayarak değil.
Sev beni,
ama korkmadan.
Onda sevmek,
korkudan arınmış cesaretti.
Birinin kalbine bakarken
kendi yansımanla yüzleşmeyi göze almaktı.
Çünkü Medusa sevdiğinde,
seni yok etmezdi...
senin sakladığın
tüm maskeleri yok ederdi.
Ve o derdi ki:
“Ben taş kesileni değil,
beni taş kesen bakışları unutmam.
Ama hâlâ sevebilirim...
eğer biri gözlerime bakar
ve bana ilk günkü adımla seslenirse:
Medusa. Kadın. İnsan.”
“Sevmek, Arjuna Olsaydı...”
Sevmek, Arjuna olsaydı,
bir savaş alanında başlardı.
Karşısında düşman değil,
sevdikleri dururdu...
ve en büyük soru şuydu:
"Sevgi için savaşılır mı,
yoksa savaşı bırakmak mıdır sevgi?"
Arjuna’nın kalbinde
binlerce öğreti yankılanırdı.
Krishna fısıldardı kulağına:
“Dharma’nı seç... ama seçerken
kalbini de unutma.”
Çünkü bazen görev,
sevgiden geçer;
bazen de sevgi,
görevden vazgeçmek ister.
Onda sevmek,
keskin bir kılıcın ucunda dengede durmaktı.
Ne tamamen savaş,
ne tamamen teslimiyet.
Sevmek,
doğru bildiğinle
canının çektiği arasında
sürekli bir salınımdı.
Arjuna için aşk,
sadece bir kadına duyulan tutku değildi...
bir halkı, bir hakikati,
bir ihaneti bile sevmekti bazen.
Çünkü gerçek sevgi,
ayrım yapmaz;
yakar, ama yakarak arıtır.
Ve sonunda Arjuna,
elini kalbine koyarak derdi ki:
"Ben sevdim...
ama sevgi sandığım şeyle
savaşmak zorunda kaldım.
Ve hâlâ bilmiyorum...
kazanan ben miyim,
yoksa sevgi mi?"
“Sevmek, Madame Blavatsky Olsaydı...”
Sevmek, Blavatsky olsaydı,
bir ezoterik ayin olurdu.
Sözlerle değil,
titreşimle dokunurdu ruhuna.
"Sevgi," derdi o,
"yol değildir...
yolun kendisini oluşturan enerjidir."
Vedalarla beslemişti zihnini,
ama kalbi yıldız haritalarını okurdu.
Ona göre sevmek,
karşılıklı bakışların ötesinde bir şeydi...
bir varoluş anısıydı.
Sevdiklerin, geçmiş yaşamlarından
sana fısıldayan yol arkadaşlarıydı.
Blavatsky için sevgi,
insanlığa sunulmuş en kadim hediyeydi.
Ve bu sevgi,
sadece romantik bir duyguyla sınırlı değildi:
bilgiyi paylaşmaktı,
cehaleti sevmekle dönüştürmekti,
yolu olmayanlara ışık olmaktı.
O sevdiğinde,
kutsal kitaplar açılırdı;
çünkü o,
her ruhu bir evren olarak görürdü.
Ve derdi ki:
“Gerçek aşk, ruhun evrimini hızlandırır.
Birini sevmek;
onu değiştirmek değil,
onun değişmesini beklemektir...
sessizce, sabırla,
tüm varlığınla.”
ve
“Sevmek, Ra Olsaydı...”
Güneşin alnında yanardı tutkular.
Sevgi bir kutsal ışık olurdu;
gölgede kalan yandığını bile bilmezdi.
"Sev beni," derdi Ra, "ama göz göze bakma. Kör olursun."
“Sevmek, Gerenimo Olsaydı...”
Sevmek bir direnişe dönüşürdü belki de.
Tütün dumanında saklanan,
toprakla kanı aynı kâsede karıştıran bir ritüel olurdu.
"Sevgi, savaşmadan kutsanmaz." derdi o.
Sevgiyle kurduğu çadırı, kurşunla savunurdu.
Ve belki de sevmek, bağımsızlıkla eşdeğer olurdu onun dilinde.
“Sevmek, Hitler Olsaydı...”
Haritalar çizerdi kalbe.
Herkesi bir ırka, her duyguyu bir düzene sokmak isterdi.
Ve belki de en çok kendini severken
dünyayı yok ederdi farkında olmadan.
Sevgi onda mutlak kontrol arzusu olurdu;
çünkü sevemeyen, sahip olmak ister en çok.
“Ve Bana Göre Sevmek...”
Bana göre sevmek...
ne Ra’nın ışığı,
ne Arjuna’nın ikilemi,
ne de Afrodit’in baştan çıkarışı…
hepsi doğruydu,
ama hiçbiri tam değildi.
Sevmek bana göre,
bir çocuğun susarak sarılması gibi:
Hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymaz.
Bir annenin,
kızgınken bile sofrasını kurması gibi:
Gururu yenmeyi bilir.
Bazen Medusa gibi bakar gözlerim;
kırılmaktan yoruldum der gibi…
ama hâlâ severim,
çünkü içimde hâlâ inanan bir parçam vardır:
Osho gibi bırakmayı,
Nazım gibi direnmeyi,
Blavatsky gibi anlamayı bilir.
Sevmek bana göre,
tüm bunların içinde kendimi unutmamak;
ama her şeye rağmen
bir başkasında kendimi bulabilmektir.
Bazen yalnız,
bazen kalabalık,
ama daima gerçek.
Ben sevdim…
çünkü başka türlüsü mümkün değildi.
Ve biliyorum,
tüm bu karakterler gelip geçecek,
ama bir kalp
gerçekten sevdiğinde,
onlar da susup dinleyecek.
O hâlde, bu kutsal çemberi şu sözlerle tamamlayalım:
ve...
Ey insan…
sevmek, senin bildiğin gibi değil.
Ne birine ait olmak,
ne de birini kendine ait kılmak.
Sevmek; bir varlığa,
özgürlüğüyle birlikte yer açmaktır.
Ey insan…
sen sevgiyi
bir mesaj beklerken öğrendin,
bir “online” göstergeye umut bağlarken,
gidenin dönmesi için
kendinden vazgeçerken…
Ama sevmek...
sana gelen değil,
senden taşan şeydir.
Bir çiçek gibi,
kendi kendine açan.
Sevmek,
Sokrates’in sessizliğinde bir soru,
Arjuna’nın kalbinde bir çığlık,
Afrodit’in dudaklarında bir yanılsama,
Nazım’ın dizelerinde bir isyan,
Blavatsky’nin notlarında bir sır,
Medusa’nın gözlerinde
bastırılmış bir insanlık çağrısıdır.
Ey insan…
sevmek cesaret ister.
Çünkü sevdikçe kırılırsın,
ama her kırıldığında
biraz daha tam olursun.
Ve bil ki;
sen sevdiğinde
tanrılar susar,
savaşlar durur,
zaman diz çöker…
Çünkü gerçek sevgi
ne kazandırır,
ne kaybettirir.
Sadece
var eder.
Murat Tali
Kayıt Tarihi : 5.4.2025 01:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!