İnsan sevdiğini üzer mi, gibi klişe bir sayıklama, Oscar Wilde’ın unutulmaz baladında söylediği gibi “herkes sevdiğini öldürür” ama neden sorusuna dönüştüğünde kurcaladığı kaotik duygu dünyanızı nasıl ifade edersiniz? Biraz zor değil mi?
Çok sevilen bir kadın, bir erkek tarafından ‘yok edilmenin’ hayal kırıklığı, cam kırıkları misali parçalanan gururu ve yakıcı ümitsizliğiyle yola devam edebilmek için, bu gerçeğin romantik bir mısradan ibaret olduğuna inananların çoğunlukta olduğu muhakkak. Ben kendisini kandırabilen aklın kurguladığı ‘son’lara inanmak istemediğimden belki bu engebeli yolda kabalıktan hemen ayrılıyorum. Ve kaybetmek istemediğim billur anları sonsuza kadar hafızamda muhafaza edebilmek adına o ölümsüz mısraların manayı genişleten bütünlüğüne sığınıyorum: Ama gene de herkes sevdiğini öldürür/ Bu böylece biline/ Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar/ Kimi de okşayıcı bir sözle öldürür/ Korkak, bir öpücükle/ Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür! / Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür/ Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar; / Bazıları öldürür arzunun elleriyle/ Altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar/ Bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü/ Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar.
Kimbilir, muhtemelen cesareti ancak okşayıcı bir sözle ya da korkak bir öpücükle öldürmeye yetenlerin güvensiz tabiatına sadık kalmayı fena tecrübelerle öğrendiğimizden aniden bıçağını çekenleri biraz küçümsüyoruz. Zihinlerini, yüreklerini kuşatan korkularla da sevebileceklerine inanmıyoruz. Hayatın çıplak gerçekleriyle yüzleşmenin bir tercih değil pekâlâ bir zorunluluk olduğunu çoktan unutmuş gibi yalpalayıp duran yorgun ve kırılgan ruhlarımız, her seferinde bize ‘kolayı’ seçmemizi tavsiye ediyor. Kulağımıza fısıldanan, çocukluğumuzdan beri sevginin gücüyle içselleştirdiğimiz sıradan bir hayat bilgisi bu: İnsan hiç sevdiğini öldürür mü?
Gülibrişim tazarrusu...
Bana bu mısraları hatırlatan Yourcenar’ın en sert hikâyelerinden biri olan Bir Ölüm Bağışlamak oldu. Kitaba yayına hazırlayan L.Y, tuhaf kırılmalarla çoğalan bir aşk öyküsünü şöyle özetlemiş: “Erich, kimbilir, Sophie’yi belki sevebilirdi diye düşünüyorum, Sophie’nin abisi olamasa. Hatta belki de sevmişti. Ama şairin dediği gibi, herkes sevdiğini öldürür.” Doğrusu bu baladın hakikatini sadece şiirden ibaret sananları düşündüğümde uyurgezerlerin arasında yarı uyanık gezen bir meczup gibi hissediyorum kendimi. Aşkın tabiatı gereği dürüstlüğe izin vermediğini söyleyen kimdi? Çok uzaklardan işitilen koyunların boyunlarına bağlanan çan sesleri gibi kısa ve kesik cümleler çınlayıp duruyor zihnimde. İstemeden öldürdüklerimi, taammüden öldürenleri hatırlıyorum. Teslim olmak yerine güldürmeyi seçerek hakiki ‘ben’ini muhafaza eden bir ödleği şimdi daha iyi anlıyorum mesela. Onun cinayet aletini sevmişim besbelli. Berrak bir pınarın dağlardan şıkır şıkır akıp içimdeki mağarada küçük, durgun bir göle dönüşmesini kabullenmişim hiç farkında olmadan.
Onu düşünürken serin bir bahar rüzgârı esiveriyor... Hatıralar asil bir gülibrişim ağacının pembe taçlı yapraklarını toprağa pul pul dökmesi gibi uçuşmaya başlıyor başımın üstünde. O vakit bir dostumun “gülibrişim tazarrusu” deyişini duyuyorum. Ağlayarak yapılan dualardan bahsederken göstermişti o ağacı bana. Bu mısralarla beraber onun dibine çöküp ‘ölülerimizi’ anlayabilme arzusu beni ziyadesiyle rahatlatıyor. Vaktiyle iç âlemimin zenginliğiyle ağırlayamadığım misafirlere geciken borcumu böyle ödüyorum sanki. Birbirini daha az sevmeye razı olmayan herkesin er geç bu hesaplaşmaya yenik düşeceğine inanıyorum.
Gecikmiş hayallerle avunmak yerine olamayacakların peşinde koşmanın bitemeyen cezası da böyle ‘kanlı bir savaş’ olsa gerek. Sevdiğiniz birinin alnındaki kesik izini, ensesindeki solgun lekeyi, kurşunkalem sıkmaktan nasırlaşmış ince parmaklarını, ceviz kokan nefesini, alnına yapışan ıslak saçını kendi haline bırakışındaki sadeliği, gözlüklerini çıkarıp kaşlarını çocuk gibi çatmasını, buruşuk bir yüze benzeyen dirseklerini gün ortasında hatırladığınızda, onu nasıl ve neden öldürdüğünüzü idrak etmek için durup hayattan biraz müsaade almak ister misiniz? Buna cesaretiniz var mı gerçekten. Herkes sevdiğini bir biçimde öldürür belki ama herkes onu arzuladığı gibi hayalinde yaşatamaz!
‘Mutlu olsaydım ölüme aldırmazdım’
Yourcenar, Bir Ölüm Bağışlamak’ta Wilde’ın metaforik olarak kullandığı hakikati karakterlerine acımasızca yansıtıyor. Bu kitap onun gerçeğin kalın kabuğuyla örtülmüş en çıplak hikâyesi sanırım. Kuzeyde bir yerlerde Baltık Denizi’nin oralarda genç bir adam, Eric, hatıralarını anlatıyor. Yazar Birinci Dünya Savaşı’yla Rus Devrimi yılları arasında geçen bu kısa romanı yazarken gerçek olaylardan esinlendiğini söylüyor. Yani Eric, Sophie ve Conrad karakter özelliklerini de korumuş. Hikâyeyi bu bilgi ışığında okuduğunuzda haliyle ürperiyorsunuz. Sadece olup bitenlere değil, yazarın bir kadın ve erkeğin arasındaki engelleri, kırılmaları, gurur yaralarını, içtenlikle sevebilecekken birbirlerine eziyet etme eğilimlerini, onları buluşturan acılarının derinliğini gösteren ‘kardeşlik bağını’, benzerliklerini anlatmasındaki ustalığa da şaşırıyorsunuz.
Yourcenar’ın etkileyen özelliklerinden birisi, duyguların sahiciliğinden, karakterlerin açık görüşlülüğünden, anlatımının zarafetinden ödün vermeden hikâyesini dünyanın büyük boşluğuna yollama cesareti. Sert bir kayayı cam parçalarıyla yontar gibi yazdığı hikâyelerinden geriye kalan keskin cümleler belki bu yüzden yaşamınız boyunca sinsice eşlik ediyor. Tam da bu yüzden üç kişi için yazmıştım aslında dediği kitaplarının hâlâ milyonlarca okuru var.
Mutluluk ve ölüme dair puslu bir gece konuşması hatırlar gibiydim kitabın yeni baskısını elime alana kadar. Yıllar sonra Sophie’nin o masum sorusunu ölmekten korkamayan âşık bir kadının dudaklarından dökülen cümlelerle okuyunca mutluluğun geçiciliğindeki sırrı daha iyi kavradım sanki: “‘Sık sık düşünüyorum da korkmamak kötü şey... Ama mutlu olsaydım...’ Beni hep duygulandırmış olan sesi, viyolonsellerin baslarının andıran tınısına yeniden kavuşmuştu; ‘ölüme aldırmazdım gibime geliyor. Beş dakika bile sürse, mutluluk Tanrı’nın son bağışı olurdu bana. Siz mutlu musunuz Eric? ’ ‘Evet mutluyum’ diyerek yalan söyleyen adama yakarışı, korkuyu şeffaflaştıran bir yumuşaklığa, hayatın katılığıyla alay eden sinik tavra da işaret ediyor: ‘Pek öyle görünmüyorsunuz da... Ölüme aldırmayışınız mutlu oluşunuzdan demek, öyle mi? ’”
Sophie’nin yanında ölmeyi seçiyorum
Aklımda eksik sözcüklerle kalan bu diyalog, diğer acımasız itirafları ve sevdiğini söyleyen bir erkeğin hoyratlığı, daha gençken Eric’ten nefret etmeme neden olmuştu. O zamanlar hazzın muhtemel korkulara dönüşürken canavarlaşmasını ve bunun sebeplerini henüz idrak edememiştim belli ki. Dolayısıyla o konuşmanın devamındaki sahne, ancak ikinci okuyuşumda zihnimin karanlık dehlizlerindeki kuşkulara değebildi: “Mehtaplı gecelerin âşıkları gibi, Sophie’yi kolundan tutup balkona çıkardım. Aşağıya, lamba ışığının kar üstünde ağır ağır yalpalayan geniş aksine baktık. Fazla rüzgâr yoktu galiba; akis belli belirsiz kımıldıyordu. Sanki kulağımı Sophie’nin göğsüne dayamış, kalbini dinliyordum. Aşırı yorgun kalbi duraksıyor, sonra adeta cesaretin kendi öz ritmiyle, yeniden hızla çarpmaya başlıyordu. Ve hatırladığım kadarıyla, o anki tek düşüncem, ‘Ölünecekse, o gece, ben, Sophie’nin yanında ölmeyi seçiyorum’du.” Eric tekinsiz bir aşkın pençesinde boğulmaktan korktuğu için öldürmeyi seçmişti. Aşkın ölümü kucakladığı o anda, içinde onu hep taşıyacağını hissettiği o talihsiz anda kararını verdi. Ama neden kararlarımızın gerçekliği hep sonradan yavaş yavaş olgunlaşır zihnimizde. Hayata hep biraz geç kalmamız bu yüzden mi acaba?
Tahmin edilebileceği gibi bu çarpıcı anlatı, burada alıntıladığım itiraflar kadar şefkatli değil. Olduğu gibi yaşamak yerine insanları röntgenleyen kibriyle, güvensizliğiyle, korkularıyla, bilerek yanılmanın kararlığıyla mutluluğu kendisinden esirgeyen bir erkeğin çaresizliğine, ona her koşulda boyun eğdiği halde karşılık göremediği için başka erkeklere teslim olmayı kabullenen bir kadının dramına tanık olmak insanı epey incitiyor aslında.
İnsan hep tuzağa düşer...
Eğer Yourcenar’la herhangi bir kitabı vesilesiyle tanışmışsanız bunu neden yaptığını sorgulamazsınız. Onun dünyasını aydınlatan veya karartan düşünceleri, duyguları fazla eğip bükmeden, okuru diliyle, içeriğiyle yorma endişesinden çok uzakta inşa ettiği derin katmanlı edebiyat algısıyla yazdığını ve ancak böyle var olabildiğini bilirsiniz çünkü. Kendisiyle çok uzun bir hayat röportajı yapan Matthieu Galley’e aşk hakkında tamamına katıldığım şu tarifi yapıyor: “Kuşkusuz ‘aşk, sabırlıdır, iyidir, övünmez, kendi çıkarlarını düşünmez, kibirlenmez, gücenmez, kötülüğe inanmaz’ denilen aşk, gerçek aşk değildir. Sorun şu ki, görgü kurallarına saygıdan ya da utanma duygusuyla, sıklıkla aşkta gerçek duyguları ifade edemeyiz. Elbette bunun da yeri vardır ancak bu aşk değildir ya da en azından gerçek aşk değildir.”
Yourcenar’ın edebiyatından süzülenlerden anlayabildiğim kadarıyla o aşkta kutsallık duygusuna yer verilmeyişine üzülüyordu. Bu bakıştan daha sakin hikâyeler beklemek haksızlık olur. Söylediği gibi bu hikâyede de, kişilerin hangisinin öldürdüğü, kimin öldürüldüğü o kadar önemli değil aslında.
Bence o bu kitabı yazarak edebiyat tarihine bir insanı severken yok etmenin korkunç yıkımını anlatan benzersiz bir hikâye bağışladı. Aşkın sıradanlaşarak çürüdüğünü düşündüğü için ‘sevdiğini öldüren bir erkeğin’ son sözleri duygusal cinayetler işlerken onu okuyan erkeklerin kulağında her daim çınlayacak: “Sonradan anladım ki, intikam almaktan, bana pişmanlık çektirmekten başka niyeti yokmuş. İşin içinde kadın oldu mu, insan hep tuzağa düşer zaten.”
Yourcenar’ın son trajik tesbitine müstehzi bir tebessümle katılıyorum elbette. Ona küçük bir katkı olsun diye ince, çarpık dudaklarımdan şu cümleler dökülüveriyor sonunda; aşk mevzubahis olduğunda insan hep tuzağa düşer. Yoksa pişmanlığın ıstırabına rağmen onca cinayet neden işlensin ki?
(Bir Ölüm Bağışlamak, Marguerite Yourcenar, Helikopter Yayınları, Çev. Hür Yumer)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:43:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!