…………… Sarıyı çağrıştıran açık kestane renkli büyük bir zarfla resmi mi yolladım aldın mı? Her mektubunda zarftan çıkan resmine bakmadan yazdığın satırları okurum önce soluksuz derdin ve yazdığım kalemden satırlara dökülen kelimeler, gözlerinle buluştuğunda ellerime dokunduğunu hisseder, bırakmak istemediğini okudukça avuçlarımızın kenetlendiğini söylerdin…
…………… Ertesi gün Saatli Hana giderek baba mesleğini devam ettiren son nesil yaşlı Hattata mektubumu samanlı sarı kağıda el yazısı ile yazdırmak için bırakıp, iş çıkışı alarak diğerlerinin yanına sırayı takip ederek turuncu renkli duvarına asacağını söylerdin… Sen söylerdin, ben gizli, çocuksu ve mağrur gurur duyar, Nobel Edebiyat ödülüne bu yıl aday adayı olacağımın sürrealizminde bana ait olmayan mutlulukları ödünç alırdım düşlerimden… Onlarca deste kağıt ve hiç bitmeyen kalemimle küçük ıssız bir adaya düşerdim ödünç alınan düşlerimin ertesinde ve ödenmemişliğinde… Hiç durmadan yazardım, yoksa susuz kalır, aç kalır, soluğum kesilirken, güneş altında tenimde oluşan yanıklarım bireysel sevişmelerimin hafif meşrepliğine engel olur, barikatlar kurardı… Yıllar geçiyordu…
…………… Varsayımlardan realiteme döner ve bugün sana neler yazacağımı düşünürken üzerimdeki kıyafetlerin albenisi renksizleşir, soluklaşırdı… Sen önce mektubuma sarılır, merak ederken bu kez hangi ucunu yaktığımı, ben renklerini çingene gözüyle seçtiğim giysilerimi resim karesine taşır, öksüz kalırdı masanın üzerinde ve ters çevrilmiş resmim… Nice sonra ve lütfen baktığında şakaklarıma düşen kırların biraz çoğaldığını söyler, başka değişiklik göremezken gözlerin, sigaramın dumanına hüzün dolu gözyaşlarım karışır, kendimi dumandan dolayı gözlerim yaşardı diye kandırırdım ve sen bilmezdin, görmezdin, gözlerimin yaşını, neden yaşardığını… Yine de kirpiklerimi korumaya çalışır ve ıslanmışlığında dökülmesin diye yıkardım hemen ve bilirdim ne çok sevdiğini kalın, siyah, sürmeli gibi duruşlarına rimelsiz, maskarasız hayranlığını… Yıllar geçiyordu…
…………… Toksinlerimi biraz olsun atabilmek için dalga seslerinin martı çığlıklarına karıştığı sahile doğru biraz yürümek, sabahçı çay ocağında kömür ateşinde demlenmiş koyu bir çay içmek için çıkmaya karar vermişken geri dönüyor ve hep üzerimde taşıdığım küçük not defterimi alıyor çıkıyorum sana yeniden ve yine yazmak, kelimelerimi ellerinle buluşturmak için… Çayımı karıştırırken yanımda beliren, şımartılmayı bekleyen köpek yavrusuna yüz vermiyor başımı çevirdiğim yönde üniversiteli iki aşık gencin meraklı bakışlarını hissediyorum üzerimde ve delikanlı merhaba hocam dedikten sonra son kitabım elinde imza istiyor… Tekrar yerine oturduğunda kısa saçlı, çizmeli, Anadolunun kilim motifi deseninden şile bezi gömlek giymiş kız arkadaşına bir şeyler söylerken Sevgiliye Mektuplar adlı kitapların yazarı olduğumu söylüyor, kız oralı olmadan sevgilisinin boynuna küçük bir buse konduruyor… Gençlerin de çay parasını ödeyip kalkıyor, kıyıya yakın yerde mavi kayığının üzerinden olta sallayan küçük çocuğu izliyorum, ustalıkla en uzak noktaya ulaştırdığı misinasını çekene kadar bekliyorum… Tuttuklarını kovaya atarken bana hiç dönüp bakmıyor, anlaşılan rakıma meze yapacağımı düşünüyor, günaha girmek istemiyor babasının akşamcılığında…
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.