Asr_ı Saadetten tablolar geliyor gözümün önüne…
Mekke’den, Medine’den, Taif’ten…
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in o ruhlara huzur, gönüllere sürur veren hayatından kesitler. O’nun gökteki yıldızlar kadar seçkin ashabından modeller…
Öyle dehşetli bir asırda yaşıyoruz ki, insanlar şaşkın. Ne yapacağını, nasıl yaşayacağını, kimi kendisine örnek alacağını bilemez durumda. Çocuklarımızın, gençlerimizin sahte kahramanlarla,bizden olmayan, ahlâkı sükût etmiş insan görünüşlü ne idüğü belirsiz mahluklarla süslü hayalleri…
Oysa bizler müslümanız. Bu kadar şaşkın olmamalıyız. Yolumuzu aydınlatacak, bize misal olacak o kadar çok yıldızlarımız varken tarihimizde, hangisine tutunsak yolumuzu buluruz.
Aslında bizi kurtuluşa götürecek, tereddütlerimizi izale edecek misallerimiz olmadığı için değil bu şaşkınlığımız, bizim onları bilmeyişimizden. Hayatlarına vakıf olmayışımızdan. Bize yol gösterilmeyişinden kaynaklanıyor. Oysa biraz araştırsak, biraz okusak, anlasak. Hayatımıza yön verirken neyi esas almamız gerektiğinin idarkine varmış olsak...
“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz” buyuruyor Efendimiz (s.a.v.) Bizler o kadar karanlık bir gecede kalmışız ama yıldızlara bakmak aklımıza gelmiyor hiç.
İşte gökteki binlerce yıldızdan sadece birkaç tanesi. Yolumuzu aydınlatmaya yetecek ışık onlarda..
Hz. Hatice geliyor ilk aklıma. En sevgilinin, en sevgilisi. İlk eş, ilk Müslüman, ilk model. Efendimiz’in en zor zamanlarındaki en büyük desteği. Beni en çok etkileyen bu yönüdür Hz. Hatice validemizin. Bir başka sarsar, bir başka hissiyatla duygulandırır O'nun hayatı. Diğer bütün eşlerinin içerisinde en çok çileye talib olmuş, en fedakâr olanıdır O. Önde gidenlerin kaderi bu değil midir zaten ekseriyetle. İlk olmak fadekârlık gerektirir. Alışılmamış olanı getirmek ve yerleştirmek, alıştırmak, tanıttırmak...
O ilk eş, ilk mü'min, ilk hedef, ilk anne...
İsmin anlamı gibi. Erken doğan, erken gelen, erken hareket edendi...
Evliliği geliyoraklıma. Kendisi kırk yaşında, iki evlilikten dul kalmış, üç çocuklu bir kadın.İkisi kız biri erkek çocuklarının. İlk eşi vefat etmiş, ikincisi ise içki müptelası olduğu için boşanmıştı. Çok akıllı zekî, yüksek bir ahlak ve feraset sahibi. Mallarının ticaretinde görevlendirdiği Muhammed (a.s.) isimli genci her yönüyle çok beğenmiş ve takdir etmişti. Bütün zamanların en mükemmel insanını...
Her devirde, insanların sevdiği, örnek aldığı, yaşantısını,ahlâkını, sünnetlerini uygulamağa çalıştığı o yüce insanı. Daha o zaman anlamıştı bu dünyanın gidişatını tersine çevirecek biri olduğunu…
Çok sevmişti O'nu. Bütün zamanların en mükemmel, en sâfî, en büyük, en güzel, en asil aşkı olarak anılacaktı tarih boyunca. Önce aşkıyla örnek olacaktı kendisinden sonra adı Hatice olacaklara...
Teklifi ilk kendisi götürdü, bütün ayıplamaları arkasında bırakarak. Kâinatın Güneşi de, Hatice'yi sevmişti. Ahlakını, ferasetini, asaletini, dirayetini, güçlü duruşunu beğenmişti. Öyle çok sevmişti ki, ölümünden yıllar sonra bile diğer eşlerini kıskandıracak derecede. Öyle çok sevmişti ki ölümünden sonra diğer eşlerinde hep O'nu aradı. Bulamadığı için Hz. Aişe ile küçük yaşta evlendi ve O'nu Hatice gibi yetiştirdi... O zamanın en gözde delikanlısıydı her yönüyle. O'nunla evlenmek isteyen bir sürü genç kız varken, kabul etti kırk yaşındaki üç çocuklu dul kadını zevceliğine. Henüz yirmibeşindeydi bu dönemde.
Bunları herkes biliyor. Ansiklopediler, kitaplar defaatle anlatıyor. Ya bilmediğimiz nedir?
O’nu sevdiğini, sünnetlerini yaşadığını söyleyen kaç kişi çıkar acaba O’nun gibi. Hani sevmek benzemekti? Acaba sevdiğimizi söylerken yeterince samimi miyiz?
Ya O’na insafsızca dil uzatanlar, hanginiz tercih edersiniz böyle bir evliliği? Yani yaptığınız evliliklerde esas aldığınız kriterler nedir demek istiyporum burada. Nefis mi yoksa hakîkat mi?
Peki ya dinini hassasiyetle yaşamak isteyen genç kızlar, hanımlar! Acaba kaçımız Hatice (r.a.) gibi olma çabasındayız? Varını yoğunu İslâm’a adamış, en zor günlerin gönüllü taliplisi olmuş. O yaşta beş çocuk vermiş eşine ve en güzel ahlakla yetiştirmiş Gül’ün Gülleri’ni…
Sıcak bir günde kızgın kumlar üzerine serilmiş bir beden ve üzerine taşlar bastırılmış. Türlü işkencelerle dininden döndürülmeğe çalışan siyahî bir köle var şimdi sahnede. Ve O’nu bütün malını vermek pahasına da olsa efendisinden satın alıp, azad eden bir sahabe.
Şimdi de asrımızdan bir sahne. Filistin. İnancı uğrunda katledilen, işkence gören insanlar, babasız kalan yetim çocukların haykırışı. Ve bu haykırışa kulağını sıkı sıkı kapatmış bir dünya Müslüman.
Afrika’da açlıktan kırılan insanlar ve dünyanın çeşitli yerlerinde tıka basa yiyen, artanını da çöpe atan bir sürü insan…
Birkaç kuruş menfaat ya da dünyevi mertebe uğruna dinini satan, tavizli fetvalara imzalar atan, apaçık farzları ve haramları kafasına göre yorumlayan, kenarından köşesinden yontarak değiştirmeğe çalışan diplomalı din adamları.
Hani sevmek benzemekti?
Hani nefisle savaş en büyük cihattı?
Hani Rabbim neyi emretmişse, neyi yasaklamışsa amenna ve saddakna, şeksiz şüphesiz, itirazsız inandık ve itaat ettikti?
Habeşli bir siyahî köle bile olsa, Rabbim imanına ve takvasına bakıyor. Kalblere değer veriyor. Oysa bizim değerlerimiz ne çok değişmiş.
Şöhret, mal, makam, güzellik, itibar...
Her şey ne çok kirlenmiş şu ihtiyarlayan dünyada...
Hz. Ömer vardı o zamanlar. Bir ağacın altına uzanmış yatıyorken Bedevî'nin biri gelip başına dikiliyor ve gayet laubali bir tarzda Emir-il Mü’minin’i aradığını söylüyor. Ömer (r.a.) bir kalkıyor ayağa ki; üstü, başı toz içinde, üzerinde eski bir elbise ile. Ama o ne heybet ne vakar. Bedevî irkiliyor, bir adım geri kaçıyor ürpertiden...
Mü’minler’in Emiriydi Ömer (r.a.) halifeydi, yani devlet başkanı. Eski ve tozlu elbiseler içinde. Ama O’nu görünce Şeytan yolunu değiştirirdi korkusundan, bunu kendisi itiraf etmişti.
Öyle korkardı ki; Rabbinden, “Fırat kıyısında bir topal keçi kaybolsa, korkarım ki vebali Ömer’i bulur” diye kaygılanır, geceleri sırtında çuvallarla fakir fukaraya nafaka taşırdı. O'nu heybetli yapan kalbinde taşıdığı Allah korkusuydu. Rabbini razı edememekten duyduğu havf ile kılı kırk yaran hassas yaşantısıydı. O'nu asırlar sonrasında bile adaleti ile yâd ettirecek olan hassasiyeti...
Sevmek benzemekti o zamanlar.
Ve onlar sevdiklerine benzemek için yarışırdı. Allah ve Rasulü idi Onlar’ın sevdikleri…
Uhud Savaşı’nda hepsi O’na benzemişti. Ve her şehid düşen sahabeyi O sanmıştı müşrik taifesi.
Bir Mus’ab Bin Umeyr vardı. Oraların en zengin ailesinin çocuğu ve en yakışıklı gençlerinden biri. Çok güzel giyinirdi İslâm’a girmeden önce. Uhud’da şehit düştüğünde ise üzerine örtecek bir elbise bulamamışlardı.Bir hırka vardı sadece, başını örtseler ayakları, ayağını örtseler başı açıkta kalırdı.
Sevmişti ve benzemişti. Sevdiğini koruyabilmek için canını vermişti. O kadar ihlâsla vazife bilmişti ki bunu, bir kolu kesilmiş, diğer koluyla, o da kesilince göğsüyle mücadele etmişti. Ve cansız düştüğünde bedeni, görevini bir melek devralmıştı O’nun kılığına girerek.
Ya biz neleri feda ettik ki sevgimiz uğruna? Dünya menfaatlerini mi geri teptik, şöhreti mi ittik elimizin tersiyle, bir mazluma yardım etmek uğruna tekme mi yedik, lokmamızdan bölüp fakir fukaraya mı verdik? Hakaretlere mi katlandık dini yaşadığımız için? Sırf dinine, ahlakına, hassasiyetlerine değer vererek mi seçtik eşlerimizi? Çocuklarımızı Allah'ın razı olacağı tarzda yetiştirip O'nun yoluna mı adadık? Hz. Meryem gibi, Hz. Enes gibi tutup elinden Allah'a mı sunduk? Bir başkasının çocuğuna sahip mi çıktık yetim diye, masum diye? ...
Gerçekten sevdik mi, benzeyecek kadar?
Bir Hind Bint-i Amr vardı. Kardeşini, oğlunu ve eşini şehit vermişti Uhud Dağı’nda. Ama O Rasulullah’ın yaşadığını duymak istiyordu. O’nu herkese tercih ediyordu...
Ya bizler kimleri tercih ediyoruz öncelikli olarak? Sözde değil özde olabiliyor mu bu tercihimiz? Sadece sembolik birkaç hareketle mi sınırlı inaç anlayışımız, yoksa bütün hayatımızı inacımıza göre mi şekillendiriryoruz? Yani inancı kendimize göre değil, kendimizi inancımıza göre mi uyduruyoruz? ..
Ne derece içselleyebiliyoruz davamızı? ..
Onlar öncüleriydi bu davanın. Önderleri ve örnekleri. “Nereye gittiğini bilen insanın önünden dünya bir kenara çekilir” Onlar dünyanın peşinde koşmuyorlardı bu yüzden dünya onların peşindeydi. Bir avuç hurma da olsa ellerindeki, paylaşıyorlardı. İnandıklarından asla taviz vermiyorlardı. Çünkü sevmişlerdi. Ötelere sevda çekmişlerdi. Ya bizler nelere sevda çekiyoruz?
Seviyor muyuz yeterince? Benziyor muyuz? Ya da en azından gayret ediyor muyuz?
Bahar ÇağlayanKayıt Tarihi : 29.5.2011 11:33:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Bahar Çağlayan](https://www.antoloji.com/i/siir/2011/05/29/sevmek-benzemektir.jpg)
TÜM YORUMLAR (1)