Aklına fazla güvenme
Kalbinle arkadaş değilse
Laftan sözden ötede
Aklın düşmeli hidayete
Kalbine fazla güvenme
Aklına arkadaş değilse
Aklına fazla güvenme
Kalbinle arkadaş değilse
Laftan sözden ötede
Aklın düşmeli hidayete
Kalbine fazla güvenme
Aklına arkadaş değilse
© Copyright Antoloji.Com 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Antoloji.Com'a aittir. Sitemizde yer alan şiirlerin telif hakları şairlerin kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Şu anda buradasınız:Seslendirilmiş şiirler Akrostiş = İnanmak Şiiri - Yorumlar
5 Mart 2025 Çarşamba - 00:45:58
- Akrostiş - İnanmak
Aklına fazla güvenme
Kalbinle arkadaş değilse
Laftan sözden ötede
Aklın düşmeli hidayete
Kalbine fazla güvenme
Aklına arkadaş değilse
Laftan sözden ötede
Bütünlük içinde
Erişmeli hidayete
Eylemine fazla güvenme
Yalan, riya içindeyse
Laftan sözden ötede
Eylemin hidayete
Mutmain bir şekilde
Erişmeli sözden öze
,
,
Merhaba sayın Mehmet Çoban bey size başarılar temenni ediyorum. Şiirinizi okudum ve kendi mantığınız içinde yada felsefeniz doğrultusunda güzel ve başarılı bir şiir yazmışsınız...İdealizmin tam zıtı olarak maddenin beyne yansımasını tespit eden diyaletik felsefenin tespiti olan aklın oluşumuyla alakalı bilimin ışığında şiirinizi yorumlamak ve eleştirmek istedim hayli zamanımı alan ve haylı kaynaklardan aldığım bu satırları okursanız çok sevinirim.saygılarımla..
AKIL VE MADDE.......
Yunanlılardan ta bugüne kadar tüm felsefe tarihi iki zıt düşünce okulu arasındaki bir mücadeleden ibarettir: materyalizm ve idealizm. Burada, felsefede kullanılan kavramların gündelik dilden nasıl temelli biçimde farklılaştığının mükemmel bir örneği ile karşılaşıyoruz.
Birisini “idealist” olarak andığımızda normalde aklımızda yüksek idealleri ve kusursuz ahlâkı olan bir insan vardır. Materyalist ise tersine, yiyeceğe ve diğer şeylere karşı azgın bir iştah duyan, ilkesiz, para düşkünü, bencil bir birey olarak –kısacası tamamen sevimsiz bir karakter olarak– görülür.
Bunun felsefi materyalizm ve idealizmle hiç ilgisi yoktur. Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz kaba maddi şeyler, bu okula göre, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Gelgelelim, idealizmi o icat etmedi, onun bir evveliyatı vardı.
Pisagorcular her şeyin özünün Sayı olduğuna inanıyorlardı (bazı modern matematikçiler tarafından alenen paylaşılan bir görüş). Pisagorcular genelde maddi dünyaya, özelde de, ruhu esir eden bir hapishane olarak gördükleri insan bedenine karşı bir horgörü beslediler. Bu, çarpıcı biçimde ortaçağın keşişlerinin dünyaya bakışını hatırlatıyor. Gerçekte Kilisenin, düşüncelerinin birçoğunu Pisagorculardan, Platonculardan ve yeni-Platonculardan almış olması pek muhtemeldir. Bu şaşırtıcı değil. Tüm dinler zorunlu olarak idealist bir dünya görüşünden hareket ederler. Fark şuradadır ki, din duygulara hitap eder ve dünyanın mistik, sezgisel bir tasarımını (“Vahiy”) sunduğunu iddia ederken, idealist filozofların çoğu kendi teorileri için mantıksal argümanlar sunmaya çalışırlar.
Ama dibine inildiğinde, idealizmin tüm biçimlerinin kökleri dinsel ve mistiktir. “Kaba maddi dünyayı” hor görme ve “İdeali” yüceltme, doğrudan doğruya, az önce din bakımından üzerinde durduğumuz olgulardan doğar. Platoncu idealizmin, köleci sistemin doğruğuna ulaştığı dönemde Atina’da gelişmiş olması bir tesadüf değildir. O günlerde el emeği, kelimenin tam anlamıyla köleliğin damgası olarak görülüyordu. Takdire layık tek emek zihinsel emekti. Esasen felsefi idealizm, yazılı tarihin şafağından günümüze kadar süregelen kafa ve kol emeğinin aşırı bölünmesinin bir ürünüdür.
Ne var ki, Batı felsefesi tarihi idealizmle değil, tam aksini ileri süren materyalizmle başlar: bildiğimiz ve bilimle keşfettiğimiz maddi dünya gerçektir; tek gerçek dünya maddi olandır; düşünceler, fikirler ve duyular belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin (bir sinir sistemi ve bir beyin) ürünüdürler; düşünce kendi kategorilerini kendi içinden değil, kendisini bize duyularımız aracılığıyla bildiren nesnel dünyadan çıkarır.
En eski Yunan filozofları “hilozoistler” olarak (Yunancadan, “maddenin canlı olduğuna inananlar” anlamında) biliniyorlardı. Burada, düşüncenin gelişimine öncülük eden uzun bir kahramanlar dizisi ile karşı karşıyayız. Yunanlılar Kolomb’dan çok önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfettiler. Darwin’den çok önce insanların balıklardan evrildiğini açıkladılar. Matematikte, özellikle geometride, bin beş yüz yıl boyunca üzerine önemli bir şey konulmayan olağanüstü buluşlar yaptılar. Mekaniği icat ettiler ve hatta bir buhar makinesi yaptılar. Dünyaya bu bakış tarzında şaşırtıcı biçimde yeni olan şey, onun dinsel olmayışıydı. Çok şey öğrendikleri Mısırlılar ve Babillilerin tam tersine Yunanlı düşünürler, doğa olaylarını açıklamak için tanrılara ve tanrıçalara başvurmadılar. Erkekler ve kadınlar ilk kez doğanın işlemlerini salt doğanın terimleriyle açıklamaya çalışıyorlardı. Bu insan düşüncesinin tarihinde en büyük dönüm noktalarından biriydi. Gerçek bilimin başladığı yer burasıdır.
Antik filozofların en büyüğü olan Aristoteles, eski hilozoistler kadar tutarlı olmamasına rağmen, bir materyalist olarak görülebilir. Yunan biliminin İskenderiye dönemindeki büyük başarılarının temelini döşeyen bir dizi önemli bilimsel keşif yapmıştır.
Antik toplumun çöküşünden sonraki Ortaçağ, bilimsel düşünceyi yüzyıllar boyunca cansızlaştıran bir çöldü. Hiç de tesadüf olmayan bir biçimde bu dönem Kilisenin hakim olduğu bir dönemdi. İdealizm, ya Platon’un bir karikatürü ya da Aristoteles’in en kötü tahrifatı biçiminde, izin verilen yegâne felsefeydi.
Rönesans döneminde muzafferane biçimde yeniden dirilen bilim, dinin etkisine karşı (sırası gelmişken, sadece Katolikliğe karşı değil, Protestanlığa karşı da) sert bir savaş vermek zorunda kaldı. Birçok şehit, bilim özgürlüğünün bedelini kendi yaşamlarıyla ödedi. Giordano Bruno ateşte yakıldı. Galileo iki kez Engizisyon önünde mahkemeye çıkarıldı ve işkence tehdidi altında görüşlerinden vazgeçmeye çağrıldı.
Rönesansın başat felsefi akımı materyalizmdi. İngiltere’de bu, ampirizm (tüm bilginin duyulardan kaynaklandığını savunan düşünce okulu) biçimini aldı.* Bu okulun öncüleri Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) idi. Materyalist okul, İngiltere’den, devrimci bir içerik kazandığı Fransa’ya geçti. Diderot, Rousseau, Holbach ve Helvetius’un ellerinde felsefe tüm mevcut toplumu eleştirmenin bir aracı haline geldi. Bu büyük düşünürler 1789-1793’te feodal monarşinin devrimci yıkılışının yolunu hazırladılar.
Yeni felsefi görüşler deney ve gözlemi teşvik ederek bilimin gelişimini hızlandırdılar. 18. yüzyıl bilimde büyük bir atılıma tanık oldu, özellikle mekanikte. Ama bu olgunun olumlu olduğu kadar olumsuz bir yanı da vardı. Eski 18. yüzyıl materyalizmi, bilimin bizatihi sınırlı gelişimini yansıtırcasına dar ve katıydı. Newton, ampirizmin sınırlarını ünlü “hiçbir hipotezim yok” sözüyle ifade etmişti. Bu tek yanlı mekanik bakış açısının, nihayetinde eski materyalizm için ölümcül olduğu ortaya çıktı. Paradoksal olarak, felsefede 1700’den sonraki büyük ilerlemeler idealist filozoflar tarafından kaydedilmiştir.
Fransız devriminin etkisiyle Alman idealisti Immanuel Kant (1724-1804) önceki tüm felsefeyi topyekûn bir eleştiriden geçirdi. Kant sadece felsefe ve mantıkta değil bilimde de önemli keşifler yaptı. Onun güneş sisteminin kökenlerine ilişkin Bulutsu [nebula] hipotezi (daha sonra Laplace tarafından matematiksel bir temele kavuşturuldu) şu anda genel olarak doğru kabul edilmektedir. Felsefe alanında, Kant’ın başyapıtı Saf Aklın Eleştirisi, Aristoteles tarafından ilk geliştirildiği günden bu yana gerçekte değişmeden kalmış olan mantık biçimlerini analiz eden ilk çalışmaydı. Kant felsefenin en temel kabullerinin çoğunda örtük olarak varolan çelişkileri gösterdi. Gelgelelim bu çelişkileri (“çatışkıları”) çözmeyi beceremedi, ve sonunda dünyanın gerçek bilgisinin olanaksız olduğu sonucunu çıkardı. Görünüşleri bilmek mümkünse de, şeylerin “kendinde” nasıl olduklarını bilmemiz asla mümkün değildir.
Bu fikir yeni değildir. Felsefe tarihinde defalarca tekrarlanmış ve genel olarak öznel idealizm dediğimiz isimle adlandırılmıştır. Aynı fikir Kant’tan önce İrlandalı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temel argüman şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, varolduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın varolduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın varolduğunu hiçbir surette söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya varolmaktan çıkar. Nihayetinde bu solipsizme (Latinceden, “solo ipsus” –“tek ben”), yani sadece ben varım düşüncesine varır.
Bu fikirler bize saçma görünebilir, ama bunlar tuhaf biçimde kalıcı olmuşlardır. Öznel idealizmin önyargıları, şu ya da bu biçimde, sadece felsefeye sızmakla kalmamış, 20. yüzyılın büyük bir bölümü için bilime de sızmıştır. İleride bu eğilimle daha özel olarak uğraşacağız.
En büyük atılım 19. yüzyılın ilk onyıllarında George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) ile geldi. Hegel yapıtlarında bütün felsefe tarihini etkili biçimde özetleyen, yüksek zekâya sahip bir Alman idealistiydi.
Hegel, Kant’ın “Çatışkılarının” üstesinden gelmenin tek yolunun, çelişkilerin sadece düşüncede değil, gerçek dünyada, fiilen varolduğunu kabul etmek olduğunu gösterdi. Bir nesnel idealist olarak Hegel’in, insan aklının gerçek dünyayı bilemeyeceğine dair öznel idealist argümana tahammülü yoktu. Düşünce biçimlerinin nesnel dünyayı mümkün olduğu ölçüde yakından yansıtması gerekir. Bilgi süreci, soyuttan somuta, bilinenden bilinmeyene, özelden evrensele doğru ilerleyerek, bu gerçekliğe gitgide daha derinlemesine girmekten ibarettir.
Antik dönemde, özellikle Herakleitos’un (İ.Ö. 500) naif, fakat parlak özdeyişlerinde, ama aynı zamanda Aristoteles’te ve diğerlerinde de büyük bir rol oynayan diyalektik düşünme yöntemi, kilisenin Aristoteles’in biçimsel mantığını cansız ve katı bir dogmaya çevirdiği Ortaçağda terk edildi ve Kant’ın ona itibarını iade etmesine kadar tekrar görünmedi. Ne var ki diyalektik Kant’ta yeterli bir gelişme göstermedi. Diyalektik düşünme bilimini en yüksek gelişme noktasına çıkarmak Hegel’e düştü.
Hakim mekanizm felsefesine tek başına kafa tutması olgusu Hegel’in büyüklüğünü göstermeye yeter. Yalıtık olaylarla değil süreçlerle uğraşan Hegel’in diyalektik felsefesi, şeyleri ölü olarak değil canlı olarak, yalıtık değil karşılıklı etkileri içinde ele alır. Bu felsefe, dünyaya bakmanın şaşırtıcı ölçüde modern ve bilimsel bir yoludur. Gerçekten Hegel birçok bakımdan zamanının çok ötesindeydi. Yine de, birçok parlak sezgilerine rağmen, Hegel’in felsefesi nihai ölçüde tatmin edici değildi. Başlıca kusuru, Hegel’in kesin biçimde idealist olan bakış açısıydı, bu da onu diyalektik düşünme yöntemini gerçek dünyaya bilimsel bir biçimde tutarlılıkla uygulamaktan alıkoyuyordu. Maddi dünya yerine, gerçek şeylerin, süreçlerin ve insanların maddi olmayan gölgelerle yer değiştirdiği Mutlak İdea’nın dünyası söz konusuydu. Friedrich Engels’in sözleriyle, Hegel diyalektiği tüm felsefe tarihinde boşa çıkan en büyük beklentiydi. Burada doğru fikirler başaşağı duruyordu. Diyalektiği sağlam bir temele oturtmak için, Hegel’i başaşağı çevirmek, idealist diyalektiği diyalektik materyalizme dönüştürmek gerekir. Bu Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in büyük başarısıdır. İncelememiz, onlar tarafından geliştirilen materyalist diyalektiğin temel yasalarının kısa bir dökümüyle başlamaktadır.
Kaynak: AKLIN İSYANI (Yazar: Alen Woods-Ted Grant)
İDEALİZM
İdealizm, en genel tanımıyla, kendi başına nesnel bir gerçekliğin varolmadığını, her şeyin düşünen bir özneye bağlı olduğunu savunan özne merkezli bir felsefe disiplinidir.
Antikçağdaki pre-sokratik yani Sokrates öncesi dönemde idealizm adı altına tam sokulamayacak da olsa bu tür görüşlerin temelleri atılmış, ancak platon bu akımın başı ve en büyük savunucusu olarak görülmüştür. Çünkü onun adını koyduğu 'idea'lar dünyası tüm felsefe tarihi boyunca baş belası olmuştur kelimenin tam anlamıyla... Belki Whitehead’in dediği gibi batı felsefesi tarihi platona düşülen dipnotlardan ibarettir gerçekten de.
Platona göre bu dünya, dünyada yer alan her şey ideaların birer kopyasıdır, idealar dünyası ise en yetkin olan varlık alanıdır. İdea birliktir, bölünmezdir, değişmezdir, öncesiz-sonrasız olarak varlığını devam ettirmiştir. Bizim duyumladığımız/algıladığımız nesneler ise sürekli değişen, oluşa ve bozuluşa tabi olan şeylerdir. Platonun metafiziksel düşüncesi tamamen bu iki dünyanın, “görülenler” ve “düşünülenler” dünyasının ayrımına dayanmaktadır. Gerçek bilgi yani felsefede “episteme” olarak yer edinen şey ancak ve ancak bu idealar dünyasına ilişkin olabilir. Dünyada algıladığımız varolanlara dair ise bizim sanılarımız ve inançlarımız vardır ancak.
Antikçağda bilgi konusu tartışılırken özellikle bu ayrım belirleyici olmuştur, ayrıca hem felsefi ya da bilimsel tartışmalarda hem de dini görüşlerde idealar hep ön plana alınmıştır. Örneğin yine platonun görüşüne göre, ruh aslında idealar dünyasında bulunuyordu, buradan sonra yeryüzüne inmiştir. Ruhun iyiliği de kötülüğü de kendinde, kendi derinliklerinde aranmalıdır bu yüzden. Ve ruhun idealara yönelmiş kısmı akıllı olan yanıdır. İdealardan nasibini almamış yanı ise maddi olan şeylere yönelmiştir ve onun yeryüzüne düşerek bir vücutla birleşmesine yol açmıştır. İşte ruhun bundan kurtulmak ve asıl yurduna dönmek için de yapması gereken ideaları bilmektir. Bu mümkündür çünkü bu dünya idealar dünyasının bir kopyasıdır yani tek tek varolan her şey idealardan pay almıştır.
Platondan sonra gelen septikler yani şüpheciler, dünyadaki nesneler karşısındaki tutumlarını şu şekilde belirtmişlerdir; biz nesnelerin kendisini bilemeyiz, bildiğimiz şey yalnızca onların görünüşleridir. Biz gerçek varlık hakkında asla bilgi sahibi olamayız ki bu çeşit bir bilgi de zaten gereksiz ve anlamsızdır. Bu görüş ile boş kuruntulardan kurtulabiliriz, ayrıca ölüm ve ölüm sonrası gibi temelsiz saplantı ve tedirginliklerden de kurtulabiliriz.(ataraxia) Şüphecilerin felsefesi şu şekilde özetlenebilir:
Nesnelerin gerçek yapısı nedir? “kavranamaz(akatalepsia)”
Nesneler karşısındaki gerçek duruşumuz ne olmalıdır? “yargıdan kaçınılmalıdır(epokhé)”
Nesnelere böyle bir bakış ile ne kazanırız? “sarsılmazlık(ataraxia)”
Antikçağdan ortaçağa gidilirken artık din belirleyici olmaya başlamıştır ve kilise baskısı yerleşmiştir. Felsefe tamamen ilahiyat çerçevesinde yapılmaya başlanmıştır. Özellikle yeni Platonculuk akımı savunucuları, başta Plotinos olmak üzere, dini bir dünya görüşü ortaya koyma çabasına girmişlerdir. Elbette ki bu dönemde bedenin ve her türlü maddenin hakir görülmesi ama idealara dönük olan ruhun yani tanrısal yönün yüceltilmesi söz konusu olmuştur büyük ölçüde.
Ortaçağdaki en önemli tartışmalardan biri “tümeller sorunu”na dairdir. Bu tartışmada nominalistler(adcılar) denilen filozoflar, tümel şeylerin yani kavramların-ideaların insanın düşünmüş olduğu şeylerden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Dünyada tek tek varolan nesnelerin benzer yönlerine bakarak koyulmuş birer addan ibarettirler. Dolayısıyla gerçek varolanlar idealar değil, nesnelerdir, dış gerçekliktir. Bir diğer görüş kavram realistlerine aittir; tümel kavramlar, tanrısal ideler olarak nesnelerden önce başlı başına bir realiteye sahiptiler. Tek tek varolanlar bu idealara göre meydana gelmişlerdir. Üçüncü görüş ise kavramcılara ait; tümel kavramlar tek tek nesnelerin içindedir. Her kavram ya da ide nesnelerin özleriyle ilgili formlardır. Bu görüş kavramlara yine reel bir varoluş yüklemekle birlikte nesnenin dışında bir gerçeklikleri de olmadığını söylemektedir. Ortaçağı fazlasıyla meşgul eden bu tümeller sorunu kiliseyi çok yakından ilgilendiriyordu. Çünkü antikçağa ve dolayısıyla Platon ve Aristoteles’e dayanan öğretilerinin kaderi bu tartışmaya bağlıydı. Kendi dogmatik öğretilerini sistemleştirmek için elbette ki daha çok Platon ve sonrasında Aristoteles’in felsefesine ihtiyaçları vardı. Ortaçağdan sonra Rönesans ile birlikte mistik idealizm yanında mekanizme kayan görüşler de belirtilmiştir ancak en önemli görüşler 17. yy, 18.yy filozofları tarafından gelmiş ve idealizm gerçek anlamıyla, en radikal şekliyle şekillenmiştir.
17. yüzyıl felsefesi için “Dekartçılık”tır denir. Çünkü onun zamanına kadarki görüşler, kavram silsileleri Descartes’in felsefesi içinde derlenip toparlanmış ve sistematize edilmiştir. Descartes ideleri üçe ayırmıştır; doğuştan gelen ideler, sonradan edinilenler ve bizim ürettiklerimiz. En açık seçik kavramlarımız/idelerimiz doğuştan gelenlerdir, tanrıya, matematiğe ve kendi varoluşumuza ilişkin bilgilerimiz bu idelere dayanır. Sonradan edindiğimiz dışarıdan gelen ideler, bulanık kavramlardır, dış dünyadaki nesnelere ilişkindir bunlar. Kendi yaptığımız ideler de elbette ki en bulanık olan idelerimizdir. Bunlar, bilginin temellendirilmesi için çok önemli kavramlardır; çünkü bildiğimiz şey neye dairse ve hangi kavramlar iş görüyorsa, bilgimizin kesinliği de değişmektedir. En kesin bilgiyi biz doğuştan gelen, bize en açık ve seçik olarak verilmiş olan idelerimizle ediniriz, kendimize ilişkin bilgimiz de işte böyledir. Bize dolaylı olarak verilen dış dünyanın varlığı hakkında kesin bir bilgi edinemeyiz, her şeyin hatta üzerinde oturduğumuz koltuğun bile varlığından şüphe edebiliriz; ancak şüphe etmenin kendisi, şüphe eden bir varlık gerektirir. Şüphe ediyorsam kendi varlığımdan şüphe edemem, “düşünüyorum o halde varım.”
18. yüzyılda İngiliz idealizmi içinde yer alan John Locke, en başta Descartes’in de savunucusu olduğu doğuştan gelen ideler görüşüne karşı tezler öne sürmüştür. Locke’a kadarki tartışmalarda idealizm, doğuştan gelen idealar ve dolayısıyla rasyonalizm(akılcılık) ve empirizm(deneycilik) tartışmaları az çok şekillenmişti. Locke, empirist felsefeden yana bir tutum içinde olmuştur. Bizde birtakım idealar vardır diyor Locke, ancak bunlar doğuştan değildirler. Biz birtakım şeyler üzerinde bilgiye sahibiz, ama herkes aynı görüşe sahip değildir. Hatta herkes aynı bilgiye de sahip değildir, matematiğe dair ya da insana dair bilgimizi düşünürsek, çocuklar ya da okumayanlar bu bilgilere sahip olmayabilir. Örneğin tanrı idesi herkeste aynı değildir, tanrı kavramını her toplumda bulmuyoruz, üstelik yalnız çoktanrıcılar ile tek tanrıcılar değil, bir dinden olan ayrı ayrı kimseler de bile farklı tanrı inancına rastlıyoruz. Eğer tanrı idesi bize doğuştan verilseydi herhalde her insana aynı ideyi kazımış olurdu tanrının kendisi. Ayrıca, ateşin yaktığını ya da suda insanın boğulduğunu, acıyı tatlıdan, kırmızıyı sarıdan ayırt etmeyi deneyimlemeden bilemeyiz.
Nesnelerin kendi başlarına sahip oldukları nitelikler sadece bir zaman ve uzamda yer alıyor olmalarıdır, diğer nitelikleri onlara biz yükleriz. Sıcak dediğimiz bir şey, bize göre sıcaktır kendi o sıcaklığı taşımamaktadır. Çünkü duyumlarımız farklılık göstermektedir. İdealar, tamamen öznel süreçlerle oluşturulur ve cisimlere yüklenir. Cismi cisim yapan onun ne rengi, ne kokusu, ne de biçimidir, biz ona cisim diyebiliyorsak bir yer kaplıyor olmasından kaynaklanır. Ancak biz taşıdığını düşündüğümüz ama aslında kendi yüklediğimiz nitelikleri kaldırdığımızda geriye kalan şeyin ne olduğunu da asla bilemeyiz.
Bu görüşleri en radikal ve spritualist çerçeveye sokan George Berkeley olmuştur. Locke’un empirizmini daha geniş bir idealist temele dayandırmış tam bir spiritualizm oluşturmuştur. Berkeley, Locke’un “nitelikler bizdedir, onları cisimlere biz yükleriz” savını daha da ilerletmiştir ve nitelikler kalkarsa geriye yer kaplama da dahil hiçbir şeyin kalmayacağını söylemiştir. Ona göre soyut bir yer ‘kaplama’ yani uzay yoktur, büyüklük, şekil, durum gibi nitelik ve nicelikler de yoktur. Her şeyden öte, bugüne kadar filozofların “madde” dedikleri o soyut niteliklerin bir araya getirilmesiyle uydurulmuş şey de yoktur. Her türlü niteliği biz yükleriz, bunlar düşüncede vardırlar. Bir kirazı düşünelim örneğin, onun bizde uyandırdığını düşündüğümüz koklama, tatma, dokunma izlenimlerini birer birer ortadan kaldıralım. Geriye ne kalır, hiçbir şey. Kokusu, tadı, rengi dışında kiraz bir hiçtir. Dünyada varolduğunu varsaydığımız her şey aslında bizim birer tasarımımızdır, hepsi birer duyumdan, algıdan başka bir şey değildir. Dolayısıyla da algı, duyum, nesne, tasarım, idea hepsi bir ve aynı şeylerdir ve varolmak algılanmış olmak demektir.
İngiliz empirizmini en sonuna kadar götüren David Hume bilinç içeriklerimizi ikiye ayırır, idealar ve izlenimler. İzlenimler; duyduğumuz, gördüğümüz, hissettiğimiz, sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz, arzuladığımız andaki bütün algılarımızdır. İdealar ise izlenimlerin silik birer kopyalarıdır. İzlenimi olmayan idea yoktur. Düşünmenin gücü sadece duyumlarla yani izlenimlerle gelen malzemeyi birleştirmek, değiştirmek, genişletmekten ibarettir. Her türlü ideamız bir kaynağa dayanır, tanrı idesi de böyledir; zihin bu ideyi “bilgelik” , “iyilik” gibi birtakım insani niteliklerin genişletilerek oluşturulmasından başka bir şey değildir. Berkeley gibi Hume da bir cisimler dünyası hakkında konuşamayacağımızı söyler. Hayal gücümüz bize onun varlığına inandırabilir ancak aklımız bunu bize asla kanıtlayamaz. Var olma, algılanmış olma ile aynı şeydir, “varolma” , algılanmanın ve algının bize vermiş olduğu bir kanı bir inançtır. Dış dünyanın varlığına inanmamızı sağlayan ne duyulardır, ne akıldır, yalnızca hayal gücüdür.
18. yy Alman idealizmi ve Immanuel Kant, felsefede bilgi kuramı/epistemoloji alanında oldukça belirleyici olmuştur. Empirizmden de rasyonalizmden de parçalar alarak kendi transzendental felsefesini oluşturmuştur. Bilgiyi elde etmede kant’a göre hem aklın kendisinden gelenler hem de deneyden/duyumlardan gelenler önemlidir. Kant bizim dışımızda bir dış dünyanın varlığını yadsımaz. Bilgi elde edilirken gerçekleşen süreçte, biz deneyden gelen şeyleri kendimizde bulunan bir takım kategorilere yerleştiririz. Örneğin, bizim duyarlığımızda zaman ve mekan formları vardır, dışarıda bulunan bir nesneyi algılamamız da tamamen bu formlara bağlıdır. Algıladığımız zaman, bu algıları zaman ve mekan formlarına yerleştirdiğimizde o şey bizim için artık bir fenomen yani bir görüngüdür. Eğer bizde bu formlar olmasaydı biz dış dünyadaki şeyleri algılayamazdık, onları görebilmemizin koşuludurlar. Nesneler bu formlar aracılığıyla bizim algımıza konu olduktan sonra fenomen olmuş olurlar. Kant bizim bileceğimiz tek şeyin bu görüngüler olduğunu savunur, nesnelerin içyapısını, onun deyimiyle “kendinde-şey”i biz asla bilemeyiz. Bilgimiz sadece görünüş/görüngü sınırları dahilindedir. Buna bağlı olarak da dünya bir görünüşten ibarettir, ama bir yanılsama da değildir. Çünkü dünyayı ve nesneleri algılayışımızda iş gören, bizdeki ideler, kategoriler ve formlar her akıl sahibi varlıkta bulunmaktadır ve aynı görünüşler onlar için de geçerlidir. Bilgi dediğimiz şey sadece bu görünüşe gelen deney alanına ilişkin olabilir, esas gerçeklik ise ebediyen bilgimiz dışında kalacaktır.
MATERYALİZM
Materyalizme göre varolan veya gerçek olan sadece maddedir. Madde evrenin asli ve temel kurucu unsurudur. Sadece duyularla algılanabilen varlıklar, süreçler ve içerikler vardır. Evren; bir dış zeka, güç, varlık ya da neden tarafından yönetilemez. Doğaüstü ve sadece zihni, spritüel hiçbir şey yoktur, her şeyin sebebi maddi ve mekaniktir.
Antikçağda Demokritos’un atom öğretisi materyalizmin ilk kıvılcımlarını sunar bize. Ona göre her şey atomlardan oluşmuştur, her şey cisimseldir. Atomların da hepsi yapıca birdirler, birbirinden ayrılıkları sadece nicelik bakımındandır. Atomlar baştan beri kendiliklerinden hareket ederler. Kimisinin hareketi yavaş kimisininki hızlıdır. Boşlukta böyle hareket eden atomların uzayın bazı yerlerinde karşılaşmaları ve birleşmeleri sonucunda diğer şeyler oluşmuştur. Kaba ve ağır hareketli atomlar ortada toparlanıp toprağı, hareketleri hızlı olan ince atomlar yukarıya itilip suyu, havayı ve ateşi oluşturmuşlardır. Ay, güneş ve yıldızlar da atomların çevrintileri yüzünden boşluğa fırlatıp tutuşmuş olan taş yığınlarıdır.
Demokritos kendinden önceki bazı filozofların teolojik açıklamalarına karşılık çok keskin bir mekanist görüş koyar. Evren yalnızca atomların çarpışmaları ve birbirleri üzerindeki basınçları ile oluşmuştur. Evrendeki oluşa kesin bir zorunluluk egemendir. Demokritos atom görüşünü ruhu açıklarken de kullanır. Örneğin algı ile düşünme, bu iki ruh olayı ona göre vücudumuzdaki atomların en incesi, en hafif ve en düzü olan ateş atomlarının bir hareketidir. Bu açıkça materyalist bir anlayıştır.
Demokritos’un felsefesi antikçağda pek yayılıp gelişememiştir. Bu da Aristoteles’in uzun süren otoritesi yüzünden olmuştur. Onun felsefesi ancak yeniçağda yeniden ele alınıp geliştirilmiştir.
Demokritos gibi Epikuros da materyalist bir fizik ve psikoloji geliştirir. Ona göre de gerçek varlık atomlar ile boşluklardır. Dünyada bütün olup bitenler atomların boş uzay içindeki hareketlerinden kaynaklanır. Tanrıların dünya üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Epikuros’a göre tanrılar dünyalar arası boşluklarda bulunurlar. Eksiksiz bir mutluluk içinde olduklarından da dünya ile ilgilenmeleri bile söz konusu değildir. Onlara saygı duyulmalıdır ancak bu tapınmak, adaklar adamak şeklinde olmamalıdır. O kendi kendilerine yeten çok yetkin varlıklar karşısında, onların bilgeliklerine saygı duyulmasını öğütler. Böyle bir bilgelik ise dünyada hiç yoktur.
Dünyadaki her şey gibi ruh da maddidir, cisimseldir. Çünkü sadece maddi bir varlık etkin olabilir. Biz öldüğümüz zaman ruhu oluşturan öğeler dağılır, çözülür. Bu yüzden de ölümsüzlük diye bir şey yoktur, ruh göçünün ise hiç sözü edilemez. Ölüm bizi korkutamaz, biz yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de artık biz yokuz.
Özellikle Fransız aydınlanmasının önemli düşünce çığırlarından biri materyalizmdir. 17. yy’da Petrus Gassendi, Demokritos ve Epikuros’un atom öğretisini, ortaçağdaki bozulmuş formundan kurtararak gerçek değeri ile ortaya çıkarmıştı. Gassendi ile atomculuk geniş aydın çevrelerin malı olmuştur.
Thomas Hobbes’un materyalizmi ve 18. yy bilim araştırmaları bu çığırı üst noktalara taşımıştır. Descartes’in “meditasyonlar”ına karşı en büyük eleştirilerden biri, onun idealist felsefesine karşı naturalist görüşün radikal temsilcisi olarak ortaya çıkan Hobbes tarafından gelmiştir. Ona göre her şey doğal nedenlere bağlıdırlar, doğal nedenlerle belirlenmişlerdir. Bu tutarlı naturalizmine tanrının da maddi nitelikte bir doğal neden olduğunu ekler. Her şey, dolayısıyla ruh da doğal ve dolayısıyla maddi ve cisimseldir. Maddi olmayan ruh, insanın bir önyargısıdır sadece. Her şey bir cisim olarak düşünülebilir. Ayrıca bu cisimler, biz onları algılamasak, görmesek de vardırlar. Benim bilincimin dışında kalan, varlığını hep sürdüren tözlerdir cisimler.
19. yy’da Hegel’in ölümünden sonra sağ hegelciler ve sol hegelciler olarak iki grup oluşur. Sağ hegelciler, hegelin idealist felsefesini Hıristiyan dogmalarıyla bağdaştırmaya çalışırken sol hegelciler panteizmi, naturalizmi ön plana çıkarmaya çalışır. Ve ateizme de bir kayış yaşanır. Bu akımın en önemli isimleri Feuerbach ve Marx’tır.
Feuerbach Hegel’in, insanın kendisi hakkındaki bilgisinin tanrıyı bilmekle mümkün olduğu tezine karşı çıkıyor. “Hegel, insanın kendisi hakkındaki bilgisi, tanrının hakkındaki bilgidir diyordu. Ben ise diyorum ki, insanın tanrı hakkındaki bilgisi aslında insanın ta kendisi ile ilgilidir. O teolojiden yola çıkıyordu, ben ise antropolojiden yola çıkıyorum.”
Hegel felsefesi ideal yani idealara ilişkin olandan reel olana gider. Feuerbach ise direkt olarak reel olandan yola çıkar. Felsefesi naturalisttir. Bilinç, zaman-mekân içinde mevcut olan şeylerin bir yansımasıdır ona göre. Bu nedenle de doğa insanın temelidir. Bu görüş Marx’a da atfedilir.
Daha sonrasında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilen diyalektik materyalizm Marx’ın esas felsefi öğretisi olarak görülmüştür. Marx, hegel’in diyalektiğinin tamamen idealist bir kabuğa bürünmüş ve aslında gerçekten sapıp baş aşağı bir hal almış olduğunu söyler. Ama diyalektik materyalizm olarak adının konulması elbette ki Marx’tan sonra gelenler tarafından olmuştur. Marx bu felsefeyi oluştururken, Hegel’den diyalektiği ve Feuerbach’tan da materyalizmi almıştır. Onun diyalektik materyalizmine göre ide/idea/bilinç/fikir maddi dünyanın bir insan aklında bir yansımasından başka bir şey değildir. Bir ve tek gerçekliğin yine bir ve tek yöntemi vardır o da diyalektik materyalizmdir. Diyalektik materyalizm bu noktada hem bir yöntem hem de teori niteliğini kazanır. Marx’ın söylediği gibi, “insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden değil, gerçek ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle tutulur canlı insana varmak gerekir.” Bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Gerçekliğin bütün görünüşleri, zorunlu ve karşılıklı bağlarla birbirine bağlı; her şey bir bütünün içindedir. Bir şeyi, o bütünlükten kopararak anlamak mümkün değildir, diyalektiğe de aykırıdır. Doğada ve toplumda her şey 'evrensel bir değişim' ve 'sürekli bir gelişme' halindedir. Gerçekliği, görünüşlerinden birine indirgemek; süreci, sürecin bir anı olarak; geleceği düşünmeden geçmişe takılıp kalmak, diyalektiğe aykırıdır.
Teşekkürler.
İşık saçan kaleminizi kutluyorum... Saygılarımla.
Ne güzel bir söz, yüreğinizi ve emeğinizi kutluyorum. Mehmet bey.
boşa geçmemiş bir hayat mehmet bey:)
ve dolu dolu yaşanmışlıklardan kaleme dökülenler....
selam ve dua ile...
ağabeyimin sayfasına...
Harika bir astokriş çalışması tebrikler Mehmet Bey Selam,Saygı ve Dualarımla
Akla , kalbe, eyleme düşmeyen iman, iman değildir...
Akılla, yürekle bütünlük sağlamadıkça sonuç zaten bellidir... Sahtelik ve başarısızlık kokar...
Kutluyorum sayın Mehmet Çoban, saygı ile
'''ÜSTDADIM BU GÜZEL ESERİ RADYOMUZUN SAAT 16,00 BAŞLIYACAK OLAN CANLI YAYININDA YÜKSEK MÜSADELERİNİZLE ELİMDEN GELDİĞİ KADAR AFINIZA SIĞINARAK,YORUMLAYIP DİNLEYENLERİMİZLE PAYLAŞMAK İSTİYORUM. DİNLERSENİZ SEVİNİRİM. SAYGILARIMLA EROL SAGUN. www.sevdaruzgarifm..tr.gg ''
kutluyorum güzelliği..
namık cem
saygı deger üstadım kutlarım insanlık adına duyarlı yüreğinizi...düşündüren dizelerdi,ilhamınız bol olsun
gurbetten sılaya
selam ve dua ile...
tövbe tövbe bilmeden kafir olmaktan korusun mevlam hepimizi I$IK tutan siirinizi gönülden kutluyorum tebrikler saygilarimla baki, selamlar
Bu şiir ile ilgili 27 tane yorum bulunmakta