Kaldırım kenarlarındaki cılız ağaçların gölgelerine serazat uzanmış köpeklerden başka kimsenin güneşle karşılaşmak istemeyeceği kadar sıcak bir gündü. Reha Mağden, yazı işleri toplantısının mutat bezgin ruhunu üzerinden toz gibi silkelemiş, içinden her daim hayat fışkıran güçlü sesiyle gençleri soğuk bir şeyler içmeye davet etmişti. O zamanlar ıssız Anadolu kasabalarını andıran bugünün plazalar semtinde şık kahveler yoktu. Üç kişinin ancak sığabileceği kulübeden bozma bakkalın sundurmasına çöküp yazarlardan bahsettiğimizi hatırlıyorum. Cigarasının acı tadına eşlik eden soğuk birası onu çok keyiflendirmişti. Beni güldürmek için “Bak gardaş”, diyerek başladı her zamanki gibi cümlesine (böyle konuşmanın onu sempatik kıldığını iyi biliyordu) ve sonra hayalinin resmini çiziverdi; “şimdi gidip sıcak bir ülkenin kasvetli kasabasında tenha bir bara tünesek. Tepemizde bozuk bir vantilatör pır pır dönse. İsterse dönmesin ama orda dursun. Birbirini tanımayan insanlar sokak tozlarına öyle bakakalsın. Sevmenin hiç kuralı, nedeni, yeri, zamanı olmasın...”. Kaptırmış anlatıyordu. “Yapma yahu, nasıl olacak o”, diye sözünü kestim, gençliğin, en küstah, umursamaz tonuyla. Yüzüme hiç bakmadan “Sen ‘Yalnız Bir...” dediği anda, “Evet okudum, Avcıdır Yürek’” dedim. Böyle ani bir cevap beklemiyordu herhalde. Kocaman, aydınlık bir tebessüm yayıldı yüzüne. O kitabı okumama neden o kadar çok sevindiğini o günkü aklım kavrayamadı, hakiki bir sevda yanığının nasıl iz bırakacağını hayat henüz öğretmemişti çünkü.
Reha, altı yıldır yok ve biz o gün onunla hayatı, ölümü ve zamanı hiç umursamadan konuşurken “nasıl da yakarak anlatır aşkı” diye tarif ettiği Carson McCullers’la aynı yaşta öleceğini bilmiyorduk. Hırçın bir arı şişesine konmaya çalışıyordu. Uzakta oynayan çocukların sevinç çığlıklarıyla, kızgın güneşte parlayan asfaltın vınıltısını belli belirsiz işitiyorduk. Sıcak kelimelerimizi susuz kalmış çiçekler gibi kurutmuştu. Çok sevip ‘kaybolanlardan’, sevemediği için ansızın yok olanlardan bahsediyorduk mırıl mırıl. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Havada tarladan biraz evvel toplanmış taze, pudralı çilek kokusu vardı sanki. O günkü adıyla, ‘Hüzünlü Kahvenin Türküsü’ndeki Amelia’nın iyileştiren, bir anda yıldızları büyüten içkisini tarif edişini hatırlamaya çalıştık. Hayatında dokuma tezgâhından başka bir şey görmemiş işçiler, ondan içince ansızın bataklık zambağına rastlayabiliyordu galiba. Bataklık zambağı neye benziyordu acaba? Derin acılar içinde kıvranabilir ya da zevkten büsbütün başı dönebilirdi insanın. Reha’ın sevdiği konulardı bunlar. Sert bir emirle tekrar toplantıya çağrılana kadar ve sonraki sohbetlerimizde karşılıksız sevdalardan, yoksulluktan, hor görülenlerden, delilerden, aşkın şiddetinden, dünyaya arsızca sataşma arzusundan, kalabalıkların gizlice küçümsediği yazı hazzından bahsettik.
Felçli bir hayat...
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta