Derin bir izdi yüzümde bıraktığın. Anlamlı bir hayatın ortalarında unutulmamak dileğiyle atılan bir imza gibi. Güzellikleri yaşarken farkındalığına varamadığımız hüzünlerin imzası. Dokunuşlarında kalan iç sızlamaları, ayrılığın ertesine vuran sancılar gibiydi.
Sevgiler yaşanırken büyüyordu, acılar hissedilmeden. Yürek burkulmaları sevginin ellerinde bertaraf ediliyordu. Dokunuşlar, öpüşler, ten kavuşmaları hayatın acılarını örtüyordu. Bir de senin sinsi sevdanı. Nasılda inanmıştı bu yürek, bu beden senin sözlerine, senin dokunuşlarına. Aşkın gözü kör dedikleri bu olsa gerek. Doruklarda yaşarken duyguları, tepe taklak yuvarlanacağımı hiç düşünmemiştim. Sırtımdan vurulurken yavaş yavaş, ben hala gülen yüzünün mahkûmiyetin de hayatı sen sanmıştım.
Nasılda keyifle anlatırdın aşkı lal rengi dudaklarınla. İhanetini nasılda perdeler din gözlerinde. Ben sana aşkın kolları ile sıkı sıkı sarılmışken sen nasıl da yalanlarına beni mahkûm ettin. Acıları yaşamayalım derken dudakların, yüreğin ihanet planlarının en acımasızını hazırlıyormuş. Göremedim. Masumiyet ve çocuksu duygularımın arasında, acının yavaş yavaş içime çöktüğünü hissedemedim.
Her adımda sana yaklaştığımı düşünürken, senin benden uzaklaştığını fark edemedim. Şarapnel parçasının acısı gibiydin. Çıkartılırsa öleceğim, kalırsa acısı ile yaşayacağım. Sahi; hangisi benim kurtuluşum olurdu?
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.