…………… Sensizliğin, sessizliğinin kaçıncı gününde olduğumu hatırlamaya çalışırken göğsüme düşen ağır şiddeti ölçülmez sancıların bedenimde volkanik patlamalar yarattığı anların içindeyim ve alkol komasında uyuşturmak, sancılarımı kadehlere gömmek istiyorum… Ki geçici çözümler üretkenliğinden sabah ki öksürük nöbetlerine taşımaya çalışıyorum sancılarımın çözümsüzlüğünü…
…………… En çok ilk sigarayı yakınca başlayan ve o an yıllarca sürecek gibi ve sürmekte olan öksürüklerimde malarımı, utansam da içime akıtıyorum aksatmadan kızılcık şerbeti içmiş gibi kıvranmalarımı…Geçmiyor kör olası nöbetler, içten içe ve içime akıyor, yakıyor boğazımdan, gırtlağımdan bağırsaklarıma doğru yol alırken şeridini değiştirmeyen, eğitimli ülkelerin sürücüleri gibi seyahatlerinde ve sanki her gün aynı saatte aynı ritimde devam eden… Ve çocukluğumun radyolarında her gün aynı saat ve dakikada başlayan radyo tiyatrosu gibi… Sabahın o anlarında kaç insanın nefretini kazanıyorum bu şekilde bilmiyorum ama onlarda yıllardır suskunluklarından, gasp edilen haklarına dirençsizliklerinden, çarşıda esnaftan, pazarda pazarcıdan, otobüslerde muavinlerden, ellerini tükürükleyerek aldıkları kağıtlara gıda maddelerine salgılarını bulaştıran, paketleyen esnafa tepkisizliklerinden benim nefretimi kazandıklarını bilmiyor ve hiçbir zaman asla bilemeyecekler…
…………… Vitamin yüklü yiyecek ve içecekler eksilmiyor günümden ama nafile biliyorum yetmeyecek direncime, adım adım ve gün be gün yaklaşıyorum insan oğlunun soğuk nefes, benimse yaklaşmak istediğim sonsuzluğa ve sessiz, sesinsiz geçen günlerde ulaşmak istediğim ebediyete… Ne ki ölüm, ne ki çekip gitmek, bir mikrop daha eksilecekse evrenden, gitmek onurla ve yalın mantıklı benim için, mantığına ters düşse de senin, benden önce ölmeye hakkın yok söylemine rağmen senin… Çocukluğumda garipser, sorgulardım komşu kadın ve erkeklerin ölmek istiyorum söylemlerine, şimdi hak veriyorum kendime yakıştırdığım sonsuzluğa… Olmadığın evrenin farklı meridyenlerinde, farklı iklimlerde soluklandığımız aynı renk sevdamız solmadı, soldurmadım, besledim yine…
……………Tanklar geçiyor paletlerinin ağırlığını üzerimde bırakarak toprak bir zemin oluyor, kalkamıyorum onca ağırlığı def edip… Benden önce ölemezsin, hakkın yok buna söylemin düşünce ağırlıklar altındaki usuma çırpınıyor, doğruluyorum toprağa akıtarak gözyaşlarımı, susuz kalmasın diye bereketli topraklar… Kalkıyor sendeliyorum durmaya çalıştığım anlarda öksürük dalgası titretiyor, savuruyor tankların iz yaptığı toprak yol üzerinde… Bir çeşme arıyorum öksürmekten çağlayanlar akıtan gözlerimi yıkamak, yanaklarımdan boynuma yol alan izleri silmek için, çeşmesiz gelişen kentlerin yoksulluğu düşüyor yüreğime… Nehir kenarında, eriyen kar sularının yeşilden, maviden kahverengi renge dönüştürdüğü mikroplu suyla serinletiyorum yüzümü ve mora dönüşen gözlerimin altındaki halkaları…
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
sessiz ama bir o kadar güçlü bir haykırış...belki sadece içsel duyuşlarla dönüşümü oluyor ama doğaya karışma isteğiyle bütünleşince, ses yankı yapıyor denşlebilir... güçlü bir aşk bu kadar yakıcı ve yıkıcı oluyor...
ruhun ezilmişliğini tarifindeki yoğunluktan belli...
yazımsal olarak okumak güzel ama yaşayan için.........................
terbikler Olgun bey...
güzel günlere...
Bu şiir ile ilgili 1 tane yorum bulunmakta