Kıpırtısız bir gölün kıyısında, boyunlarını çok hafif bir rüzgârla eğen sazlıkların arasındaki sarı nilüferlere bakarken kökleriyle yuvalarına tutundukları ilk ânı hayal ettim. İnsandan çok daha uzun yaşayabildiği söylenen o mahcup bitkiler için zaman yoktu. Tohumlarını tabiata savuranları tanımıyor, bildikleri hayatla hiç vedalaşmayacakmış gibi sessizce salınıp duruyorlardı. Eğer insanın bitkilerle ilişkisi hakkındaki çok eski gerçekleri bilip, ‘başlangıç ve bitiş’ tasavvuruna sahip olabilselerdi, sert tecrübelerle yaşlandıkça bizim kadar rahatlayabilirler miydi?
Sonbaharın son cılız ışıklarıyla bulutlanan gölün üzerindeki tahta iskelede oturmuş, yeşil, minik kadifemsi başlarını hayvanlara özgü o bilinçsiz neşeyle suyun içine daldırıp çıkaran ördekleri izlerken, geleceği tutkuyla merak eden insanın başlangıçlara karşı böylesine hoyrat olabilmesinin gerçek sebeplerini merak ediyordum. Bir gece evvel yabancı bir otel odasında okumaya başladığım kitabın ‘âşıklarıyla’ sonunu sezemediğim uzun bir seyahate çıkmıştım. Onlara can veren yazar, başlangıç ânına adım attıkları efsunlu anları, birbirlerinin içinde nasıl kaybolduklarını, anılarla bedenlerinin eksikliklerini tamamlayan hikâyelerini o kadar çarpıcı cümlelerle anlatıyordu ki sonlarını hiç bilmek istemiyordum. Baktığım her nesnede, insan yüzlerinin gizli haritasında onları görmek, iç dünyalarını görünmez bağlarla ören mucizevî keşiflerine tanık olmayı arzuluyordum sadece.
Avery ve Jean’ın güçlü sevgisi, şiddetli bir akıntıyla sürüklenip şekillenen taşlar gibi yavaşça zihnimde hayat buluyordu. Avery, “hep motellerde buluşalım, yüzyıl beraber olduktan sonra bile” diyordu. Ben huzurla ve hınzırca gülümsüyordum. Günbatımının cılızlaşan ışığıyla önümden geçiyorlardı. Güneş geride bıraktıklarını aydınlatırken Jean o günün hareketsizliğinin sadece onlara ait olduğunu düşünüyordu. Küçük mutfak penceresinin önünde, ağaçların arasından süzülen rüzgârı dinleyip baş başa yemek yerlerken Avery, hayatında ilk kez o basit mutluluğu tattığı için kendisini bu dünyaya ait hissediyordu. Birbirlerine anlattıkları hikâyelerin içinde kendilerini şaşırtan cümleler oluyordu genellikle. Jean, “birini unuttuktan sonra bile mutluluklarının ya da hüzünlerinin sesini hatırlayabiliyorsun.Bedeninde hissedebiliyorsun” diyordu. O vakit içiniz burkuluyordu biraz. Unutmanın sandığınız kadar kolay olmadığını hatırlatıyordu size yazar. Karanlık ormanın içinde trenin tıkırtısı usulca kaybolurken, Jean aşk ânının, ‘tek bir gecede insanın tenine nüfuz edebileceğini, bir dalın ucuna toplanan su damlası gibi birikerek gelmediğini –tüm hayatını başka bir hayata geçirme ânı olmadığını- daha çok arkamızda bıraktıklarımızla tanımlandığını’ söylüyordu. Avery içinse ‘aşk ânı’ daha başkaydı. Uzun zaman önce içinde bir parça kopmuştu ve yıllar boyu sisteminde dolanarak kendisine acı veren bu tehlikeli parçayı sonunda tanımıştı. Artık o ağrıya dönüp şöyle diyebiliyordu: “Ah, demek o sendin.” Sonra yan yana uzanıp, avuçlarının içine Dünya haritasının yumuşak kıvrımlarını çizerek yıldızlı hikâyeler anlatıyorlardı. Avery onun kolunu okşarken, Jean aklına gelen bütün bitki isimlerini sayıyordu. Ve o sırada erkek onunla birlikte yaşlanmanın nasıl olacağını hayal ediyordu. Kadının geçmişi hakkında her şeyi biliyordu ve bu acısını keskinleştiriyordu.
Uyuyan bir çocuk gibi…
Anne Michaels’la Ekim 98’de tanışmışım. Sinemaya da uyarlanan Bölük Pörçük Yaşamlar isimli ilk romanının içine bu tarihi not etmişim. O kitabı çok sevdiğimi bana yazdıklarını telefonda okuyan bir dostuma heyecanla anlattığımı hatırlıyorum. Ürperten satırlarını onunla paylaştığımı da: “Aşkın ilk kez ölüme inanmamızı sağladığı bir an vardır. Kaybını düşünmüş olsan bile, uyuyan bir çocuk gibi sonsuza dek taşıyacağın birini tanırsın.”
Michaels’in şair kimliği iki romanında da etkisini fazlasıyla gösteriyor ama onu bir romancı olarak cazip kılan sadece dili incelikle kullanması değil bence. O anlatmak istediği meselenin etrafındaki bilgi kırıntılarını bir bilim insanı titizliğiyle araştırıyor, yorulmadan biraraya getiriyor ve onları müthiş bir ustalıkla hikâyesini tamamlayan önemli ayrıntılar olarak doğru yerde ve zamanda kullanıyor. Üstelik bunu yaparken kimi modern romancılar gibi anlatımını sıradan cümlelerle basitleştirme tuzağına da düşmüyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Kış Mezarı’nı okurken herkes tarafından kolay anlaşılma telaşıyla üslubundan ödün vermek istemeyen Michaels’in, yazıyı, insanı, tabiatı, sevmeyi kutsayan zarafetine bir kez daha hayran oldum.
Bu roman sadece birbirlerini arzuyla, tutkuyla, aşkla, içlerine hapsettikleri korkularla, cesaretle keşfedenlerin değişimini sorgulamıyor. Savaşların hiç geçmeyen izlerini, yurtlarından uzaklaştırılan göçmenleri, mülteci kamplarının dramını, insanın yaşadığı sürece kendine ‘yuva’ aramasının çaresizliğini, onu bulabilmek için nelere katlandığını da anlatıyor. Mimarlığın aşkla kesişen çatallı yollarını, çocukların korkularını, kederini, önsezilerimizin tehlikelerini, kaderi, rüyalarımızdaki gizli işaretleri, bağışlayabilmeyi, sevmenin görünmeyen köklerini ve daha pek çok meseleyi savrulmadan, hikâyesinin ana damarlarından uzaklaşmadan, sihirli mısralarıyla hatırlanan uzun bir şiiri fısıldar gibi yazıyor.
Tensel bilginin sırrı…
“Pişmanlık hikâyenin sonu değil, ortasıdır” cümlesini okuduktan sonra dalgın bakışlarım Boğaz’ın karşı kıyısındaki evlerin göz kırpan ışıklarına karıştı. Sonradan hatırlanmadığı için aktarılamayan ne çok basit, sıradan anı var, dedim kendime. Muhtemelen o da kahramanlarının mırıldandığı hikâyelerini dinlerken kendisiyle ilgili daha evvel hiç fark etmediği özelliklerini keşfediyordu. Ve söylediği gibi anılarımız aslında hatırladıklarımızdan çok daha fazlasını barındırıyordu. Acele etmeden usul usul şiirlerini yazan, sadece iki romanla önemli edebiyat ödüllerini kazandığı halde fani olmanın acısı ve hırsıyla sık sık kitap yayımlama hevesine kapılmayan bu kadını neden önemsediğimi tekrar düşündüm. Anne Michaels, sadece bir yazar olarak beslemiyordu beni. Ben onun okura kimi zaman mesafeli ama şefkatli anlatımıyla dokunabilen samimiyetini çok sevdim.
Sessiz vedalardaki mahrem soyluluğu beğenirim. Kış Mezarı’nı içindeki sessizliği gürültüyle, gürültüyü sükûnetle, tevekkülle bastırabilenlerin ‘vedalarını’ anlamaya çalıştığım bir dönemde okudum. Ve doğrusu havada uçuşan duygu ve düşünce parçacıklarımı büsbütün kuşattı. “Bazı sürgünler o kadar derindir ki, dışarıdan sükûnet gibi görünür cümlesiyle” çok sevdiğim kayıp bir dostuma tekrar kavuşmuş gibi oldum. İhtiyaç duyulduğunda yanı başımızda olmayan gerçeğin ‘yıllar sonra gölün bir tarafından dalıp diğer tarafından çıkan su kuşları gibi kafamıza dank ediverdiğini’ hatırlatan incelikli mizah duygusuna bayıldım.
Daha önce belirgin olduğu halde fark etmediklerimizin bir tür hayattan kaçış olduğunu onun cümleleriyle kabullendim. Yazar bir bölümde soğuk kış gecelerinde, sevilen yazarları tekrar tekrar okuma isteğinin sarsılmaz inancından bahsediyordu. Bu romanla onun her yazarın son âna kadar içinde taşıdığı bu iyimser ümidini içtenlikle paylaştım. Üç bin yıl öncesiyle bugünün insanı arasında kurabildiği köprünün sağlamlığına epey şaşırdım. Bizden evvel yaşamış olanların bildiklerini hissedebilmek için gerekli olan bir tür ‘tensel bilgiden’ de bahsediyordu. Zihnin bir şeye inanması için bedenin de inanması gerektiğini hatırlatıyordu bana.
Kaç kişi beklemeye razı olur ki?
“İnsan kendini affedebilir mi, kendimizle ilgili bildiklerimiz bizi hep huzursuz mu eder, farklı arayışların peşine düşmeli miyiz, başkasının bizi affedebilmesi için sonsuza kadar beklemeli miyiz” sorularının karmaşık cevaplarından ben o acayip hikâyelerin anlatıcısı kadar emin değilim doğrusu. Ama Avery’nin annesi Marina’ın Jean’a söylediklerinin, içimde çok derinlerde bir yerde gizlenen hakikat bilincime fena halde dokunduğunu biliyorum: “Her çocuklukta bir kapı kapanır. Yas içindeki yolculuğumuza devam ederken, sadece gerçek aşk bizi bekler. İnsanlar arasındaki gerçek sadakat işte budur. Bütün destanlarda, kuşaklar boyu dayanan bütün hikâyelerde her zaman aynı gerçek vardır: aşk, yaraların sarılmasını beklemelidir. Birbirimiz için bu bekleyişe katlanmalı, acıma duygusuyla ya da yargılayarak değil, sanki affediş bir randevuymuş gibi beklemeliyiz. Kaç kişi, başka biri için bu şekilde beklemeye razı olur ki? Çok az…”
Kitabın kapağını kapatıp, üzerindeki durgun bir göle yansıyan melankolik katırtırnağı ağacı görüntüsüne bakarken Avery’i, Jean’ı, hatırlayabildiği acılarıyla kendini keşfeden, yabani sevgisiyle bir kadını ve erkeği belki istemeden yakınlaştıran Lujcan’ı ilerde özleyeceğimi fark ettim. Jean’ın çocukluğu, anıları ve farkında olamadan anılarının oluşturduğu ağ, bir zamanlar sadece Avery’e verdiği bir hediye olmuştu. Sonra o hediyeyi başka birine vermişti. Sevginin bütün ayrıcalıkları arasında en etkileyici olanı buydu: “Başka birinde, sezgilerle, mantık dışı bir tercihle ya da masum bir arzuyla, hiçlikten, tarif edilemez bir hasretten çıkan hüzünle göze ilişen ve kelimelerin yetersiz kalacağı kadar derin anılara tanık olmak.”
Ve kadim hayat, her şeyden çok hikâyelerle, anılarla oluşan o mucizevî ‘hediyelerin’ asıldığı dev bir Noel ağacına benziyordu.
(Kış Mezarı, Anne Michaels, Doğan Kitapçılık, 2010, çev: Elif Günay)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 29.2.2016 14:47:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/02/29/sessiz-vedalarin-kisi-ve-anne-michaels.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!