“ses, ses…/ sadece ses…/ berrak suyun akmayı isteyen sesi/ toprağın dişiliğine dökülüşünün sesi ışığın/ döllenmiş manânın sesi/ ve yayılma sesi aşkın müşterek zihninin/ ses/ ses/ yalnız, ses kalır…” demişti İranlı şair furuğ ferruhzad, “bâki kalan ses”i anlattığı şiirinde. birbirinin içine doğan her yeni gün, aklımda yeni anlamlar şekillenip yeni kapılara koşuyor. yeniden düşünüyorum şiirleri, şarkıları. içimde yıllardır şiir taşıyor, şiir yeşeriyor, şiir yaşıyorsam da şimdi sanki seslerin rehberliğinde yeniden tanışıyorum sözcüklerle...
sözcüklerin sesiyle tanışıyorum yeniden yeniden…
şarkılar...
şarkıları düşünüyorum şimdi. seslerin, her gün anlamlarını yeniden ürettiği dünyanın ortasında usulca durmuş, ses’iyle yeni tanışmış bir bebekmişim gibi düşünüyorum. büyümüş lunaparka gitmişim de, ses davuluna binmiş "kâh gökyüzüne çıkıp, kâh yeryüzüne inip bakan” nesimi’ymişim gibi... şarkılar, renkli, çok katmanlı bambaşka bir dünya benim için. müziğin içimde başlattığı dansa sözcüklerin kalbindeki seslerin katılmasıyla ayakları yerden kesiliyor zamanın. şarkı sözleri, tınısıyla öyle özel bir aralık sunuyor ki o dili bilmem gerekmiyor. hissediyorum, gittikçe büyüyen, kıvrıla kıvrıla akan kocaman o nehri; kendimi ona salabilirsem içimde akacak, aktıkça coşacak bir nehir olacak ahenkli devinimleri. kendine doğan ve yine kendinde batan bir güneş... uçan halıya binmişim de yeryüzünü gözlerimle içiyormuşum gibi bir kanat oluşturuyor şarkılar. ikaros’un mumdan kanatlarına sürünen koku, tadına baktığım kanımın kekreliği gibi bir eprime. kaslarımın içinde gezen bulut oluyor. bulutun içinde yüzen kör bir çocuğun gözlerini görüyorum kıvrımlarında.
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.