Sevilenler, Sevemeyenler Ve Carson Mccul ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Sevilenler, Sevemeyenler Ve Carson Mccullers

Kaldırım kenarlarındaki cılız ağaçların gölgelerine serazat uzanmış köpeklerden başka kimsenin güneşle karşılaşmak istemeyeceği kadar sıcak bir gündü. Reha Mağden, yazı işleri toplantısının mutat bezgin ruhunu üzerinden toz gibi silkelemiş, içinden her daim hayat fışkıran güçlü sesiyle gençleri soğuk bir şeyler içmeye davet etmişti. O zamanlar ıssız Anadolu kasabalarını andıran bugünün plazalar semtinde şık kahveler yoktu. Üç kişinin ancak sığabileceği kulübeden bozma bakkalın sundurmasına çöküp yazarlardan bahsettiğimizi hatırlıyorum. Cigarasının acı tadına eşlik eden soğuk birası onu çok keyiflendirmişti. Beni güldürmek için “Bak gardaş”, diyerek başladı her zamanki gibi cümlesine (böyle konuşmanın onu sempatik kıldığını iyi biliyordu) ve sonra hayalinin resmini çiziverdi; “şimdi gidip sıcak bir ülkenin kasvetli kasabasında tenha bir bara tünesek. Tepemizde bozuk bir vantilatör pır pır dönse. İsterse dönmesin ama orda dursun. Birbirini tanımayan insanlar sokak tozlarına öyle bakakalsın. Sevmenin hiç kuralı, nedeni, yeri, zamanı olmasın...”. Kaptırmış anlatıyordu. “Yapma yahu, nasıl olacak o”, diye sözünü kestim, gençliğin, en küstah, umursamaz tonuyla. Yüzüme hiç bakmadan “Sen ‘Yalnız Bir...” dediği anda, “Evet okudum, Avcıdır Yürek’” dedim. Böyle ani bir cevap beklemiyordu herhalde. Kocaman, aydınlık bir tebessüm yayıldı yüzüne. O kitabı okumama neden o kadar çok sevindiğini o günkü aklım kavrayamadı, hakiki bir sevda yanığının nasıl iz bırakacağını hayat henüz öğretmemişti çünkü.

Reha, altı yıldır yok ve biz o gün onunla hayatı, ölümü ve zamanı hiç umursamadan konuşurken “nasıl da yakarak anlatır aşkı” diye tarif ettiği Carson McCullers’la aynı yaşta öleceğini bilmiyorduk. Hırçın bir arı şişesine konmaya çalışıyordu. Uzakta oynayan çocukların sevinç çığlıklarıyla, kızgın güneşte parlayan asfaltın vınıltısını belli belirsiz işitiyorduk. Sıcak kelimelerimizi susuz kalmış çiçekler gibi kurutmuştu. Çok sevip ‘kaybolanlardan’, sevemediği için ansızın yok olanlardan bahsediyorduk mırıl mırıl. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Havada tarladan biraz evvel toplanmış taze, pudralı çilek kokusu vardı sanki. O günkü adıyla, ‘Hüzünlü Kahvenin Türküsü’ndeki Amelia’nın iyileştiren, bir anda yıldızları büyüten içkisini tarif edişini hatırlamaya çalıştık. Hayatında dokuma tezgâhından başka bir şey görmemiş işçiler, ondan içince ansızın bataklık zambağına rastlayabiliyordu galiba. Bataklık zambağı neye benziyordu acaba? Derin acılar içinde kıvranabilir ya da zevkten büsbütün başı dönebilirdi insanın. Reha’ın sevdiği konulardı bunlar. Sert bir emirle tekrar toplantıya çağrılana kadar ve sonraki sohbetlerimizde karşılıksız sevdalardan, yoksulluktan, hor görülenlerden, delilerden, aşkın şiddetinden, dünyaya arsızca sataşma arzusundan, kalabalıkların gizlice küçümsediği yazı hazzından bahsettik.


Felçli bir hayat...

Reha’sız bir dünyada Carson McCullers’ın Küskün Kahvenin Türküsü’nü okurken bunları düşünüyordum işte. Neredeyse bir asır evvel Georgia’de doğan Lula, on beş yaşında yazmaya karar verdiğinde ismini de Carson olarak değiştirmişti. Amerika’nın güneyindeki sıcak kasabaların çürüten yalnızlığını, gerilimini, sıkıntısını, varoluşa dair aradığı basit soruların cevabını bulmak, insanı anlatabilmek için kuzeyin soğuk iklimine ve entelektüel ortamına ihtiyaç duymuş olacaktı ki Kolombiya Üniversitesi’ne gidip yazarlık dersleri aldı. Ona şöhreti getiren İlk romanı Yalnız Bir Avcıdır Yürek’teki ‘dilsizliği’ yazdığında sadece yirmi üç yaşındaydı. Alkolik, yakışıklı ve kendisi kadar yetenekli olmayan kocası Reeves’i terk ettikten sonra ‘Aşk ve Batı’nın yazarı Denis de Rougemont’ı sevdi. Sonraki yıllarda eski kocasının savaşta yaralandığını öğrendi, beyin hastalığı nüksetti, yarı felçli hale geldi ve onunla tekrar evlendi. Kocası sekiz yıl sonra bir otel odasında intihar etti.

Onun hayatına şöyle bir göz atan herkes sancılarının yansımalarını kısa hayatına sığdırabildiği eserlerinde görebilir. Teneese Willams’la ahbaplık ettiği yıllarda, Düğünün Bir Üyesi’ni yazmaya başlamıştı. Yine ıssız bir kasabada üç kişi arasında geçen bir hikâyenin merkezinde on üç yaşındaki Frankie’nin büyüme sıkıntılarını anlatıyordu: “Her şey Frankie’nin anlayamadığı garip bir değişime uğruyordu. Boz rengi sıkıcı bir kıştan sonra Mart rüzgârları çamları dövmeye başlamıştı. Mavi gökyüzünde bulutlar yol yol ve beyazdı. Nisan ayı aniden sessizce geldi. Ağaçların yeşili çılgın bir parlaklığa dönüştü, soluk renkli morsalkımlar kasabanın her yerini sardı sonra da sessizce kuruyup döküldü. Nisan ayının yeşil ağaçlarında Frankie’ye hüzün veren bir şey vardı. Hüznün nedenini çözemiyordu ama bu garip hüzün yüzünden kasabayı terk edip gitmesi gerektiğini anlıyordu.” McCullers’ın ruhu soğuk bir rüzgâr gibi yakan, ateşten duyguları buzlu sularda serinleten dilinin berraklığı çok çarpıcıdır gerçekten. Doğuştan melankolik bu ‘kız çocuğunun’ edebiyatı sadece hüzünle kuşatılmış olsaydı ‘deli’ karakterlerine rağmen anlatımı böyle sarsmazdı muhtemelen. Onda insanın kökündeki ilkel dürtüleri güçlü sezgilerle kavrayan yabanıl bir yazma yeteneği var. Faulkner gibi büyük bir yazarın yanında bile sade üslubuyla parlamasına neden olan da bu benzersiz özelliği sanırım.


Bir seven vardır, bir de sevilen...

Yazdığı ve yaşadığı sürece sevgi felsefesi üzerine düşünen, karakterlerinin ânını resmederek sevgisizliğin nedenlerini keşfetmeyi seven McCullers’ın, bu hikâyesi de ıssız bir kasabada geçiyor. Kaba saba, uzun, iri, erkeksi vücudu ve konuşmasıyla herkesin korktuğu ama yine de kendini yakın hissettiği Miss Amelia’nın kambur bir cüceye olan ‘nedensiz’ aşkını anlatıyor yabani yazar. Hiç acele etmeden, olayların gerisindeki gerilimi usulca peşi sıra sürüklerken okura yolunu da gösteriyor. Zamanın hızını hikâyenin ruhuna ayarlıyor. Birbirlerine benzeyen yılları biri iki cümleyle geçip bir ânı bir ömür gibi anlatıyor: “Kıpkızıl bir kış sabahı çam ormanlarında avlanmaya giderlerken kamburun Miss Amelie’nın adımlarını izleyişini canlandırın gözünüzde... Göz kamaştırıcı yaz günlerini, servilerin yeşile yakın bir siyaha büründüğü, birbirine dolanmış bataklık ağaçlarının boğucu bir karanlık oluşturduğu bataklıkta geçirirlerdi. Patikanın çamurlu bölümlerinden ya da kapkara su birikintilerinden geçecekleri zaman Miss Amelia’nın kambur sırtına tırmansın diye, öne doğru eğilişi de gelsin gözünüzün önüne. Sonra, omuzlarının üstüne oturup kulaklarına ya da geniş alnına tutunan kamburla kadının suyun içinde yürüyüşü...”

McCullers’ın anlatıcıları, her defasında bu kadar açık sözlü olmasa da bakışlarını itinayla varlığın, eşyanın, tabiatın üzerinde gezdiriyor. Tekinsiz bir dünyanın ortasında bir başına bırakmadan evvel müstehcen ve neredeyse acımasız bir açıklıkla söyleyeceklerine hazırlıyor önce. Karnınızın altında, şakaklarınızda, kasıklarınızda, parmak uçlarınızda, ensenizin bittiği o ürpertili yerde ince jilet kesikleri hissettirecek cümleler fısıldayacak biraz sonra: “Her şeyden önce sevgi, iki kişi arasında ortak bir yaşantıdır. Ama ortak bir yaşantı olması, ikisi için de benzer bir yaşam olduğu anlamına gelmez. Bir seven vardır, bir de sevilen. Ama bunlar başka diyarların insanlarıdır. Sevilen çoğu zaman sevenin içinde uzun zamandır saklı duran sevgi için yalnızca bir uyarıcıdır. Her nasılsa seven de bilir bunu. Ruhunda sevgisini eşsiz bir duygu olarak algılar. Tuhaf, yeni bir yalnızlık duymaya başlar. Ona acı veren de bu duygudur işte. Bu yüzden sevgisini elinden geldiğince içinde barındırmalı, kendisine yepyeni bir dünya yaratmalıdır. Kendisiyle bütünleşen, yoğun, tuhaf bir dünya.”


Aşkın değerini kim belirler?

Kitabı yıllar sonra tekrar okurken ‘sevilenlerin’ sevenden neden ölesiye korktuğunu hatırladım. Güneyli ‘küçük kız’, sevdiklerimizi kendimize rağmen fena halde bunalttığımızı, durmadan onları çırılçıplak soymaya çalıştığımızı, sevilmenin çoğu kişi için katlanılmaz olduğunu ve tam da bu yüzden genellikle seven kişiden nefret edildiğini muhteşem bir hikâyeyle anlatıyordu. Hâlbuki çoğu kez farkında olmasak da bizi kışkırtan, sevdiklerimizden ziyade bir gün birisini çok sevebilmek için iştiyakla beklettiğimiz arzularımız, büyük boşluklarımızdı. Ama o ‘yeni ıssızlığı’, bu karmaşık duygunun bizi neden paramparça ettiğini kimseye anlatamıyorduk işte. Hem sonra imkânsız sevdaları bile manasız ölçülerle tartan bizler karar verebiliyor muyduk kimi ne vakit neden sevebileceğimize? Sadece yapabilirmiş gibi davranıyor ve ona uygun kıyafetler biçiyorduk ürkek bedenlerimize.

Yazarın da dediği gibi “En sıradan birisi coşkun, ateşli ve bataklıktaki zehirli zambaklar kadar güzel bir sevginin nesnesi olabilir. İyi yürekli birisi amansız ve rezilce bir sevgiyi uyandırabilir. Abuk subuk konuşan bir deli, başkasının yüreğinde yalın, duygulu bir şiir yaratabilir.” Aslında o kendimize açıkça soramadığımız soruyla yüzleştiriyordu bizi: Aşkın değerini, onun ömrünü, yoğunluğunu, özelliğini kim belirler? Biz mi belirliyoruz, hiç sanmıyorum. Karşılıksız sevmenin insanları yakınlaştıran gücünü masumiyetin diline sığınarak anlatan Carson McCullers’ı bu yüzden seviyorum. Bu hayatta ‘yok sayılanların’ birbirlerini titreyerek hissettiklerini bildiği için yazabildi muhtemelen o romanları.

Kitabın sonunda kısa bir hikâye var. Benliğinin bütün parçalarını bir kadında tamamladığını sanan ama gerçek sevgiyi hiçbir zaman tanımamış yaşlı bir adam, bir kahvede çocuğa kendisini terk eden karısını anlatıyor. Sonra ona nerede yanıldığını itiraf ediyor. “Sevgiyi düşündüm ve bir çözüme vardım. Diyelim ki insan ilk kez seviyor. Peki, neyi seviyor? Bir kadını. Bilimsiz, dayanaksız, Tanrı’nın dünyasındaki en tehlikeli ve kutsal deneyime girişiyor. Bir kadını seviyor. Tamam mı evlat? Sevmeye yanlış yönden başlıyor. En sonundan başlıyor. Böyle çile çekmesinde şaşılacak ne var. İnsan nasıl sevmeli biliyor musun? Evlat, insan sevmeye nereden başlamalı biliyor musun? Bir ağaçtan. Bir taştan. Bir buluttan.”

Hep bilerek yanlış bir yerlerden başladığımız ve bunu görmek istemediğimiz için mi yorgun ruhumuza bu kadar körüz acaba?

(Küskün Kahvenin Türküsü, Carlson McCullers, İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. İpek Babacan)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:01:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan