Nasıl da acımasızdır insanoğlu. Neye dokunsa eli, bir de bakarsınız ki harabolmuş ve yerinde yeller esiyor. Yok etmekten öylesine gizli bir tat alır ki sadece kendi dünyasını değil, birlikte yaşadıkları insanların da dünyalarını karartırlar, bilerek ya da bilmeyerek. Cehenneme çevirirler hayatlarını. Hep bir memnuniyetsizlik ve bitmek bilmeyen bir iştihanın meydana getirdiği doyumsuzluk, kemirir durur içlerini. Yaz gelir, sıcaktan şikayet ederler, kış olur, soğuktan. İlkbaharda havaların dengesizliğinden, sonbaharda ise Eylül’ün hüznünden, vefasızlığından, şikayetlenip dururlar.
Oysa ahde vefa, çoktan çekip gitmiştir, toplayıp bohçasını. Geride kalan ihanetler sarar dört bir yanımızı. Ne zarfını yalayarak yapıştırdığımız bir mektubumuz, ne de içinde güller kuruttuğumuz defterlerimiz kalmıştır maziden. Akşam düşünce pencereden içeri, Yalnızlığımız patlar hücrelerimizde. Mayın tarlasında, hallaç pamuğu gibi atılan toprak misali, dağılır her yere umutlarımız. Kan kızılıdır artık, kızılcık şerbeti diye kendimizi kandırdığımız hıçkırıklarımız. Puşt zulası düşlerin, üç-beş nöbetlerine dikeriz heykelimizi, korkmayalım diye. Namluya sürüp de hayalleri, yıkarız yere dipçik darbeleriyle. Ne aradığını bilmeyenlerin telaşı içinde koşturur durur ordan oraya. Halbuki kainat bu rezilliğin seyrindeydi ağlamaklı.
Gerçekte sorun sevgi değil midir sizce?
Hep sevgisizlikten dem vurur dururuz çevremizdekilere ve anlayışsızlıktan. Eşim beni anlamıyor… Çocuklarım, arkadaşlarım, iş çevrem, akrabalarım… Böylece uzar gider bu liste. Çoğaltmak mümkün tabi ki ama bir de işin özüne dönebilsek. Karşımızdaki kişinin yerine koyabilsek kendimizi ki buna empati diyorlar sanırım. Bunu yapabiliyor muyuz gerçekten? Davranışlarımız karşısında, karşımızdakinin ne hissetttiği ve bizi nasıl duyumsadığı umurumuzda mı acaba? Sonra da oturur yakınırız işte her şeyden.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim