Sevgide Sonsuzluk Yoktur...

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Sevgide Sonsuzluk Yoktur...

Ölüme üç çeyrek varmış gibi, hislerin peşindeydi...
Karşısındaki dağın zirvesine dikmişti gözlerini... Kıvrıla kıvrıla sadece bir araç geçecek genişlikte bir yol uzuyordu, dağın zirvesine doğru...
Düşüncede zirveye limit tırmanışıydı bu ve sonra uzaklara, çok uzaklardaki bakışlara zirveden bakmak beklentisiz bir özlem gidermekti belki de...

Kaç yılların ardındaki uzak bakışları gözbebeklerinde hissetmek...
İnce bir kırık yaralanması bu sanki, bileği kırılmış ve yazamamış gibi hisler çöküyordu içine...
Rüzgâr sersemliği bu, sanki dönüşen düşünceler çıkmazlarında bel bükmek...
Hepsi hayal gücü isteği ve hepsi darlık zamanlarının geçit arayışı bu, yalnızlıkla düşünce fırtınaları...

O tepe ve yine o çok eskilerde kalan o tepeye tırmanma isteği sanki basık bir kâbus ardı...
Esirgenmemiş hayatların adanmışlığına uzayan bir bağlanma ardında kalan belki de son pişmanlıkların raksı bu...
Adanmışlığın içinde kalan esirgenmemişlik bir çıkmaz uğraşları içinde şu anlarda kırılma dirençsizliğine karşı...
Ve o uzak hayallerin ardına saklanan saklı bakışların pervasız göz kırpması...
Kırık saz telinin kopukluk titreyişleri bu ritimsizlik... Acıya doğru sallanış...

Yanık kestane ağacının yeşilimsi kokusunun genizlerimi yaktığı anlardı bu uzaklara dolan bakışlarımın kaybolduğu zamanlar...
Her şeyin oluruna açıldığı düşüncelerin arasına dolan hüzün bu sefer ki bir başka yerimden vuruyordu...
Hasretin dipsiz kuyusundaki karanlıkların içinden fırlayan inlemelerim, belkisiz olumsuzlukların sıralandığı vurgun duyarsızlığı ile bakışlarımdaki dağınıklık, özlemin ardına gizlenmiş binlerce düşüncenin, varlıkla yokluk savaşına girişmiş benliğimin kayboluşlardaki iç sıkıntılarına sarılmış özlenen varlığını arayıştı belki de bu bakışlar...

Uzaklardan gelen boğuk seslerin peşine takılmış pürtelaş kaybetme korkuları, hasretin içinde kavruluyordu sanki...
Her şey belki de bir umarsızlık isteğinin ardında kalan bir arayıştı belki de...
Önemsenmeye alışmış yüreğimin, boşverilmişlikler içindeki atışları, bir zavallılaşmanın yalnızlığını çekiyordu...

Yanık kestane kokusunun genizleri yaktığı anlardı, kendimi kimsesizleştirerek mutluluktan kaçışlarımın gizlendiğ labirent düşünceleri kendimi mutluluklara alıştırma çabasındaki bedenim bu sıkıntı kıskaçlarında ezildikçe, hırıltılı seslerin arasında kayboluyordu...

Belki de hak edilmemiş hayatların an zamanlarını yaşıyordum...

Hak edilmenin ardında kalmak, hak edilmişliğe ait yaşamın saklanmış tuzaklarında acı ile kıvrandıkça, sevilmeye dair ne kadar özgün düşünceler varsa ki hepsi sinsi kinlerle iç benliği hırpalıyordu...
Güzel günlerin doyumsuzluğuna, bir türlü ulaşılamıyorduk günler ve yıllar geçtikçe...
Hep açtık oysa gülmelere...
Hep kahkaha seslerinde mutluluğu özlerken doyumsuzluk sarıyordu saatleri...
Ve biz birbirimize hep açtık...
Hep aç kaldık da...

Oysa sen benim geleceğim, geçmişin tüm nefeslerini içine alan yaşamın gibi duruyordun yüreğimin bir yerlerinde...
Her şey bir nefes gibi olmuşuna bırakılıyordu...
Sen benim geçmişimsin derken asıl kastettiğim sen benim hep geleceğim olacaksındı... Olmadı...
Olamadı... Çünkü sen hep şeytanla raks ediyordun...

Bir kente kurban ediliyordu oysa kalanla hayat...
Biçimsel ve ruhsal değişikliklerle arda kalan yaşam sahiplenilemeyecek kadar ezik yıllara mahkumdu...
Her değişken yaşam şartlarının gün be gün ağırlaşması beyinsel yorgunluğa geçiş yapıyordu yaşam karelerini...
Kalanın göz kararmalarıdır ki güneşe umutsuz ve de kısık gözlerle bakmaya yönlendiriyordu ezik düşünceleri...
Her şeyin bir oldu bittiye getirilerek ayrılığın zor şartları iç benlikte benimsenmeye yöneliyordu...
Artık her şey tek pencereden bakılarak dağınık bakışların ardına sığınan çaresizlik düşünceleri, iç sıkıntıları ile imkânsızlıklar arasından çaresiz kabullenişlerle, keşkelerin ardında kayboluyordu benlik...

Kabullenilemeyişlerin darbeleri gün geçtikçe ağırlaşıyor ve ben hak etmemiştim feryadı ile oysa ne kadar da çok esirgemiştim kendimden bile derken, artık feryatlar çaresiz, dermansızlıklara ulaşıyordu...

Ancak ayrılıklarda kalanı vuruluyordu çaresizlik...
Elbette gidende de vardı buna benzer sıkıntılar ama kalan daha çok savaşıyordu kendi benliği ile kendi kendine...
Giden kararlı adımlarla ilerliyordu varmak istediği şartlara, ardında bıraktığı yüreğin inleme seslerini belki de içinde hissediyordu ama acımasızca basıyordu yürüyüşlerinde tabanlarına...
Kalansa elinde kalan acı paketini açmakla uğraşıyordu, gün ve günlerce...
Her anı, her özlem bir öncekini bastırarak, yeni yeni yara uçları açtırıyordu bedende sanki...
En çok harap edense, feryatlarının duyulmaz sandığı idi. Bir biri ardına haykırırken, neden, nedenleri sanki bir zincirin halkaları, tek tek oluşuyordu gidenin arkasından...

Çaresizlikle dermansızlığın arasında baş edilmez bir bağ vardır oysa...
Her anı tek tek zincirin halkalarını oluştururken, geriye bakılamayacak vurgunlar yapışıyordu bedene...
Vurgun, vurgun üstüne yapışırken asıl kopuşan yürek dermanıydı...
Artık her şeyi olmuşuna bırakırken, elde kalanların da bir hiç olduğu ortaya çıkıyordu...
Pervasız bir gidilişin ardında kalan yürek gün geçtikçe vuruşlarındaki dermansızlığı çaresiz atışlara dönüşüyordu...
Hayat zorlayabildiği kadarını koparıp alabiliyordu bedenden, kalansa sadece çaresizlikti...

Saklımda kalan benliğindir ki yıllar yılı yüreğimi burkarken, unutamamanın acısını feryat etmem de artık suskunluğuma çare değildi...
Bir benlik, bir varlık savaşımında var olma isteklerimin de artık tökezlenmesine sebepti...
Kaç yılım daha kaç an zamanlarım sen doluluğu ile geçecektir ki bu pişmanlıklarıma uzansa da sensizlik düşleri dolup taşıyor artık kırık yüreğimde...
Belki de bunların tümü kendimi kendimde saklarken, sen varlığının da yokluğunu kabullenişine uzuyordu...

Kapkara asfalt ve yağmur kokulu bir kış ardından bahar ve kızıl bir sıcaklıkla gelen yaz, gözlerin buharlandığı bir güneş sıcaklığı ile, koyu bir sıcaklıktaki yaz günleri artık...
Ve ben yine o kasabanın iğde dallarının altında,, sarımsı iğde çiçeklerinin kokusu ile yazı köreltmeye çalışıyorum...
Kaç yaşamım olmuştu bu beldede ve kaç yazın bunaltan sıcaklığında göz yaşlarımı kızgın kuma düşürmüştüm.
Kaçıncı yaz bu, bedenimin derilerinin renk değiştirişi ve kaçıncı yaz sabahının güneşin solgun ışıklarında sabahı karşılayışım ve kaçıncı yaz günü ki ağlamalarımı zapt edemeyişim...

İşte bu yaz galiba seni içimden söküp atarak gömüyorum parmaklarım yanarcasına sıcaklıktaki kazdığım kızgın kumların çukurluklarının içine...
Kaç yıldır bu anı düşledim ve benlik savaşı verdim, seni bu kumların içine gömebilmek için...
O kuyu bir türlü açılmıyordu, kaç yıldır direniyordu o kumlar benim bu isteğime, ama bu sefer, bir gün tan şafağında yapabiliyorum bu ısısı hâlâ geçmemiş kumlarda...

Bir kitap daha okuyarak bitiyordu...
Son sayfaya bakmadım, artık gizeminde kalsın dedim ve başımı kaldırdığımda gözlerim denizin ufkundaki son beyaz köpüklerin dağınıklığına takıldı...
Mırıldanmaya başladım, farkındasızlıkla ağzımdan çıkan cümleleri zapt edemiyorum, sonuncu cümlede takıldım...

Sevgide sonsuzluk yoktur...
Derken bir iç gıcırdaması hissettim içimde...
Garip bir cümle, doğruluğu ve de yanlışlığı bile tartışılamıyordu ama ucuna doğru yaşıyordu insan...

Darmadağınıklık arasında sevgi harmanının yangın yerine benzeyen koyu toprağını görüyordum, artık lâleler ve papatyalar süzülmüyordu hayat duvarının üstünde. Kasvetin mor düşüncelerini ayıklamaya çalıştıkça zemin siyahlaşıyordu...
Bitmeyesiye, bitirilemeyesiye bir sevdanın içinde sörf yapıyordu yüreğim...
Yanlışlar ve doğrular bir arenada birbirlerine meydan okurken, en çok yüreğin yırtılma sesleri ulaşıyordu beyin diplerine...

Söz verilmiş bir sevdanın sonu olamaz derken veda edecek el bile sallanamıyordu oysa...
Ölümüne kalmak, yaşamca sevmek kuralını uygulayacaktık oysa kendimize, ama bir türlü bir türlü kabullenilemiyordu bu vedasız gidişler...
Harap olmuş bir yaşam, harap yıllara seriliyordu oysa...
Engel olmak ve yön değiştirmek imkânsızdı...
Beldelere sığınmak, şehirlerden kaçmak, bölgeleri değiştirmek de faydasızlık getirmişti ama zapt edilemeyen bir yürek dolusu istekler vardı...

Bir kapı, bir duvar, bir boşluk arkası, bir sessizlik, kayboluşların ardına saklanan şaşkınlıklar, unutulmazlarla, unutamamazlıkların sıralandığı çaresizlikler ve yolların uzunluğunun ardına gizlenmiş isteksizce bir yaşam, artık boş verilmiş duygularla kol kola duruşuyordu...

Belki de hayal gücünün ardına saklanmış isteklerdi bu çaresizliğin içinde saklanan...
Kimdik, neredeydik ve niçin bu kaçışlara sığınmıştık, bilinçaltı verilecek cevap vardı belki de ama mantık sadece yaptıklarımın veya yapacaklarımın yanlışını yüzüme vuruyordu... İşte dermansızlık burada başlıyordu galiba...

Sadece yanılma gücüne sarılmış, bir bedene hükmetmeye çalışıyordum aslında... Nereye uzanacak, nerede bitecekti bu güç ve daha ne kadar dayanabilecekti yüreğim bu baskılara?
Tartışılamaz bir duyguydu oysa haklılığım, ama kime ve neye karşı bu öfke ve kinleri bastırılmış duygulara dönüştürecektim...

Sonsuzluk yoktu aşkta, sonsuzluk ruh dönüşümlerinde vardı aslında ve bu da beden yırtılmalarına uzuyordu...
Ama nereye kadar devam edecekti?
Öldürmek isteğimiz beden kimdi oysa veya ölmesini istediğimiz beden kimdi?
İşte buraya kadardı insanın beynine hükmedişi...
Ve
çaresizlikle af etme veya af edilme isteğine karşı çıkıyorduk belki de
ama
tiksinmişsen eğer bırak sürünsün der geçer gideriz yalnızlığın zirvesine doğru...

Kendi kendime mırıldanarak konuşuyorum, kısmen ağlıyorum, bazen hıçkırıyorum içime doğru, yüzüme damlıyor göz yaşlarım, rüzgâra karışıyor sesim, düşüncelerimin vurgun zamanı bu, hep böyle olurum kendime, yüreğime hükmedemeyince, geçmişin tozları gözlerime kaçmış gibi ovuşturuyorum gözlerimi, ödenen bedellerin, yürek yırtılmalarının benliğimden fırlayışı bu beni böyle zamanlarda perişan eder...

Bu duruma düşüş sebeplerime bakıyorum, perde kapanıyor, oyun bitti diyor maistro...
Oyun bitti, çocuğun elinden oyuncağı alınarak kırıldı, içimden çocuk ağlayışları zıplıyor, kendimi yalnızımsı yaşam dakikalarında zavallılaşmış hissediyorum...

Vazgeçilmiş sevdanın uykusuzluk zamanları bunlar, sanki dağ taş üstüme yuvarlanıyor, ağaç kütüklerinin altında eziliyor gibiyim, oysa deniz köpüklü, üst dalgaların beyazlığında, leyleklerin göç zamanı mı ne, yedisi birden bir serenat gösterişinde, gök yüzünde iplenmiş bir sıradan ve üçgen şekillere dönüşüyorlar.
Dönüşüm her yerde baş gösteriyor ve değişmeyen çöküyor diz üstü...

Hedefini şaşırmış bir ok gibi ters köşeden yaralanmalar çıkıyor koca bedenden...
Beynim uğulduyor, bir darlık, bir eziklik ve öksürür gibi ağlamalar doğuyor yutkunmalarımın arasından...
Bir var oluş ve dik kalış savaşımı belki de bu eğikliğin sebebi...

Neden ben, niçin bendim bu esirgenmeleri içimde kavrayan?
Neden ben yırtılıyorum, esirgeyeyim, korumak için, kollamak için sevgim dediğim can paremi?

Bir bulut dolanıyor dağın zirvesinde, renk değiştiriyor, açılıp koyulaşıp şekilden şekle girişiyor...
Ve o şekillerin içinde bir yüz arıyorum, bir zamanlar delicesine ömrümü adadığım, bir kadının yüzünü arıyorum, kendi yüzümü yapıştırıyorum dağılmış bulut demetlerinin arasına...
Bir perişanlık bulutlarda ve bende... Heyhat, dar zamanların sıkıntıları bunlar, iç kararmaları, gülmelerin yok olduğu, sessizlik bu...
Ne zamandan beri kalabalık seslerin arasında bulunamıyorum, yalnızlık, dibi delik bir toprak küp...
Ne koysan içine kayboluyor, sevginin beter bir çilesi bu, toprağa doğru akmak...

Kayboluyorum düşüncelerde ve ağlama seslerimi koyulaştırıyorum...
Şu anda denizin üstünde yürümek istiyorum, deniz gidiyor gözlerimin önünden ayaklarımın altından...
Güneşin bıraktığı yakamozları dağıtmak istiyorum, gidebildiğim kadar uzağa gidip kaybolmak istiyorum...
Bu hayatın ipini çekmek, koparmak istiyorum artık, bu kadar uğraş sonunda elimde kalanlara bakıyorum, bomboş bir uğraş, sonu kayıp zamanlar ve bende artık bu kaybolmuş zamanların içinde kalmak, kayıplaşmak istiyorum...

Hayat bana verdiklerini çok kolay geri aldı elimden...
Farkındasızlık değil bu, kimsesizliğin yalnızlaştırdığı yaşam zorluğu bu, artık baş tacı yaptığım eyvallah hayat demekten başka yapacağım bir şey kalmadı, sanırım...

Zaman ve saatler, artık kopuşmam gerektiğini gösteriyordu acılardan...

Hangi zamanın sevme zamanlarının bedelini ödüyordum, kaç yıl geçti ki, beş mi, on mu, yoksa dahası da mı var?
Yara bu, kabukları kopuşturuldukça, azıyordu acılar...
Beter bir sıkıntı yaşıyorum, bu teklikle, kalabalıklardan kaçmak çare değildi aslında ama söz geçiremiyorum yüreğime. Yalnızlaşma isteği beter bir olguymuş meğer. Belki vazgeçme zamanı her şeyden ve kimsesizlikten öte bir son yaşam denilen zamanlardı...

Bir gün veya bir gece veya çok sevilen akşamüzerlerinin birinde en akıl almaz bir zamanda bir soru zıplar düşüncelerin bir köşesinden “bu sevda ne verdi bana veya bu sevdadan ne kaldı elimde” diye cevaplar ve farkındasızlıklar arasından birkaç cümle salınır durur beyin kuytularından ama bir cümle öne fırlar, birinin hiç ağlayamadığı ve diğerinin hıçkırıklar arasından hiç gülemediği manalar atar kendini öne, bu biri ile diğeri yer değiştirir durur...
Cevap cümleciklerinde netice çoğu zaman hiç kimsenin, daimi gülemediği çıkar ortaya...

Hayallerle boğuşur insan, çok az mutlu olduğu zamanları arar beyin kuytularında ama hepsi bir tül perdenin ardında lekelenmiş gülücükler ve mutluluklar baş gösterir bu elde kalanların ön sırasında...
Ve feryat eder insan, hak ettiklerimi de alamazsın elimden, diye...

Galiba bu sevgiden sonuçta feryatlar kalır geride...

Yazık oluyordu bu sevgiye, bu kadar esirgeyip, esirgendiğime, hepsi geride kalan ucu körermiş çivilerdi, durmayasıya bedenime girip çıkan...

Ben seni bu denli esirgerken, vurdun be sevgili, vurdun da ezilmemi seyrettin...
Yere serdiğin bedenimde koyu ve ıslak kışlar geçti, kavurucu sıcaklar geçti yüreğimi yakarcasına, bakışlarımı mermer soğukluğuna dondurdun...
Karşıma geçip zafer edaları takınırken, vuruşlarının yankılarını yüreğinde hissettin ve soğuk gülüşlerini yapıştırdın şaşkınlıklardaki bedenime. Haz aldın, kendini başarmış ilan ettin, ama bana hayatı bu kadar zorlaştırırken bile umutlarımın kırılışlarını gördükçe, sana inanışlarımın acizliğini gördükçe bir kez daha vurdun ve vurdukça yok oluşumdan haz duydun...

Vur be sevgili, vur...
Bu vuruşlar da bitecek elbet diğer vuruşların gibi...

Esirgenmek ve esirgenmişliğinin hak edilmişliğinde bulamayınca kendini, artık defalarca vuruşlarının faydasızlığını elbet zafer sarhoşluğunda bulamayacaktın...
İşte yavaş yavaş bende sonlandığını görünce, o böbürlenmenin de anlamını yitireceksin...

Hayat böbürlenmelerinin sonunu göremeyen sevgililerle dolu be sevgili...

Ben sana beynimde dolanan cümlelerle ulaşmaya çalıştıkça, sevgine ulaşacak ölüme üç çeyrek zaman çok çabuk geçiyordu oysa...

Hayat zor be sevgili, hem de çok zor zamanlara ve de olaylara gebe...
Bense kimsesizliğimin ardındaki kara çukurlarda kimseleri ararken, kimsesizliğimle beraber yalnızlığımla yüzleşiyordum...

Ne kadar da derinmiş bu dipsizlik...
Bastıkça basası geliyor derinlere doğru insanın...
Yalnızlığa ve de ıssızlığa alışmamış bedenim, tanıdık sesler ararken, umulmaz bir şaşkınlıkla kendini, kendi yalnızımsı yaşamında buluyor... Oysa sen beni kalabalıklığa alıştırırken, bu yaşam tarzından hep uzaklaştırmıştın beni...

Şimdilerde yalnızımsı şaşkınlıklarımı yaşarken, çaresizlikle çırpınan, titreyen ellerimin parmak uçlarına bakıyorum... Boşlukta sallanan ellerimin parmak uçlarına bakıyorum... Boşlukta sallanan ellerimin titreyişleri, ayrı bir acı veriyor bana... Ellerim ve de ellerin, birbirimizi sahiplendiğimiz zamanlarda birbirimize tutunmamızı, avuçlarımızın içinin kan alacası oluncaya dek sıktığımızı hatırladıkça, şimdilerdeki buz kesmiş avuçlarımızın donma salınımları ile uğraş veriyorum...

Titriyorum, tir tir titrerken bile geçmişe ait anıların sıcaklığı ile ısıtıyorum yüreğimi...
Oysa ne kadar boş ve boşu boşuna bir uğraş içindeyim...

Bütün ışıklar sönmüş, kulaklarımızın bir birinin seslerine alışık duyarlılığı kaybolmuş, yanlış sevdanın buz kırıkları doluşmuş yüreğimize...

Sevmelerin geniş hazlarını, kaybedişlerin dar ve acı titreyişlerini avuçlarken, geçen yıllara acıyarak bakmaktan başka yapacağım artık hiçbir şey yok sanki, kendimi, kendi yazgımın içinde kaybederken tüm arayışlarım buzlaşmış, bir donuklukla, bir yerlere doğru uzanıyordu...

Kayıp beldelerin, arayışlardaki benliğimin, benlik yokluğuna, ulaşmasıdır ki kendimi çaresiz hissedişim...

Boş verilemeyen sevdanın boşuna çarpan yüreği ile yaşam da, bir başka acıya çıkıyormuş...

Derinliğine atlamak sevgide derin acılara gebe yıllara uzanıyordu...

İlk bakışla, son bakış arasındaki sevgide, yaşam bağının umulmaz bir zamana uzamasının bedelini elbette yine yüreğim ödüyordu...

Ateşi suya, suyu ateşe sundum, beni sana, seni kendime hediye ettim ki sonsuza uzayan bir acı kervanına dahil oldum...

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 14.8.2011 15:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


ÇANDARLI... SAKLI BELDEM HUZUR VE AHENK DOLU KOYLARINDA YAŞAMDAN DÜŞÜNSEL KESİTLER...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Fatma Avcı
    Fatma Avcı

    sonsuzlukla hesaplaşmanın acısı yine benle başlayıp, yüreğimle bitiyordu. Ne olurdu yürek kapısı olduğu gibi yüreğimin dilide olsaydıyda sır olarak saklananlar dillenseydi.... yüreğinize sağlık saygılarımla üstad...okurken götürdü biryerlere bu yazı....+10 ant...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Mustafa Yılmaz 4