(Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi- Aralık-2009)
Seninle tanışmamızı düşündüm. Bir bayram günü beş altı yaşlarındayım, babaannem ve dedemi ziyarete gelmiştik. Oturduğumuz evden çok farklıydın. O yaştaki çocuk gözüyle bile bunu fark etmiştim. Açıp kapatmaya boyumuzun ve gücümüzün yetmediği o büyük ve heybetli kapıların, sur gibi yüksek duvarların, bugün hâlâ aklımda. Ha, bir de o yıllardan kalan en unutamadığım şey, iç avludan yukarıya çıkan taş merdivenin kenarına sarılan mis kokulu hanımeli çiçekleri, babaannemin nefis yemekleri, renk renk bayram şekerleri.
Seninle tanışmamızdan tam üç yıl sonra sevgili babaannem çok ağır hastalandı. Kısa bir süre bizim oturduğumuz evde kaldı. Bu süre içerisinde onunla çok şey paylaştık. Bize sürekli “kaçkaç” yani seferberlik olaylarını anlatırdı. Cumhuriyet kurulmadan önce Adana’yı Fransızların işgal ettiği günlerde, Fransız askerleri, konağın içine kadar girmiş, yukarıya çıkmışlar, kundaktaki bebekleri görünce kimseye dokunmadan çekip gitmişler. Babaannem gözyaşları içinde her zaman anlatırdı bize bu olayları.
Şükürler olsun düşmanlardan kurtuldun, Cumhuriyetin kurulmasına da tanık oldun.
Babaannemin vefatının ardından dedem yalnız kalınca bizi sana getirdiler.
Geldik…
Ve geliş o geliş, yıl 2009 hala seninleyiz.
Buraya taşındıktan sonra her şey daha da farklılaştı. Sen zaten çok ihtişamlı ve gizemliydin fakat pencereden dışarıya baktığımda dışarısı da öyleydi. Mahalledeki diğer binalar da senin gibi tarih kokan konaklardan oluşuyordu. Hani eski İstanbul diye bir söz vardır ya, tipik bir İstanbul sokağı gibiydi.
İki konak ileride oturan Aliye Hanım teyze ve Adil Bey amca ve daha niceleri. Aliye teyze siyah mantosu, başında şapkası, inci kolyeleri ve dantel eldivenleriyle asil bir görünüm sergilerdi. Adil bey amca desen ondan daha şık, fötr şapkalı, paltolu, kravatlı, elinde çok şık bir baston… Onlar köşeden dönünceye dek arkalarından bakardım. Sokaktaki çocuklar, arkadaşlıklar da daha kibar ve farklıydı. Sütçü bile bir başkaydı...
Senin içinde yaşarken günler çok güzel ve eğlenceli geçiyordu. Kardeşlerim ve bitişikte oturan kuzenlerim ile çok iyi zaman geçiriyorduk.
Alt kattaki selamlık dediğimiz oda, yolun üzerindeydi. Yola doğru bakan iki büyük pencere, pırıl pırıl bir aydınlık sağlıyordu. İçeriye girince bir iki adımdan sonra üç basamaklı ahşap merdivenle odaya çıkılıyordu (koyun ayak diye tabir edilen) , merdivenin hemen yanındaki şömine, o zamanın tabirine göre “ocaklık” odaya çok yakışıyordu. Duvardaki kapaklı gömme dolap ve içerisinde eskiden kalma vazolar, gaz lambaları, eski ve paha biçilemez çok değerli kitaplar v.s. tarih kokuyordu. Eskiden buraya eve gelen erkek misafirler kabul edilirmiş. Şimdi bizim en çok oyun oynadığımız yer. Saklambaç, evcilik gibi…
Avlunun ortasında katran ağacından yapılmış olan tek parça direk, bizim basketbol potamıza ev sahipliği yaptı. Yıllarca basketbol oynadık.
Haremlik denilen yer de yine koyun ayak, oldukça geniş, tavanlar beş metre yüksekliğinde ve yine gömme dolaplar.
Onlar da ne? Duvarın dibinde iki tane oymalı, ceviz sandık. Çocuk olur da içinde ne olduğunu merak etmez mi? Hemen açtık. Babaannemin eski elbiseleri ve elbiselerinin bel kuşakları; diğer sandıktaki, aile fertlerinin eski deri çantaları ise buram buram anı kokuyor ve seninle yaşanmış nice yılları yansıtıyordu.
Taş merdivenlerden yukarıdaki salona hanımelinin baygın kokusu ile birlikte çıkıyordum. Salona girer girmez, batıya bakan balkon kapısının üzerindeki yarım ay şeklinde ve kırmızı, yeşil, mavi renklerdeki camlardan yansıyan ışıklarla selamlaşıyordum. Güneşin batışında evin içerisine yayılan renk armonisi, içime huzur verirdi. Dam, yediveren asma, mis kokulu beyaz zambakları ve rengârenk çiçekleri ağırlıyordu.
En büyük gururumuz seni bir başkasından satın almamıştık. Bursa eşrafından olan dedemizin babası yaptırmıştı. Senin yerin eski vilayet civarında tarihi bir mahallededir. Ataerkil bir aile olarak seninle yaşamaktan çok mutluyduk, çok güzel ve mutlu bir çocukluk geçiriyorduk.
Babam bizi şehrin en güzel semtlerinden biri olan Gazipaşa bulvarındaki bir okula yazdırmıştı. O yıllarda, oralar da şimdiye göre daha güzel bir semtti. Okulun karşısında villalar, yeni ve modern apartmanlar vardı. Çocukluk işte, o evler çok hoşumuza gidiyordu. Yanlış anlama sakın! Seni her zaman sevdik, gurur duyduk, ama yavaş yavaş geçen zamana yenik düşmeye başlamıştın. Arkadaşlarımız apartman dairelerinde, son moda villalarda otururken biz eski tarihi evde oturunca çocukluk bu ya, içimizde bir burukluk olmaya başladı. Oysa cumbalı balkonun, evin dışındaki el yapımı sütunların, balkon demirindeki işlemeler ve kuş heykeli, evin giriş kapısındaki heybeti, kapı üzerindeki Venüs başı olan kapı tokmağı, o özendiğimiz evlere taş çıkarırdı, ama dedim ya, öyle büyük, öyle geniş, öyle ihtişamlısın ki… Zamanla yıpranan, dökülen yerlerini, aslına uygun olarak onarmak çok kolay olmadı.
Rahmetli babam, elinden geleni yaptı seni ayakta tutmak için. Zaten bugün hâlâ ayaktaysan, babamın sana duyduğu aşk sayesindedir.
Dedem de vefat ettikten sonra senin bir yabancıya satılmaman için babam elinde avucunda ne varsa diğer varislerin hisselerini verdi ve seni resmen satın aldı. Artık evin yeni sahibi babamdı. Onun gözünde sen bambaşkaydın. Son nefesine kadar seni methetti ve onardı. Ruhu şad olsun. Babamdan sonra annem ve kız kardeşim seninle beraber. Diğerleri ise bir bir uçtu yuvadan...
Yuvadan uçtular uçmasına da, burası hepimizin yuvası, baba ocağı, ana kucağı, kardeş sevgisi demek.
Şimdi sık sık sağlığı bozulan anneciğimin ve kız kardeşimin yanına gidiyorum. Yani sana geliyorum. Ne mi hissediyorum: “Burukluk”, kalbimde tarif edemeyeceğim bir sıcak sızı… Ama bu sızı, avludan içeriye girince kendiliğinden kayboluyor. Güzel bacım bir kahve yapıyor, avluda eskiden kuyu boncuğu olan yerde az şekerli bir kahve içiyoruz. Gırgırına birbirimizin falına bakarken Büyük saat çanlarını çalıyor, her saat başı, beş geçe ve buçuklarda. Çocukluğumdan beri saydığım çanları tekrar sayıyorum ve o günlere dönüyorum.
Annem artık yaşlandı ve sağlık sorunları yüzünden eski ve kocaman bir konakla baş etmesi mümkün değil. Artık onlar için en uygun olanı yeni ve kullanışlı düzayak bir ev.
Sevgili konak, duygularımı anlatırken seni incitmekten korkuyorum. Daha önce bahsettiğim gibi senin bize atalarımızdan kalman asaletimizin kanıtıdır. Çünkü o zamanın en güzel semtinde, o zamanın mimarisinin en güzel örneğisin. Eğer imkanlarım olsaydı seni satmayı asla düşünmez, aslına uygun olarak restore eder, babamın adını taşıyan bir sanat merkezi haline dönüştürürdüm. Resim, müzik, yöresel yemekler ve çeşitli el sanatları seninle hayat bulurken sen ve bazı kültür varlıklarımız da ayakta kalırdı… Ama bu sadece bir hayal…
Büyük bir deprem yaşadın. Mahallede sekiz eve yıkım emri gelirken sen az hasarla ayakta kalmayı başardın. Depremin ardından bitişiğimizdeki ev de yıkılınca o evin yıkık duvarı, seni de harap gösterdi. Cumbalı balkonun yuvarlak pervazı da dökülmeye başlamış, kiracılar su döke döke… Eller gerçekten senin değerini bilmiyormuş, babam çok haklıydı. Artık, evin önündeki yoldan büyük büyük kamyonlar geçiyor, sorumsuz şoförün biri dönerken senin canım işlemeli sütunlarından birine çarpıp kırmış. Yani her türlü yıprandın, bakım için çok ciddi miktarda para gerekiyor. Olsun, böyle de idare ediliyor.
Sokak da eski sokak değil. Adil beyler, Aliye hanımlar yok artık, sokağa bakınca Adana’nın ne denli göç almış, çeşitli uluslardan kişileri içinde barındıran bir şehir olduğu anlaşılıyor ve şu an Adana’nın bir zamanlar en nadide semtinde olduğuma inanamıyorum.
Sana belki de özür borçluyuz, sen ki yıllarca kaç nesil, bizi bağrına bastın, mutlu günlerimize, acılarımıza tanık oldun, acılarımızı paylaştın, gözyaşlarımızı sakladın. Bembeyaz gelinliği ile kaç genç kızımızı o heybetli kapından uğurladın. Gelinler karşıladın. Ama biz ne yaptık, sana layık olduğun bakımı yapamadık. Ama hâlâ dimdik ayaktasın. Sana minnettarım, annem ve kardeşim seninle beraber, bu bitkin halinle bile onlara kol kanat germeye devam ediyorsun.
İyi ki varsın. Seni çok seviyorum.
Annem, benim güzel annem; dünyanın en iyi yürekli, en iyi niyetli, kötülük, düşmanlık nedir bilmeyen, hayatını, her şeyini çocuklarına ve evine adayan, o muhterem insan… Onu anlatmaya hiçbir güzel söz yetmez. O ki on beş, on altı yaşlarındaydı konağa gelin geldiğinde, belki de bugün çocuk sayılacak yaşta. Şu an yetmiş yaşında, yani elli beş yılını bu konakta geçirmiş. Bazen anneme bakıp çok garip şeyler düşünüyorum. Bu konaktan kimler gelmiş, kimler geçmiş, kaç el değiştirmiş. Ama sanki bu konağın tek vefalı dostu, bekçisi annemmiş gibi geliyor bana.
Sevgili konak, ne kadar eskiyip yıpransan da, annemden daha yorgun görünsen de, biliyor musun, annem seni hâlâ çok seviyor. Sana yürekten bağlı, belki de gözünü sende açtığı içindir. Annem her ne kadar küçük ve rahat edeceği yeni bir ev istese de bil ki onun gönlünde sen hep olacaksın. Eğer bir gün, hayırlısı ile senden ayrılırsa eminim ki bir taraftan sevinirken diğer taraftan içi sızlayacaktır. Elli beş yıl… Dile kolay.
Ah babam ah! Mekanın cennet olsun… Hatırlıyorum da, sabah ezanları, yukarıdaki yatak odalarımıza o kadar güzel duyulurdu ki. Seyhan nehri Konağın doğusunda olduğundan, nehrin suyu, sesleri kendine doğru çekerdi. Bu yüzden civarımızdaki bütün camilerin ezan sesleri, birer birer inletirdi etrafımızı. Yağ camii, Ulu cami, Hasanağa camii ve birçok mescit… Bunlardan en çok etkilendiğim, rahmetli Edip hocanın sesi ve ezan okuma tarzıydı. Seher vakti sabah ezanları ile çınlayınca Adana, ezan sesleri arasından Edip hocanın sesini tanır, dinlerken çok duygulanırdım.
Babam sabah namazını bitiriyor ve namazın sonunda kıraat yapıyor.
Zamanında Türk müziği dersi almış olan babam, Kuranı Kerim’i de o kadar güzel okurdu. Sesi de çok güzeldi sevgili babacığımın. Sabahın o güzel saatlerinde babamdan Kuran dinlemek, içime anlatılmaz manevi bir huzur verirdi. Şimdilerde fark ediyorum ki Kuran’ın birçok ayetini, farkında olmadan ezberlemişim. Babam bazen evin yakınındaki cami ve mescitte ezan okur, imamlık yapardı, hobi olarak tabii ki. Ezan okurkenki sesi ve tarzı insanı mest eder ve huzur verirdi.
Ne zaman bir ezan sesi duysam, babamın o konaktaki zarif sesi ve tarzı çınlıyor kulaklarımda, onu duyar gibi oluyorum… Ürperiyorum. Nur içinde yat babam.
Bayramlarda çok şükür yine dolup taşıyorsun, kardeşlerim, ailem hepimiz bir araya gelip, yiyip içip, gülüp eğleniyoruz. Çocukların cıvıltıları konağın her yanına yayılıyor, daha da gururlanıyorsun. Ne kadar kalabalık olursak olalım, ne kadar çok işimiz olursa olsun, olağanüstü, acı tatlı günlerimizde hep kahrımızı çektin. Mevlitler oldu kimi zaman, düğün, nişan ve asker yolcu edildi bazen, yemekler yapıldı kazanlarla, onca misafir ve fakir doyuruldu. Bütün bunları yüklenip altından kalkan sendin aslında.
Sevgili konak, bak sana ne diyeceğim. Turistik bölgelerdeki beş yıldızlı otel lobilerinde Adana’nın tanıtımının yapıldığı katalogların kuşe sayfalarında yer aldığını gördüm. Tanımadığımız insanlar senin fotoğrafını çekmişler. Şöyle onbeş yirmi yıl önceki halin. Adana’nın hâlâ ayakta duran tarihi evleri diye bahsediliyor.
Biliyor musun, görünce içimi garip bir heyecan ve sevinç kapladı. Cumbalı balkonun, heybetli büyük kapıların, işlemeli sütunlarınla ne kadar da yakışmışsın o sayfalara. Her ne kadar değerini bilemediysek de çok duygulandım. Senin bu kadar tarih kokarken bu kadar bakımsız kalman aslında yalnızca bizim suçumuz değil. Bazı yetkililerin tarihi eserlerine yeterince sahip çıkamadığındandır. Yalnız seni değil, senin yaşındaki diğer konakların bakımsız hallerini görünce aynı üzüntüyü duyuyorum. Yüreğimin yağları eriyor. Yurdumuzun, gün geçtikçe maddi ve manevi anlamda ne kadar fakir düştüğünün göstergesi değil midir bu durum.
Bu kadar tarihi değerler, dış devletlerde olsa eminim bir mücevher gibi işlenip korunur, gelecek kuşaklara bir kültür mirası olarak aktarılırdı. Sahipleri de mağdur edilmezdi.
Artık pencereye “satılık ev” yazdık, darılma ama, emlakçıya da bildirdik, çünkü seni ayakta tutmaya maddi manevi gücümüz kalmadı. Bu beni hem üzüyor, hem de sevindiriyor. Sanki sen satılırsan seninle birlikte anılarımız, çocukluğumuz, gençliğimiz, hepsi kaybolacakmış gibi geliyor, buna içim ayrı burkuluyor. Bir de madalyonun öbür yüzü var; Senden gelecek maddi kaynak ile anacığım kendine uygun, küçük bir ev alıp son yaşında rahat bir hayat geçirebilir. Eğer satılırsan sakın üzülme, bize de darılma, sitem etme…
Ey sevgili koca konak, bizler için belki de en önemli görevi en büyük iyiliği yaparsın satılarak, yeni ev için maddi katkı sağlayıp son görevini yapmış olursun.
Aman ha üzülme, böyle bir şey olduğu yok, henüz seni alan da yok, ama olur da bir yabancının olursan ara sıra o sokaktan geçerim. İşte bu bizim konağımızdı deyip gururlanmaya devam ederim. Ama belki de çok üzülürüm diye hiç gelmem. Sakın darılma. Bil ki bu seni çok sevdiğimden ve seni yabancılarla görmek istemediğimdendir.
Sevgili konak, aklımdayken sen yaştaki evi yaşanılabilir kıldığı için kız kardeşimi de yabana atma sakın. O içindeki ince ruhunu her yere yansıtıyor. Tabloları, çiçek tanzimleri, ev süslemeleri, akvaryumları, nadide çiçekleri sana hayat ve neşe veriyor.
Bir de sadık dostlarımız olan kumruları unutmamalıyız. Konağın üst katına yuva yapmışlar, avluda gezinip asma altında nöbet tutuyorlar. Tıpkı aileden biri gibi. Kumrular da biliyor, senin herkesi bağrına bastığını. Tatlı tatlı söylüyorlar her zamanki şarkılarını…
Gu guuk guk…Gu guuk guk.
El göçtü biz kaldık…
(Bu yazıyı hazırlarken anımsayamadığım bazı ayrıntıları bana aktaran sevgili ablama sonsuz saygı sevgi ve teşekkürler.)
Hülya EkmekçiKayıt Tarihi : 20.1.2010 15:10:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

'Sevgili Konak' isimli denemenizdeki güzel ve samimi anlatımınıza tebrikler, yüreğinize sağlık.Sevgi ve saygılarımla...
Sevgiyle kalın...
Eskiyi hiç bir zaman unutmamak gerek.
Çok güzeldi.Tebrikler.....
TÜM YORUMLAR (4)