Unutulmayanlar Şiiri - Nihat Malkoç

Nihat Malkoç
1635

ŞİİR


29

TAKİPÇİ

Unutulmayanlar

TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜNÜN GÖZÜ PEK EVLÂDI: OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
M. NİHAT MALKOÇ

Kişi Vardır Sözde Davasıyla Yükselir, Kişi Vardır Hakikat Davasını Yükseltir
Bazı insanlar vardır ki davaları için yaşarlar. Onların bu fâni dünyada davaları dışında herhangi bir şahsî beklentileri ve çıkarları yoktur. Bazı sözde davalar da vardır ki sadece kişileri ayakta tutmak için birer köprü vazifesi görürler. Oldum olası davası için yaşayan asil insanlara gıpta etmişimdir. Onlardaki eğilmezliğe ve bükülmezliğe hayran kalmışım. Hele yolunda gittikleri dava hak ve hakikat davasıysa hayranlığım katlanarak alabildiğine büyüdükçe büyümüştür.
Dünya kurulalı beri, ilelebet devam edecek olan kutlu İslâm davası nice neferler tanımıştır. Kimler gelmiş kimler geçmiş dünya denen bu koca sahneden. Yunus Emreler, Mevlânalar, Mehmet Akifler, Bediüzzamanlar, Cahit Zarifoğlular, İsmet Özeller, Necip Fazıllar ve Sezai Karakoçlar bunlardan sadece birkaçıdır. "Bu dava, ayıya dayı demeyenlerin davasıdır” diyen Osman Yüksel Serdengeçti de bu güzel davanın gözü pek neferlerindendi. İnandığı dava uğrunda defalarca tevkif edilen Serdengeçti, dinî değerlerin yok farz edildiği bir dönemlerde idam cezasına bile çarptırılmıştı.

Kalemi ve Kelâmıyla Dosta Güven, Düşmana Korku Veren Bir Dava Adamı
Bir ömür boyunca ilâhî hakikat davası için yaşayan ve bugün neredeyse nesli tükenmekte olan necip insanlardan biri olan merhum Osman Yüksel Serdengeçti, güçlü kalemi ve etkili kelâmıyla düşmanlarına korku, dostlarına güven veren güçlü bir simaydı. Onun eserlerini okuyanlar ve fikir mücadelesini bilenler, davasına olan bağlılığına hayran kalırlar. Çünkü hayatı boyunca eline geçen onca fırsatı davasının yürümesi için tepen ve yoksulluk içerisinde yaşayarak davasını sırtlayan bu büyük ülkü adamı, hâl ve hareketleriyle insanlara güzel mesajlar vermiştir. Kendisini asla ön plana çıkarmamıştır, hatta yaptığı fedakârlıkları hep gizlemiştir. Son dönem romancılarımızdan Mehmet Niyazi, Osman Yüksel’i bakın nasıl anlatıyor bizlere: “Cömertlik denince aklıma hep Osman ağabeyimiz gelir. Kendisine karşı çok tutumluydu. Lokantada kuru fasulye, pilavdan başka bir şey yemezdi. Öğünlerinin çoğunu yayınevinde peynir ekmekle savardı. Ama muhtaç olanlara her ay düzenli burslarını gönderirdi. Nefis herkese tatlı gelir; ona harcanan cömertlik değil harisliktir. Cömertlik başkasına karşı tavırda kendini gösterir. Her Ankara’ya gidişimizde, mutlaka Denizciler Caddesi’ndeki yayınevine uğrardık. Ekseriyetle kapalı olurdu; çünkü hep bir yazısından dolayı polis tarafından aranırdı. Kapıya yapıştırdığı; ‘İş dolayısıyla seyahatteyim’ veya ‘Memleketteyim’ yazısını okur, esprilerini hatırlar, üzüntüyle dönerdik.”
Asıl adı "Osman Zeki" olan Osman Yüksel Serdengeçti, 15 Mayıs 1917'de Antalya'nın Akseki ilçesinde dünyaya gelmişti. Babası Akseki müftülerinden Salim Yüksel'dir. O, Diyanet İşleri eski başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki'nin yeğenidir. İlkokulu Akseki'de, ortaokulu Antalya'da okumuştur. Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun olmuştur. Liseden sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne girmiştir. Serdengeçti, son sınıfta okurken 3 Mayıs 1944 tarihinde öğrencilerin dahil olduğu Türkçülük-Turancılık olayları gerçekleşmiştir. Osman Yüksel bu olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklanarak sıkıyönetimin icra edildiği İstanbul'a gönderilmiş, tutuklanarak hapse konmuştur. Hapiste türlü işkencelere ve baskılara maruz kalmıştır. Hapiste meşhur Türkçü ve Turancı şair ve yazar Nihal Atsız koğuş arkadaşlarından biridir. Burada üç buçuk ay tutuklu kaldıktan sonra suçsuz olduğu kararına varılarak serbest bırakılmıştır.

"Yüksel Vekâletin Alçak Vekiline" Hitabıyla Başlayan Zehir Zemberek Bir Dilekçe
Samimi bir dava adamı olan Serdengeçti, Müslüman bir ülkede yaşasa da hep hor ve hakir görülmüştür. İnanç ve düşüncelerinden dolayı büyük haksızlıklara uğrayan Osman Yüksel, hapisten çıktıktan sonra, son sınıfında okuduğu okulu bitirmek için kendisine sınav hakkı verilmesini istemişse de isteği zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kabul edilmemiştir. Buna çok sinirlenen Serdengeçti "Yüksel Vekâletin Alçak Vekiline" hitabıyla şu dilekçeyi yazarak bakanın önüne bırakmıştır: "3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasında bir telefon emrinizle okuldan atılan, ben Osman Yüksel, İstanbul’a sürülüp Örfi İdare Komutanlığı'nın emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı! Senden bahşiş istemiyorum!İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım. Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez! Bu aşkı, bu ateşi hiçbir şey söndüremez"

Hakk'a Tapan, Halkı Tutan Bir Mecmua: Serdengeçti
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti, tarifi müşkül çok zor şartlar altında hiçbir maddi karşılık beklemeden Türk-İslâm davasına sayısız hizmetler etmiştir. Önce “Bağrı Yanık” sonra “Serdengeçti” dergilerini çıkarmıştır. Onun büyük zorluklarla ve gayretlerle çıkardığı Serdengeçti dergisi Türk-İslâm davasının o zamanki en mühim adresi olmuştur. Bu sıra dışı derginin birinci sayısına baktığımızda “Hakka Tapar, Halkı Tutar” sözünün büyük puntolarla yazıldığını görürüz. Bu, söz konusu derginin bütün sayılarında yer almış bir slogandır. Yine derginin birinci sayısının ikinci sayfasında şu görüşlere yer verilmiştir: “Serdengeçtiler her türlü kötülüklerle amansız bir şekilde mücadele etmek için ortaya atıldılar. Onlar ilhamlarını Allah sevgisinden, millet sevgisinden, vatan sevgisinden alıyorlar. Gençler! Aşınmamış vicdanların gür sesleri… Siz de bu çetin yolda pervasızca yürümeğe yemin edenlerin safına, Serdengeçtiler kafilesine katılınız! Serdengeçti bütün sayfalarını size açmış bulunuyor; duygularınızı, fikirlerinizi hatıra defterlerinize yazar gibi bize yazıp gönderebilirsiniz. Burada meşhur imzalar yok. Akıl hocalığı yapanlar yok. Biz bizeyiz. Genç istidatları tanıtmak, vatan duygulu, millet sevgili memleket çocuklarını bir araya toplamak istiyoruz.”
Merhum Osman Yüksel, 33 sayı çıkabilen “Serdengeçti” isimli derginin hem sahibi, hem yazarı, hem editörü hem de çalışanıydı. Dergide yayımlanan yazıların yarısını kendi kaleme alırdı. O, Kur’an okumanın, yayınlamanın ve satmanın yasak olduğu zor dönemlerde “Hakka tapar, halkı tutar” sloganıyla yayımlanan bu dergiyi tek başına sırtlamıştı. Tabir caizse üzerine ateşten bir gömlek giymişti. Dergi çıkar çıkmaz mahkemelik olmuştu. Çünkü fincancı katırlarını ürkütmüştü.
Bugünkü büyük dergilere baktığımızda bunların çoğunun sabit ve maaşlı kadroları olduğunu görürüz. Bu aylık yayın organları, kalemi güçlü olduğu halde köşede bucakta kalmış isimlere öyle kolay yer vermezler. Onlar için mühim olan, milletçe tanınmış şair ve yazarların adının büyüklüğünden faydalanıp okur toplamaktır. Merhum Osman Yüksel’in Serdengeçti dergisi garibin ve mazlumun yanında yer aldı hep… Yazarları da İstanbul etrafında yaşayan şişirilmiş isimlerden ibaret değildi. O, birikimi ve kabiliyeti olduğu halde adını duyurma fırsatı bulamamış genç kalemlerin sesi olmayı yeğlemiştir. Onun içindir ki mazlum halk tarafından üstün kabul görmüştür. Fakat her sayısında değişik sudan sebeplerle kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü o, hakikatleri eğip bükmeden, gür bir sesle haykırmayı yeğleyen sahici bir yayın organıydı. Daima mazlumun ve mağdurun yanındaydı. O zamanın marksist-sosyalist zihniyetli idarecileri bunu öyle kolay kaldıramıyordu. Onun için her fırsatta Serdengeçti'yi susturmanın yollarını arıyorlardı.

Serdengeçti Kendisiyle Bile Alay Edebilen Bir Nüktedandı
Osman Yüksel Serdengeçti nüktedan bir insandı. En zor zamanlarda bile yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Sözü hiç evirip çevirmez, direkt söylerdi. İslâmî ve insanî hakikatlerden rahatsız olanların ne düşüneceği onu ilgilendirmezdi. Kendisiyle barışık bir insandı. Şahsî eksiklikleriyle ve hastalıklarıyla da alay ederdi. Ömrünün son demlerinde parkinson hastalığına yakalanmıştı. Elleri titriyordu. Bu haldeyken kendisine bir bardak çay getirdiler. Şekeri bardağa atmakta bile zorlandı. Elindeki kaşığı bardağa sokmakta güçlük çekti. Bu aciz durumdayken şu nükteli sözleri sarf etti: “Hey gidi Osman hey! Bir zamanlar Türkiye’yi karıştırırdın, şimdi bir çayı karıştıramıyorsun!”
Serdengeçti siyasete atılarak 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi'nden Antalya milletvekilliği yaptı. Fakat sert söylemleri sebebiyle Adalet Partisi'nden ihraç edildi. Ayrıca milletvekilliği sırasında kravat takmadığı için uyarı aldı. İkazları dikkate almayınca da genel kurula girişi yasaklandı. Bu kez beline bağladığı kravatla içeri girdi, yakasına takması gerektiğini söyleyenlere “Kanunda nereye takılacağı belli değil. İstediğim gibi takarım” diye karşılık verdi.
Serdengeçti'nin nüktelerinden biri de hayatındaki İsmetlere dairdir. Rahmetli Osman Yüksel'in -kendi ifadesiyle- hayatını heder eden iki İsmet vardır. Biri İsmet İnönü, diğeri eşi İsmet Hanım'dır. Kendisinin hiç çocuğu olmadığı için bazen yarı şaka yarı ciddi şu sözü tekrarlamıştır: "Hayatta iki İsmet'ten çok çektim. Bu İsmetlerden birisi beni zürriyetimden etti. Hiç çocuğum olmadı. Diğer İsmet ise -İsmet İnönü de - beni hapishanelerde hürriyetimden etti..."
Şair Yavuz Bülent Bakiler, Kıbrıs meselesinin zirvede olduğu 60'ların sonu, 70'lerin başlarında, büyük bir coşku içinde Kıbrıslı kardeşlerimize bir şiir yazar. Şiir her dizede, kafiyeyi sağlayan "daş" sesleri ile bitmektedir. Gönüldaş, karındaş, ülküdaş, arkadaş, yoldaş, sırdaş vs. Yavuz Bülent Bakiler, şiirini Osman Yüksel Serdengeçti'ye okutur önce. Merhum Serdengeçti şöyle bir inceler şiiri ve Yavuz Bülent Bakiler'e tebessüm ederek, "Çok güzel, çok beğendim; ama şiirde o kadar çok "daş" var ki, bu daşları Akdeniz'e döksek, Kıbrıs'a kadar yürürüz alimallah."
Kendisiyle ilgili hiçbir şeyi dert etmeyen Serdengeçti, bir sohbet esnasında yaptığı nüktelerle, lâtifelerle ve vezinli konuşmalarla etrafındakileri kahkahalarla güldürüyordu. Bu konuşmalardan birinde yanındakilere "Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum." diyordu.

O, Gücünü Hakk'tan ve Hakikatten Alan Mefkûreci Bir Gençliği Özlüyordu
Gelmiş geçmiş Türk aydınları içerisinde Serdengeçti kadar gözü pek, lafını sakınmaz, özü sözü bir, mücadeleci ve fedakâr bir aydın görmek pek müşküldür. O, kendi geleceğini değil, gençlerin yarınını düşünüyor ve onlar için bir şeyler yapmanın onurlu mücadelesini veriyordu. "Nerde akşam orda sabah" düşüncesindeydi. Hayatında şahsî beklentileri yoktu. “Bir lokma bir hırka” anlayışında olan şehirli bir dervişti. Issız dağlarda değil, başkent Ankara’nın ortasında çetin mücadeleler vererek derviş olabilmenin ve derviş kalabilmenin zorluklarına katlanarak gençliğe iyi bir örnek olmuştu. Önemli olan dağda değil, şehirde derviş olabilmekti. O,“Bir Kahraman Bekliyoruz” adlı şiirinde gelecekte nasıl bir insan modeli, nasıl bir gençlik, nasıl bir kimlik ve kişilik arzuladığını şöyle ifade ediyordu: “Savletinle titresin yeniden doğu-batı/Ve kurulsun Allah’ın ebedî saltanatı/ Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar,/ Kahrolsun Hak dururken zorbalara tapanlar!/ Çık, nerdesin, zuhur et! Biz seni bekliyoruz/ Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz.”
Durmadan akan coşkun bir nehir misali olan bu dünyada, bizler de hayata gönül gözüyle bakan Serdengeçti'nin tarif ettiği, gücünü Hakk'tan ve hakikatten alan mefkûreci bir gençliği özlüyor, büyük umutlarla ve sabırla yolunu bekliyoruz. Fakat bu mefkûreci neslin hamurunu biz yetişkinlerin yoğuracağını da biliyoruz. Bunun için de dillerinden kelime-i tevhidi düşürmeyen, ilâyi kelimetullah peşinde koşanların izlerini kendilerine iz eyleyen usta hamurkârlara ihtiyaç vardır.

Türk-İslâm Ülküsünün Bağrı Yanık Ağabeyi: Osman Yüksel Serdengeçti
Osman Yüksel, bu fâni dünyanın şatafatına, malına ve mülküne hiçbir zaman itibar etmedi. Dünyalıklar ona göre değildi. İmkânı ve çevresi olduğu hâlde hiçbir makama talip olmadı. Fakat hiçbir zaman sessiz ve içine kapanık da yaşamadı. İslâm'ın gür sedası oldu son nefesine kadar.
Türk-İslâm ülküsünün bağrı yakın ağabeyiydi Serdengeçti. O, sefayı elinin tersiyle itip her daim cefaya talip olandı. O, bir kanaat (önd)eriydi. Nefsinin dizginlerini daima elinde tutandı. Sofrasında pahalı yiyecekler olmadı hiç. Peynir ekmeğe talim etti bir ömür boyunca. Dünyada canından başka kaybedecek bir şeyi de yoktu. Onun için de inandığını ifade etmede asla tereddüt etmedi. O, kahpeye minnet etmektense sehpaya yürümeyi tercih eden adam gibi adamdı.
Osman Yüksel Serdengeçti deyip de geçmeyin. O, zorlu bir döneme damga vurmuştur. Millet olarak ona çok şey borçluyuz. O, İslâm davasının yılmaz mücahitlerindendi. Hakk ve hakikat uğrunda yürümeyi, nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmemeyi, izzeti ve iffeti ondan öğrendik. Azmi, mücadeleyi ve direnişi onun davranışlarından gözlemleyerek şahsiyetimize nakşettik. Fikir namusunun ne demek olduğunu eylemleriyle o öğretti bize. O, bize nasihat etmedi; önümüze capcanlı bir model koydu. Bizler onun sözlerini değil, yiğitçe eylemlerini kendimize şiar edindik.

Kalemi ve Kelâmı Namus Bilen Yerli Bir Münevver: Osman Yüksel Serdengeçti
Bir dava adamı olan Osman Yüksel Serdengeçti'nin derdi şairlik filan değildi. O, düşüncelerini muhataplarına daha kolay ve etkili aktarabilmek için şiiri bir araç olarak kullanmıştır. Onun bütün şiirlerinde savunduğu bir düşünce vardır. O, şiirlerinde yaygın olarak hece ölçüsünü kullanmıştır. Serdengeçti, şiirlerinde "kahramanlık, mukaddesat, aile, Türk dünyası, Müslümanların gaflet içerisinde oluşu, hüzün, İslâm, Türklük, vatan sevgisi, şehadet, esaret, hürriyet, Mevlâna, cesaret, zamanın kötülüğü" gibi konuları ele almıştır. Yazdığı her şiir epik ve didaktik özellikler taşır.
Osman Yüksel Serdengeçti kelâmı namus bilmiş, kalemini asla satmamış, onu Hakk'ın ve hakikatin emrine vermiş, ömrü boyunca hak bildiği yolda yürümüş ve kılıç gibi keskin kalemiyle birbirinden kıymetli eserler yazmıştır. Gençlerin şahsiyet kazanmasında ve kimliklerinin teşekkülünde etkili olan bu eserler şunlardır: "Mabedsiz Şehir, Bu Millet Neden Ağlar?, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?, Ayasofya Davası, Mevlâna ve Mehmet Akif, Türklüğün Perişan Hâli, Gülünç Hakikatler, Kara Kitap, Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı, Radyo Konuşmaları, Akdeniz Hilalindir"
Serdengeçti'nin "Kanunî Devrinde Bir Sefirin Hâtıratı "(O. G. de Busbecq), "İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk" (J. J. Rousseau), "Beynelmilel Yahudi" (H. Ford), "Sokrat’ın Müdafaası" (Eflatun), "Peygamber Kahraman Muhammed" (Thomas Carlyle) adlı çevirileri de vardır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Mehmed Âkif Ersoy, Nâmık Kemal, Ziya Gökalp ve Nurettin Topçu gibi mutasavvıf, şair ve düşünürlerden etkilenen Osman Yüksel Serdengeçti; Yeni İstanbul, Zafer, Türk Yurdu, Millî Gazete, Çağlayan gibi gazete ve dergilerde birbirinden kıymetli yazı ve şiirler yayımlamıştır. Batı'nın klasik sayılabilecek şair, hikâyeci ve romancılarından Lamartine, Lermentof, Dostoyevski, Puşkin ve Çehov gibi isimleri kendine daha yakın bulmuştur. Bunların yanında Köroğlu, Karacaoğlan, Ferhad, Âşık Hüsnü gibi halk şairlerinin de etkisinde kalmıştır. Fikirlerine katılmasa da Nazım Hikmet'le Sabahattin Ali'nin sanat yönünü takdir etmiştir.

Serdengeçti Korkuyu Korkutan, Hapishanelerle Barışık Hakk ve Hakikat Adamıydı
Büyük bir dava adamı olan merhum Osman Yüksel Serdengeçti korku nedir bilmeyen, asla gelecek endişesi taşımayan, ele avuca sığmayan, kolay zapt edilemeyen cesur ve mücadeleci bir insandı. Serdengeçti dergisinde yazdığı yazılar yüzünden başı belâdan bir türlü kurtulamamıştır. Onun hapishaneyle ilgili duygu ve düşüncelerini anlattığı "Hapishane Türküsü" adlı şiiri acıklı bir eserdir. Şöyle diyor bu şiirinde: "Yıkılası hapishane damları anam/Yandım Allah yandım, daha mı yanam/İçtiğimiz gözyaşı, ekmeğimiz gam/Yıkılası hapishane damları anam/Yandım Allah yandım, daha mı yanam//Her yeri kaplamış bir kara duman/Geçmiyor, geçmiyor şu kahpe zaman/Bir af çık-mazsa da hâlimiz yaman/Yıkılası hapishane damları anam/Yandım Allah yandım, daha mı yanam//Feryadıma ses vermez, duvarlar dilsiz/Geçiyor baharlar çemensiz, gülsüz/Kötürüm gibiyim ayaksız, elsiz/Yıkılası hapishane damları anam/Yandım Allah yandım, daha mı yanam."
Hayatını Türk-İslâm davasını savunmakla geçiren Osman Yüksel Serdengeçti, yaşlılık yılla-rında da çizgisinden ve mücadelesinden asla vazgeçmemiştir. Son nefesini verene kadar hep aynı çizgide kalmıştır. O, heyecanını hiçbir zaman kaybetmese de yaşlılığın getirdiği fizikî olumsuzluklara dur diyememiştir. Yaşlılık yıllarındaki değişimini bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: "Artık iş kalmadı yârenler bizde/Tökezliyor olduk yazıda düzde/Şairdik, hatiptik, yazardık sözde/Ekmeği yemeğe ağızda diş yok/Dedik ya efendim bizlerde iş yok//Sağ yanım titriyor, sol yanım tutmaz/Nabzım tekler durur, muntazam atmaz/Ayağım bir türlü ileri gitmez/Ağzım her an kuru, gözümde yaş yok/Artık bundan böyle bizlerde iş yok//Yakını uzağı seçemez oldum/Bir ufak hendeği geçemez oldum/Bir bardak soğuk su içemez oldum/Tatlılarda bile lezzet yok, tat yok/Benim bu hâlime takacak ad yok//Yaşıtlarım birer birer ölüyor/Yeşil yaprak kara toprak oluyor/Azrail de baş ucumda soluyor/Üstüme dikmeye ağaç yok, taş yok/Arkamdan vermeye yemek yok, aş yok."
Çıkardığı Serdengeçti dergisinin adını, soyadı olarak kullanan Osman Yüksek Bey yaşadığı sürece hiç kimseye eyvallah etmedi. Her neyi varsa garip gurabayla paylaştı. Biriktirmekten değil paylaşmaktan keyif aldı. Şahsî çıkarlar peşinde koşmadı; hayatını davasına adadı. Hilesiz, hurdasız yaşadı. Hiç kimseye kötü rüya görmedi. Daima yerli ve millî bir duruş sergiledi. Milliyetçiliğiyle, muhafazakârlığıyla ve dindarlığıyla inkişaf etti. Kendi dertlerini unutup etrafındakilerin dertleriyle dertlendi. Ayasofya'nın paslı zincirlerini çözmek için var gücüyle çalıştı. Kendisi yarı aç yarı tok gezerken fakir öğrencilere burs verdi. Nefes aldıkça kötülerle ve kötülüklerle mücadele etti. Yazar-ken ilhamını Allah, vatan ve millet sevgisinden aldı. Halkın ve Hakk'ın yanında ve yakınında durdu.
Ömrü boyunca elif gibi dik duran, şahsî çıkarlarını değil, ümmetin menfaatlerini önceleyen, Allah'tan başkasının karşısında eğilmeyen büyük dava adamı Osman Yüksel Serdengeçti, 1983'ün 10 Kasım'ında Ankara'da vefat ederek çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur. Sonbaharın son günlerinde, başkentteki Cebeci Asrî Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

“RIFKI KAYMAZ” BİR YILDIZ GİBİ KAYDI ÖTELERE…
M.NİHAT MALKOÇ

İnsanız; doğarız, büyürüz, yaşlanırız ve ölürüz… Ömrümüzde bizi bu aşamalar bekler. Bu dönemleri yaşayanlar bir hoş seda bırakarak göçüp giderler sonsuzluk âlemine. Fakat bazıları hoş seda değil de, boş seda bırakırlar. Bu kişiler yaşamayı, nefes alıp vermek kadar basite indirgeyenlerdir. Ne mutlu hoş seda bırakarak ömrünü tamamlayabilenlere!...
Ömür sermayesi tükenen kişi, ölümüne çekiyor iflas bayrağını. Fakat bu iflas, hayattaki ticarî iflaslara hiç benzemiyor. Zira ticarette iflas eden kişiler daha sonra toparlanıp eski konumlarına gelebiliyorlar. Fakat ömür sermayesi tükenince bunun ilavesi olmuyor. Gerçi ömrün tükenişini iflas olarak görmemek lazım… Kişi ömrünü hayırlı işler peşinde geçirmişse, yarınlara yatırım yapmış demektir. Bu da Allah rızasını ve cenneti kazanmayı beraberinde getirir. Allah’ın rızasını kazananlar, bütün sermayelerini kaybetse de yine kârdadır. Çünkü insan dünyaya mal biriktirmeye değil, Allah rızasını kazanmaya gönderiliyor.
Ömür sermayesini tüketip ebedî âleme göçen bir dostun ardından bu düşünceler geçti zihnimin doruklarından. O, ömrünü Allah yolunda sarf etmiş, manevî sahada adete bir verip bin almış bir güzel insandı. Kıymetli yazar ve gönül adamı Rıfkı Kaymaz’dan söz ediyorum.
Rıfkı Kaymaz, Ankara terminalinde kalp krizi geçirmişti. Krizden sonra üç gün daha yaşayarak 60. doğum gününde vefat etti. Böylece ölüm ona son demlerinde acı bir latife yaptı. Şairdi, yazardı, eğitimciydi, her şeyden önemlisi de Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi doluydu. 22 Şubat 1950’de Erzincan’da soluk almaya başlayan bu güzel insan, doğum gününden bir gün sonra 23 Şubat 2010’da son nefesini vererek dünyaya veda etti.
Rıfkı Kaymaz; Erzincan Kurtuluş İlkokulu’nu, Merkez Ortaokulu’nu, Erzincan Lisesi’ni, Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi TDE Bölümünü(1972) bitirmişti. Bir süre Hürsöz gazetesinde Yazı İşleri Müdürlüğünde bulundu. Fakülteyi bitirdikten sonra, Seydişehir Mahmut Esat Lisesi’nde Edebiyat Öğretmenliği yaptı(1972-76). Kısa bir süre Sümerbank Genel Müdürlüğü'nde uzman olarak çalışıp yeniden öğretmenliğe döndü. Ankara liseleri ile Ankara Polis Koleji'nde (1985-90) edebiyat öğretmeni, Ankara Polis Akademisi Türk Dili Okutmanı (1990-98), TBMM'de Milletvekili Danışmanı(1997) olarak görev yapıp 1998’de emekli oldu. Daha sonra Ankara’da özel okullarda öğretmen ve idareci olarak çalıştı.
Merhum Rıfkı Kaymaz becerikli bir insandı. Ortaokul sıralarında başladığı Erzincan bakır el işlemeciliği çıraklığını ustalaşarak geliştirdi. Bu el sanatını, lise ve fakülte yıllarında da sürdürdü. İlk sergisini, Erzurum Halk Eğitim Merkezinde “Bakır Üzerine El İşiyle Türk-İslâm Tezyinatı” adıyla açtı(1972). Bu tür çalışmalarını yurtiçi ve dışında açtığı sergilerle sürdürdü. Geleneksel bakır işleme sanatına hat ve süsleme açısından katkılarda bulundu.
Rıfkı Kaymaz devlet memuruydu. Bundan dolayı dilediği gibi kalem oynatamıyordu, sınırlandırılıyordu. O da memuriyetinden dolayı bir kısım yazı ve şiirlerinde “Abdullah Çınar, Yunus Taner, M. Refik Selimoğlu, Fatih Emre” gibi müstear isimler kullanmıştı. “Üslubu beyan ayniyle insandır” kaidesince yazı ve şiirlerinde kullandığı isimler farklı olsa da üslubu aynıydı ve kendini ele veriyordu. Bir kişi birkaç kişiye dönüşse de hepsinde Rıfkı Kaymaz’ın güçlü inancı, meselelere dinî ve milli bakışı kendini fazlasıyla hissettiriyordu.
Şair ve yazar Rıfkı Kaymaz birçok eserin sahibiydi. Ömrü boyunca hakikatin sesi olmaya çalışmış, dinî ve milli tonda eserler vermiştir. Muştu (1983), Sıla Türküsü - Erzincan'da Bir Kuş Var (1998) onun şiir kitaplarıydı. Rıfkı Kaymaz, çocuk edebiyatı denince ismi zikredilen kişilerden biriydi. “Küçük Çeşmenin Tatlı Suyu” (2000), “Sevginin Gülleri” (2002) adlı kitapları çocuklara yönelik şiirlerinin yer aldığı eserlerdi. O, aynı zamanda öğrenmeye meraklı bir araştırmacı yazardı. “Bütün Yönleriyle Erzincan “(M. Buyruk ve H. Özdemir'le, 1982), “Osmanlı Padişahlarının Tuğraları”(2000) onun araştırma inceleme türünde kaleme aldığı kıymetli eserlerdi. Antoloji ve ansiklopedi sahasında da adından söz ettiren çalışmalar yapmıştı. “Günümüz Yazarlarından Seçme Hikâyeler” (B. Coşkun, S. Er ile, 1987), “Mehmet Akif ve Gençlik”(Abdullah Çınar adıyla, 1987), “Günümüz Şairlerinden En Güzel Çocuk Şiirleri”(1995), “Gençlik Kültür Ansiklopedisi”(2 cilt, S. Er, E. Kücet ile, 1996), “Bir Demet Şiir”(çocuklar için küçük seçki, 2001), “Şiir Defteri”(2003), “Öykü Yağmuru”(2004), “Öykü Sepeti”(2004) bu alanda hazırladığı birbirinden değerli eserlerdi.
Merhum Rıfkı Kaymaz çok yönlü bir kültür ve sanat adamıydı. Birçok dergide onun kaleminden çıkan yazı ve şiirlere rastlardık. “İttihad”, “Bugün”, “Yeni Devir”, “Millî Gazete”, “Doğu”(Erzincan) gazeteleri ile “Adımlar”(1972), “Tohum”, “Hareket”, “Çile” (Diyarbakır), “Millî Gençlik”; kurucusu olduğu “Muştu”(1976-80), “Hisar”, “Mavera”, “Türk Edebiyatı”, “Millî Eğitim”, “Yeşilay”, “Genç İstikbal”, “Irmak”, “Rahmet”, “Tokat Kümbet”, “Kültür-Edebiyat”(1986-87), “Gençlik”(1992-98) dergilerinde birbirinden güzel eserler yayınlamıştı. Daha evvel de belirttiğimiz gibi o, çocuklar için de yazan bir kalemdi. Çocuk edebiyatı alanındaki ürünlerini “Can Kardeş”, “Diyanet Çocuk”, “Somuncu Baba Çocuk” dergilerinde yayımladı. Ankara’da Hedef, Birlik, Arifan radyolarına programlar hazırladı.
Erzincan'da Doğu gazetesinde köşe yazıları, dörtlükleri yayımlandı. Vahdet, Zaman ve Vakit gazetelerinde, haftalık Tutanak ve Yeni Dönem gazetelerinde kültür-sanat sayfaları hazırladı. Çocuklara yönelik yazı ve şiirleri Mavi Kırlangıç, Can Kardeş, Kıvılcım, Diyanet Çocuk, Adak Çocuk gibi çocuk dergileri ile MEB’in ilk ve ortaöğretim Türkçe kitaplarında yer aldı. Türkiye Yazarlar Birliği’nce yayınlanan Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı'nda çocuk edebiyatı üzerine değerlendirmelerde bulundu. Arkın Çocuk Edebiyatı Şiir Yarışmasında “Anneciğim” şiiriyle üçüncülük ödülü aldı(1974). Gökyüzü Yayınları Çocuklara Yönelik Şiir Yarışması’nda “Sevginin Gülleri” adlı eseriyle mansiyon ödülü kazandı(1987). Türkiye Millî Kültür Vakfı ‘Hicret’ konulu şiir yarışmasında ödül alan Rıfkı Kaymaz, 1996’da Trabzon Belediyesi Naat Yarışması’nda birinci olmuştur. Tuzla Belediyesi Gül Şiirleri Yarışması’nda mansiyon(1998), Türkiye Diyanet Vakfı Çocuk Şarkıları, Güfteleri Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı(1999). Rıfkı Kaymaz kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerinde hep önde giden kişilerden biriydi. O, Çocuk Edebiyatçıları ve Sanatçıları Birliği Derneği kurucuları arasında yer aldı. Bu derneğin ve Türkiye Yazarlar Birliği'nin Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu.
Bir kalem erbabı olan Rıfkı Kaymaz’ın temiz ve arı bir Türkçesi vardı. O, bir edebiyat öğretmeniydi. Bu dilin doğru öğretilmesinin ve doğru kullanılmasının mücadelesini vermişti. Öğrencilerin dil konusundaki hassasiyetinin pekişmesi için çok çalışmıştır. O, ses bayrağımız olan Türkçenin kusursuz kullanılmasına büyük özen göstermiştir. Bir şiirinde Türkçeye olan sevgisini şu dizelerle dile getirmiştir: “Sensin benim ruhum, özüm, / Ana dilim, sazım, sözüm, / Elim, kolum, iki gözüm, / Ana dilim, güzel Türkçem. // O, sevincim, gözyaşımdır, / Ana sütüm, can aşımdır. /Yüzyıllardır yoldaşımdır, /Ana dilim, güzel Türkçem”
Rıfkı Kaymaz, Mehmet Akif’i çok severdi. Kaymaz, şiirlerinde hece ölçüsünü ve dörtlük nazım şeklini kullanmıştır. Şiirlerinin çoğunu koşma nazım şekliyle yazmıştır. İyi bir şair olan Kaymaz; şiirlerinde aşk, hoşgörü, bahar, anne, baba, çocuk, doğruluk, dostluk, memleket(özellikle Erzincan), gece, ölüm, peygamber aşkı gibi birçok temaya yer vermiştir. Özellikle anne konusunu sıklıkla işlemiştir. 10’a yakın anne şiirinin olması bunu gösteriyor.
“Zaman, bir ırmak gibi sonsuza akıp gidiyor. Saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar... İnsanoğlu bu zaman şeridinde kendisine takdir edilen ömür diliminde doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor, ölüyor… ‘Gün bugün, saat bu saat.’ Dün geçmiş, yarın ise henüz gelmemiştir. O halde ‘gün’ bugündür. Değerlendirilmesi gereken zaman ‘bugün’dür. Önemli olan saat, bu saattir.” diyen Rıfkı Kaymaz, ömrü boyunca bu sözlerinin ışığında dosdoğru yaşadı.
Rıfkı Kaymaz, sonsuzluğa gidişini ölmeden evvel yazdığı “Gidiyorum” adlı şiiriyle dile getirmişti. Yazımızı şairin bu şiiriyle bitirirken, kendisine Allah’tan rahmet diliyorum:
“Gösterdi hasretine yandığım diyarları
Yalnızlık sana veda ben sevgi kucağına
Gidiyorum sevinçle, oraya gidiyorum
Gidiyorum ümitle sonsuzluk ocağına”

BİR ŞAİR VALİ RIZA AKDEMİR’İN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Uzun ve geri dönüşü olmayan bir yolculuktur ölüm… Kabir kapısına kadar dört kişinin omzunda ötelere yollanmaktır. Muvakkat dünya defterinin kapanıp sonsuz ahret defterinin açılmasıdır. Ölüm, çoğu insanı içten içe yiyip bitiren endişelerin asıl kaynağıdır. Hayatı sorgulamaya sebeptir ölüm… Apansız dünyanın dışına itiliştir belki de…
Ölüm dünyaya göre bir çeşit gurbettir. Onun içindir ki hep hüznü ve matemi çağrıştırır bizlere. Yahya Kemal ““Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” dese de biz yine de soğuk buluruz bu sonsuz yolculuğu… Ölümle birlikte dünyayla olan bağlarımızı da koparırız.
Ölüm dünyaya ait her ne varsa onları geride bırakmaktır. Hayatın sonbaharı ve kışıdır, Hakk dostlarının düşüdür; bir çeşit sonsuzluğa doğuştur ölüm… Doğarken nasıl çıplak doğduysak ölürken de öyle üryan gideriz. Sözün bu noktasında Karacaoğlan’ın şu dörtlüğünü hatırlamamak mümkün müdür: “Üryan geldim gene üryan giderim/Ölmemeye elde fermanım mı var/Azrail gelmiş de can talep eyler/Benim can vermeye dermanım mı var…”
Ölüm duygusu; zihnimizi kemiren, bizi hiç yalnız bırakmayan, adeta gölgemiz olan bir histir. Zira o bizi ne gece, ne de gündüz yalnız bırakır; daima zihnimizin bir köşesinde durur.
Ölüm serviler altında gölgelenmektir. Ölümle birlikte, dünyada kalanlar için anılar devreye girer. Gidenlerin ardından bakakalanlar, iyice yalnızlaşır. Ölen kişi, sanki bir yanımızı da alır götürür beraberinde.... Şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi “Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta/Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız…”
‘Durup dururken bu sözler de neyin nesi’ diyenleri duyar gibiyim. Kıymetli bir şairin, bir gönül dostunun ölümü bizi ölüme dair düşünmeye ve söyleşmeye itti. Şair valilerimizden Rıza Akdemir’den söz ediyorum. Güzel insan, gönül dostu, muhabbet fedaisi Rıza Akdemir, 9 Nisan 2012 tarihinde aramızdan ayrıldı. O, arkasında 25 eser, güzel anılar ve binlerce dost bıraktı. Onun uzun sayılabilecek hayatının kesitlerini gözümüzün önünden geçirelim…
1930 yılında Rize’nin İkizdere ilçesinde hayata gözlerini açan şair valilerimizden Rıza Akdemir, 2012 yılının 9 Nisan’ında Ankara’da hayata kapadı gözlerini. O, ilk ve orta öğrenimini Samsun’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İdari Şubesinden mezun oldu. İlk olarak Samsun’da maiyet memurluğu yaptı. Çorum’un Ortaköy ilçesine kaymakam olarak atandı. Daha sonra Almanya Hükümetinin davetlisi olarak, Federal Almanya’da mahalli idareler üzerinde araştırmalar yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra sırasıyla Sarız, Olur, Niksar kaymakamlıklarında bulundu. 1975 yılında Siirt Valiliğine atandı. Daha sonra İçişleri Bakanlığı’nda Özlük İşleri Genel Müdürlüğü, Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1982 yılında 36 vali arkadaşı ile birlikte emekliye sevk edildi. Büyük Türkiye Partisi’nin ve daha sonra da Doğru Yol Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. ANAP Hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte, tekrar İçişleri Bakanlığına geri döndü. Bu sefer Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulundu. Ardından Balıkesir Valiliğine tayin edildi. Vali Akdemir, 1 Ağustos 1995 tarihinde yaş haddinden emekli oldu.
Merhum Rıza Akdemir, ülkesini ve milletini canından aziz bilen bir vatan sevdalısıydı. O, eserlerinde vatan ve millet sevgisini anlatmıştır. Çocuklara ve gençlere bu asil duyguyu aşılamayı amaçlamıştır. Dr. Nermin Akdemir’le evli olan Rıza Akdemir’in iki kızı vardı. Merhum Rıza Akdemir, Sevinç Atan Hanım’la yaptığı bir röportajda hayatı boyunca ruhunu beslediği kaynaklar ve kitaplar hakkındaki duygularını şöyle özetlemiştir:
“Çocukluk yıllarımda, ilkokul, ortaokul ve lisede, şunu okumanız lazımdır, bunu okumanız gereklidir diye bize Doğu ve Batı edebiyatının yıldızlarını gösteren kimse olmadı. Hangi yollardan yürümemiz, hangi kapıları çalmamız, hangi çeşmelerden su içmemiz, neleri okumamız gerektiğini bilmeden ilkokulda görevli olduğum okul kütüphanesinde ne kadar kitap varsa hepsini tek tek okuyarak, elime geçen her kitabı hiçbir ayrım gözetmeden başladım okumaya. Çok genç yaşlarda Divan edebiyatından da Halk edebiyatından da Batı edebiyatı ve Osmanlı edebiyatından da bir şeyler almaya çalıştım. Bilinçli bir seçim yaptığımı söyleyemem. Bir insanın şu kadar kitap okudum diye öğünmesini son derece anlamsız buluyorum. Önemli olan kişinin okuduklarından neler aldığı ve elinde nelerin kaldığıdır. İşte kültür de budur. Ben dünya uluslarının ve Türk edebiyatının en önemli isimlerini okuyup incelemeye, anlamaya çalıştım. Edebiyatımızda çok sevdiğim şair ve yazarlar olmuştur.
Divan edebiyatında pek fazla yoğunlaştığımı söyleyemem ama Divan edebiyatının güzellikleri ve pırıltısı kaybolmasın istedim ve divan edebiyatını gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla da bir kitap hazırladım. Şu tarz şiiri severim, şunu sevmem, şu edebiyatı buna tercih ederim gibi bir ayırımı pek doğru bulmuyorum. Şiir her kalıpta güzeldir. Gülün her vazoda güzel olması gibi.”( )
Şiirimizin güler yüzlü şairlerinden biriydi merhum Rıza Akdemir… Bugüne kadar millî ve manevî hissiyatı nakış nakış işlediği değişik türlerde 25 eser yayınlamaya muvaffak olmuştu. Bu kitapları okuyanlar, yurt sevgisini kendilerine şiar edinmişlerdi. Onun kitapları Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar tarafından yayınlanmıştır.
Merhum Rıza Akdemir, çok okuyan, az ve öz konuşan mümtaz bir insandı. O, bir Ankara beyefendisiydi. Kaymakamlık, valilik, bürokratlık gibi üst kademe yöneticiliklerinde bulunmuş bir vatan sevdalısıydı. Siirt ve Balıkesir illerimizde valilik görevini başarıyla ifa etmişti. Buralarda halk tarafından da çok sevilmişti. Bir zamanlar başarılı bir bürokrat olarak İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinde de bulunmuştu. 12 Eylül dönemi öncesinde Balıkesir Valisi olarak görev yapmaktaydı. Fakat 12 Eylül’ün değirmeninde o da öğütülmüş, vazifesinden sebepsizce alınmıştır. Merhum Akdemir, şair kimliğiyle önce İLESAM Başkan Yardımcısı olmuş, 2006 senesinde de İLESAM Başkanlığı yapmıştır.
Rıza Akdemir’in en büyük sermayesi kitaplarıydı. O, hayatında okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmemiştir. Makam ve mevki peşinde koşmamıştır. Hayatı boyunca edebiyata büyük bir tutkuyla bağlanmıştır. Kelimelerle dostluklar kurmuş, onları kullanarak duygu evleri inşa etmiştir. Akdemir’in arkadaşı Yavuz Bülent Bakiler onu şöyle anlatıyor:
“Kibar, kibar, kibar bir adamdı. Arkadaşlarına: “Caanım Efendim!” diye hitap ederdi. Elli yedi yıllık dostluğumuz esnasında birbirimize bir defacık olsun kırılmadık. Benim, tarihimize edebiyatımıza karşı biraz merakım vardı. Hiç abartmadan yazıyorum: Hem üniversite yıllarımızda, hem de çok daha sonraki devlet hayatımızda, edebiyatımızı da, tarihimizi de bana ders verecek derecede biliyordu. On beş bin kitaplık kütüphanesi olan devlet adamlarımızdan biriydi. Türkiye’mizde on beş bin kitabı olan kaç aydınımız vardır acaba?... Fakülte yıllarımızda, Rıza Akdemir’in bizden üstün özellikleri vardı. Evvela, kendi gayretiyle, bin yıllık eski alfabemizi öğrenmişti. Bizim, bön bön baktığımız eski Türkçe yazılmış kitaplarımızı, belgelerimizi, şiirlerimizi rahatlıkla okuyup anlatıyordu. Sonra, yabancı dil olarak Almancayı iyi biliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda Alman edebiyatının bazı kitaplarını tercüme ederek dilimize kazandırmıştı. Edebiyat ve tarih konusunda da bizden ve çevresinden, çok daha zengin bilgilerle yüklüydü.
Nesri hitabetinden, hitabeti nesrinden güzeldi. Şaşırtan bir belagatle konuşuyor, insanı çekip-çeviren, imrendiren, kıskandıran bir üslupla yazıyordu. Serdengeçti Osman Yüksel’in o, bir yazıda bir yanlış kelimenin, bir lüzumsuz cümlenin geçmesine tahammül edemeyen kimsenin, Rıza Akdemir’in yazılarını döne döne okuduğuna, o yazıları öve öve göklere çıkardığına kaç kere şahit olmuşumdur. Nitekim, Rıza Akdemir’in daha Samsun Lisesi sıralarında yazdığı yazılarını “Bir Gün Gelecek” ismiyle Serdengeçti Yayınları arasında çıkarmasına birlikte sevinmiştik.”()
Yakın geçmişte ebediyete uğurladığımız Rıza Akdemir, Mehmet Akif Ersoy’u çok seven ve Safahat’ı elinden düşürmeyen bir kişiydi. Çünkü o, aradığını Safahat’ta bulmuştu. Akif sanki onun içinden geçenleri okuyarak mısralara dökmüştü. O, Akif’i çok iyi anlayan ve her fırsatta anlatan sorumlu bir aydındı. Onun fikirleri Akif’le birebir örtüşüyordu. Zira her ikisi de millî ve manevî değerleri önemseyen ve bunlar üzerinde titreyen insanlardı.
Geçtiğimiz günlerde 82 yaşında aramızdan ayrılan Rıza Akdemir, şiiri amaç olarak değil; düşüncelerini geniş kitlelere aktarmak için bir araç olarak görüyordu. Zira şiir iyi bir propaganda aracıydı. Akdemir, şiirin o büyülü atmosferinden yararlanarak yeni nesillere öz benliklerini hatırlatıyordu. O, şanlı geçmişiyle gurur duyuyor ve şöyle sesleniyordu:
“Fırtınalar gibi dilim var benim
Törem var, yasam var, ilmim var benim
Doğusu, batısı bu diyar benim
Önümde baş eğmiş bir sürü devlet
Halklar değilim ben, milletim millet...

Göller alın terim, ırmaklar kanım
Fatih’im ben, Ulubatlı Hasan’ım
Ay yıldızı gök kubbeye asanım
Bir elimde ezel, birinde ebed,
Halklar değilim ben, milletim millet....”
Merhum Rıza Akdemir, şöhret olmak için değil, gençleri bilinçlendirmek için yazıyordu. Yazmaktan tek beklentisi şuurlu nesillerin yetişmesiydi. Onun kaleme aldığı eserler arasında şunları sayabiliriz: “Bir Gün Gelecek, İnci Taneleri, Masal Çiçekleri, Çocuklarımıza Masallar, Dinî Şiirler, Manzum Öğütler, Türk Gençliğine Mektuplar, Adalet(piyes), Çocuk Hikâyeleri, İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, Güldeste, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi... Çevirileri: Şövalyenin Şatosu, Sevimli Kuzu, Şişedeki Cin, Türkmenler Arasında, İnatçı Kız, Şarkıcı Kanarya, Cesur Kız, Vatansız Adam, Yemin...”
Merhum Rıza Akdemir’i tanıyanlar onunla ilgili hep güzel şeyler söylemişlerdir. Değerli şair ve yazar Halistin Kukul, merhum Rıza Akdemir’i şöyle anlatıyor: “Rıza Ağabey, bir başka güzeldi; sevgi doluydu, heyecanlıydı, fikir yüklüydü, muhabbetliydi, fedâkârdı, azîmliydi, çalışkandı... Yüksek bir “İslâmî-millî şuûra sâhip”; dâimâ kılık- kıyafetine itinâ gösteren, kibar; fikri, heyecanı kadar ve heyecanı da fikri kadar mükemmel ve makbûl, ateşli bir hatip, nezakete numûne bir beyefendi insandı. Milletseverdi, vatan severdi, bayrak severdi, insan severdi!.. O, bir kültür adamıydı. Önde yürümesini bilen nadirlerdendi. Gençlik hakkında kitabı olan, sanıyorum ki, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’den sonra ikinci fikir adamı Rıza Akdemir’dir. Başgil Hoca’nın 1949 yılında yazdığı ‘Gençlerle Başbaşa’ adlı küçük, fakat emsalsiz eserinin bir takipçisi olarak, 1977 yılında Damla Yayınevi tarafından neşredilen ve ithafında: ‘Bu eserimi, ‘Güneş sağ tarafıma, ay da sol tarafıma konsa, bu davayı terk etmeyeceğim’ diyen Hazreti Peygamber’in yolunda hak için, bayrak için şehit düşen altmış altı vatan evlâdının ölmez hatırasına adıyorum.’ diye başlayan ‘Türk Gençliğine Mektuplar’ adlı kitabı, başlı başına takdire şayandır.”( )
Akdemir’in, şiirde sanatkârlık ve hüner gösterme diye bir düşüncesi ve kaygısı yoktu. O da Akif gibi ‘Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek’ düşüncesinde bir insandı. Maksadı uyanık ve şuurlu bir nesil oluşturmaktı. Onun en etkileyici şiirlerinden biri de “Şehidin Babası” adlı manzum hikâyesiydi. Bu şiiri okuyup da ağlamayan insan yok denebilir. Akdemir, bu şiirde vatansever bir subayla olan diyaloğunu anlatır. Askerlik şubesinde çalışan bir subayın hatırasına yer verir… O gün şubeye bir yaşlı adam gelmiştir. Adamın geleceğe dair büyük ümitler bağladığı oğlu, terhisine 17 gün kala şehit olmuştur. Şair Akdemir, yaşlı adamın ağzından şehit oğlunun acısını ustaca anlatır. Sonunda yaşlı adam subaya şöyle der: “Şimdi bir sıkıntım var uykularımı bölen,/Şehit olur mu acep vatana borçlu ölen.//Öbür dünyada oğlum belki üzülür buna,/Onun bir tek gün borcu kalmamalı yurduna.//Bu vatana, millete borcu kalmasın beyim,/On yedi gün eksiği yerine ben edeyim.//Bir tek bu umut kaldı hayata karşı bağım,/Bakma yaşlılığıma ben de eski toprağım.//Benim de bayrak tutar, silâh tutar bileyim,/Budur senden son arzum, budur sende dileyim.”
Bilmem sizin gözleriniz nemlendi mi? Rıza Akdemir’e Allah’tan rahmet diliyorum…

SACİT ONAN’IN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Selam durur ölüme yola dizilen ruhlar... Ölüm ki hayatın son durağıdır. Gün gelir onun boynuna sarılırız birer birer… Soğuk olsa da, gülen bir yüzü vardır onun. Zira dostu dosta kavuşturan bir köprüdür ölüm… Ancak o ince köprüden geçenler Cemalullah’a erişir.
Sınırların tükendiği, zamanın donduğu bir âleme yol almaktır ölüm… Sonsuzluğa yelken açmaktır masmavi denizlerden geçerek… Her canlı elbet bir gün tadacaktır lezzetleri acılaştıran ölümü(Al-i İmran 185)… Kimse kaçamayacaktır onun önünden. Hepimizi alacaktır kanatlarının altına. Şefkat nazarlarıyla bakacaktır yüzümüze. Onun önüne düşüp yola revan olacağız. Ne zaman mı? Vaktini ancak bize hayatı bahşeden o yüce Malik bilir…
Ölüm; aslında yok oluş değil, yokluktan silkiniştir. Dünya hayatının anlamını yitirdiği demlerde en büyük sığınaktır ölüm… Zira onun ikliminde soluklanırız sonsuza dek… Ölüm olmasaydı, bir şeylerin eksik olduğu bu dünyada ölümü ne kadar da arzulardık; onu en büyük nimet olarak sayardık. O olmasaydı ruhların uhrevî açlığı nasıl giderilirdi? Bir düşünün!...
Sırası gelen geçiyor o uzun, ince ölüm köprüsünden. Kimler geçmedi ki bu yoldan… “Canlar Canı” da, Firavun’u da bu yoldan geçerek kapattı hayatın perdesini. Hüzünle harmanlandı cümle tebessümler… Biz de aslında yaşamıyor, sonsuzluğa varmak için sıramızı bekliyoruz bu dünya gurbetinde. Dostlarımız birer birer geçiyor o köprüden. “Ayağınızı denk alın, kibirlenmeyin… Dünya bir imtihan yeridir. Bir gün size de sıra gelecektir” dercesine…
İşte yolcusu tükenmeyen, kıyamete kadar da tükenmeyecek olan o ölüm köprüsünden bir dost daha geçti selamet sahiline… O’nu o tok sesiyle tanıdık ve çok sevdik. Gün geldi “Seni de vururlar bir gün ey acı/Uçuşup durduğun kanatlarından” deyip Ferman Karaçam’ın hissiyatına ses oldu. Bir gün “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu” deyip Mehmet Akif İnan’ın Filistin’e dair duygularını yüreklere sindirdi. Bazen de “Akşam erken iner mahpushâneye/Ejderha olsa kâr etmez” diyerek Ahmet Arif’in ruhuna adeta bir ayna oldu. Yine o güzel ses “Yere Düşen Yıldızlar” adını verdiği Filistin şiirleri albümüne sesini ve yüreğini vererek mazlumların acılarını dünyaya haykırdı kararlılıkla...
Yönetmen, şair ve seslendirme sanatçısı Sacit Onan’dan söz ediyoruz dostlar… O da ömrün ahirinde ebediyete yürüyenler kervanına katıldı; O da ruhların mahşerine dâhil oldu.
1945 yılında İstanbul’da, Rumelihisarı’nda başlayan mütevazı bir hayat, 12 Kasım 2010’da yine İstanbul’da son buldu. Yani O, 65 yaşında aramızdan ayrılarak sonsuzluğa yol aldı. O’nun biyografisine göz attığımızda çok dolu bir hayat geçirdiğini görüyoruz:
“12 yaşına kadar babasının devlet görevlisi olması sebebiyle Anadolu’nun doğusundan batısına, çok çeşitli ilçe ve kentlerini dolaştı. Sanat hayatı, 1962 yılında tiyatro ve sinema çalışmalarıyla başladı. İstanbul Şehir Tiyatrosu aktör ve yönetmenlerinden merhum Sami Ayanoğlu’nun gözetiminde dublaj sanatçısı olarak ilk filmini seslendirdi. 4 yıl Türk Sineması'nda yönetmen asistanlığı ve özel tiyatro oyunculuğu yaptı.
1971 yılında açılan sınavı kazanarak TRT’de kadrolu spiker ve redaktör olarak görev aldı. O yılların yabancı belgesellerinden; Savaşan Dünya, Kaptan Cousteau ve İpek Yolu, yerli yapımlardan ise; Toprak ve İnsan, Keçenin Teri, Fırat’ın Türküsü, Su ile Gelen Kültür, Karadeniz’den Çeşitlemeler isimli yapıtlara ses verdi. Kır Yoksullarının Türküsü, Madenlerin Devletleştirilmesi, Balyanın Taşı Toprağı Kurşun ve Güney Antalya Projesi-Yasak Deniz gibi sosyal içerikli belgesellerde ise hem seslendiren hem de yönetmen olarak çalıştı.
Bugüne kadar; reklam filmi yapım ve yönetmenliğinin yanı sıra reklam filmleri seslendirme çalışmalarını da yürüten Sacit Onan, ilk kez profesyonel olarak ‘Yere Düşen Yıldızlar’ adlı Filistin Şiirleri albümüne imza attı. Başarılı yönetmenlik ve seslendirme çalışmaları kariyerine şiir albümünü de eklemiş oldu. 2004 ile 2009 yılları arasında Radyo 7, Marmara FM, Show Radyo ve TV5’te Canlı Yayında ‘Su Tadında’ isimli şiir programı ve yorumculuğunu yaptı. Ayrıca Bursa Olay TV’de ‘Su Tadında -Vaktin Darağacında Şiir’ programını hazırlayıp sunmuştur. Sacit Onan, iki kız çocuk babasıdır.”(1)
Yakın zaman evvel kaybettiğimiz, seslendirme alanında büyük bir değer olan merhum Sacit Onan, şair ruhlu olan bu millete şiiri sevdirdi. Şiir, halk arasında kendine yer buldu. Şiir O’nun billur sesine çok ama çok yakıştı. Nurullah Genç’in ‘Yağmur’ şiirini O’nun güzel sesinden dinleyip sevdik. Sezai Karakoç’un ‘Mona Rosa’ şiiri O’nun sesiyle hayat buldu. Attila İlhan’ın ‘Ben Sana Mecburum’ şiirini mutlaka bir de ondan dinlemek gerekir. O bir yorum ustasıydı. Dublaj deyince akla gelen ilk isimlerdendi. Şiir okurken, seslendirme yaparken vurgu ve tonlamaları yerli yerindeydi O’nunla birlikte dizelere can ve heyecan geldi.
Merhum Sacit Onan, “Suya Düşen Mısralar” da inanç özgürlüğüne vurgu yaptı. Bu şiir albümünde Ahmet Mercan’ın ‘Resmin Söylediği Şarkı’, Mevlana İdris’in ‘Sis Oldu Şarkılar’, Erdem Beyazıt’ın ‘Sebep Ey’, Sezai Şengönül’ün ‘Bilendi’, Abdurrahim Karakoç’un ‘Mihriban’, Mustafa İslamoğlu’nun ‘Sevda’, M. Fethullah Gülen’in ‘Su’, Bestami Yazgan’ın ‘Yollarda Ben Kalırım’, Nurettin Durman’ın ‘Hüznü Atamıyorum Hayatımdan’, İbrahim Kiras’ın ‘A Dark House’, Tayyip Atmaca’nın ‘Gözlerin’, Ferman Karaçam’ın ‘Açelya’ adlı şiirleri O’nun güzel sesinde yeniden hayat buldu. Bu şiir albümünü dinleyenler, şiirin nasıl seslendirilmesi gerektiğine bizzat dinleyerek şahit oldular; farkı fark ettiler.
O, “Yere Düşen Yıldızlar” adlı şiir albümünde de Ferman Karaçam, Nizar Kabbani, Nurettin Durman, Şeref Akbaba, Özcan Ünlü, Ömer Özbay, Mustafa Yürekli, M. Akif İnan, Osman Sarı, Ahmet Mercan, M. Önal Mengüşoğlu gibi şairlerin şiirlerini ustaca seslendirdi.
Sacit Onan bugüne kadar on binin üzerinde belgesele, reklam ve tanıtım filmine ses verdi. Özel yapımları arasında “Ecevit Belgeseli(1975), Cumhuriyet Halk Partisi Belgeseli(1977), Refah Partisi Seçim Kampanyası(1991), İmar Bankası ‘Macit Beni Otomobillendir’ ve ‘Kır At Türkiye’ Belgeselleri(1992), T.C. Sağlık Bakanlığı AIDS Kampanyası(1993), T.C. Sağlık Bakanlığı Sigarayı Bırakma Kampanyası(1993), 1995-2009 yılları arasında 500 Reklam Filmi, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na Sinop ve Samsun Belgeselleri Yapımı(2006), Gülümse Taş Duvar Belgesel Şiir Klibi(2006)” sayılabilir. Bu ve benzeri eserleri, alanında yapılmış özgün çalışmalardır ve büyük bir titizlik ürünüdür.
Merhum Sacit Onan inançlı bir adamdı. Ömrü boyunca onurlu ve dik yaşadı. Birçok insan, dinî hakikatlere O’nun sesiyle vakıf oldu. Pek çok dinî metin O’nun gür sesiyle bambaşka bir mana ve derinlik kazandı. O, Kur’an-ı Kerim Meali’ni baştan sona kadar seslendirerek bu sahada büyük bir hizmet yapmıştır. Bu seslendirme sayesinde nice insanlar Hakk ve hakikat yolunu bulmuş; Kur’an hakikatlerini birinci ağızdan öğrenmiştir. Bu ve bunun gibi nice güzel hizmetler O’nun manevi heybesinin dolmasına vesile olmuştur.
Yıllarını televizyona, sinemaya ve tiyatroya vermiş olan Sacit Onan, sinema sanatçısı Arzum Onan’ın dayısıydı. O, gönül ehliydi; bir tevazu abidesiydi. En güzel ve en seçkin şiir gecelerinin başkahramanıydı… O, sanki vaktinin dar olduğunun şuuru içerisinde yaşadı; ne söylemek gerekiyorsa çoğunu söyledi ve sahnelere veda etti; geride sesinin yankısı kaldı.
Hayat böyledir işte… Gelirsin sevinirler, gidersin üzülürler. Âşık Veysel’in deyimiyle dünya iki kapılı bir handır; biz kullar bu handa gece gündüz gelir gideriz. Menzil bellidir; fakat her nedense birçoğumuz bu son gidişi hesaba katmadan yaşarız. Neticede bir imtihan bu… Herkes nefsiyle, şeytanla ve daha nice şeyle deneniyor. Bu zor imtihanı kimileri kazanır, kimileri kaybeder… Ne mutlu bu imtihan dünyasından alnı ak, yüzü pak ayrılanlara!...
Bir hayat daha son perdesini kapattı dünyaya. Bir fani daha sevdalısına kavuştu. Bir can daha uçtu masmavi göklere ve âlem-i berzaha… Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Camii’nde cenaze namazı kılınan Sacit Onan’ın naaşı Çengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Gür bir ses toprağa gömüldü. Kim bilir belki de şimdi Çengelköy sırtlarından çok sevdiği ve ömrünü geçirdiği İstanbul’u temaşa etmektedir. Belki de İstanbul’a şiirler okumaktadır gece gündüz. O’nun sesini ve gül suretini çok özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.
Dipnotlar: 1)

GÖLLÜBAĞ’IN SOLMAYAN GÜLÜ: SERVET KABAKLI'NIN ARDINDAN...
M. NİHAT MALKOÇ

“Bu dünyaya gelen kişi, âhir yine gitmek gerek,
Misâfirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.”(Yunus Emre)

Türk kültürünün manevî hazinelerinden biri olan Dede Korkut Hikâyeleri’nde, Dede Korkut bu fâni dünya için; “Gelimli gidimli dünya / Son ucu ölümlü dünya” der. Ne kadar doğru bir ifade değil mi dostlar? Dünya hayatı ancak bu kadar kısa ve öz ifade edilebilir.
Dünyaya gelişin gayesini idrak edemeyenler için ölüm öcü gibidir. Oysa hakikatte ölüm, dostun dosta kavuşmasından başka nedir ki? Hakk ve hakikat dostları olan mutasavvıflar, ölüme hep bu pencereden bakarak onu vuslatın eşiği olarak görmüşlerdir.
Kulu ve kâinatı yaratan yüceler yücesi Allah’ını her şeyden çok sevdiğini söyleyenlerin, ölüme soğuk ve ürkütücü bir hadise olarak bakması nerden baksanız bir çelişkidir. İnsanın, dostuna kavuşması niye ürkütücü olsun ki?... Bu olsa olsa bir bayram olur ölen için. Bu hakikati Ankara’mızın manevî dinamiklerinden biri olan büyük mutasavvıf Hacı Bayram Velî bakın nasıl dile getiriyor: “Bayramım imdi, bayramım imdi,/Bayram ederler Yâr ile şimdi…/Hamd ü senâlar, hamd ü senâlar/Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm”
Şüphesiz ki mühim olan, ne kadar yaşadığımız değil, ne uğrunda ve nasıl yaşadığımızdır. Şark’ın gönül ufuklarından bir güneş gibi doğan İranlı şair Sâdî-i Şirâzî, doğumla ölüme dair şu mühim hakikati kulaklarımıza fısıldayarak, dikkatlerimizi ömrün neyle ve nasıl geçirildiğine yoğunlaştırıyor: “Yâdında mı doğduğun zamanlar,/Sen ağlar idin, gülerdi âlem;/Bir öyle ömür geçir ki olsun,/Mevtin sana hande, halka mâtem.”
“Sayılı günler çabuk geçer” derler. El-hak doğrudur. Bütün mesele ağlayarak geldiğimiz bu dünyadan gülerek gidebilmektir. Başka bir açıdan dile getirirsek, bütün mesele doğarken güldürdüklerimizi ölümümüzle ağlatabilmek, ağlanmaya değer olabilmektir.
Bazen insanlar öyle bir hayat yaşar ki onların ölümü birileri için kurtuluş olur. Zira çevresini bîzâr eylerler. Etrafındakilerin hayatını zindana çevirirler. Bu yüzden de ölümleri için dua edilir. Zira onların ölümü, etrafındakilerin kurtuluşu demektir. Bununla ilgili söyleyeni belli olmayan(Lâedrî) enfes bir beyit vardır. Bu beyitte şöyle denir: “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur/Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur”( (Ne kendi rahat etti, ne de halka huzur verdi, Bu dünyadan göçtü gitti, şimdi kabirdekiler düşünsün)
Ölüme dair bunca söz, bir dostun ölümüne girizgâh yapmak için sarf edilmiştir. Yurdundan tez göçen bir can, yürekleri yakan ölüm haberiyle bize bunları ilham etmiştir. Bu güzel insan, ‘zaferler ayı’ olarak nitelendirdiğimiz, göğsümüzü kabartan kutlu ağustos ayının son günlerinde kaybettiğimiz Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı’dan başkası değil.
Bir süredir kanserle mücadele eden Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı, gazeteci-yazar Servet Kabaklı, tedavi gördüğü Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 28 Ağustos 2015 tarihinde hayatını kaybetti. Kabaklı, Sultanahmet Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Mezarlığı’na, amcası Ahmet Kabaklı’nın yanına defnedildi.
13 Mart 1956’da, munis bir bahar gününde Elazığ’da dünyaya gelen Süleyman Servet Kabaklı; ilk, orta ve lise tahsilini Elazığ’da tamamlamıştı. Üniversite öğrenimine 1975’te Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde başlamış, 1981 yılında da Elazığ’daki Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştu.
Servet Kabaklı, gazeteciliğe memleketi Elazığ’da, mahallî Uluova gazetesinde başlamıştı. Aynı senelerde Tercüman gazetesi Elazığ muhabirliği de yapmıştı. Yine o dönemlerde Elazığ ve Yeni Harput gazetelerinde yazılar kaleme almıştı. Tercüman gazetesinin Erzurum bürosunda muhabir olarak çalışmış, aynı zamanda Anadolu Ajansı Erzurum muhabirliği görevinde de bulunmuştu. 1979’da İstanbul’a yerleşerek Tercüman gazetesinin İstanbul’daki merkezinde çalışmaya başlamıştı. 1986’dan sonra kısa bir süre Yeni Haber gazetesinde çalışmış, daha sonra da Türkiye gazetesine geçmişti. Bir süre de Yeniçağ gazetesinde milliyetçi bir bakış açısıyla güncel meselelere dair yazılar kaleme almıştır.
Servet Kabaklı, İstanbul’a geldikten sonra amcası Ahmet Kabaklı’nın yanında ve yakınında olmuştu. 1980’li yıllarda Türk Edebiyatı Vakfı’nda müdürlük ve Türk Edebiyatı dergisinde de genel yayın yönetmenliği vazifesini büyük özveriyle ve başarıyla yürütmüştü.
Servet Kabaklı, 1982 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından röportaj ve seri röportaj dalında yılın gazetecisi seçilmiştir. Daha sonraki yıllarda da Türk Basın Birliği’nin yanında, birçok meslekî ve sosyal kuruluşça “Yılın Gazetecisi” ödülüne lâyık görülmüştür
Şeyhü’l Muharririn Ahmet Kabaklı, 2001’de öldüğünde, amcasının vasiyetine uyarak Türk Edebiyatı Vakfı’nın başına geçen Servet Kabaklı, amcasının bıraktığı hizmet bayrağını zirveye dikmiştir. Amcasının bıraktığı boşluğu, ‘vefalı bir yeğen’ olarak doldurmaya çalışmıştır. Bunda da fevkalâde muvaffak olmuştur. Bu çerçevede Türk Edebiyatı dergisinin başına Beşir Ayvazoğlu gibi bir ustayı getirerek derginin muhtevasını zenginleştirmiş ve fizikî görünümünü mükemmel hâle getirmiştir. Bununla da kalmamış Türk Edebiyatı dergisine Yeni ‘Türk Edebiyatı Araştırmaları’ adında yeni bir dergi eklemiştir. Bu yeni dergide birbirinden kıymetli akademik makaleler okurla buluşmuştur. Kabaklı, evli ve bir çocuk babasıydı.
Kısa sayılabilecek hayatını, inandığı dava olan Türk-İslâm ülküsü ekseninde geçiren, yalpalamayan, dik, diri ve iri duran Servet Kabaklı bir gönül insanıydı. Sohbetinden haz duyulandı. Tıpkı amcası Ahmet Kabaklı gibi, alperen ruhlu bir insandı o. Amcasının davasına sadık kalandı, onun davasını güçlü omuzlarıyla sırtlayandı. Asırlardır birbirine uzak tutulmaya çalışılan Türk dünyasını tebessümle kucaklayandı. Çin zulmü altında inim inim inleyen Doğu Türkistanlıların dertleriyle dertlenendi. Vaktiyle amca Kabaklı için yazdığım şu kırık dökük cümleleri yeğen Kabaklı’ya uyarlayarak tekrar şöyle söylemek istiyorum:
“Servet Kabaklı deyip de geçmemek lâzım. O, bir Harput delikanlısıydı; Göllübağ'ın solmayan gülüydü. Bu milletin son dönem içerisinde yetiştirdiği, kalem namusuna sadık ender aydınlarından biriydi. İyi bir Türk milliyetçisiydi o. Milliyetçilikle Müslümanlığı aynı potada yoğurmuştu. Tabir caizse o, yaygın ifadeyle Ağrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümandı. Hadiselere geniş ufuklardan bakabilen, yazdığını bizzat yaşayan, yaşadığını yazan az sayıdaki aydınlardan biriydi kendisi. Bağnazlığın mahallesine bile uğramazdı. Yüreği vatan ve millet sevgisiyle doluydu. Şahsî çıkarlarını millî çıkarların önüne koymaktan hicap duyardı. O, alperen ruhlu bir insandı. Alpti; çünkü yalınkılıç kıtalar dolaşan, gittiği yerlerde adalet dağıtan cengâver bir milletin evladıydı. Erendi; çünkü mensup olduğu milletin en büyük vasfı Allah yolunda ölmeyi, yaşamaya tercih etmesiydi. Ömrü boyunca mazlum, masum ve mağdurların yanında, zalimlerin karşısında oldu. Güçlüden değil, haklıdan yana tavır takındı. Hakk’ın safından hiç ayrılmadı. O, Türk dünyasının yeni Dede Korkut'uydu.”
Genç sayılabilecek bir yaşta, 59 yaşında vefat eden Servet Kabaklı; vatanını canından çok seven, bizim değerlerimizle değerlenen, ecnebilere benzemeye çalışmayan, yüzde yüz yerli bir aydınımızdı. Kendisini Hakk’a ve hakikate adamış sadık bir mümin ve muvahhitti.
Servet Kabaklı, amcası Ahmet Kabaklı’nın milletimize emanetiydi. Zira son dönemlerin büyük edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı, tek oğlu olan Taner’i genç yaşta kaybetmişti. Kabaklı, Servet Bey’i kendi oğlu gibi sevmiş ve manevî mirasını ona teslim etmişti. Fakat kadere bak ki, usta yazar Ahmet Kabaklı’nın mirasını yarınlara taşıyacak olan bu gönül insanını da ne yazık ki ömrünün ilkbaharında, daha nice güzel hizmetler yapacak bir çağda, sonsuzluğa uğurladık. Ne diyelim, bize bir Müslüman olarak düşen şey, olumsuz gibi görünen bu gibi hadiselere mümin tevekkülüyle yaklaşmak ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Hak şerleri hayr eyler/Ârif anı seyreyler/Zan etme ki gayreyler/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” dizelerinde dile getirdiği yüce nazarlarla bakmaktır.
Yeğen Kabaklı, tıpkı amcası Ahmet Kabaklı gibi milliyetçi ve muhafazakârdı. Son nefesini verene kadar da Türk milletinin hizmetine amadeydi. O, şanlı bir mâziye sahip olan milletimizin değerlerine ve değerlilerine daima sahip çıkmıştır. Bu uğurda adeta gecesini gündüzüne katmıştır. Çoğu zaman kendi dertlerini dert edinmemiş, birçok şeyi sineye çekmiş, çok sevdiği milletinin dertleriyle hemhâl olmuş, bunlarla ilgili çözüm yolları aramıştır.
“Türk Edebiyatı” isimli beş ciltlik şaheseri kültür hayatımıza kazandıran edebiyat tarihçimiz Ahmet Kabaklı vefat ettiğinde Tercüman ve Türkiye gazetelerindeki, özellikle de Türk Edebiyatı dergilerindeki birçok yazısı gün yüzüne çıkarılmamıştı. Onun ölümünden sonra Türk Edebiyatı Vakfı’nın başına geçen yeğen Servet Kabaklı, kültürel mirasını teslim aldığı amcası Ahmet Kabaklı’nın birçok yazısını iki kapak arasına alarak okurlarıyla buluşturmuştu. Bir kısım eserlerinden baskısı tükenenleri de yeniden yayımlamıştı. Bunlar arasında “Mabet ve Millet, Müslüman Türkiye, Kültür Emperyalizmi, Devlet Felsefemiz, Bürokrasi, Şair-i Cihan Nedim, Yunus Emre, Mevlâna, Şairler Sultanı Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Mehmet Akif, Temellerin Duruşması(2cilt), Gönül Seheri, İstanbul Güldestesi, Alperen, Çağlara Hükmedenler, Şiir İncelemeleri, Sınırların Ötesi, Âşık Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tasavvuf-Tarikat-Edebiyat, Türkiye’yi Yoğuranlar, Fatih ve İstanbul, İslâm’la Kaynaşmış Türk Edebiyatı, İrfan ve İnsan, Sanat ve Edebiyatımız, Nerede Ne Yazdı, Bu Dünyadan Kimler Geçti, Ejderha Taşı, Türk Edebiyatı(5 cilt)” sayılabilir.
Servet Kabaklı; amcası Ahmet Kabaklı’nın baskısı tükenen eserlerini yeniden basmakla; dergi ve gazete sayfalarında kalan yazılarını kitap hâline getirmekle kalmamış; “Ayhan Songar, Bahtiyar Vahapzade, Yavuz Bülent Bakiler, Gürbüz Azak, İlhan Bardakçı, İsa Kocakaplan, Necmettin Hacıeminoğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Olcay Yazıcı, Osman Yüksel Serdengeçti, Roger Garaudy, Yağmur Atsız” gibi usta yazarların eserlerini Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları’na kazandırmıştır. Onun gayretleri sayesinde Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları’nın neşrettiği kitap sayısı onlu rakamlardan yüzlü rakamlara ulaşmıştır.
Bir ömür boyunca hak ve hakikat yolunda mücadele eden Servet Kabaklı, Yeni Çağ gazetesindeki köşesinde kaleme aldığı bir yazısında kendini şöyle ifade ediyordu: “Türk Milliyetçisiyim ve bütün gönüldaşlarım gibi Türk İslâm Ülküsü’nün neferiyim.”
Merhum Kabaklı, Dünya Türklüğünün meselelerine çok duyarlı bir münevverdi. Özellikle Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin çektiği sıkıntılar onu derinden üzmüş, tabir caizse yüreğini par(ç)alamıştır. Bu hassasiyetini üzülme noktasında bırakmamış, Doğu Türkistan’ın gönüllü (büyük)elçisi gibi gece gündüz demeden onlar için çalışmıştır. “Servet Kabaklı, Doğu Türkistan davasının Türkiye’deki son temsilcilerinden biriydi” dersek tam da yeridir.
Merhum Servet Kabaklı, Türk-İslâm davasının yılmaz mücahidiydi. Onun Türkiye’ye ve Türk dünyasına daha nice hizmetler edebileceği bir yaşta aramızdan ayrılması, milletimiz için büyük bir kayıptır. Dostları, Türk-İslâm davasının yılmaz neferleri, Türk dünyasının yârenleri onun ani ölümüyle yastadır. Bunlardan biri olan şair Bedrettin Keleştimur, Servet Kabaklı’nın ölümünün ardından şu şiiri kaleme almıştır: “Bu göç yaman göç, içinde çığlığı/Çağlayanım gitti, ‘Servet’im gitti/Harput-Göllübağ’da, dal yere düştü/Ağlayanım gitti, hasretim gitti//Çileye tebessüm eden yüz onda/İçini dışına seren söz onda/Gönül ateşiyle yanan köz onda/Onda, sükût eden hayretim gitti//Bilge kişilerle, bir ömür boyu/Vakfetti yılları, arındı huyu/İlim-hikmet yolunda akarsuyu/Mevla’ya yöneldi, muradım gitti//Niyet, amel, istikamet bir olur/Hayır işlersen, ömür diri olur/Davaların gölgesi iri olur/Yürekten konuşan, gayretim gitti//Garipler konar, göçerdi yurdundan/Gonca gül olur, açardı bağrından/Elazığ, ses vermez bugün çağrından;/Çağrı, Hak katından ‘Servet’im” gitti.”
Millî ve manevî meselelere duyarlı bir aydın olan, milletini ve memleketini karşılıksız seven Servet Kabaklı, bu konularda çok şey söyledi. Eğilmeden ve bükülmeden net tavırlar ortaya koydu. Ömrü yetmediği için, söyleyemediklerinin çoğunu da yüreğine gömerek gitti.
Servet Kabaklı, 29 Ağustos’ta Eyüp sırtlarında, Piyer Loti Tepesi’nin yanı başında, çok sevdiği amcası Ahmet Kabaklı’nın yanında toprağa verildi. O, şimdi çok sevdiği İstanbul’un maneviyat diyarı olan Eyüp Sultan Mezarlığı’nda sonsuzluk uykusunu uyuyor.
Gidenlerin yeri öyle kolay dolmuyor. Fikir kalesinde gedikler açılıyor. Rabbim bu güzel insanların yerini boş bırakmasın. Türk Milleti'nin ve Türk Dünyası'nın başı sağ olsun.

BU ÇAĞIN YESEVÎ'Sİ: SEYYİD AHMET ARVASÎ
M. NİHAT MALKOÇ

Derin ve Derviş Ruhlu Bir Adam...
Bu çağın Yesevi'si olmaya namzet bir şahsiyet olan Seyyid Ahmet Arvasî, 15 Şubat 1932 tarihinde Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde altı kardeşin birincisi olarak dünyaya gelmiştir. Aslen Van’ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Arvasî soyadını da, bağlı bulundukları bu köyün isminden almışlardır. Arvasî'nin babası, Van Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Abdülhâkim Efendi, annesi ise ev hanımı Cevahir Hanım’dır. Arvasî, Van'da başladığı ilkokulu Doğubeyazıt'ta, ortaokulu ise Erzurum'da tamamlamıştır. Lise öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen Okulu’nda başlamış, Erciş Öğretmen Okulu'nu bitirmiştir. Üç yıl Konya'da, üç yıl da Ağrı'da ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Ankara'daki Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlı Pedagoji bölümünden 1958'de mezun olmuştur. Daha sonra öğretmenlik hayatına devam etmiş; Balıkesir Necatibey Eğitim
Enstitüsü, Bursa Eğitim Enstitüsü ve İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde pedagoji öğretmenliği
yapmıştır. Bu süreçte Türk eğitim hayatına büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Hakk ve hakikat âşığı olan Arvasi Hoca, Seyyid’dir. Zira 48’inci göbekte Hz. Ali’ye dayanır. O, Arap kökenli olmasına rağmen Türklüğü baş tacı eylemiştir. Çünkü Türk milleti tarih boyunca İslâm'ın bayraktarlığını yapan ve cihangirler yetiştiren bir milletti. Türk olmasaydı İslâm dünyası ilâhî değerlerini korumada ve yaymada aciz kalırdı. Allah bu şerefli millete İslâm'ın bayraktarlığını yapma ve onu uzak coğrafyalara taşıma şerefini bahşeylemişti.

Hayatın Satır Aralarında Arvasî'ye Göre Arvasî...
Seyyid Ahmet Arvasî, ömrü boyunca Hakk'a ve hakikate ram olmuş, teslimiyet şuuru içerisinde yaşamış, ilmiyle âmil olmuş modern çağların serdengeçtisidir. Arvasî her daim taklitten uzak durmuş, yeni şeyler söylemenin ve ruhî keşiflerin peşinden koşmuştur.
Arvasî, bir serhat şehri olan Van'dan doğan ve bütün Anadolu'yu ısıtan ve ışıtan sönmez bir ülkü güneşidir. Bu güneş, materyalizmin soğuğunda buz tutan yürekleri ısıtmıştır. O; Türklüğüyle alplik, erenliğiyle de İslâm çeşmesinden alabildiğine beslenmiş, bu şuurla güçlü bir alperen sentezi oluşturarak kokuşmanın eşiğindeki çağlara seslenmiştir. Onun kendini ve hayata bakışını anlattığı şu satırlar fevkalâde önemlidir:
“Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıktan gelsin, ister çoğunluktan gelsin, her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında, şanlı Peygamberimizin ‘Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz.’ ve ‘Vatan sevgisi imandandır.’ tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım. İnanıyorum ki hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O hâlde bizler niye bu tarihi misyonumuzu yerine getirmeyelim?”

Arvasî, Çağımızın Ahmet Yesevî’siydi
Hak dostları halk dostlarıdır aynı zamanda. Bunlardan biri olan, Türk-İslâm davasını hayatının mutlak çizgisi kabul eden ve bu çizgide yürüyen kâmil bir insandı Seyyid Ahmet Arvasî… O, çağımızın Ahmet Yesevî’siydi. Zamanın rengine boyanmayan, zamanı İslâm rengine boyamayı gaye edinen tavizsiz bir Müslüman'dı O... Türk-İslâm ülküsünü yoğuran hamurkârların başında geliyordu. Bütün gayreti İslâm’ın sesinin gür çıkmasını sağlamaktı.
Türk-İslâm ülküsünün alperenlerinden biri olan Seyyid Ahmet Arvasî, modern çağın büyük sancılarını gideren fikir mimarlarından biriydi. İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir. Zira İslâm inancıyla Türklük ülküsü et ve tırnak gibidir. Bu hususta Gökalp de “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı görüşü paylaşmıştır.
İslâm, Türkler için biçilmiş bir kaftandı. Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkleri, bazı varlıkları ve özellikle de bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar. Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir. Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:
“Hiçbir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir. Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından birbirine yaklaştırır.”
Arvasî Hoca 1979 senesinde öğretmenlikten emekli olunca, etrafındaki dostlarının ısrarıyla 1979'da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilir. Söz konusu görevine 12 Eylül 1980 ihtilâline kadar devam eder. 12 Eylül 1980’de açılan davalarda, MHP yöneticileriyle yargılanır, Mamak zindanlarında çeşitli işkenceler görür. Fakat çektiklerini ilâhî bir imtihan olarak gördüğü için asla şikâyet etmez. Hiçbir sıkıntı onu gönülden inandığı kutlu davasından döndüremez. Aksine bundan sonra davasına daha bir sıkı sarılır.
Milliyetçi muhafazakâr kesimin yayın organlarından biri olan Hergün gazetesinde, "Türk-İslâm Ülküsü" başlığı altında günlük makaleler yazmaya başlar. Yazılarını Devlet, Doğuş (Edebiyat) Dergisi, Ülkücü Kadro, Nizam-ı Âlem adlı dergilerde devam ettirir. Türkiye gazetesinde memleket meseleleri üzerine çeşitli yazılar yazar. Yazmakla kalmaz evini adeta bir gönül dergâhına döndürür. Zamanın sıkıntılarından bunalanlar teselliyi onun sohbetlerinde bulur. Bu güzel sohbetler insanları hayata ve topyekûn mücadeleye bağlar.

Arvasî Türk-İslâm Ülküsünü Hayatın Gayesi Olarak Görmüş Bir Alperendi.
Fikir namusu deyince akla gelen isimlerin en başındadır Seyyid Ahmet Arvasî. O, insanlığı huzura götüren, ona iki cihan saadeti sağlayan gül yüzlü düşüncelerin sağlamasını ağır bedeller ödeyerek yapmıştır. O, söylediklerini bizzat yaşamış, tefekkür dünyamızda örnek alınabilecek canlı bir model olmuştur. Günümüz gençliği, eğer kendine model bir insan arıyorsa Arvasî onlar için biçilmiş bir kaftan hükmündedir. Çünkü o, ecnebilere hiçbir zaman özenmemiş, kendi olmaya ve kendi kalmaya adeta ant içmiş bizden biridir. O, Anadolu'nun bitmez tükenmez fikir çeşmelerinden doldurmuştur tasını. Tasavvuf düşüncesinin bizdeki baş mimarlarından Hoca Ahmet Yesevilerin, hoşgörüyü bayraklaştıran Mevlânaların ve sevgiyi gönül gönderlerinde bayrak yapan Yunus Emrelerin yolundan gitmiştir soylu yiğit Arvasî.
Seyyid Ahmet Arvasî, Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış, İslâm’ı merkez alan bir Türk alperendir. O, sığ olan ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği asla benimsememiştir. Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehre adeta panzehir olmuştur. O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığını ve tek çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi gibi dört elle sarılışını şöyle izah etmektedir:
“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm ülküsüne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.
Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslâmcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkılmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yok.”

Velût Bir Kalemin Hokkasından Damlayan Can (S)özleri...
Türk-İslâm ülküsünü kendine bir yaşam tarzı olarak kabul eden ve o minvalde yaşayan Seyyid Ahmet Arvasî, ilmiyle âmil velût bir kalemdir. O; yaşadığını söylemiş, söylediğini de eksiksiz yaşamıştır. İlk kitabı, gençlik şiirlerini derlediği Sır'ı 1955 yılında yayımlayan Arvasi, bu kitaptan sonra düzyazıya geçmiştir. O, Türk gençliğine "İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri (1965), Kendini Arayan İnsan (1968), İnsan ve İnsan Ötesi (1970), Eğitim Sosyolojisi (1976), Türk – İslâm Ülküsü (1979-1980), Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz (1982), İlm-i Hâl (1982), Doğu Anadolu Gerçeği (1986), Size Sesleniyorum 1-2 (1989), Şiirlerim (1989), Hasbihâl (6 cilt-1990), Sohbetler (2009), Mamak Günleri (2009), Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler (2009)" adlarında birbirinden kıymetli eserler vermiştir.
Sosyolog, pedagog, eğitimci, yazar ve mütefekkir vasıflarını aynı koltukta taşıyan Seyyid Ahmet Arvasî, kalemin ve kelâmın gücüne inanmış, mâziden güç alıp istikbâle yürüyen güçlü nesillerin yetişmesi için bu gücü her fırsatta kullanmıştır. Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserlerden biri olan "Kendini Arayan İnsan" eserleri içerisinde apayrı bir yere ve öneme sahiptir. 1968 senesinde okurla buluşan bu nadide eser kültür dünyasında büyük yankılar uyandırmıştır. Arvasî bu kitabında gençliğin meselelerini ve buhranlarını dile getirir; akıl, zekâ, hürriyet, varlık ve yokluk gibi kavramları masaya yatırır. Onların üzerinde derin tahliller, analiz ve sentezler yapar. Modernleşme sonrası ferdin bunalımlarına değinir. Bu bunalımlardan kurtulmanın reçetesi olarak millî ve manevi değerlerimizi gösterir. Açlığın sadece mideyle sınırlı olmadığını, beyindeki ve kalplerdeki açlığın kişinin ayakta kalma ve direnme gücünü zaafa uğrattığını belirtir. Gençlerin kafalarında ve vicdanlarında biriken ve onları, beyne saplanan bir kıymık misali rahatsız eden sorulara doyurucu cevaplar verir. O, alanında çığır açan bu seçkin eserinde soyut meselelere somut bakış açıları getirir.

O, Kelimelere Derin Mânâlar Yükleyen Bir Söz Sihirbazıydı...
Seyyid Ahmet Arvasî çok iyi bir hatipti. O, kelimelere derin mânâlar yükler, onları adeta kanatlandırırdı. Güçlü ve ikna edici bir ses tonu vardı onun. Yaşadıklarını ve inandıklarını kalpten söylediği için, sözleriyle insanları çabuk etkilerdi. Ömrünün tamamını hak bildiklerini, başta gençler olmak üzere, tüm insanlara anlatmakla geçirdi. Son nefesine kadar da yazmayı bırakmadı. Çok kıymetli eserler kazandırdı Türk gençliğine.
Merhum Seyyid Ahmet Arvâsî Hoca 1 Mart 1978 tarihinden itibaren Her Gün Gazetesi'nde yazmaya başladığı günlük makalelerle 'Türk İslâm Ülküsü' kitabını vücuda getirmiştir. Söz konusu kitap 10 bölüm ve 559 makaleden oluşmaktadır. Onun üç ciltlik "Türk-İslâm Ülküsü" adlı eseri millî ve manevî değerlerimizi ihtiva eden, Türk-İslâm ülkücüsünün nasıl yaşaması, meseleler karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten manevî bir kılavuz hükmündedir. Bu başucu kitabına ülkücülüğün manifestosu ya da 'Ülkücü Hareketin Anayasası' da diyebiliriz. Zira bu başeseri okuyanlar şuurlu bir Müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisi olurlar. Bu kitap bundan kırk sene evvel yazılmış olsa da, düşmanlarımızın bize bakış açıları ve niyetleri değişmediği için güncelliğini kaybetmemiştir. "Türk-İslâm Ülküsü" adlı eser her kitaplıkta olmalıdır. Seyyid Ahmet Arvasî bu eserinde Türk-İslâm ülkücüsünün ruh portresini veciz sözlerle çizmektedir. Ona göre Türk-İslâm ülkücüleri: "Kendini Allah ve Resulü'nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini, din ve devleti, mülk ve milleti için fedaya hazır, şanlı, mukaddes, ay yıldızlı bayrağın gölgesinde dövüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsüne fani olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu Allah ve Resulünün hizmetine sunulmuş ve küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen kadrolardır. Bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil Allah'ın İslâm âlemine ihsanıdır. "
Farkındalık bilinci oluşturan, idrâkleri besleyen ve basiret nazarlarını keskinleştiren bu kıymetli eseri, şuurlu olmayı dileyen, vatanına sevdalı her Türk gencinin okuması gerekir.

Sözü Fikir Teknesinde Yoğuran Seyyid Ahmet Arvasî'nin Şairliği
Seyyid Ahmet Arvasî daha çok yazılarıyla tanınsa da onun hiç de yabana atılamayacak bir şairlik yönü vardır. Kalem ehli birçok insan gibi o da yazmaya şiirle başlamıştır. “Sır” adlı şiir kitabını 1955 yılında yayımlayan Arvasî, daha sonra nesir sahasına yönelmiş, bu alanda derinleşmiştir. Onun şair olmak gibi bir derdi veya hevesi de yoktur. Şiir yazmaktaki gayesi duygu ve düşüncelerini bu yolla daha etkili kılarak muhataplarına anlatmaktır.
Arvasî ilk şiirini 1948 yılında henüz 16 yaşındayken kaleme almıştır. Kendini şair kabul etmeyen Arvasî, ömrünün ilerleyen yıllarında metafizik ürpertilerini şiir vasıtasıyla dile getirmiştir. O, şiirlerinde yabancılaşma, memleket sevgisi, hüzün, dava ve gurbet gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Şiirlerini daha çok hece ölçüsüyle yazan Arvasî, kafiyenin ahenginden yararlanmıştır. Fakat onda bazen Necip Fazıl'ı andıran soyut ve metafizik söyleyişler görülür. Onun şairliğiyle ilgili şu değerlendirmesi dikkate değerdir: "Vaktiyle şairliğe özenmiş ve yazdıklarımı 'Sır' adını verdiğim bir kitapçıkta toplamıştım. O zaman, 'Ahmet Cezzar Arvasî' imzasını kullanıyordum. 1955 yılında, daha yirmi üç yaşında bir delikanlı iken yayınladığım ve mürettip hataları ile dolu bu kitapçığımı, her nedense hiç sevemedim ve âdeta şairliğe küstüm. Kendimi fikrî çalışmalara verdim."
Bir dava adamı olan Seyyid Ahmet Arvasî'nin "Şiirlerim" adını verdiği ikinci şiir kitabı ölümünden bir yıl sonra Berekât Yayınları tarafından 1989 yılında yayımlanmıştır. 96 sayfadan meydana gelen bu kitapta Arvasî'nin 48 şiiri yer almaktadır. Bu şiirlerde Türk-İslâm ülküsü fikri ağır basmaktadır. Bu şiirlerden birinden alınan şu dörtlükler onun Turancılık idealini yansıtmaktadır: "Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?/Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/Şimdi Hazar uzaktan feryâdımı dinliyor/Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebed?//Nerde bütün Türkeli, Taşkent, Buhara nerde?/Müslüman - Türk ülkesi Büyük Mâvera nerde?/Asya'yı, Avrupa'yı titreten nârâ nerde?/Vatan parçalanınca yüzümüz gülmez elbet//Yüce İslâm âlemi, boyun eğmiş Haçlıya,/Vicdanı yosunluya, elleri kırbaçlıya,/Zaman hasret duyuyor başı hilâl taçlıya,/Nerede kaldı tarih, nerde bizdeki heybet."
Mukaddesatçı bir insan olan Arvasî'nin "Fırtına ve Gece" isimli şiiri bize Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in "Kaldırımlar" şiirini hatırlatmaktadır. Bu şiirde de Kaldırımlar şiirindeki o korku ve endişe atmosferini görebiliyoruz. Bu şiir Kısakürek'ten esintiler taşısa da yer yer özgün imgeleriyle okuyucuyu etkiler: "Yıldızsız bir gece!.. Rüzgâr kudurmuş!.. /Gökyüzü, üstüme çökecek gibi/Karanlıkta biri gizlenip durmuş,/Arkamdan tetiği çekecek gibi//İnmiş yere, göğün gizli ordusu/Sarılmış her yanım, kurulmuş pusu... /Gecenin kabaran bu uğultusu,/Evin çatısını sökecek gibi//Gökyüzünde şimşek, ateş ve alev,/Yeryüzünde bir ben, bir de kerpiç ev/Soluyup uluyor, dışarda bir dev/Bir yumruk camları dökecek gibi."
Ölüm, hayatın mutlak gerçeği olduğu için eli kalem tutan herkesin zihnini bir şekilde meşgul etmiştir. Nice şair ölümle hemhâl olmuştur. Ölümü şiirlerine konu edinen şairlerden biri de Seyyid Ahmet Arvasî'dir. O, şiirlerinde dünya hayatının geçiciliğine ve dünya nimetlerine aldanmamak gerektiğine vurgu yapar: "İşte gördük seni dünya,/Ne gerçeksin, ne de rüya,/Bir resim çizilmiş suya,/Sahte ışık, sahte boya//Âh çocuklar, âh bebekler,/Gonca hâlinde çiçekler/Kanatlanmış kelebekler,/Uçamadı doya doya//Ötelerden ne haber var?/Kim demiş hayat bu kadar?/Mezarlarında yatanlar,/Hayat sürmüş, bitmiş rüya!//Bak yağmura, bak şu suya,/Dağı, taşı oya oya,/Öteleri duya duya,/Akıp gidiyor deryaya//Madde, mânâya anahtar,/Fena, bekâya anahtar,/Toprak, semaya anahtar,/Açar kapıyı Mevlâ'ya."
Seyyid Ahmet Arvasî şairlik konusunda iddialı olmasa da bugün kendini şair olarak pazarlayan bir çok müteşairden çok daha güzel şiirler ortaya koymuştur. Bu şiirlerde maksat sanat yapmak değil, Türk-İslâm ülküsünü şiirin gücüyle yüreklere nakşetmektir. Onun dava şiirlerinin en güzellerinden biri olan 'Dava Marşı' çok etkileyici mısralar içerir: "İnançsız zümreyi yokluk kemirir,/Ezelden ebede her var bizimdir./Kanundur zamanı zaman devirir,/Zamanı kuşatan yer var, bizimdir.//Azmimiz kırılmaz kederle yasla,/Ümidin güldüğü diyar bizimdir/Fenadan korkmayız ölümden asla,/Ölümün öldüğü diyar bizimdir//Maddeye tapmayız ezelden geldik,/Her şeyi kuşatan ebed bizimdir/Çirkini sevmeyiz güzelden geldik,/Arkadaş son zafer elbet bizimdir//Bu dâvâ özüdür İslâmiyet'in,/Bu dâvâ güneşi mazlum milletin,/Bu dâvâ her şeyden, her şeyden çetin/Bu yolda dert, hüzün, gurbet bizimdir"

Söz Mülkünün Taçsız Sultanı Arvasî
Kelimelere ruh üfleyen Seyyid Ahmet Arvasî, mütefekkir bir insandır. Hayat tecrübelerinden yola çıkarak söylediği sözlerin sağlaması yapılmıştır. Onun birçok sözü çerçevelenip asılmaya layıktır. Onun teşhisleri ve kurtuluş reçeteleri bugün için de geçerlidir. Onun derin felsefeler ve kurtuluş çareleri içeren sözlerinden bir kısmını paylaşmak istiyorum: "Kadrolar değişmedikçe, anayasalar, kanunlar, kararnameler ve tüzükler değişse bile bir mânâ ifade etmez.", "Batmayacağına inanarak suya bas, yürür gidersin. Mucize yürüyebilmen değil, inanabilmendir.", " Hayretle gördüm ki bu ülkede Türk kelimesinden ürkenler var. Yine hayretle gördüm ki bu ülkede İslâm kelimesinden ürkenler var. Ve yine ürpererek gördüm ki, bu ülkede Türk ve İslâm kelimelerinin yan yana gelmesinden dehşete kapılan kişi ve çevreler var. ", " İtikat ve ibadete bid'at katan, İslâmiyet'i kendi dar idraklerine göre tamamlamaya kalkan beyinsizler, kendilerine ne ad verirlerse versinler, asla İslâm'a hizmet etmemektedirler.", "Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler yalnız Türklüğe değil, İslâm'a da ihanet etmektedirler.", "İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefi Türk devleti ve Türk milleti olmuştur.", "Kesin olarak iman etmişimdir ki Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse, İslâm dünyası da güçlüdür."

Arvasî "Gel" Emrine Uyarak Çok Sevdiği Rabbine Yürümüştür...
1988 yılının son gününde, yaşlı sayılamayacak bir yaşta, henüz 56 yaşındayken daktilosu başında yeni bir yazı kaleme alırken aramızdan ayrılan Seyyid Ahmet Arvasî, kısa ömrüne çok büyük işler ve hizmetler sığdırmıştır. Ömrü boyunca Türk-İslâm davasının çilesini çekmiştir. Bu uğurda sayısız bedeller ödemiştir. O; dünyaya değer vermemiş, hiçbir zaman makam ve ikbal peşinde koşmamıştır. Hak ve hakikat dostu Arvasî, İstanbul'da Edirnekapı Şehitliği'nde servilerin o loş gölgesinde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.
Ömür de tıpkı mevsimler gibidir. Bahar gençliğe, yaz orta yaşlılığa, sonbahar ihtiyarlığa, kış ise ölüme karşılık gelir. 57 yaşını göremeyen Arvasî, ömrün henüz yaz mevsimindeyken terk-i dünya etmiştir. Yaşasaydı kim bilir ne büyük eserler vücuda getirecekti. O, ölüm ve metafizik ürpertiler içeren şu dizleri söyledikten sonra "Gel" emrine uyarak çok sevdiği Rabbine yürümüştür: "Bahar geldi açtı güller/Yaprak bana gel gel dedi/Bulandı deryalar göller/Irmak bana gel gel dedi//Kabuktan ermeli öze,/Can kurban mânâlı söze,/Aldırma sen kaşa, göze/Dudak bana gel gel dedi//Ecel bakmaz saça, başa, /Aldırmaz oğul, kardaşa,/Eriştim ben de bir yaşa,/Toprak bana gel gel dedi"
Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir, sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu, peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcisi Seyyid Ahmet Arvasî’yi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

İSTANBUL'DA BİR SEMTE ADINI VEREN ÂLİM: ŞEYH EBÜ’L- VEFÂ
M. NİHAT MALKOÇ

“Dostunda kusur görme,/Ak yüze kara sürme,
Başına çorap örme,/Derviş olayım dersen.
Haram lokmayı yutma,/Hiç kimseye kin tutma,
Şeyh Vefa’yı unutma,/Derviş olayım dersen.”

Zamane insanlarının vefasızlığından yakındığımızda "Vefa bazıları için bir semt adıdır" deriz. Peki bu semtin adının nereden geldiğini kaçımız biliriz? İşte bu yazımızda bu kadim semte adını veren bir Allah dostundan, Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü'l Vefâ 'dan bahsedeceğiz. Onun din-i İslâm'a hizmetlerinden, hikmetli davranışlarından bahis açacağız.
İstanbul’un tarihî bir semtine adını vermiş olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü'l Vefâ, rivayetlere göre Konya'da doğmuştur. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, vefat tarihi hicri 896’da, Ramazan ayının ilk Pazartesi günü, milâdi 1491 senesidir. Babası Ahmed Sadri Efendi'dir. Bu Hakk ve hakikat dostu, Zeyniyye tarikatının Vefâiyye kolunun kurucusudur. Kendisi "Vefâ, İbnü'l Vefâ, İbn Vefâ, Vefâzâde, Ebü’l-Vefâ" gibi lakaplarla anılır. "İbnü'l Vefâ" "vefanın babası" demektir. Mutasavvıf bir şair olan bu Allah dostu, şiirlerinde "Vefâ" lakabını sıkça kullanmıştır. "İbn Vefâ" lakabını annesinin adı olan Vefâ’dan aldığı söylenir. Şeyh Vefa Hazretleri Konya'da doğduğu için Vefa Konevî olarak anılmıştır.
İstanbul'da Vefa semtine adını veren, Fatih Sultan Mehmet devrinin meşayihlerinden biri olan Ebu'l Vefa, dönemin hatırı sayılır, büyük âlimlerindendir. Doğduğu yer olan Konya'da okumuş ve orada velilik makamına erişmiştir. Konya'dayken çok sayıda talebesi onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. Konya'daki talebeleri arasında Karamanoğlu İbrahim Bey de vardır. Çok ibadet eden Şeyh Vefa, Kur'an'ın sadık bendelerinden biriydi.
İstanbul'un fethedilmesi bütün Müslümanlar gibi, Ebu'l Vefa'yı da çok mutlu eder. O, Hac farizasını yerine getirdikten sonra İstanbul'a gelir ve bugünkü adıyla Vefa semtine yerleşir. O, buraya geldiğinde semtin nüfusunun çoğunluğu Rumlardan oluşmaktaydı. Onlara sevgi ve hoşgörüyle davranan Şeyh Vefa, birçok kişinin hidayetine de vesile olmuştur. Rum ahalisi de ona büyük saygı ve hürmet gösterir. Onun Muhammedî ahlâkından etkilenenler, hiç tereddüt etmeden İslâm'ı seçerler. Zira o, ilmiyle âmil bir Allah dostuydu. Onu görenler, onun sadık talebesi olmak için adeta birbirleriyle yarışırlar. Birçok şair, müzisyen ve âlim onun ziyaretine gelerek kendisinin vaaz ve nasihatlerinden istifade eder. Bu arada Konya'dan talebeleri de gelir yanına. Bunlar arasında bürokratlar, askerler ve paşalar da vardır.
Şeyh Ebu'l Vefa aynı zamanda tarikat ehli bir şairdir. Allah ve peygamber aşkını gönüllere nakşeden bu Hakk dostunun şiirleri çok beğenilmiş, yıllarca ilâhî olarak okunmuştur. Bu şiirlerden birinde canından çok sevdiği Peygamber Efendimizi şöyle anlatır: "Mefhari cümle cihansın ey şefaat madeni/Mekke’de doğdun Medine içre kıldın meskeni/Vuslatınla biz fakiri eyle mesrur Yâ Gani/Düştü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular seni/Cürm-ü isyan ile geldik şanına düşen kabûl/Hem şefaattir ricamız hazretinden Yâ Resul/Reddedip bizi kapından etme sultanım melul/Düştü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular seni/Enbiyanın serverisin Yâ Muhammed Mustafa/Nur-i vechin perveri hep âleme verdi ziya/Asitanında kulundur bu imam-ı Şeyh Vefa/Düştü gönlüm Yâ Muhammed Mustafa"
Ebu'l Vefa'nın eserleri şunlardır: "Makâm-ı Sülûk"(Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe manzum bir eserdir), Şâz-ı İrfân(Türkçe ve manzum bir eserdir), Evrâd-ı Vefa(Dua ve zikirlerden oluşan nesir bir eserdir), Risale-i Manzume-i Şeyh Vefa(Arapça şiirleri yer almaktadır), Rûznâme-i Vefâ(Yaşadığı dönemin güncel olaylarını aktarmıştır)
İlâhî aşkın ateşiyle yanıp tutuşan Şeyh Ebu'l Vefa Hazretlerinin dilinden düşürmediği şu duası ne kadar da manidardır: "Ya Allah!Dünya ve ahirette karşılaşacağım her bir korku için “lailahe illallah”ı, her keder ve üzüntü için “maşaallah”ı, her bir nimet için “elhamdülillah”ı, hayret verici her şey için “subhanallah”ı, her bir günah için “estağfirullah”ı, her darlık için “hasbunallah”ı, her bir ölüm ve musibet için “inna lillahi ve inna ileyhi raciun”u, her bir kaza ve kader için “tevekkeltu alallah”ı, her bir itaat ve isyan hareketi için “la havle vela kuvvete illa billahil aliyyul azîm”i hazırladım. Ey Rabbim... Bize arttır da eksiltme, bizi şereflendir de hor ve hakir kılma, bize ver de mahrum bırakma, bizi seç de üzerimize ihtiyar etme. Bizden razı oluver, bizden kabul eyle. Ey Kerem sahibi! Ey esirgeyenlerin en merhametlisi! Duamı kabul eyle. Hamd alemlerin Rabbine mahsustur."
Çağ Açıp Çağ Kapayan Fatih'in, Dergâhın Kapısını Açamamasının Hikmeti.....
Büyük Fatih, 1453'te İstanbul'u Bizans'tan alarak yeni bir çağı başlatmıştır. Dünyanın gözü onun üzerindedir. Fatih Sultan Mehmet’in, fetih sonrası İstanbul’a çağırdığı yüzlerce ilim ve mâneviyât büyüğü arasında, Şeyh Vefa Hazretleri de vardır. Harabe sayılabilecek bir Bizans semtine yerleşen bu Allah dostu, burayı kısa sürede mamur hâle getirmiştir.
Günümüzde "Vefa" adıyla anılan semt, Şeyh Vefa Hazretlerinin bir hatırasıdır. O, burada kurulan medresede bir taraftan talebelere ders vermiş, bir taraftan da ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatıp onların gönüllerini fethetmiş ve onların Müslüman olmalarında rol oynamıştır. Bu köhne semt bu Hakk ve hakikat dostunun buraya gelmesiyle bir ilim, hikmet, maneviyat ve ilâhî aşk merkezi olmuştur. Burada yüreklere birlik, beraberlik ve kardeşlik tohumları ekilmiştir. Bu büyük Hakk dostu bu semte manevî imzasını atmıştır.
Şeyh Ebu'l Vefa Hazretlerinin ardından nice ibretli rivayetler anlatılmıştır. Onun İstanbul'a gelişinin hikâyesi de pek enteresandır: "Hac görevini yerine getirmek için memleketi Konya’dan Antalya’ya, oradan da Mısır’a geçmek için gemiye binen Şeyh Vefa, kız kardeşiyle birlikte Rodos korsanları tarafından esir düşürülür. Olayı duyan Karaman Emiri İbrahim Bey fidye karşılığında Şeyh Vefa ve kız kardeşini esirlikten kurtarır. Olayın ardından İstanbul’a yerleşen Şeyh Vefa, burada ibadetle meşgul olur. Burayı bir aşk diyarına çevirir. Fatih Sultan Mehmet de Şeyh Vefa adına semte bir çeşme ve çifte hamam yaptırır. Herkesin Şeyhi çok sevdiği bu semt, kısa süre sonra Vefa adıyla anılmaya başlar ve günümüze gelir.
Ebu'l Vefa sıra dışı bir insandı. Rivayetlere göre Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin'in olmadığı günlerden birinde Şeyh Ebu'l Vefa ile tanışmayı murat eylemiştir. Fakat incelik göstererek şeyhi huzuruna çağırmak yerine, o şeyhin huzuruna gitmiştir. İstanbul'un manevî dinamiklerinden biri olan Ebu'l Vefa, İstanbul'u fethederek çağ açıp çağ kapayan koca Fatih Sultan Mehmet'i dergâhının kapısından döndürmüştür. Bu durum farklı zamanlarda üç defa cereyan etmiştir. İlk bakışta bu bir kibir işareti olarak görülse de hakikat çok farklıdır. Gelin bu enteresan hikâyeyi bir dost kalemden dinleyelim:
"Fatih Hazretleri, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı. Bir gün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu'l-Vefa Hazretleri'ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı. Hünkâr üzüldü. Rengi soldu. İçeride Ebu'l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden "Bu ışın sırrı nedir?" diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellîsine mazhar olan zata kapatılmıştı'? Fatih, mahzun bir şekilde geri döndü. Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.
Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkâr, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu'1-Vefa Hazretleri'ni ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr'ın dehşeti arttı. Yaverine: "Kemal-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne acep bir hâldir?" dedi. Yaver huzûra girdi. Ebu'1-Vefa Hazretleri yavere dedi ki: "Hünkârımız Fatih'in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim alemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez. Lakin bu mülk ve ümmet O'na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip onun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz. Sonra; ruhu buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek. Dula, yetîme, garibe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkânlar, buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..
Hünkârımız Efendimiz'e bizler buradan dua ve teveccüh hâlindeyiz.. Gönlümüz, gönlünün içindedir..." buyurdu. Yaver huzurdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr'a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu: "Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?" Yaver: "Hünkârım Ebu 1-Vefa Hazretleri, Bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu " dedi. Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir aleme döndü. Gözleri nemlenerek, bahar dallarında biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Onunla hayat boyu bir daha görüşmek kendisine nasip olmadı. Vaktaki Fatih'in vefatı haberi gelince, Ebu'l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkâr'ın cenaze namazını kıldırdı."(Fatih Sultan Mehmet Han- Osman Nuri Topbaş-Altınoluk Dergisi, Ağustos 1996)
Ruhları Dirilten Manevî Bir Atmosfer: Şeyh Vefa Külliyesi
İstanbul'un maneviyat merkezlerinden biri de kısa zamanda bir ilim merkezi hâline gelen Şeyh Vefa Külliyesi'dir. Burada edebiyat, güzel sanatlar ve musiki de icra edilir. Söz konusu külliye cami, medrese, hânekah, çifte hamam, imaret, tabhane, kütüphane, çeşme ve türbe gibi çeşitli unsurlardan meydana gelmektedir. Şeyh Vefa Camii ve çifte hamamı, Fatih Sultan Mehmet tarafından,devrin ileri gelen mutasavvıflarından ve Zeyniyye tarikatı şeyhi Muslihuddin Mustafa Efendi adına yaptırılmıştır. Asıl cami ve hamam yıkılmış olup, cami önündeki hücre (şeyh odası), türbe ve medresenin bir kısım duvarları ile bir çeşme, günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Fatih zamanında oluşturulmaya başlanan Şeyh Vefa Külliyesi, Sultan II. Bayezid zamanında yapılan ilâvelerle geniş bir külliye hâline getirilmiştir.
Külliyenin önemli binalarından biri Şeyh Vefa Camii'dir. Cami külliyenin merkezinde yer almaktadır. Caminin güneyinde mihraba bitişik bir hücre, caminin güney batısında Şeyh Vefa Türbesi, kuzeyinde ise muhtemelen “U” şeklinde cami ile ortak avlulu medrese ve hânekah yer almaktadır. Şeyh Vefa Camii’nin 881/1476 tarihinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Fatih tarafından yaptırılan cami 1757'de köklü bir onarım geçirmiştir.
Şeyh Ebu'l Vefa beş asırdan beri İstanbul'un manevî misafiridir. İstanbul'un tarihî bir semtine ismini veren Şeyh Ebu'l Vefa’nın türbesi kendi ismi ile anılan caminin haziresinde bulunuyor. Hazirede yaklaşık 450 kabir mevcuttur. Bunlardan ancak birinde Zeyniyye tarikatına mensup mezar taşı şekline rastlanmaktadır. Şeyh Vefa haziresinde bulunup gözden kaçırılan yapılardan birisi Lala Paşalar Türbesidir. Batı hazirede yer alan bu türbede Lala Mehmed Paşa, Lala Ramazan Paşa ve bir kişi daha medfun bulunmaktadır.
Maneviyat mimarı Şeyh Vefa’nın türbesi, caminin güneyinde, Vefa Caddesi’ne açılan kapının yanında yer almaktadır. Kitabesine göre bu türbenin 896/1491 senesinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla münavebesiyle bina edilen kare planlı türbe, Bursa üslubu inşa geleneğini sürdürmektedir. İçte de kare plan şemasını muhafaza eden türbenin üstü ahşaptan ters tavanla örtülüdür. Türbenin ortasında, birisi İbnü’l-Vefa hazretlerine ait, beş sanduka yer almaktadır. Sandukalardan ikisinin Şeyh Vefa’nın halifelerinden Şeyh Ali Efendi ve Şeyh Davud Efendi’ye ait olduğu bilinmektedir.
Köhne bir Bizans semtini, gelişiyle bir maneviyat merkezi hâline getiren Şeyh Ebu'l Vefa'nın Türbesinde şu beyit yazılıdır: "Muktedây-ı ehl-i mânâ, Muslihiddin Ebu’l-Vefâ/Uyûn-i uşşâka hâk-i merkadidir tûtiyâ" (Anlamı: Muslihuddîn Ebü'l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir.)
Bu dünyadan her fâni gibi bir Şeyh Ebu'l Vefa Hazretleri gelip geçti. O, 1491 senesinde, geride binlerce talebe bırakarak ebedî âleme göçtü. Bütün Hakk ve hakikat dostları gibi o da gök kubbede hoş bir seda bıraktı. Fatih Sultan Mehmet'in cenaze namazını kıldıran Ebu'l Vefa'nın cenazesine dönemin padişahı Sultan Beyazıt da katılmıştır. O öyle yüce ruhlu bir insandı ki ölümünün ardından sadece müminler değil, gayri müslimler de gözyaşı dökmüştür. Allah kendisini cennetiyle ve cemaliyle müşerref kılsın.

HUZUR SOKAĞI'NDAN GEÇİP HUZURA VARAN YAZAR: ŞULE YÜKSEL ŞENLER
M. NİHAT MALKOÇ

Sonsuzluğa Açılan Kapıdır Ölüm...

Ölüm her geçen gün yalnızlaştırıyor bizi. Gidenler, sadece acı tatlı hatıraları bırakıyor arkalarında. Ağacın dalları kökten beslenemeyince bir anda kesiveriyor meyve vermeyi. Gürül gürül akan çeşmeler kuruyor, mis kokan güller susuzluktan boynunu büküyor, bulutlar ağlamayınca da gönül toprağı çölleşiyor. O, çok anlam verdiklerimiz anlamını kaybediyor.
Hakikatte ölmüyor, sonsuza doğuyor insan. Sadece dünyaya açılan penceremiz kapanıyor. Zira ölüm bu ara âlemden(hayal âleminden) ana âleme doğuşun müjdecisidir. Gördüğümüz rüyadan mutlak hakikate uyanmaktır ölüm. Bu dünyevî(süflî) yaşamdan, uhrevî(ulvî) yaşama intikal etmektir. Nefes aldıkça ürktüğümüz, gelmesini pek de istemediğimiz ölüm, sonlunun sonsuza dönüşmesinde bir milâttır; güzel bir başlangıçtır.
İlâhî huzura giden yolda bir durak olan ölüm, en büyük ayet olarak duruyor karşımızda. O, bastığımız zeminin ne kadar çürük ve eğreti olduğunu gösteriyor bizlere.
Ne bir an öne alınabilen ne de bir an ertelenebilen bir vakıa olan ölüm; bizleri nefsimizle muharebeye ve de gönlümüzle muhasebeye çağırıyor. O, kaçınılmaz bir gerçek olarak bize şah damarımızdan daha yakın duruyor. Biz o küçük aklımızla onu hep öteliyoruz.

Bir Mücahide Hanım'ın Tercüme-i Hâli

"Huzur Sokağı" romanıyla, başta gençler olmak üzere, geniş kitlelerce tanınan ve sevilen yazar Şule Yüksel Şenler Hanımefendi'nin 28 Ağustos 2019'da dar-ül fenadan dar-ül bekaya irtihal etmesi beni ölümle ilgili böyle bir girizgâh yapmaya memur ve mecbur kıldı.
Türk romanına farklı bir bakış açısı kazandıran Şule Yüksel Şenler 29 Mayıs 1938 tarihinde, Kayseri'de; modern diye tabir edilen bir ailenin içinde doğmuştu. O; Kıbrıslı bir anne babanın üçü kız, üçü erkek olmak üzere altı çocuğundan biridir. Babası, o doğmadan evvel İstanbul'a göç etmişti. Babasının memuriyeti nedeniyle yurdun dört bir tarafını dolaşmışlar. Bu çerçevede altı buçuk yaşına kadar Karabük'te kalmış, çocukluğunu orada geçirmiştir. Daha sonra İstanbul'a yerleşmişler, oradan bir daha da ayrılmamışlar.
Şule Yüksel Şenler, ortaokul ikinci sınıfa kadar okumuş, ailevî nedenlerden dolayı okulu bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Fakat okulu bıraksa da kitabı ve okumayı hiç bırakmamıştır. Öyle ki yerli eserlerin yanında yabancı eserleri de okumaya gayret etmiştir. Uzun ve ısrarlı okumalar, onun ruh dünyasında büyük etki oluşturmuş; bu, zaman içerisinde ete kemiğe bürünme noktasına gelerek yazma eylemini ateşlemiştir. Önceleri kısa bir şeyler yazarak onları yakın çevresindeki arkadaşlarla paylaşmış, o kişilerin takdirini kazanmıştır.

Batı'ya Gidip de Doğu'ya Varanlardandı Şule Yüksel Şenler...

Mazbut ve modern sayılabilecek bir ailede yetişen Şule Yüksel Şenler'in değişiminde ve dönüşümünde ağabeyi Özer Bey'in tesiri büyüktür. Fakat önce ağabeyi okulundaki İslâmcı arkadaşlarının etkisiyle belli bir değişim ve dönüşümden geçmiştir. Arkadaşlarının sohbetleri, hâl ve hareketleri Şule Hanım'ın ağabeyini çok etkilemiştir. Öyle ki ağabey Özer, evde namaz kılmaya başlamıştır. Bu durum Şenler ailesinde biraz alayla, biraz da endişe ve tedirginlikle karşılanır. Baba, oğlunun kandırıldığını düşünerek ona nasihatlerde bulunur. Bu idealist delikanlı, namaz kılmakla kalmaz; bu sefer de annesinin örtünmesi için ona adeta yalvarır. Olumsuz tepkilerle karşılaşan ağabey, Allah rızası için hem okulunu hem de evi terk eder.
O yıllarda henüz İslâmî bir şuura sahip olmayan Şule Yüksel Şenler; Özer ağabeyinin, inancı uğruna her şeyi elinin tersiyle bir kenara itişinden ve dirayetinden fevkalâde etkilenir. Kardeşini içten içe takdir eder; ama ailesinin tepkisinden çekinerek bunu ona yansıt(a)maz. Şule Yüksel Şenler o sıralarda kardeşi Gonca Gülsel'le birlikte bir kadın dergisinde yazmaya başlamıştır. Köşesinin adı "Duyuşlar"dır. Bu köşedeki yazılar gazetenin okuyucu sayısında hissedilir artışlara neden olur. Fakat gazetenin sahibesi hanım, onların dinî konularda yazmalarından hiç de hoşnut değildir. Onları gerici bulmaktadır. Fakat gazetenin satışları ciddi miktarda artınca onları gazeteden kovmaya cesaret edemez. Fakat Şenler kardeşler memnuniyetsizliği hissedince gazeteden kendileri ayrılır. Şule Yüksel Hanım'ın aynı zamanda "Yelpaze" adlı bir gençlik mecmuasında da ara sıra yazıları yayımlanmaktadır.
İslâmî düşüncelerinin gazete sahibesinin tepkisini çekmesinden dolayı, yazmakta olduğu haftalık gazeteden ayrılan Şule Yüksel Şenler, bu sefer de Yeni İstanbul gazetesinin gençlik köşesinde yazmaya başlar. Söz konusu gazetede Türk romancılığının mühim simalarından biri olan Peyami Safa gibi dev milliyetçi kalemler de yazmaktadır.
Gayretli ve mücadeleci bir insan olan Şule Yüksel Şenler, bu dönemde yazarlığın yanında Bakırköy'de Ermeni bir terzinin yanında çalışmaya başlar. Kısa zamanda bu alanda derinleşir. Moda dergilerini takip ederek tasarım işine girer. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan başörtüsü modelini oluşturur. Çevresindekiler bu örtüye "Şulebaş" adını verirler.
Entelektüel birikimi ve hitabeti çok iyi olan Şule Yüksel Şenler, 27 Mayıs 1960 İhtilâli'nin ardından, düşüncelerini benimsediği ve kendine yakın bulduğu Adalet Partisi'ne girer. Kısa zamanda Bakırköy Gençlik Kolları Kültür-Edebiyat Kolu Başkanı olur.

İmanlı Gençliğin Sesi: Seher Vakti Dergisi Yahut Bir Kalemin Dik Duruşu

Şule Yüksel Şenler 25 yaşındayken, abisi Özer Bey'in yönlendirmesiyle katıldığı dinî bir toplantı onu derinden etkiler. Fakat o, bu tarz toplantılara modern giyimiyle devam eder. Alışkanlıklarını değiştirmesi kolay olmaz. Bu yüzden kapanması için iki yıl daha geçmesi gerekecektir. Nitekim 27 yaşında tesettüre bürünür. Şenler, 1967'de "İslâm Kadınına Hitap" başlıklı bir yazı yazarak, abisinin vasıtasıyla Mehmet Şevket Eygi'ye gönderir. Bu yazı Yeni İstiklâl gazetesinde manşetten yayımlanır. Genç kızlara, sözde modern hayatı dayatan Türk Kadınlar Birliği bu yazı yüzünden Şule Yüksel Şenler'i mahkemeye verir. Fakat o beraat eder.
Lâik ve Batılı bir dünya görüşüne sahip olduklarını söyleyen, sözde modern çevreler İslâmî duruşu yüzünden Şenler'in yakasını bir türlü bırakmaz. Onlar saldırdıkça Şenler'in namı yürür. Bundan sonra gazetesinde, özellikle kadınlara yönelik İslâmî içerikte köşe yazıları yazmaya başlar. Bu yazılar kısa zamanda okuyucular tarafından büyük rağbet görür.
Merhum Şule Yüksel Şenler 15 Kasım 1969’da “İmanlı Türk Gençliğinin Sesi” ifadesini kendisine slogan olarak belirleyen "Seher Vakti" dergisini çıkarmaya başlamıştır. İlk sayısına Şenler’in “İdeal Gençlik” başyazısıyla başlanan dergide, “Genç Kızlar”, “Gençlik Hadiselerine Toplu Bakış”, “İslâmî İlimler Akademileri”, “Sizin İçin”, “Tarih ve Dünya Çapında Bir Fikir Savaşı”, “Çocuk Dünyası”, “Okuyucu Postası” bölümlerine sürekli olarak yer verilmiştir. Bunun yanında söz konusu dergide “Allah”, “Tabiat”, “İlim ve İnsan”, “Kısa Kısa”, “Okuyucuya Mektup”, “Okuyucudan Mektup”, “Fikir Meydanı” gibi bölümler de ilgiyle takip edilmiştir. Dergide Ali Kemal Belviranlı, Musa Kavgacı, Gonca Gülsel Şenler, Osman Kültür gibi kişilerin şiirleri ve yazıları yayımlanmıştır. Dergi sayfalarında Ali Ulvi Kurucu, Gustave Le Bon ve Alexis Carrel gibi isimlerin de eserleri yer almıştır.Aylık olarak yayımlanan Seher Vakti, 1 Temmuz 1971’de 22. sayısıyla yayın hayatına son vermiştir.

Elif Gibi Dik Duran Bir Dava Kadınının Hapishane Yılları

İslâm davasının kadın kahramanlarından biri olan Şule Yüksel Şenler, Papa'nın Türkiye ziyaretinde kendisine gösterilen aşırı ilgiye çok üzülür. Bir Müslüman nasıl olur da haçlı zihniyetinin başı olan bir kişiye bu derece kıymet verir? Bu vahim durum karşısında hayretini ve şaşkınlığını gizleyemez. Bununla ilgili olarak "Ağlayın Ey Müslüman Kardeşlerim Ağlayın" adlı yazıyı kaleme alır. Söz konusu yazı "İmanlı Türk Gençliğinin Sesi" mottosuyla okuyucuyla buluşan Seher Vakti dergisinde yayımlanır. Zamanın cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bu yazı yüzünden yazar Şule Yüksel Şenler'e dava açtırır. Şenler, uzun süren mahkemeler neticesinde 1971 yılında 13 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır. Şenler'in bu cezası iyi hâlden 9 ay 10 güne indirilir. Şenler, cezasını Bursa Cezaevi'nde çekmeye başlasa da, iki ay sonra Cumhurbaşkanı'nın özel affıyla cezaevinden tahliye edileceği müjdesini alır. Fakat o, bunu bir müjde olarak görmez. Çünkü bir kere onuru kırılmıştır. Cumhurbaşkanı'nın kendisinden af dilemesi gerektiğini düşünür. Bu yüzden de büyük bir onurla ve elif gibi dik bir duruşla tahliye olmayı reddeder. Hapishane şartları kötü olduğu için hastalanır. Mahpusluğun son ayında hastaneye kaldırılır. Cezasının son bir ayını burada tamamlamak zorunda kalır. Onun bu asil duruşu İslâm davasına gönül verenlere iyi bir model oluşturur.
Hapishanede dokuz ay boyunca tutulması Şule Yüksel Şenler'de asla bir korku ve yılgınlık oluşturmaz. Aksine tahliye olur olmaz, uğruna ölmeyi bile göze aldığı İslâm davasına kalemiyle ve kelâmıyla hizmet etmeye kaldığı yerden, daha bir azimle ve gayretle devam eder. Yazı faaliyetlerini ve yurdun dört bir yanında verdiği konferanslarını ısrarla sürdürülür. Yarınlara dair umudunu ve mücadele ruhunu yitirmez, daha da pekiştirir.
Şule Yüksel Şenler, 32 yaşına gelince tiyatrocu ve ilâhiyatçı Abdullah Kars'la evlenir. Bu evlilik beş yıl kadar devam eder. Şener, bir ara İdealist Hanımlar Derneği'ni kurar. Bu dernekte hanımlar önemli şeyler gerçekleştirir. Derneğe gelen hanımlar arasında bugünkü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi, o zamanki soyadıyla Emine Gülbaran da vardır. Şenler, o zamanlar kimse tarafından tanınmayan bu çiftin evliliğinin yegâne mimarıdır.
Okudukça daha derin ve rahat yazabilen Şule Yüksel Şenler'in gazete ve dergi yazıları ona yazarlıkta yeni yollar ve ufuklar açmıştır. Artık köşe yazısı aşamasından kitap yazarlığı aşamasına geçmiştir. Bu minvalde İslâmî muhtevalı "Bize Ne Oldu?, Gençliğin Izdırabı, Hidayet, Huzur Sokağı, Kız ve Çiçek, Uygarlığın Gözyaşları" isminde birbirinden kıymetli ve etkileyici, ruha dokunan romanlar kaleme alır. Bunları "Kadın ve Evlilik", "Duyuşlar", "Her Şey İslâm İçin", "Sağ El", "Bir Bilinçli Öğretmen" ve "Yılanla Tilki" adlı kitapları takip eder.

Gençliği Peşinden Sürükleyen Bir Telkin Romanı: Huzur Sokağı

Şule Yüksel Şenler'in adıyla özdeşleşen "Huzur Sokağı" hidayet romanı olarak adlandırılan romanlar içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Huzur Sokağı, ilk olarak 1969 yılında gazeteci Mehmet Şevki Eygi'nin başında bulunduğu Bugün gazetesinde yayımlanmaya başlanmıştır. 1970'te de kitap halinde okuyucuya sunulan bu sıra dışı roman çok sevilmiş, kısa zamanda satış rekorlarını altüst etmiş, tabir caizse bir solukta okunmuş, okuyanların hafızalarında derin izler bırakmıştır. Bu roman okunmakla kalmamış, okuyanların hayatlarında köklü değişimler de meydana getirmiştir. Romanı okuduktan sonra, eserdeki karakterlerin etkisiyle başörtüsü takan ve tesettüre bürünen genç kızların sayısı hayli çoktur.
Huzur Sokağı'nın 100'ün üzerinde baskı yapmış olması, onun toplum tarafından ne kadar beğenildiğini, el üstünde tutulduğunu gösterir. Çok okunan bu romanın kahramanları arasında Bilâl, Feyza, Hilâl, Nusret, Nazım ve Selim önemli bir yer teşkil eder. Romandaki Feyza karakteri aslında yazar Şenler'in kendisidir. Zira Şule Yüksel Hanım da romandaki Feyza gibi, başörtüsünü daha sonra(1965 yılında, 27 yaşında iken) takmış, bununla birlikte tesettüre bürünmüştür. Yine o da Feyza gibi birçok acılara maruz kalmıştır. Romandaki Feyza karakteri, tıpkı Şule Yüksel Şenler gibi Batı'ya gidip de Doğu'ya varanlardandı(r).
Huzur Sokağı romanı "Birleşen Yollar" adıyla 1970'te sinemaya da aktarılmış ve tıpkı romanı gibi halkımızın büyük ilgisini ve teveccühünü kazanmıştır. O filmde, yazar Şule Yüksel Şenler'in Huzur Sokağı romanındaki öyküsünü Bülent Oran ve Yücel Çakmaklı senaryolaştırmıştı. Millî sinema düşüncesinin ilk örneği olarak kabul edilen yüz dakikalık bu duygusal dram filminde Feyza rolünü Türkan Şoray, Bilâl rolünü İzzet Günay, Kemal rolünü Salih Güney, Selim rolünü Semih Sergen, Doktor Nazım rolünü Nubar Terziyan oynamıştı. "Huzur Sokağı" romanı, 1970'te "Birleşen Yollar" adıyla çekilen filmin ardından, 2012 yılında da aynı adla ATV'de yayınlanan bir televizyon dizisine ilham kaynağı olmuştur.

Şule Yüksel Şenler; Üstad Necip Fazıl'ın Kadın Versiyonu Gibidir

"Şule Yüksel Şenler, üstad Necip Fazıl Kısakürek'in kadın versiyonudur" dersek yanılmış olmayız. Zira her ikisi de İslâmî davanın dinî duyarlılıkları üst düzeyde olan sembol isimleridir. Her ikisi de geniş bir İslâmî entelektüel birikime sahip simalardır. Her ikisi de dinleyicilerini derinden etkileyebilen çok iyi hatiptir. Her ikisi de İslâmî konuda tavizsizdir. Her ikisi de bu çetin davayı sırtlama konusunda, hapsi göze alabilecek cesarette insanlardır.
Mümin, muvahhit, mücahit ve saliha bir kul olan merhum Şule Yüksel Şenler'in aslında roman yazmak, romancı olmak ve bu yolla edebiyata mal olmak, adından söz ettirmek gibi bir derdi yoktu. O; yorgun, bitkin, yaralı ve mutsuz gençlere umut aşılamanın derdindeydi. Onun gayesi, sevilen bir tür olan roman vasıtasıyla İslâmî ve imanî hakikatleri, avuçlarımızdan kayan bir nesle bir anne şefkatiyle ve duyarlılığıyla anlatmak ve onları imansızlık uçurumundan çekip almaktı. Bunda fevkalade başarılı oldu. Allah rahmet eylesin.

“SULTÂN’ÜL VÂİZÎN” TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ’NÜN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm, dostu dosta kavuşturan sonsuzluk köprüsüdür. Bu köprüden geçmeyecek bir canlı bile gösteremezsiniz. Zira her canlı doğar, büyür ve ölür. Hayatın kanunudur bu, bunu değiştiremezsiniz. Öyleyse mühim olan, ömrümüzü Hakk ve hakikat dairesinde geçirmektir. Aksi takdirde nefes almak yaşamak anlamına gelmez. Gerçek anlamda yaşamak Hakk dairesinde kalmakla mümkündür. O daireden çıkanlar yaşamıyor, sadece nefes alıyorlar.
Gönül bahçemizde bir manevî çınar daha yapraklarını döktü; ötelerde yeşermek için tebdil-i mekân eyledi. Maneviyat göğünden bir yıldız daha kaydı. O yıldız ki, ışığını nübüvvet güneşinden alarak gönülleri aydınlatıyordu. O, Hakk’a üful edince gönül dünyamızın ışığı söndü. Âlimdi, abiddi, zahiddi, Sultân’ül Vâizîn’di O... Onun hicretiyle gönül dünyamız şevkini yitirdi; yürekler mahzun oldu. Fakat sonsuzluğa göçse de geride hoş bir seda bıraktı.
O, ismiyle müsemma olan ender şahsiyetlerden biriydi. Zira adı “Tahir”di. ‘Tahir’in kelime anlamı ise ‘temiz’ demekti. O da tertemiz bir kalbe sahipti. Ruhunu hasetten ve nefretten arındırmıştı. İsmi de, ilmi de, ahlakı da, gönlü de, yüzü de, alnı da, dili de, vaaz ve nasihat eyleyen sesi de, gittiği Hakk ve hakikat yolu da Tahir’di onun. O, ‘Tahir’ olan ismini son nefesine kadar onurla taşıdı. Şerefle taşıdığı ‘Tahir’ adı en çok da ona yakıştı.
Hiç kimse ebedî kalmak için gelmedi bu dünyaya. Dünya hayatı ahiret hayatıyla kıyaslandığında bir nefes kadar kısadır. Manevî dinamiklerimizden Tahir Büyükkörükçü de bu dünya gurbetinde uzun bir soluk alıp ebediyete göç eyledi. Merhum Büyükkörükçü, Konya eski milletvekillerindendi. O, Mevlana diyarı olan Konya’nın manevî mimarlarındandı.
Tahir Büyükkörükçü bir mürşitti. O, manevî bereketlerle dolu 86 yıllık hayatının elli yılında, kürsülerde ettiği vaaz ve nasihatlerle insanları adeta cennete taşımıştır. O, gaflet ve dalalete düşme ihtimali olan bütün insanlara hakikatin ışığını tutmuştur. Bir anlamda ahir zaman ümmetinin elinden tutmuş, onları cehennem uçurumlarından çekip kurtarmıştır.
Tahir Büyükkörükçü, 1925 yılının sonbaharında Konya’da doğmuştu. 1965 yılında Konya Müftülüğü yapan Tahir Büyükkörükçü, yedi yıla yakın devam eden müftülük döneminden sonra kendi arzusu ile tekrar kısa bir süre vaizliğe dönmüştü ve 1973 yılında emekliye ayrılmıştı. 1977’de Milli Selamet Partisi’nden Konya Milletvekili olarak Meclis’e girmişti. 12 Eylül darbesinde tutuklanmış; ‘İslâmî esaslara dönülmesini ve İslâmî devlet kurulmasını istediği’ iddiasıyla askerî mahkemece yargılanarak, 11 ay cezaevinde kalmıştı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü bu ülkede çok büyük manevî hizmetler yapmış, insanlığın imanının muhafazası hususunda gece gündüz demeden azimle çalışmıştır. Şeytanın pençesinde manevî alanda var olma savaşı veren gençlerimiz onun vaaz kasetlerini dinleyerek çok şükür ki imansızlık çukuruna düşmekten korunmuştur. Bu, az bir hizmet değildir.
Merhum Tahir Büyükkörükçü’nün hayatı, vaaz kürsüsünden meclis kürsüsüne kadar uzanır. Zira o, bir ara Milli Selamet Partisi’nden Konya Milletvekili olarak, siyasî sahada da hizmet vermişti. Tevafuka bakın ki bu partinin lideri olan Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’la, en önemli milletvekillerinden biri olan Tahir Büyükkörükçü bir hafta arayla ebediyete göçtüler.
Hayatını imanın, ahlakın ve faziletin hâkim kılınması için harcayan Tahir Büyükkörükçü de her insan gibi, ömrünün nihayetinde 86 yaşında Rabbine sefer eyledi. Fakat o, yaşadıkça bir gününü bin eyledi. Mümin olarak yaşamakla kalmadı, müminlere en güzel kılavuz oldu. Nefesini, hakikat davasını anlatma yolunda tüketerek gaflettekileri uyardı. Allah ona uzun olduğu kadar, bereketli de bir ömür nasip etti. O, tebliğ ve irşat görevini son nefesini verene kadar hiç bırakmadı. Bunu yaparken Allah rızasının dışında hiçbir beklentisi olmadı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Mevlana’nın yaşadığı ve kabrinin bulunduğu topraklara, güzel Konya’mıza çok yakışan bir insandı. O, irşat ve tebliğle geçen uzun ve bereketli ömrünü Konya’da geçirmişti. Onun Konya sevgisi kelimelerle tarif edilemezdi. “Konya denince aşk şehri, iman şehri, Kur’an şehri, ilim şehri, Mevlana şehri, enbiya yurdu akla gelir. Konya gibi bir Türkiye istiyoruz biz...” sözleri bu sevgiyi açıkça gösteriyordu.
Tahir Büyükkörükçü, manevî konularda asla taviz vermezdi; dik, diri ve iri dururdu. Sözü ezip büzmeden, olduğu gibi söylerdi. Cesaretini Hakk ve hakikatten alırdı. O, bir gönül doktoruydu. Onun manevî feyizli sohbetleri, gaflet ve dalalet hastalığı çekenleri tedavi ederdi. Manevî tatlarla süslü sohbetlerini dinleyenler, uzun süre muhabbetin tesirinden kurtulamazdı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü öğrenmeye meraklı bir insandı. Onun en belirgin hususiyeti öğrendiklerini geniş kitlelerle paylaşmasıydı. Zira o bir âlimdi, bilgi kıskançlığı yoktu onda. İlmin zekâtının onu başkalarına öğretmekle ödendiğini bilir, böyle hareket ederdi.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Mahmud Sami Ramazanoğlu Hoca’ya apayrı bir sevgi duyardı. Zira onun rahle-i tedrisatından geçmişti. Manevî sahada ondan çok şey öğrenmişti. Cömert ve misafirperver bir insan olan merhum Tahir Büyükkörükçü birçok meşhur hocayı evinde misafir etmiştir. Bunlar arasında Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretleri başta olmak üzere, Lâdikli Hacı Ahmed Efendi, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, Muhammed Harranî Hazretleri, Musa Topbaş Efendi, Muhammed Zahid Kotku Efendi, Mekkeli Üstad Muhammed Alevi Malikî, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, Ali Ulvi Kurucu, Havlucu Ahmed Efendi, Konyalı Dişçi Mehmed Efendi ve Necip Fazıl Kısakürek gibi isimleri sayabiliriz.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Konya’nın ve Türkiye’nin maneviyat burçlarından biriydi. O, cemaatiyle çok güçlü manevî bağlar kurmuştu. Türkiye’nin değişik yerlerinden özel olarak Konya’ya gelip vaazlarını dinleyenlerin sayısı az değildi. Zira o, cemaatini çok sever, cemaati de onu çok severdi. Cemaatine “Sizler benim gözbebeğim, ruhum ve kalbim mesabesindesiniz” derdi. Vaazlarıyla korkutmaz, insanlara her zaman ümit verir, Allah’ın tövbe kapısının daima açık olduğunu ısrarla hatırlatırdı. “Hocalar cemaatini korkutmaz, eğer korkutursa Allah korkutur, hocalar ümit verir.” sözleri bunu teyit etmektedir.
Tahir Büyükkörükçü Hoca, Osmanlı Devletine, İslamî ve insanî hassasiyetlerinden ötürü şükran borcunu hep dile getirirdi. Osmanlı’nın manevî mirasına daima sahip çıkardı. “O zaman Avrupa’dan gelenler Osman Gazi’nin evladının elini nerde öpecek, üzengisini öpmeye sıraya girerlerdi. Avrupa’ya gittikleri zaman da ‘Dudaklarımızı ziyaret edin, Osmanlı’nın üzengisini öptük’ derlerdi. Bu kokmuş dünyada bir saat dahi ömür istemiyorum. Ama şu günleri ver diye, Rabbim ömür ver diye dua ediyorum. Hayata vahyin hâkim olduğu, bir buçuk milyarın kardeşçe kucaklaştığı, elli beş İslam devletinin bir ruh, bir kalp, bir el, bir yumruk, bir beden, bir gönül haline geldiği mesut günü görmek için Rabbimden ömür istiyorum.” diyerek Müslümanların aynı paydada buluşup bir ve beraber olmasını arzulardı.
Bu dünya gurbetinden sonsuzluk âlemine göçen Tahir Büyükkörükçü Hoca, gerçek bir vatanseverdi. O, vatan sevgisinin imanın bir gereği olduğuna inanırdı. Her zaman birlik, beraberlik ve kardeşlik çağrısı yaparak cemaatine şöyle derdi: “Arşımız bir, Allah’ımız bir, kitabımız bir, Peygamberimiz bir, canımız bir, kanımız bir, gayemiz bir, davamız bir, ecdadımız bir, tarihimiz bir, geleceğe birlikte bakıyoruz. Bu ihtilafın, bu tefrikanın adı ne?”
Gönül dünyamızın gül yüzlü simalarından biri olan Tahir Hoca, yarınlara dair felaket sahneleri çizmezdi; zira o, gelecekten çok ümitliydi. İstikbalde İslam’ın sesinin bugünkünden daha gür çıkacağına olan kanaati tamdı. O, yarınların bugünlerden daha aydınlık olacağına yürekten inanır, “Her şeyin daha iyi olacağına kaniim inşallah…” derdi. Zamanımızdaki büyük maneviyat erozyonuna rağmen, o yine de yarınlarımızın ışığı olacak bugünkü gençlere çok güvenir ve şöyle derdi: “Rabbime milyarlarca hamd ediyorum; farklıyız, neden mi? İmanlı, inançlı, Hakk’a inanan bir nesil geliyor. Bugün farklıyız elhamdülillah…”
Tahir Hoca, engin tevazu sahibi bir gönül adamıydı. O, cesur ve kararlıydı. “Rabbim bana kulum desin, Resulullah da kölem desin. Dünyada benim için en büyük rütbe budur.” diyerek tevazuun derecesini gösterirdi. Bunu laf olsun diye değil, yürekten inanarak, büyük bir samimiyetle ifade ederdi. O, kendini hakikatleri aktarmada bir aracı olarak görür, şahsını hiçbir zaman ön plana çıkarmazdı. Onun, cemaatinden büyük manevî beklentileri vardı.
Tahir Büyükkörükçü, dinî baskıların yoğun olduğu dönemlerde dinî eğitim almış, bütün engellemelere rağmen onun dinî eğitimini hiç kimse sekteye uğratamamıştır. Dinî tedrisatının önündeki bütün engelleri aşmasını bilmiştir. Derse giderken kitaplarını gömleğinin içine saklayarak, kendisini takip edenleri şaştırtmıştır. Konya’nın meşhur hocalarından Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu Hoca’dan ‘Hadis’ ilmini öğrenmiştir. Ebû Said Muhammed Hâdimî’nin ‘Berika’ adlı eserini de, Kurucu Hoca’dan okumuştur. Hacı Hâki Efendi’den de Farsça dersleri almış, Bulgur Tekkesi’nde hafızlık çalışmalarına devam emiştir.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Allah dostlarına dost, maneviyat düşmanlarına ise düşmandı. Onun ölçüsü Kur’an’dı. Kura’an’ın ve Peygamberin sünnetine uyan her ne varsa onları yaşar ve yayardı. Kur’an ve sünnet çizgisindeki nurlu hayatı, cemaatine yerleştirmeye çalışırdı. O, insanlar arası ilişkilerde dünyevî çıkarlarını hiçbir zaman söz konusu bile etmezdi. Ömrünü vaaz kürsülerinde geçiren, tebliğ ve irşat vazifesini hiç aksatmayan Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin vefatından önceki son tembihi ‘namazlarınızı kılın’ olmuştur. Cemaatine ve yakın dostlarına namazda devamlı ve ısrarcı olmalarını salık vermiştir.
Konyalı Tahir Hoca, dosdoğru yaşadı ve arkasında çok güzel bir nam bıraktı. Onun binlerce sesli ve görüntülü vaazı sanal ortamda dolaşmaktadır. O, müminler için manevî bir mektep sayılırdı. Bu mektepte insanı cennete götürecek yolun güzergâhı öğretilirdi. O, bir manevî çeşmeydi; nasibi olanlar bu çeşmeden idrak kabını doldururdu. Onun; oğluna, torununa, yıllarca vaaz ettiği Kapı Camii’nin cemaatine ve bütün müminlere vasiyeti ve duası şuydu: “Eliniz arşa açık, alnınız secdede, dudağınız Hz. Muhammed(sav)’in eşiğinde, yanağınız Fahr-i Kâinat’ın izinde olsun. Mevla’mız bizi bu büyük neşeden ayırmasın.”
Tahir Büyükkörükçü bir hizmet adamıydı. O, “Ben bir kapının kuluyum, o da Allah kapısı; bir kapının kölesiyim, o da Hz. Muhammed(sav)’in eşiğidir. Dudağım Hz. Muhammed(sav)’in eşiğinde, yanağım onun topraktaki ayak izinde…” diyerek takip ettiği manevi yolu tarif eder. Bu hakikat yolu, onu ve ondan ders alanları düzlüğe çıkarmıştır. Onun şu sözleri, kendisini İslam davasına adadığını, her şeyiyle Hakk’a teslim olduğunu göstermektedir: “Varlığımız, nefesimiz, nefsimiz ve her şeyimiz İslam’ın hizmetine feda olsun. Onun için doğurduk, onun için büyüttük, onun için okuttuk, onun için koşturuyor evlat ve torunlarımız… Niye? İslam’ın izzet günlerini göster Allah’ım diye.. Milyonlar, milyarlar dua ediyor âtî(gelecek) İslam’ın olsun Rabbim diye. O saadetli günleri göreceğiz inşallah…”
Manevî sahadaki büyük insanlar, ölümlerinden sonra da davalarına hizmet etmeye devam ederler. Zira onların bıraktığı eserler, evlat ve öğrenciler; amel defterlerinin açık kalmasını sağlar. Merhum Tahir Büyükkörükçü’nün adının ve ilhamını Kur’an’dan alan düşüncelerinin bundan sonra da yaşatılması lazımdır. İnsanlarımızın onun vaazlarından bundan sonra da düzenli olarak faydalanması için kendisiyle ilgili bir vakfın kurulması gerekir. Onun adını taşıyan bu hizmet vakfının kurulmasında hocamızın oğlu, kıymetli insan Abdurrahman Büyükkörükçü de önderlik yapmalıdır. Bu maneviyat önderiyle ilgili bir de kapsamlı internet sitesi kurulmalı, burada bütün vaazlarına yer verilmelidir. Çünkü onun, ilhamını ayet ve hadislerden alan vaazları sadece dünü ve bugünü değil, bütün zamanları kuşatıyor. Bu hastalıklı çağda bu vaaz ve nasihatlere her zamankinden daha çok muhtacız.
Hayır işlerinde yarışan merhum Tahir Büyükkörükçü, bir Mevlana hayranıydı; onun manevî talebesiydi. Vaazlarında bu büyük mutasavvıfın beyitlerine sıkça yer verirdi. O, Mehmet Akif’e de hayrandı. Onun Ali Ulvi Kurucu ve Necip Fazıl’la şahsî dostlukları vardı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, mübarek topraklarda büyük bir huzur bulur, Mekke ve Medine’de altı ay boyunca kalır; irşat vazifesini orada da bütün insanlığı içine alacak şekilde gerçekleştirirdi. “Cenab-ı Hakk ölümümü Medine’de kılsın inşallah” diyerek o mukaddes topraklarda ölmeyi çok arzu ederdi. Onun bu arzusu gerçekleşmese de o, gönüllerin Medine’sinde, sevginin ve hoşgörünün payitahtı olan şehirde, maneviyat diyarı Konya’da vefat etti. Tahir Büyükkörükçü Hoca, öğle vakti Kapu Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Üçler Mezarlığı’nda toprağa verildi. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

DERVİŞ MEŞREPLİ BİR MEMLEKET SEVDALISI: TEVFİK İLERİ
M. NİHAT MALKOÇ

Hemşin'den Fatih'e Çileli Bir Hayatın Serencamı
Türk siyasî hayatının mümtaz simalarından biri olan Ahmet Tevfik İleri, yokluğun ve yoksulluğun kol gezdiği Osmanlı'nın çöküş sürecinde, Balkan ve I. Dünya Savaşı yıllarında; 1911 senesinde Rize'nin Hemşin kazasına bağlı Yaltkaya Köyü'nde dünyaya gelmiştir. Babası Hafız Celâl Efendi, annesi ise Fatma Hanım’dır. 1914'te kardeşleriyle beraber memleketinden göç ederek emekli kaymakam olan dedesinin yanına yerleşmişlerdir. Tevfik İleri, çocukluk yıllarını şöyle anlatır: “Aslen Rizeliyim. Küçük yaşta kardeşlerimle beraber bir sivil kaymakam mütekaidi olan büyükbabamızın Fatih’teki evine sığınmak üzere İstanbul’a geldik. Harp yeni bitmişti. Hayat hudutsuz derecede pahalıydı. Önceleri ilk mektebe, sonra da Gelenbevî Ortaokulu’na devam ettim. Akşamları da Akşemseddin Mektebi’nin avlusunda kan ter içinde kalıncaya kadar oynardık. Çok yaramazdım; ama bilhassa riyaziyeden sınıfımın birincisiydim. Sıkıntılı seneler ailemizi tam bir fakr u zarûrete düşürmüştü. Onun için tatillerde boynuma astığım bir kutu içinde sigara kâğıdı satıyordum. Okumak ve adam olmak ve hatta yaşamak için bunu yapmak zorundaydım. Mektep senede bir potin verirdi. Bayram ve tatil günleri bu yeni kunduraları kardeşimle nöbetleşe giyerdik” (Hürriyet, 20.8.1950)
Tevfik İleri, kendisinin de belirttiği gibi ilköğrenimini Gelenbevî Ortaokulu'nda tamamlamış, 1927 senesinde İstanbul Yüksek Mühendis Mektebi'ne(bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi) girmiş; 1933'te, son yılını parasız yatılı olarak okuduğu bu okuldan başarıyla mezun olmuştur. O artık memlekete dair hayalleri olan, çiçeği burnunda bir mühendistir.
Büyük bir Türk milliyetçisi olan Tevfik İleri, aynı zamanda girişken bir insandı. Öğrencilik yıllarında hatiplik ve liderlik yönü inkişaf etmiştir. Bunun tezahürü olarak Teknik Üniversite Talebe Cemiyeti ve Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) başkanlığı yapmıştır.

İş Hayatından Siyasete, Başarılarla Geçen Yarım Yüzyıl...
Türkiye'nin geleceğinde önemli bir yer edinecek olan Tevfik İleri, Erzurum’da Nafia(Bayındırlık) Müdürlüğü'nde Karayolları Kontrol Mühendisi olarak, başarı basamaklarını kat edeceği memurluk hayatına başlamıştır. Erzurum'da mühendislik mesleğini icra ederken Erzurum Lisesi'nde gönüllü öğretmenlik de yapmıştır. Hatta öğretmenliği o kadar çok sevmiş ki bir ara temelli olarak öğretmenlik yapmayı bile düşünmüştür.
Çalışmayı çok seven Tevfik İleri'nin başarılarla dolu ikinci görev yeri, şehitler yatağı olan Çanakkale’dir. Burada Nâfıa(Bayındırlık) Müdürü olarak hizmet ederken buna ilâve olarak Çanakkale Halkevi Köylülük Kolu Başkanlığı da yapmıştır. Daha sonra Samsun Nâfıa Müdürü ve Yedinci Bölge Müdürü olarak önemli görevlerde bulunmuştur.
Sancılı bir döneme damgasını vuran Tevfik İleri, 1950 seçimlerinde CHP'den milletvekilliği teklifi alsa da bu teklifi kabul etmemiş, kendisine daha yakın hissettiği Demokrat Parti’den Samsun milletvekili seçilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olarak Ulaştırma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Meclis Başkan Vekilliği, ardından tekrar Millî Eğitim Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı, Bayındırlık Bakanlığı ve ardından vekâleten de olsa tekrar Millî Eğitim Bakanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur.
Türk siyasî hayatında adı hep rahmetle anılan Tevfik İleri, 1933 senesinde İstanbul'da Yüksek Mühendislik Okulu'nu bitirdikten sonra, canından çok sevdiği, her şeyden çok değer verdiği ve derin bir saygı duyduğu Vasfiye Hanım'la evlenmiştir. İlk çocuklarını kaybeden çiftin Cahide, Cahit ve Ayşe adlarını verdikleri üç çocukları daha dünyaya gelmiştir.
Cesur ve başarılı bir siyasetçi olan Tevfik İleri, bakan olduğu dönemlerde siyasî geleceğini de riske atarak temsilcisi olduğu milletin hayallerini süsleyen ve ses getiren mühim icraatlarda bulunmuştur. Tabir caizse yarım yüzyıla birkaç yüzyıl sığdırmıştır. Din derslerinin ilkokulların müfredat programına alınması, Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’nün kurulması , Türk kültür eserlerinin neşrinin başlatılması, uzun bir aradan sonra İmam-Hatip okullarının tekrar açılması, İstanbul’da Yüksek İslâm Enstitüsü’nün kurulması onun döneminde gerçekleştirilen önemli icraatlardır. Bunların yanında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmakta olan İnönü Ansiklopedisi’ni Türk Ansiklopedisi adıyla devam ettirmiştir. Zamanla iyice politize olan, sol zihniyetin arka bahçesi hâline getirilen köy enstitülerini, öğretmen okullarıyla birleştirmiştir. İzmir'de Ege Üniversitesi, Ankara'da Ortadoğu Teknik Üniversitesi(ODTÜ) ve Erzurum'da Atatürk Üniversitesi onun gayretleriyle ve onun Maarif Bakanlığı zamanında açılmıştır. Bu üniversiteler yükseköğretime büyük katkılarda bulunmuştur. Yine Boğaz Köprüsü projesi onun Ulaştırma Bakanlığı döneminde ihale aşamasına getirilmiş; fakat 1960'ta gerçekleştirilen askerî darbe nedeniyle bu önemli proje ne yazık ki yarım kalmıştır.
Tevfik İleri, 1930'da Bulgaristan'ın Razgrad şehrindeki Türk Mezarlığı saldırıya uğradığında, taşları sökülüp kırıldığında, gömülü kemikler ortaya saçıldığında bir anda öfkeden adeta baruta dönmüştür. Türk Mezarlığı'nı tahrip eden Bulgarları protesto etmek için büyük bir miting düzenlemiştir. Mitingin sonunda İstanbul'daki Bulgar Mezarlığı'na siyah çelenk konulmuştur. Bunun yanında Türkçenin yaygın olarak kullanımını sağlamak ve yerli malını teşvik etmek için de mitingler ve kampanyalar düzenlenmesinde öncülük etmiştir. Merhum İleri, 1940'da Çanakkale'de Nafia Müdürü iken geniş halk kitlelerinin katıldığı ilk Çanakkale Şehitleri'ni anma etkinliğini yapmıştır. İstiklal Marşı çalınırken ayağa kalkılması uygulaması da onun zamanından günümüze kalan güzelliklerden biridir.

Tevfik İleri, Halkın Büyük Sevgisine ve Muhabbetine Mazhar Olmuştur
Demokrat Parti'nin kurucusu ve genel başkanı Adnan Menderes'le birlikte halkın büyük sevgisine ve muhabbetine mazhar olan Tevfik İleri, 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra evvelâ Harbiye'ye götürülmüş, ardından tutuklanarak Yassıada’ya nakledilmiştir. Burada diğer arkadaşlarıyla birlikte tekmelenip tokatlanmak da dahil olmak üzere, akıl almaz büyük işkencelere maruz kalmıştır. Kendilerine yapılan hakaretlerin ardı arkası kesilmemiştir. Daha sonra İmralı'ya sevk edilmişlerdir. Nihayetinde Kayseri Cezaevi'nde heba olan kara günler...
Demokrat Parti ve Adnan Menderes iktidarının CHP'ye ve Hasan Ali Yücel’e karşı ortaya çıkardığı maarif vekili olan Tevfik İleri, mahkemedeki savunmasını, “Ölüm belki de kurtuluştur. Memleketin huzuru benim ölümüme ve hapishanelerde çürümeme bağlıysa kararınızı böyle verin. Memleketimin hayrı için buna da razıyım.” sözleriyle bitirmiştir. Mahkemedeki bu ifadeleri onun memleketini canından çok sevdiğini gösterir.
Demokrasimizin sekteye uğratıldığı 27 Mayıs Darbesi'nin mağdur ettiği bir mazlum olan Tevfik İleri, Yassıada'daki düzmece mahkemelerde asılsız suçlamalarla önce idama, daha sonra da müebbet hapse mahkum edilerek Kayseri Cezaevi’ne gönderilmiştir. Burada mide kanseri hastalığına yakalanması üzerine Ankara Hastanesi’ne kaldırılmış, söz konusu hastanede bir süre tedavi gördükten sonra, 31 Aralık 1961’de henüz 50 yaşındayken vefat etmiştir. Cenazesi 2 Ocak 1962'de Ankara'da Cebeci Asrî Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Kızı Cahide Aksoy o günü şöyle anlatmıştır: “Halk, 2 Ocak 1962’de cadde ve meydanlarda toplanan çok büyük bir topluluk halinde babam için yapılan törende bir araya geldi. Bu büyük topluluk O’nun şahsında sanki bütün diğer sevdiklerine de bir gönül vazifesini yerine getiriyordu. Bu muhteşem topluluğa resmî vazifeliler müdahale edemediler. Babamın naşını çok sevdiği bayrağımıza sarmışlardı. Daha sonra bu bayrak konusunda birkaç kişinin sorguya çekildiğini duyduk. Ama o sırada bu topluluğa kimse müdahale cesaretini gösteremedi. Ankara Hastanesi’nden alınan naşı, önce aylardır hasret olduğu evinin önünden geçirilerek Cebeci Asrî Mezarlığı’na kadar yaya olarak götürüldü. Güzergâh boyunca topluluk eksilmedi, arttı. Bir ara annemin kalabalık arasında kaybolduğunu görüp de ona yer verilmesini isteyenlere: ‘O artık onların değil, bizim’ diyerek sahip çıktılar.”

Cumhuriyet Tarihinin Büyük İzler Bırakan Milli Eğitim Bakanı: Tevfik İleri
Tevfik İleri, 11 Ağustos 1950 tarihinde Cumhuriyet tarihinin eğitimde büyük izler bırakan Milli Eğitim Bakanlarından biri olarak göreve başlamıştır.(bence diğerleri Mustafa Necati Uğural ve Hasan Ali Yücel'dir). Farklı zamanlarda bu göreve üç kez getirilmiştir. Mühendis kökenli olmasına rağmen eğitimde çok önemli işlere imza atmıştır.
Batı'nın ve İslâm'ın birikimlerini bir araya getirerek güçlü bir sentez oluşturmaya çalışan Tevfik İleri, eğitimin öznesi olan öğretmenlere çok önem vermiştir. Onların alanlarında donanımlı olarak yetiştirilmesi için büyük gayretler göstermiştir. Öğretmenin sadece bilgili değil, aynı zamanda mâzisini yaşayan ve yaşatan güçlü karakterli bireyler olarak yetişmesi için her türlü imkânı seferber etmiştir. O, ses bayrağımız olan Türkçenin özünü kaybetmeden yaşatılması için elinden gelenin fazlasını yapmıştır. Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaya, onu bir bilim dili hâline getirmeye çalışmıştır. Türkçeye sonradan yerli yersiz eklenen kelimelerin ders kitaplarından çıkarılması için komisyon kurmuştur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da istişareyle hareket etmiştir.
Kendini milletine ve memleketine adamış bir insan olan Tevfik İleri, Türk maarif davasının yılmaz erlerinden biriydi. O, millî eğitim davasını memleketin bütün davalarının temeli saymıştır. Millî ve İslâmî duruşuyla dikkatleri üzerine çeken İleri, ülkemizin yönetiminde ve halkla bütünleşmesinde çok önemli bir yeri olan bugünkü İmam-Hatip neslinin önünü açmıştır. İmam-Hatip Liseleri onun sayesinde inkişaf ederek Türkiye'nin öncü eğitim kurumları olmuştur. İmam-Hatip Liselerinin tamamlayıcısı olan İslâm Enstitüleri de onun zamanında açılmaya başlanmıştır. Bunun ilk örneği 19 Kasım 1959'da açılan ve bugünkü İlâhiyat Fakültelerinin temelini oluşturan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'dür.

Bir Tevfik İleri Romanı: Vefa Apartmanı
Vefalı bir insan olan yazar Sadık Yalsızuçanlar, Demokrat Parti'nin dillerden ve gönüllerden düşmeyen Maarif Vekili(Milli Eğitim Bakanı) Tevfik İleri'nin Hemşin'den Vefa Apartmanı'na uzanan hayatını "Vefa Apartmanı" adlı biyografik romanında tafsilatlı olarak anlatmıştır. Bu romanı yazarken Tevfik İleri'nin Yassıada ve Kayseri Günlükleri'ni büyük bir özenle ve dikkatle okumuştur. Bu günlükler Vefa Apartmanı romanının yol haritasını belirlemiştir. Tevfik İleri'nin sıra dışı hayatını romanlaştırma fikrini yazarın kafasına Milli Eğitim Eski Bakanlarından Hüseyin Çelik sokmuştur. Yalsızuçanlar, bu teklifi bir vazife addederek romanla ilgili ön hazırlıklar yapmış, bu çerçevede İleri'nin ailesiyle defalarca bir araya gelmiştir. Onların ellerindeki bilgi ve belgeleri titizlikle incelemiştir. Romancı Sadık Yalsızuçanlar, bütün bu hazırlıkların tamamlanmasının ardından Müslüman bir dava adamının çileli; fakat şekvaya yer olmayan hayatını, cam kırıkları üzerinde ayaklarının kanamasına aldırmadan büyük bir azim ve kararlılıkla yürüyüşünü etkileyici bir dille ve üslûpla anlatır. Anı-roman karışımı bu eserde zamanın ruhu adeta elinizden tutarak sizi dolaştırır.Vefakâr Yalsızuçanlar; hayatı fedakârlıklarla geçen, her güçlük karşısında güçlü durabilen mümtaz bir siyaset adamını toplumun dikkatlerine sunarak bir anlamda kalemin vefasını göstermiştir.

Tevfik İleri, Millî ve Manevi Şuur Sahibi Fikir ve Dava Adamıydı
Tevfik İleri sadece bir siyasetçi değil; millî ve manevi şuur sahibi fikir ve dava adamıydı. O, nefes aldıkça ilâhî bir imtihanda olduğu hakikatini idrak ederek yaşamıştır. İçinde bulunduğu hayat gemisini hiçbir zaman nefsinin dümen suyunda yüzdürmemiştir. Hakikat denizlerinden ayrılmamıştır. Vicdanını en büyük mahkeme olarak görmüştür.
Gerçekleştirdiği güzel icraatlarla aziz milletimizin gönlünde taht kuran Tevfik İleri, ölümünden sonra da çok konuşulmuş, tartışılmış, bakan olduğu dönemdeki icraatları takdirle anılmıştır. Onunla ilgili birçok makale ve kitap yazılmıştır. Bazı üniversiteler onun hayatını ve davasını konu edinen sempozyumlar gerçekleştirmiştir. Tevfik İleri'yle ilgili çalışmaların başında büyük kızı Cahide İleri Aksoy''un 1977'de yazdığı "Babam Tevfik İleri-Konuşmaları ve Düşünceleri" kitabıyla 2003'te yayımlanan "Tevfik İleri/Yassıada ve Kayseri Günlükleri" kitabı gelir. Sadık Yalsızuçanlar'ın "Vefa Apartmanı "romanı da bu minvalde zikredilebilir. Fakat bütün bunlar adete ateşten bir gömleği üzerine giyen bir dava adamı için yeterli değildir. Bugünkü nesil onu tüm cepheleriyle daha yakından tanımalıdır. Bunun için de hakkında yeni araştırmalar yapılmalı, kitaplar yazılmalı, dergilerin kapak konusu olmalı, kendisiyle ilgili film ve diziler çekilmelidir. Bu vatan evlâdının adı sadece Rize'de değil başka şehirlerde de caddelere, bulvarlara, kültür merkezlerine, meydanlara ve okullara verilmelidir.

Tevfik İleri Öldüğünde Eşine ve Çocuklarına Para Değil, Temiz Bir İsim Bıraktı
Türkiye'nin çok önemli makamlarında oturan Tevfik İleri, her zaman devletten yana tavır takınmış, kendi çıkarlarını hiç düşünmemiştir. Tevfik İleri ömrü boyunca maddî anlamda çileli bir hayat geçirmiştir. Fakat bunu asla şikâyet konusu yapmamıştır. Onun şahsıyla ilgili şu beyanı; devletin malını deniz, yemeyeni keriz gören bir kısım yöneticilerin kulağına küpe olmalıdır: “Ben 27 Mayıs sabahı çoluk çocuğuma 25 senelik memuriyet hayatımın mükâfatı bir tekaüt maaşından başka bir şey bırakmadım. 4 yerli halı, kızımın üstündeki on yıllık manto, küpe, bilezik, hepsi budur. Politik hayatımda yazlığa gitmek nedir bilmedim. Ne vakit buldum ne de para… Bütün hayatımda namuslu insan olmak tek gayem oldu.”
Dini bütün ve inançlı bir insan olan Tevfik İleri, en zor şartlarda bile namazını kılarak Rabbine yönelmiş, yarınlara dair umudunu hiçbir zaman kaybetmemiştir. Çünkü en zor şartlarda bile Müslüman'a umutsuzluk yaraşmaz. Onu itibarsızlaştırmaya çalışanlar, aslında kendilerini itibarsızlaştırmışlardır. Çünkü altın yere düşmekle kıymetinden hiçbir şey kaybetmezdi. Namaz kıldığı sırada bile, şahsını hedef alan tekmeler ve hakaretler hep devam etmişse de o, bütün bunlara rağmen asil ve vakur duruşunu hiç bozmamıştır. Tekme izleriyle dolu pantolonunu ailesine göndererek, ibret-i âlem olsun diye saklatmıştır.
Bitmek tükenmek bilmeyen Yassıada sorgulamalarında memleketi soydukları, haksız kazanç elde ettikleri ileri sürülen Tevfik İleri'nin ve arkadaşlarının banka hesaplarına el konulmuş; fakat maddî ve nakdî anlamda hiçbir şeylerinin olmadığı görülmüştür. Daha sonra evlerinde arama yapılmışsa da ne altın ne de değerli bir şey bulunabilmiştir. Tevfik İleri, İmralı'da olduğu günlerde ailesine gönderdiği bir mektupta yaşananları şöyle özetlemiştir:
“50 sene yaşadım. 28 senedir Vasfiye’mle dünyanın en mesut karı koca hayatına nail oldum. Allah’a bin şükür, dağ gibi üç evlâdım var. Şimdiye kadar seksen kazadan kurtuldum. Çoktan ölmüş olabilirdim. Demek ecelim gelmemiş. Senelerce hep ölmeden evvel karıma, çocuklarıma bir tekaüt maaşı bırakmayı düşünmüştüm. Bu mahkûmiyet tekaüt aylığıma da dokunacak galiba. Allah bana aç kalmayacağınızı gösterdi. Bunun tadını tattırdı. Sizin yaşadığınız dünyadayım. Hasret kelimesini kullanmayın. Hasret değilim. Çünkü sizden uzak değilim ki hasret olayım. Maddenin ne kıymeti var, mânen hep beraberiz.”
Bir memleket sevdalısı olan Tevfik İleri bu toprağın insanlarına çok şey katmıştır. Çocuk kütüphanelerinin kurulması,anaokullarının ve yatılı bölge okullarının açılması, gezici öğretmenlik, din eğitimin özgürce verilmesi hep onun zamanında gerçekleştirilmiştir.
Demokrat bir insan olan Tevfik İleri herkese aynı mesafede durmaya çalışmıştır. Hiç kimseyi fikrinden dolayı hor ve hakir görmemiştir. Hayatında hep liyakati esas almıştır.
Milletimizin has evlâtlarından biri olan Tevfik İleri, zorluklar karşısında mücadele etmiş, mala mülke değer vermemiş, ömrü boyunca kirada yaşamış, tünelin karanlığını değil, tünelin ucundaki ışığı görme gayreti içerisinde olmuştur. Sabırlı ve mütevekkil bir insan olan Tevfik İleri 24 Eylül 1961 tarihinde Kayseri Cezaevi'nden ailesine gönderdiği bir mektupta şunları yazmıştır: "Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf u güzaf. Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal mülk, servet bırakmadım. Yalnız, size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz."
Kaynakça: "Tevfik İLERİ-Yassıada ve Kayseri Günlükleri", Cahide İleri Aksoy, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2003

ŞEHİRLERE RUH BİÇEN BİLGE MİMAR: TURGUT CANSEVER
M.NİHAT MALKOÇ

Hayat bir gölge oyunundan ibarettir. Bir varsın, bir yoksun… Fakat yokluk yoktur hayatta. Bizi yokluğa götürdüğünü sandığımız ölüm, aslında ebedî bir hayatın giriş kapısıdır. Bu kapıdan her gün binlerce insan girerek sonsuzluğa yelken açıyor. İşte onlardan biri, Türkiye’nin bilge mimarı Turgut Cansever de ömrünü tamamlayıp uçmağa vardı.
23 Şubat 2009 tarihinde aramızdan ayrılan bilge mimar Turgut Cansever, 1921’de Antalya’da doğmuş, 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü başarıyla bitirmişti. O, mimarlıkla birlikte akademisyenlik yaşantısını da beraberce yürütmüş, en son olarak ‘doçent doktor’ unvanını elde etmişti. Fakat o, payelerin peşinde koşmadığı için ‘profesör’ olmak için özel bir gayret göstermemişti. Makamlardan ve mevkilerden uzak durmaya, kendi köşesinde bir çeşit uzlet hayatı yaşamaya meyletmişti. Onun içindir ki çok önemli işler yapmasına, derin bir bilgi ve tecrübeye sahip olmasına rağmen geniş kitlelerce tanınmamıştı. Bu onun şahsî tercihiydi, belki bir çeşit yaşam tarzıydı.
Turgut Cansever, mimarî birikimini felsefeyle zenginleştirerek mimarlığın düşünce boyutunda da kıymetli görüşlerini geniş kitlelerle paylaşmıştır. O, hiçbir zaman pozitivist felsefenin çıkmazlarında zaman öldürmemiş, İslam’ın sadeliğine ve huzur atmosferine sığınmıştır. Doktorasını estetik üzerine yapan Cansever, İslam estetiğiyle çağdaş estetiği kuram olarak bilen, tahlil edebilen ve uygulama sahasına dökebilen mümtaz bir şahsiyetti.
Merhum Turgut Cansever’e göre mimarlık, varlığın bütün alanlarını kapsayan ciddi bir disiplindir. O, bugünün Türk mimarisinin en büyük sorununu ‘kültürel kirlenme’ olarak görmüş, mevcut hastalığı doğru bir şekilde teşhis etmişti. Fakat bu hastalığın tedavisi teşhisi kadar kolay değildi. Mimarlık onun için geleneksel olanla modern olanı birleştirmekti. Bunu büyük bir başarıyla uygulama alanına koymuş, fakat rantı merkez kabul eden kesimlere bir türlü söz geçirememişti. Sırf bu kire bulaşmamak için de onlardan uzak durmayı yeğlemişti.
Turgut Cansever, işini çok iyi yapan ve prensipleri olan bir insandı. O, mimarî çalışmalarında “İnsanlığın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” hadisini kendisine şiar edinmişti. Çalışmalarını bu mana etrafında şekillendiriyordu. “Sanat eseri varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar sanatkârın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri ile sanat ahlak alanında yer alır” diyen Turgut Cansever sanat, estetik ve mimarlık konularında geleneksel kaynaktan beslenen özgün görüşleriyle tanınıyordu. O, İslam kültürünü ve medeniyetini en büyük değer olarak görmüş ve öylece sahiplenmişti. O, mimarlığın felsefesini en iyi anlayan, eserlerinde uygulayan ve kitaplarında anlatan bir düşünürdü aynı zamanda.
Dürüst ve kişilikli bir insan olan Cansever çok iş yapmanın değil, büyük ve özgün işler yapmanın peşindeydi. O, yaşadığı süre içerisinde hiçbir zaman paranın gölgesini takip etmedi. Doğru zamanda doğru işleri yapma gayreti içerisinde oldu hep... Çalıştığı insanları özenle seçti. Hiçbir zaman popüler kültüre meyletmedi, onun esiri olmadı. O, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgide yaşadı ve “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” hadis-i şerifi gereğince nasıl yaşadıysa öyle de öldü. İnanıyoruz ki o, düzgün yaşadığı hayatın ödülünü de aynı hadisin devamında ifade edilen “Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” gereğince inşallah fazlasıyla alacaktır.
Turgut Cansever ideal olanın peşindeydi. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu binası, Bodrum’daki Demirevler Tatil Sitesi ve yine Bodrum’daki Ertegün Evi onun yüz akı diyebileceğimiz eserleri arasındaydı. Bu kıymetli eserleriyle Ağa Han Mimarlık Ödülünü kazanmıştı. Üstelik o, mimarlıktaki bu önemli ödülü üç kez alan Türk olma şerefine sahipti. 2008’de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında mimarî dalında büyük ödüle, 2007 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne ve 2005’te Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü. İsabetli ödüllerdi bunlar... O, hayattayken büyük ödüller alarak iltifat görmüştü.
Ahirete uğurladığımız bilge mimar Turgut Cansever işinin ehli bir teknik eleman olduğu gibi, bir Osmanlı ve İstanbul Beyefendisiydi de... Vakur duruşu, asaleti ve bilge tavırlarıyla yeni nesle örnek teşkil ediyordu. “Bir Osmanlı camiine girdiğinizde, sessizlik içinde bir kıpırdanma görürsünüz. Sanki duvarlar bile yaşıyordur.” diyen Turgut Cansever, bir Osmanlı mimarisi hayranıydı. Osmanlı’nın mimarî çizgilerini modern çizgilerle birleştirerek bir sentez yakalamıştı. O, bugünkü şehirlerin çirkin görüntüsünden çok rahatsızdı. Şehirlerin beton yığınlarıyla doldurulması onun rahatını ve huzurunu kaçırıyordu. O, şehirlerin de bir ruhu olduğu kanaatini taşıyordu. Şehirlere ruh biçen mahir bir terziydi Turgut Cansever…
O, mimarlığın yanında bir kalem erbabıydı da... Turgut Cansever çeşitli dergilerde yazmış olduğu yazılarını “Şehir ve Mimarî” adlı kitapta bir araya getirmişti. Bu kıymetli kitap Ağaç Yayıncılık tarafından 1992’de basılmıştı. “İstanbul’u Anlamak”, “Kubbeyi Yere Koymamak” adlı kitaplar da onun kaleminden çıkmış seçkin eserlerdi. Onun Albaraka Türk Yayınları arasında çıkan ‘Mimar Sinan’ adlı eseri alanında yazılmış en güzel kitaptır.
Bilge mimar merhum Turgut Cansever mevcut mimariye millî ve manevî bir renk ve hava kazandırmıştı. Geleneksel olanla çağdaş olanı birleştirerek bambaşka bir sentez vücuda getirmişti. Onun içindir ki özgündü, kendi imzasını taşıyordu ortaya koyduğu birbirinden güzel ve kıymetli eserler… O; sadece taştan, kumdan ve çimentodan oluşan eserlerin peşinde değildi; bir kimlik ve ruh taşıyan eserler meydana getirmenin yoğun gayreti içerisindeydi.
Yüzyılımızın bilge mimarı Turgut Cansever, bir İstanbul hayranıydı. Onun İstanbul’a olan aşkı her şeyin üstündeydi. Geceleri bile bu şehri düşünür, adeta İstanbul’un rüyasını görürdü uykularında. Sonsuzluğu soluklayan bu şehrin, ruhları dirilten o eski mimarisine hayrandı. Yeni yapılaşmaların bu harikulade mimariyi bozduğunu içi sızlayarak dile getirirdi. İstanbul’un bu nesle bir miras olarak bırakıldığını, bu mirası bozmadan geleceğe taşımak mecburiyetinde olduğumuzu söylerdi. O, daima “İstanbul için bundan sonra neler yapılabilir?” sorusunu sorardı kendine. Okunmaya değer bir eser olan “İstanbul’u Anlamak” adlı kitabı bu büyük mimarın bu kadim şehir hakkında sesli düşünmelerinden ibarettir.
Dünden bugüne kadar emsalsiz değerler yetiştiren bir milletiz çok şükür… Ne yazık ki değerlere vefa konusunda sınıfta kalmışız. Fakat son yıllarda bu konuda da bir diriliş emaresi görülüyor. Zira Türkiye Yazarlar Birliği “Yaşayan Yazarlara Saygı” kapsamında bu bilge mimarımızla ilgili “Turgut Cansever’le 80 Yıl” adlı güzel bir bilgi şöleni düzenlemişti. Beşir Ayvazoğlu’ndan Mustafa Armağan’a kadar birbirinden seçkin bilim ve düşünce adamları bu önemli mimarımızı değişik açılardan ele almışlardı. Onun bir asra yaklaşan ömrünü, bu süre içerisinde yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını ve düşüncelerini gün yüzüne çıkarmışlardı.
Seksen dokuz yaşında dar-ı bekaya göç eden bilge mimar Turgut Cansever, tabir caizse günümüzün Mimar Sinan’ıydı. Çok sakin ve güven veren bir konuşma tarzı vardı. O, mimarlığa geleneksel ruhu yerleştirebilen, İslam’ın ruhunu mimariye ustalıkla tatbik eden bizden biriydi. O, bir düşünürdü; mimarlığın derin felsefesine sahipti. Türkiye’de yeterince ve hakkıyla tanınmıyordu. Sadece Türkiye için değil, İslam dünyası için de, dünya için de önemli bir mimardı. Alçakgönüllülüğünden dolayı hep şöhretten uzak durmuş, kendi dünyasında yaşamıştı. Onun içindir ki fazla ortalarda gözükmemiş, geniş kitlelerce tanınmamıştı.
Turgut Cansever bedenen öldü ama hatırası, eserleri ve düşünceleri yaşıyor; yaşamalı da… Günümüzdeki kimliksiz ve kişiliksiz çarpık yapılaşmayı görmezden gelen mimarlara onun dünle bugün arasında köprü kurmayı amaçlayan derin mimarlık felsefesini layıkıyla anlatmalıyız. Zira geleneksel mimarinin modern çizgilerle nasıl bir uyum sağlayabileceğini onun eserleri açıkça gösteriyor. Onun düşünceleri ve uygulamaları üniversitelerin mimarlık fakültelerinde öğrencilere yeterince anlatılmalıdır. O, Mehmet Doğan’ın tabiriyle hiçbir zaman kubbeyi yere bırakmayan, zamanımızın ‘Şeyhü-l Mimaran’ıydı. Estetiğini ve ruhunu yitiren bir çağda yeni bir ses ve soluk olmak için çırpınıyordu ve bu hiç de kolay bir iş değildi.
İstanbul halkı soğuk ve yağışlı bir hava olmasına rağmen mimar Turgut Cansever’i son yolculuğunda Fatih Camii musallasında yalnız bırakmadı. Merhuma Allah rahmet eylesin.

ÜMİT FEHMİ SORGUNLU’NUN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Ölümü bir hicran olarak görsek de aslında bir vuslattır ölüm… Fenadan bekaya uzanan muhkem bir köprü… Kimler geçmedi ki bu köprüden… Bu köprüden geçmemeye çare var mı? Hem bu dünya terk edilmeyecek kadar cazip mi sanki… Cennet hayatıyla bu dünyayı kıyaslamak bile abestir. Durum bundan ibaretken niçin bu kadar soğuk karşılarız ölümü?…
Ölümden sonra, geride hoş bir seda bırakabildiysek kederlenmeye ne hacet var? Rahmetle anılmak kadar büyük bir nimet var mıdır? Bunu yaşarken hesaba katanlar ve o minvalde yaşayanlar hiç unutulmazlar. Ne mutlu öldükten sonra rahmetle anılanlara!....
Her ölüm, aslında gelecekte vuku bulacak kendi ölümümüzü hatırlatır bize. Biraz da bu yüzden hüzünleniriz. Ölüm hep gündemimizde olmalı… Zira “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz” hadisini unutmamak lazım. Ölümü unutursak gaflet uykusuna dalabiliriz.
Dostlarımız dünyadan birer birer göçünce aslında hep bir yanımız eksiliyor. Biraz daha azalıyoruz gün geçtikçe…. Halleşecek, dertleşecek ahbap bulamaz duruma geliyoruz.
Edebiyat bahçesindeki yaprak dökümü devam ediyor. Bir kalem dostunu daha genç denebilecek bir yaşta ebediyete uğurladık. Hayat macerası 1949 yılında Kayseri’de başlayan, 26 Haziran 2010’da yine Kayseri de son nefesini veren kıymetli şair ve yazar Ümit Fehmi Sorgunlu Ağabey’den bahsediyorum. Berceste Dergisi’ni sekiz yıldan beri başarıyla idare eden Ümit Fehmi Sorgunlu’dan… İçi dışı bir olan, kalemin ve kelamın namusunu her şeyin önünde tutan şair, hikayeci Sorgunlu’dan… O şimdi ötelerde, yeni bir hayatın arifesinde…
SSK Bölge Müdürlüğü’nden emekli olan merhum Ümit Fehmi Sorgunlu evli ve dört çocuk babasıydı. Sorgunlu, sanat hayatına 1968 yılında şiirle başladı. Şiirleri mahallî gazete ve dergilerde yayınlandı. 1970 yılından sonra yazı ve şiirlerini genel dergi ve gazetelere göndermeye başladı. 1972 yılında “Onlar” adlı şiir antolojisinde yer aldı. Daha sonraları bir yayınevi kurarak, Meçhuller(hikâye) ve Adımlar(şiir) antolojilerini hazırladı. 1976 yılında “Doğuş Edebiyat” dergisini çıkardı. 1995 yılında “Öncü Edebiyat”, kültür ve sanat dergisinin genel sanat yönetmenliğini yaptı. Akın Günlük ve Hâkimiyet gazetelerinde “Divitsanat” adında bir kültür, sanat eki hazırladı. Mahallî radyo ve televizyonlarda programlar yaptı.
Ümit Fehmi Sorgunlu, 1982 yılında KASD (Kayseri Sanatçılar Derneği) Hikâye teşvik, 1984’te Kayseri Olay gazetesi hikâye, 1987’de Kayseri Gazeteciler Cemiyeti röportaj, 1991’de Basın Yayın Genel Müdürlüğü röportaj, 1992 ve 2004’te Kayseri Akın günlük gazetesi ve Berceste Dergisi Türk Edebiyatına Hizmet, 2006’da Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi hikâye ödüllerini aldı. 1970 yılından beri Hisar, Eğitim ve Kültür, Bilim ve Düşünce, Doğuş, Küçük Dergi, Kültür ve Sanat, Erciyes, Kültür Dünyası, Tepe, Konevî, Somuncu Baba, Altınoluk, Berceste, Yağmur, Dergâh ve Türk Edebiyatı gibi birçok edebiyat dergisinde şiir ve hikâyeleri yayınlandı. Türkiye Yazarlar Birliği ve İLESAM üyesiydi.
Ümit Fehmi Sorgunlu’nun “Acılar Nerede Başlar”(Hikâye, Ocak Yayınları, 104 Sayfa, 1983), “Yağmur Yağmıyordu”(Hikâye, Se-Da Yayınları, 80 sayfa, 1987), “Eylül Vurgunu”(Hikâye, Geçit Yayınları, 112 sayfa, 1997), “Gülün Müjdesi”(Hikâye, Kaynak Yayınları, 104 sayfa, 2005), “Tarihten Gelen Ses”(Hikâye, Romantik kitap, 96 sayfa, 2008), “Hikâyeden Taşan Sözler”(Deneme) adlı eserleri zihinleri ve kütüphaneleri süslemektedir.
Merhum Ümit Fehmi Sorgunlu, edebiyata şiirle adım atmıştı. Şiirlerinde bizi bize anlatıyordu. Dizelerinde taşradan izler ilk bakışta göze çarpıyordu. O, şiiri şöyle tanımlıyordu: “Şiir başlı başına bir ahlaktır. Ona ‘sanat yapıyorum’ diye ahlaksızlığı yerleştirmek zaten şiirin kendisine de hakaret etmektir. Ama ne yazık ki, namus kavramını bilmeyen ve ‘ben şairim’ diye, bazı mısralar karalayan sözde şairler ortaya çıkıyor ve şiiri de, kendisini de telef ediyor. Her şeyde ahlak arandığı gibi şiirde de ahlak ve dürüstlük mutlaka aranmalıdır.”
Sorgunlu, dünyadayken layık olduğu ilgiyi göremese de bundan sonra keşfedilecektir. Geride bıraktığı hikayeler, şiirler, deneme ve makaleler gençler tarafından hep okunacaktır.
Ebediyete uğurladığımız Ümit Fehmi Sorgunlu inançlı bir kalemdi. Ahlak hamuru Türk-İslam kültürüyle yoğrulmuştu. Vatanını, milletini seven, millî ve manevi değerleri baş tacı eden bir insandı. Yazdığı her satırda, her dizede Yunus’un sevgisini, Mevlana’nın hoşgörüsünü görebiliriz. Sorgunlu, edebiyatın kökünün manasına sadık kalmış bir kalem erbabıydı. O, Anadolu’nun gür sesini Kayseri’den duyuran, Erciyes kadar yüce duygularla kalbini süsleyen, Hakk’a ve hakikate sadık bir edipti. O, yazarlık serüvenini şöyle anlatır:
“Bende yazar olmanın mazisi ta ortaokul sıralarına kadar uzanır. Türkçe derslerini çok severdim. Bu sevgide M. Alemdar Güngör ve Mustafa Dülgeroğlu gibi hocaların katkıları çok büyüktür. Sınıfta anlattıkları çeşitli nükteler ve örnekler hâlâ hafızamdan silinmemiştir. Tabiî ki Türkçe dersini sevmemin yanında okumayı da sevmem birinci etkendir. Çabuk duygulanan bir yapıya sahip olduğum için okuduklarımdan etkilenerek ben de bir şeyler yazmaya heves ederdim. İşte bunun içindir ki, ortaokula ilk yazıldığım seneler, ‘Teksas Tommiks’ gibi resimli romanları okuduğumdan, sarı yapraklı matematik defterine kendi hayal gücümle ürettiğim kahramanlar icat eder, macera hikayeleri çizerdim. Bu tip kitapları ders kitabımın arasına kor ve ders çalışıyormuş gibi okurdum. Tabi kendi kendimi kandırdığımın farkına; bir gün babamın ‘Oğlum onları okuduğun kadar biraz da ders çalışsan sınıfını geçersin’ demesiyle varabilmiştim. Sonraları gençlik dönemine doğru, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarları okumaya başladım. Gençlik yıllarımda ise polisiye romanlara alışmıştım. ‘Mayk Hammer’ ve yerli polisiye ‘Murat Davman’ serisi başta gelenlerdendi. Bu romanların etkisi ile ben de polisiye romanlar yazmaya başladım.
Okul sıralarından aşina olduğum ve şiirlerini severek okuduğum Arif Nihat Asya, Yahya Kemal Beyatlı ve Faruk Nafiz Çamlıbel de beni bir süre etkilediler. Daha sonraları, geçlik yıllarımda bir kıza âşık olmam, beni Ümit Yaşar Oğuzcan’la tanıştırdı. Ardından aşk şiirleri okuma merakı beni bu yönde şiirler yazmaya kadar götürdü. Birçok şiir yazıyordum, ama bunların hepsi de defter sayfalarında kalıyordu. Bir türlü cesaret edip herhangi bir mahalli gazeteye gönderemiyordum. Ama şair ya da yazar olmaya kararlıydım. Bunun için ismimin yanına, sanki şartmış gibi, yakışan bir ad ilave etmem gerekiyordu. Çünkü okuduğum ve etkilendiğim bütün yazar ve şairler üç isimliydiler. Onun için ben de Fehmi’nin önüne yakışan bir isim arayışına düştüm. Nihayet umut etmekten gelen, ‘Ümit’ isminde karar kıldım. Ondan sonra yazdığım bütün şiir ve hikâyelerimi ‘Ümit Fehmi Sorgunlu’ olarak yazmaya başladım. Giderek bu isim, sanki öz ismimmiş gibi benimle birlikte özdeşleşmeye başladı.”
Merhum Ümit Fehmi Sorgunlu, milli birliğimizin teminatı olan Türkçeye çok önem veriyor ve onu titizlikle kullanıyordu. Yazılarına baktığınızda bunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Türkçenin bugünkü ezik durumu pek çok şuurlu yazar gibi onu da derinden üzüyordu. Bunu şu ifadelerle dile getiriyordu: “Türkçenin, Türkiye’de bir üvey evlat muamelesi görmesi benim kanıma dokunuyor dersem, bilmiyorum çok mu abratmış olurum. İkinci bir husus da, büyük bir işyerine girerken İngilizce ya da, yabancı dil bilip bilmediğimiz soruluyor. Sorulmasına karşı olduğumdan değil, ama önce iyi Türkçe bilip bilmediğimiz sorulsa daha iyi olacak gibi geliyor bana. Zira kendi öz dilimize öylesine yabancı olmuşuz ki, neredeyse hiç Türkçe bilmese de, sadece başka dilleri konuşsa makbule geçecek. Bilemiyorum, Almanya’da, Fransa’da, Japonya’da kendi insanını işe alırken, Türkçeyi bilip bilmediği soruluyor mu? Ya da mağazalarında Türkçe isimler görülüyor mu?”
“Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” ifadesi geçer Mecelle’de… Bu söz Sorgunlu için de geçerliydi. Merhum Sorgunlu’nun eserleri büyük yayın evlerinden çık(a)madığı için “taşralı yazar” olarak kalmıştı bu kalem... Yani hak ettiği yerlere gelememişti yaşarken. O, aynı zamanda iyi bir hikayeciydi. Fakat gölgede kalmıştı hikayeleri.
Sorgunlu, uzun süredir kolon ve akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Son olarak da solunum yetmezliği çekiyordu. 26 Haziran 2010 Cumartesi günü vefat eden Sorgunlu’nun cenazesi, Pazar günü öğle namazının ardından Hunat Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Asri Mezarlık’ta toprağa verildi. Önemli bir boşluk bıraktı geride. Allah rahmet eylesin.

ÜSTÜN İNANÇ ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ

Bazı insanlar vardır ki eski tabirle ismiyle müsemmadırlar. Yani adının anlamını karakterlerinde taşırlar. İşte bu isimlerden biri de pek çok işi bir arada götüren değerli gazeteci-yazar Üstün İnanç’tır. Üstün İnanç, adı gibi üstün özelliklere, soyadı gibi temiz bir İslam inancına sahip sanatkârdır. Zira adı gibi birbirinden üstün meziyetlere sahiptir. Sıfatları pek çoktur bu değerli yazarın. Öte yandan Türk-İslam kültürü onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. O, bir koltuğunda birçok karpuz taşıyabilen ender insanlardan biridir. Üstün İnanç aktördür, senaristtir, hocadır, gazetecidir, yazardır, romancıdır. Bir insanın bu kadar çok işi bir anda yapabilmesi takdire şayandır doğrusu. O da bu özelliklerinden dolayı hep takdir ve iltifat görmüştür. Gördüğü yakın ilgiler ve övgüler onun üretkenliğini daha da artırmıştır.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in bir döneme damgasını vuran Büyük Doğu dergisinde ilk eserlerini yayınlayan Üstün İnanç, daha sonra yayın çevresini daha da genişletmiştir. Onun Necip Fazıl’la ilgili nice hatıraları vardır. Üstün İnanç bugünlerde bu hatıraları da içeren bir Necip Fazıl kitabı kaleme almaktadır. Bu kitap Necip Fazıl sevenler tarafından heyecanla beklenmektedir. Yine o yıllarda Yelken, Durum, Sanatkâr gibi dergilerinin sayfalarında Üstün İnanç imzasını görüyoruz. Kültür, sanat ve edebiyata meraklı bir gencin yazılarıdır bunlar…
Üstün İnanç da hemen her yazar gibi şiirle başlamıştır edebiyat işlerine… Fakat şiirde bir derya olan ve bu işi hakkıyla yerine getiren Üstat Necip Fazıl’ı okuyunca şiir yazmayı bırakmış, hatta yazdığı bütün şiirleri yırtıp atmıştır. O herkesin meyilli olduğu işleri yapması gerektiğine inanmıştır. Onun bu davranışı kabiliyeti olmadığı halde şiirde ısrar edenlere ders niteliğindedir. Hakikatte de herkesin yeteneğine uygun işler yapması en doğru davranıştır.
Üstün İnanç, Basın Yayın ve Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun olmuştur. Yani o, gazetecilik eğitimi almıştır. Okulunu bitirdikten sonra 1956’da Tercüman gazetesinde mesleğine ilk adımını atmıştır. Daha sonra Babıâlide Sabah, Bugün, Son Havadis, Tercüman, Zaman ve Yeni İstanbul gazetelerinde çalışmıştır. Yalnız Değilsiniz (1988), İnsanlar Böyleydi (1988), Ayıp Uşakları (1989) ve Bir Kimlik Lütfen (1994) onun romanlarıdır. Bunların yanında Kurt Kapanı(1970), İlk Kurşun (1974) adlı tiyatro eserleri de kaleme almıştır.
Üstün İnanç, 1967–1969 yılları arasında Necip Fazıl’ın “Sultan Abdülhamit” isimli oyununu yönetmiştir. Bu oyunu yönetmekle kalmamış, aynı zamanda 517 kez oynanan oyunun 300’ünde başrol oynamıştır. Yani onun oyunculuk yönünü de yabana atmamak lazımdır; aksine bu yönüne daha çok vurgu yapmak gerekir. Zira o, 1970’de ‘Kurtkapanı’ isimli bir oyun yazdı, yönetti ve başrolü oynadı. 1974’de ‘İlk Kurşun’ isimli oyunu yazıp yönetti. Bunlarla birlikte İbret Sahnesi’nin ‘Çar Tabancası’ oyununda çar rolünü oynadı.
Onun gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı “Yalnız Değilsiniz” adlı romanı Türk roman okuyucusu tarafından çok sevilmiştir. Yazar bu romanında inançlarını yaşamaya karar veren genç bir kızın çevresinden gördüğü tepkileri dile getirmiştir. Romanın kahramanı Serpil, en başta kendisine kardeşi kadar yakın olan Füsun’dan tepki görür. Fakat ailesi, yakın arkadaşları ve çevresi tarafından dışlanan Serpil, inancı uğruna bütün bu sıkıntılara göğüs gerer. Bu roman konusu itibariyle hâlâ güncelliğini korumaktadır. Romandaki Serpil’in hikâyesiyle bugün üniversite kapılarından içeriye alınmayan başörtüsü mağdurlarının hikâyesi benzerdir. Söz konusu kitap belki bunun için çok fazla ilgi görmüştür.
“Yalnız Değilsiniz” romanı sadece roman olarak kalmamış, daha sonra Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye de aktarılmıştır. Bu filmin gösterime girmesiyle birlikte bütün zamanların kanayan yarası olan başörtüsü meselesi, gündemin ortasına düşmüştür. “Yalnız Değilsiniz” romanının sinema filmi beklenenin çok üzerinde büyük bir ilgi görmüştür. Filmde Gamze Tunar ‘Serpil’ rolünü oynamıştır. Bu filmde Haluk Kurtoğlu, Murat Soydan, Efgan Efekan gibi önemli isimler de rol almıştır. Bu film herkes gibi beni de derinden etkilemişti. Bu filmi seyreden genç kızlarımızın önemli bir kısmı da bundan sonra tesettüre bürünmüştü.
Türk kültürüne, edebiyatına ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunmuştur Üstün İnanç… Bunu bazen yazdığı romanlarla, bazen sahneye koyduğu tiyatrolarla, bazen de bizzat oyunculuğuyla gerçekleştirmiştir. Çalışmaktan daima büyük bir haz almıştır. Çalışmak, yeni eserler üretmek onun enerjisini daha da artırmıştır. O, aşağı yatarak değil, çalışarak dinlenmiştir; hiçbir zaman boş vakti olmamıştır. Zira ancak boş adamların boş vakti olur.
Üstün İnanç belli ki roman yazmaya biraz geç başladı. O, bu işe gençlik yıllarında başlasaydı eşsiz bir külliyata sahip olurdu. Onun okunması gereken romanlarından birisi de ‘Makedonya Gamzesi’dir. Okul Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan bu kitap 242 sayfadır. Tarihinden haberdar olmak isteyen herkesin okuması gereken bu eserin arka kapağında şu ifadeler yer almaktadır: “Kaybettiğinin farkına varmak… Eskiler İstanbul’a Dersaadet derlerdi. Yani mutluluk yuvası, huzur yeri... Birinci cihan harbinde kaybettiğimiz birçok şey gibi, ona ait güzellik ve ihtişamı da kaybettik. Koskoca imparatorluğun kalbi olan İstanbul, her şeyin olup bittiği yerdi de aslında. Yemen’de olanlar İstanbul’u etkiliyor, İstanbul’da alınan bir karar Makedonya’nın kaderini değiştiriyordu. ‘Makedonya Gamzesi’, işte bu çalkantılı dönemi hüzünlü bir öyküyle romanlaştırıyor. Okuyucusuna etkileyici bir dille kaybettiklerini hatırlatıyor. Belki de yeniden bulmanın şifresini değiştiriyor.”
Üstün İnanç roman yazmaya geç başlasa da, yazdığı romanlar sayıca az olsa da okuyucuyu etkilemesi bakımından dikkate değer bir roman yazarıdır. “Makedonya Gamzesi” Üstün İnanç’ın ses getiren belgesel romanlarından biridir. Bu romanda İnanç, Jön Türklere, Hareket Ordusuna ve düzmece 31 Mart Vakası’na değiniyor; tarihî gerçekleri tarafsız bir gözle ele alıyor. Osmanlı tarihinde önemli bir dönemeç olan bu vakayı, Sultan 2. Abdülhamid’e karşı kurulan tezgâhları gerçek kişilere ve olaylara da sadık kalarak yeniden kurgulayarak anlatıyor. Bu roman tarihî romandan öte bir dönem romanı olma özelliği taşıyor.
Üstün İnanç, “Makedonya Gamzesi” romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili ne varsa okumuş, tabir caizse bir sentez yapmıştı. Zira bu hadise aydınlarca çok tartışılmış bir konuydu. Romanda anlatılanlara bakınca yazarın konuyu iyi kavradığını görüyoruz. Fakat anlatılanlar gerçek olsa da roman kurgusu içinde verildiği için okuyucuyu sıkmıyor. Bu romana bakarak Üstün İnanç’ın iyi bir gözlemci ve tasvir ustası olduğu kanaatine varıyoruz. Öte yandan “Makedonya Gamzesi” adlı romanın bir nehir roman zincirinin ilk halkası olması bundan sonra bu zincire yeni halkalar ekleneceği beklentisini doğuruyor okuyucuda. Keşke tarihî vakaları bir de onun kaleminden okuma şansımız olsa!...
Okumak dolmak, yazmak boşalmaktır kanaatimce. En iyi yazarlar aynı zamanda en iyi okurlardır. Üstün İnanç da iyi bir okuyucudur her şeyden evvel… O, düşüncesi ne olursa olsun, yazar ayırt etmeden kaliteli olduğuna inandığı bütün eserleri okur, onlardan kendine pay çıkarır. Onun geçmişteki okuma hevesiyle ilgili söylediği şu sözler dikkate şayandır: “İlk gençlik döneminde üç roman birden okuduğumu hatırlıyorum. Şiir de öyle. Gerek Divan edebiyatını, gerekse Cumhuriyet dönemi şiirlerini büyük merak ve sevgiyle okurdum.”
Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) vefa duygusunun ölmediğini, canlılığını hâlâ koruduğunu ispatlayan birbirinden özel ve güzel programlara imza atıyor. Bunlardan birisi de geçenlerde değerli yazar Üstün İnanç için düzenlendi. Üstün İnanç için Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde saygı gecesi tertip edildi. Bu programda Üstün İnanç’ın arkadaşları bu büyük kültür, sanat ve edebiyat adamını çeşitli yönleriyle ve hatıraların doyumsuz çeşnisiyle anlattılar. Mesut Uçakan, Yücel Çakmaklı gibi isimler dostları Üstün İnanç’a dair hatıralarına yer verdiler. Onları Mustafa Özdamar, Ali Nar, Abdurrahman Şen ve Hüseyin Goncagül gibi Türkiye’ye mal olmuş önemli yazarların etkili konuşmaları takip etti.
Yaşayan yazarları, kültür, sanat ve bilim adamlarını anarak onure etmekten daha güzel ne olabilir ki!..Yazar Üstün İnanç dünya gözüyle bu büyük mutluluğu görüp yaşadı. Ustalara yaşarken saygı gösterenler, onları değişik vesilelerle hatırlayanlar aslında geleceğe yatırım yapıyorlar. Zira ‘vefa gösteren vefa bulur’ hakikati gereği onları da gelecek nesiller hatırlayacaklar. Bu işi çok iyi beceren vefakâr Mehmet Nuri Yardım’ı yürekten kutluyorum.

ALTIN KUŞAĞIN SON YILDIZI VÜS’AT O. BENER
M.NİHAT MALKOÇ

Türk hikâyeciliğinin altın kuşağının son yıldızı olarak görülen Vüs’at O. Bener geçtiğimiz aylarda hayatını kaybetmişti. 83 yaşında hayata veda eden bu değerli kalem, hikâyeyi şiire yaklaştırmıştı. Uzun ömrüne rağmen az sayıda hikâye yazmıştı. Mükemmeliyetçi bir sanat anlayışına sahipti. Az ve öz yazmayı ilke edinmişti. Kelimeleri yerinde ve tabir caizse iktisatlı kullanırdı. O, sözlere hakkını veren bir hikâyeciydi.
Peki, kimdi Vüs’at O. Bener? Okuyucuları ne kadar tanıyordu onu? 1922 yılında Samsun'da doğmuştu. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Bener, modern Türk öykücülüğünde “altın kuşak” olarak tanımlanabilecek 1950 kuşağının önde gelen isimlerinden birisiydi.
Bence yarışmalar yazarları doğuran anadır. Onlar yeni simalarla buluştururlar bizi. Kenarda köşede kalmış yazarlar, ciddi yarışmalar sayesinde keşfedilir. Bener de böyle bir yarışma neticesinde kalem hayatına atılmıştı. Vüs’at O. Bener, 1950’de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında ”Dost” adlı öyküsüyle adını duyurdu. Vüs’at O. Bener’in, yarım yüzyılda ortaya koyduğu az sayıda öykü, roman ve oyunu bulunuyor. 1950’li yıllarda yazdığı öyküleri genellikle Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü “Dost” adı altında (1952); bir bölümü “Yaşamasız” ismiyle kitaplaştırıldı(1957).
1962 yılında ilk oyunu Ihlamur Ağacı basıldı, oyun Türk Dil Kurumu’nun 1963 yılı tiyatro armağanını aldı. 1977 yılında 29 öyküsü yine “Dost” adı altında, tek cilt halinde basıldı. Öykülerinden, “Dost” Fransızca’ya; “Batak” Almanca’ya; “İlki” İngilizce’ye çevrildi. Öyküleri, yabancı ve Türk antolojilerinde yer buldu. Bunlar onun ismini daha da büyüttü.
Yazarın ikinci oyunu İpin Ucu, 1980 yılında Abdi İpekçi Armağanı’nı kazandı. İlk romanı “Buzul Çağının Virüsü” 1984 yılında basıldı. İkinci romanı “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” 1991 yılında yayınlandı. “Siyah-Beyaz” adlı kitabı 1993’te basıldı.
Vüs’at O. Bener, dili güzel kullanan bir yazardı… Yani çalakalem yazmazdı. Titiz bir dil işçiliği gözükürdü hikâyelerinde… Onun içindir ki 83 yıllık hayatında yazdığı eserlerin sayısı son derece azdır. Bu, onun dil hassasiyetinden kaynaklanan bir durumdur. Onun hikâyelerinde ülke insanının kültürel yelpazesini bütün ihtişamıyla görmek mümkündür.
Kendisine özgü bir cümle yapısı vardı O’nun… Yani üslûp sahibi bir insandı… Bunu uzun yıllar boyunca ısrarla yazarak kazanabilmişti. Eserlerinde taklit edilmiş, iğreti ifadelere rastlamak zordur. Zaten az sayıda eser vermiş bir yazarın bugün konuşuluyor olması onun ancak özgün bir anlatıma sahip olmasıyla açıklanabilir. Demek ki önemli olan özgünlüktür.
O, hikâye, roman ve oyunlarında gündelik hadiselerin yansımalarını konu edinmiştir daha çok… Bunu, yazdığı eserlerin çoğunda görmek mümkündür. Fakat sıradan olayları dile getirirken dilin sihirli gücünden azamî derecede yararlanmıştır. Olaylar sıradan olsa da anlatım sıradan değildir. Anlatımdaki güzellik, sıradan mevzuları bile zevkle okunur kılmıştır.
Vüs’at O. Bener şiirle de uğraşmıştır. Fakat biz onu şair olarak değil, hikâyeci olarak tanıyoruz. Roman ve oyun da yazmıştır ama asıl ses getirdiği edebî tür hikâyedir. Şiirlerini “Manzumeler” adı altında bir araya getirmiştir. Manzume aslında ölçülü ve kafiyeli, edebî değeri pek fazla olmayan şiir diye algılanır bizde… Fakat onun şiirlerinde ölçü ve düzenli bir kafiye sistemi yoktur. Belki de şiirde iddialı olmadığını ifade etmek için şiirlerini böyle bir isim altında okuyucuya sunmuştur. Bence şiirleri vasat olmaktan öteye gidemez.
O, pek çok yazar gibi şiire de merak salmıştır. Şiirlerindeki imajlar soyut ve kapalıdır. Sıradan bir okuyucunun bu imgeleri çözüp anlamlandırması hiç de kolay değildir. Düzyazıya yaklaşan anlatım tarzı, şiirlerinin bir başka özelliğidir. Orhan Veli tarzı kısa ve ilk görünüşte sıradan gibi algılanabilecek şiirsel söyleyişleri vardır. “Sitem” bunlardan birisidir:
“Nur içinde yat anacığım
Mecbur muydun beni doğurmaya
Bir daha yapma”
Başkent Hastanesi’nde uzun süre tedavi gören Bener, 31 Mayıs 2005’te vefat etti. Bence kalemin susması âlemin susması anlamına gelir. Vüs’at O. Bener’in hayattan göçüşüyle birlikte bir kalem sustu, bir âlem sustu… Yarım yüzyıl boyunca yazan bu kalemin vedası da sessiz oldu. Gazetelerde koca puntolu harflerle bahsedilmedi ölümünden. Ölümü televizyonları günlerce meşgul etmedi. Sözlerimi bu usta yazarın, fakat vasat şairin “Ölüm” adlı dörtlüğüyle noktalıyorum. Kim bilir belki de ötelerde öykülerine devam ediyordur:
“Ölüm süzmüş gözlerini
Testi yazıtlarında sözü geçmez
Uzun fısıldadığı sen değildin hiç
Geceye yineler ak doğumları”

BİLGE TARİHÇİ YILMAZ ÖZTUNA’NIN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Tarih, dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan muhkem bir bilinç köprüsüdür. Bu köprü olmasaydı mazimizden haberdar olamazdık; bugünü yarına taşıma imkânından da mahrum kalırdık. Böyle bir durumda dostumuzu da, düşmanımızı da hakkıyla bilemezdik. Sürekli aynı hatalara düşerdik. Bu noktada Üstad Mehmet Akif’in şu serzenişini de göz ardı etmemek gerekir: “Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Çok şükür ki şeref tablolarıyla dolu çok zengin bir tarihî geçmişimiz vardır. Dünyada bizim kadar köklü bir tarihî ve medeniyeti olan milletler nadirattandır. Fakat ne yazık ki millet olarak “Derya içredir deryayı bilmezler” misali bu büyük tarihî zenginliğin farkında bile değiliz; bu yüzden de bunun kıymetini bilmiyoruz. Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in bizimle ilgili çok güzel bir sözü vardır: “Batı ülkelerinde bir lise öğrencisi eski metinleri okur ve anlar. Siz bir harf devrimi yaptınız, eski metinler kütüphanelerde kaldı. Eski metinler, zamanında çok ağdalı idi. Binaenaleyh Türk tarihçisine çok önemli vazife düşmektedir. Tarih bir milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen millet, hafızasını kaybetmiş insana benzer.”
Bize tarihimizi öğretenlerden ve bu sahada çok büyük emekler sarf eden kişilerden biri olan Yılmaz Öztuna’nın aramızdan ayrılması, beni tarih konusunda biraz da olsa düşünmeye sevk etti. Tarih alanında başlı başına bir otorite olan ve bu konuda binlerce sayfa eser kaleme alan bilge tarihçi Yılmaz Öztuna, 9 Şubat 2012’de, 82 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Merhum Yılmaz Öztuna, bize gerçek tarih şuuru kazandıran ender kalemlerden biriydi. O, uzun sayılabilecek ömrünü tarih araştırmalarına adamıştı. O, okuma alışkanlığı olmayan milletimize bile tarihi sevdirebilmişti. Ömrünün son demlerine kadar adeta bir ibadet aşkıyla bildiklerini yazmış, arkasında binlerce makale ve 60 tane kitap bırakmıştır.
Yılmaz Öztuna, düşünceleriyle, yazılarıyla ve birbirinden kıymetli kitaplarıyla hafızalarda yer etmiş mümtaz şahsiyetlerden biriydi. O, ölene dek kalemi elinden bırakmamış, bir ibadet aşkıyla yazmış, doğru bildiklerini okurlarıyla paylaşmıştır. Onun en büyük eseri şüphesiz ki Ötüken Yayınları arasında çıkan 12 ciltlik Büyük Türkiye Tarihi’dir. Bence bu değerli eser, her aydının şahsî kütüphanesinde bulunmalıdır. Merhum Öztuna, bu kıymetli eserinin Giriş'inde tarih konusunda şu anlamlı ve önemli değerlendirmelere yer veriyordu:
“Tarihçi, geçmişin muhasebe ve muhakemesini yapmakta, hâdiseler, şahıslar ve milletler hakkında hükümler vermektedir. Hükümleriyle bazen topyekûn bir toplumu mahkûm etmekte, bir diğer cemiyeti şan ve şerefe boğmaktadır. Hâdiseler değişmez. Şüphesiz tarihi yapan şahıslar ve topluluklar da aynı şahıs ve topluluklar olarak kalır. Fakat değer hükümleri, tarihçiden tarihçiye, bazen hayret uyandıracak derecede değişir. Onun içindir ki Atatürk ‘Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır’ demiştir.”
Merhum Öztuna; yaşının ilerlemiş olmasına rağmen, çok okuyan, sürekli araştıran, kendini yenileyen, Türkiye ve dünya gündemini çok iyi takip eden, ustalıkla yorumlayan bir kişiydi. Türkiye Gazetesindeki başyazılarında onun gündeme dair isabetli yorumlarını zevkle okurduk. Öztuna, bu başköşedeki yazılarında güncel konuları yorumlasa da, hadiselere bakan kişinin usta bir tarihçi olması, üslubuna da tesir eder, hadiseler tarihi perspektiften yansırdı.
Rahmetli Yılmaz Öztuna iyi bir tarihçi olmasının yanında, sayıları tükenmekte olan iyi bir gönül adamıydı. Hadiselere hiçbir zaman yüzeysel ve taraflı bakmayan, daima hakikati gözeten Öztuna, güzel Türkçemizi de kusursuz kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Uzun yıllar boyunca Türkiye Gazetesinde yazdığı başmakalelerinde güncel meseleleri ele alırken bile onlara tarih penceresinden bakmayı ihmal etmemiştir. Evvela tarihî bilgileri aktarmış, günceli onun üzerine bina etmiştir. Böylece gençlere şuur kazandırmayı amaçlayarak adeta bir taşla iki kuş vurmuştur. Bunu yaparken okurlarını güncelin lüzumsuz ayrıntısına boğmamıştır. Onun güncel yazılarını bugün bile okusak, eskimemiş birçok kıymetli bilgiye ulaşabiliriz.
Gençliğin tarih bilinci edinmesinde, geçmişle gelecek arasında sağlam köprüler kurulmasında Yılmaz Öztuna'nın büyük hizmeti olmuştur. Zira o, sıra dışı tarih yazıcılığıyla tarihi büyük küçük herkese sevdirmiştir. Zira onun tarihe bakışı yekparelik(bütünlük) arz ediyordu. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar, tarihimize bütüncül gözle bakıyor, devletler ve aktörler değişse de sahnedeki milletin Türk milleti olduğu gerçeğini vurguluyordu. Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ayrı milletler değil, “Türk” olarak adlandırabileceğimiz çınarın birer dalıydı. Bunları farklı devletler olarak görmemek lazımdı; bunlar ancak birer hanedanlık olarak görülebilirdi. Biz bugünkü devletimiz olan Türkiye Cumhuriyetini tek başına ele alma gafletine düşersek bu devletin köklerini en çok 90 sene evveline kadar götürebiliriz. Oysa Türkler 90 sene evvel tarih sahnesine çıkmadılar. Türk milleti olarak tarih sahnesine çıkışımız 2200 sene evveldir. Türkiye Cumhuriyeti, şanlı milletimizin kurduğu son bağımsız devlettir. Bu bakış açısı merhum Yılmaz Öztuna'nın ortaya koyduğu ve savunduğu doğru bir bakış açısıydı. Eski yeni ayrımı yapmadan, onun tarihe bu bütüncül bakışı, tarihî malumatlara olan güveni de artırmıştır. Onun, milletimizin geleceğine dair şu isabetli değerlendirmesi dikkate değerdir:
“Tarihle de uğraşan Namık Kemal, şair sezişiyle ‘Değişmez fen mi vardır, müstakar/eşya mı kalmıştır?’ demiştir. Ben, sınırları bir iki asır olsun değişmeden kalan hiçbir devlet bilmiyorum. Şüphesiz mânevi değerler daha sürekli, daha kalıcıdır. Hatta ebedî olabilir. Maddî nesneler ise devamlı değişir. Ve toplumların geleceğini değiştirir.
Bütün milletler gibi Türk milletini de nasıl bir gelecek bekliyor? Türk devletinin istikbâli nedir? Herhalde bugünkünden epey farklıdır. Zira geçmiş dönemlerde de çok farklı idi. Bu sürekli, bitip tükenmek bilmez oluşumu, son çizgi sanmak kadar gaflet olamaz. Böylesine bir gaflete düşenler devlet yöneticisi iseler, milletlerinin, çocuklarının, ileriki kuşakların geleceğiyle oynarlar. Zira Arz denen önemsiz gezegenin Tarih çağına girişi 5.000 yıldan az fazladır. Ama Arz’ın daha birkaç milyar yıllık ömrü vardır... 1800 Türkiyesi, Nizâm-ı Cedîd Türkiyesi’dir. 1850 Tanzimat Türkiyesi, 1900 Mutlakıyyet Türkiyesi, 1950 Demokrasiyi Tecrübe Türkiyesi... 2000 Türkiyesi Demokrasiye Geçiş...
Atalarımız bizim Meriç’le Ağrı Dağı arasındaki asgarî sınırlar içinde hür ve mutlu yaşayabilmemiz için akıl almaz fedakârlıklara katlanmışlardır. Bu toprakların her karışını kan ve terleriyle yoğurmuşlardır. Gaflet uykusuna dalmamak için göz kırpmamışlardır. Gerçi asırların yorgunluğuyla kendilerinden geçtikleri, uyudukları olmuştur. Ama tekrar uyanıp, daha büyük fedakârlıklar sergilemekten vazgeçmemişlerdir. Bunca gayret, hep gelecek nesillerin mutluluğu için göze alınmıştır. İnsanın fâni olmayan tek özelliği, işte bu devamlılık azmidir. 2500 yılı Dünyası, birçok yıldızı iskân etmiş bir Arz’dır. Kâinatın fethi asırlarında da atalarının mânevî değerlerinden kopmamış milletler, varlıklarını devam ettireceklerdir. Rehâvet, umursamazlık, ahlâksızlık, bencillik uçurumuna düşmemiş toplumlar için gelecek açık ve ümit doludur.”(Türkiye Gazetesi-07 Ocak 2012 Cumartesi)
İlk makalesi on üç yaşındayken, ilk kitabı ise on beş yaşındayken basılan Yılmaz Öztuna, tarih muhtevalı eserlerinde sadece başarıları yazmıyor, başarısızlıklara da vurgu yapıyordu. Çünkü başarılar da, başarısızlıklar da bizimdi. İnsanın kendi kendini kandırmasının bir anlamı yoktu. Gerçekler elbette bir gün bütün çıplaklığıyla ortaya çıkartılabilirdi. Üstelik inandırıcılığını kaybeden bir tarihçinin okunması da mümkün değildi.
Öztuna, bilinçli olarak kötü gösterilmeye çalışılan Sultan II. Abdülhamit gibi bir kısım Osmanlı padişahlarının itibarlarını iade eden vefalı bir insandı. Bu konuda ders kitaplarında yazılan yanlış bilgilere muhalif bir duruş sergilemiş, onların düzeltilmesini sağlamıştı. O, bir abide niteliğindeki Büyük Türkiye Tarihi'nin son cildinde II. Abdülhamit'i anlatmıştı. Bazı kindar çevreler, onun anlattığı gerçek bilgilerden hoşlanmadığı için, söz konusu bilgiler kendi çıkarlarına ters düştüğü için, bu büyük tarihçinin Türk Tarih Kurumu üyeliğini geri almışlardı. O, bazı gerçekleri savunmanın bedel gerektirdiğini bildiği için, bunları hoşgörüyle karşılamış; fakat hiçbir zaman birilerinin karşısında eğilip bükülmemiş; asil, dik ve diri durmuştur.
Merhum Öztuna, bir zamanlar siyasetle de içli dışlıydı. 1969’da Adalet Partisi’nden Konya Milletvekili seçilen Öztuna, bu vesileyle Ankara’ya yerleşmişti. O, tarihçiliğinin yanında İstanbul Konservatuarında müzik eğitimi de almıştı. Müziğe büyük ilgisi ve hizmeti vardı. Türk Mûsikisi Konservatuarının kurulmasında büyük emekler harcamıştı.
82 yıllık uzun sayılabilecek ömrüne çok şey sığdırmıştı Yılmaz Öztuna... O, bu süre içerisinde birçok kıymetli kitap kaleme alarak Türk okuruyla buluşturmuştu. “Bir Darbenin Anatomisi, Türk Tarihinden Yapraklar, Osmanlı Padişahlarının Hayat Hikâyeleri, Türk Tarihinden Portreler, Tarih Sohbetleri 1-2-3, Osmanlı Devleti Tarihi 1-2, Tarih ve Politika Ansiklopedisi, Büyük Osmanlı Tarihi” onun kıymetli kitaplarından sadece birkaçıdır.
Yılmaz Öztuna'nın tarihî konulara merakı ve ilgisi her şeyin fevkindeydi. O bir akademisyen olmadığı halde, ömrü boyunca bir üniversite dolusu akademisyenin yapamadığı büyük işleri yapmıştı. O, resmi ideolojinin dayattığı tarihi değil, araştırma ve incelemeleri neticesinde elde ettiği sağlam verileri okuyucularına sunmuştur. Bu yönüyle bazı kesimlerin hışmına uğrasa da o, doğru bildiğinden şaşamamış, tarihe hizmet etmeye devam etmiştir.
Milliyetçi bir insan olan tarihçi Yılmaz Öztuna, bu milletin dününü unutturmak isteyenlerle çetin mücadeleler etmiştir. “Büyük Türkiye”, “Osmanlı Cihan Devleti”, “Büyük Türk Hakanlığı” gibi ifadeler onun tarih dağarcığımıza kazandırdığı armağanlardı.
Biz onu kısaca “Yılmaz Öztuna” olarak bilsek de onun tam adı Abdullah Tahsin Yılmaz Öztuna’ydı. O, büyük ilim ve iman adamı Eşref Edip Fergan’ın damadıydı. Yazarlığının yanında, birçok radyo ve televizyon programı da yapmıştı. O, bu programlarda, bazı çevrelerce saklanmak istenen hakikatleri cesurca ifade etmiştir. Ayasofya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur'an okunması onun ısrarlı gayretleri neticesinde gerçekleşmiştir. Onun tarih bilmenin önemine dair şu ifadeleri gençliğin hafızasına kazınmalıdır: “Gerçek milletler, geçmişlerini iyi bilenlerdir. Geçmişini bilmeyen millet, hafızadan mahrumdur ve davranış aksaklıkları ile illetli bir hayat yaşamaya mahkûmdur. İnsanoğlu için en önemli zaman parçası, içinde yaşadığı andır. Geçmişi çabuk unutur. Günün gelişmeleriyle şartlanmıştır. İnsan karakteri budur. Bununla beraber insanoğlu, geçmişten tamamen kopamaz. Şu veya bu derecede geçmişin etkileriyle yaşar. Bu geçmiş, uzak zaman parçalarına uzanabilir. Hayvan için geçmiş ise, yalnız kendi hayatıdır. Kendi hayatı öncesinde bir geçmişi bilmesi mümkün değildir.”
Hayat Tarih Mecmuası, Öztuna’nın uzun yıllar boyunca çıkardığı, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı bir dergiydi. Söz konusu mecmua 1965’ten 1982’ye kadar yayımlanmıştır. O, bu dergide “Yılmaz Öztuna, Tahsin Tunalı, Abdullah Tunaboylu” isimleriyle yazardı. Yani bu derginin her sayısında onun üç yazısı bulunurdu. O isteseydi kullanacağı müstear isimlerle tek başına bile bir dergi çıkarabilirdi. Bu yönünü de düşündüğümüzde onun velut bir kalem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu dergi o zamanın şartlarında bile yüz binlerce basılır, bayilerden adeta kapışılarak alınırdı. Bu büyük ilgi, Öztuna'nın üstün başarısıydı. Çünkü onun tarihe tarafsız yaklaşımı okurlara güven veriyordu.
Öztuna, demokrasiye yürekten inanırdı; gelecekte demokrasinin bütün dünyada en hâkim yönetim biçimi olacağını belirtirdi. O, tarihin büyük değişimlere gebe olduğunu ısrarla söylerdi. Tarihini hakkıyla ve layıkıyla bilmeyen milletlerin hafızadan mahrum oldukları, öte yandan da bütün büyük milletlerin geçmişlerini en iyi bilen milletler oldukları iddiasındaydı.
İnsanlar, vücuda getirdikleri eserleriyle zamana yenilmekten kurtulurlar. Öztuna, bedenen ölse de, eserleriyle hep yaşayacak ve bizleri aydınlatmaya devam edecektir. Onun onlarca ciltlik kitabı, binlerle ifade edilen makaleleri geleceğe aktarılarak, bizleri aydınlattığı gibi, yarınki nesilleri de aydınlatacaktır. O, insan olarak vazifesini fazlasıyla yerine getirerek arkasında hoş bir seda bıraktı. Keşke bu gibi güzel ve kalıcı hizmetler hepimize nasip olsa!..
“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” diyen Peygamberimiz, âlimlere çok müstesna bir yer ve değer vermiştir. Merhum Yılmaz Öztuna da bir tarih âlimiydi. Onun ölümüyle milletimiz çok önemli bir değerini ve değerlisini yitirmiştir. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

YUNUS’UN DUYGU COĞRAFYASI
M. NİHAT MALKOÇ

“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;
Sayıları silmiş. BİR’e yönelmiş ...”(Necip Fazıl)

Yunus’un Yaşadığı Çağ Yahut Gökte Yalnız Bir Yıldız…

Yunus’un yaşadığı çağ, nerden bakarsanız bakın, bugünkünün fevkinde zor bir çağdır. Yunus’un döneminde Anadolu Selçukluları son demlerini yaşıyordu. Osmanlı çınarı henüz yeni filizleniyordu. Bu devirde isyanlar ve istilalar birbirini takip etmekteydi. Haçlı seferleri, Moğol akınları, Babai isyanları, saltanat kavgaları peşi sıra sürüp gidiyordu. Zulüm imparatorluğu kurmak için önüne ne gelirse yakıp yıkan Moğollar ve Haçlılar vahşilikte rakip tanımıyorlardı. Babailer de onlarla şer ittifakına girmişçesine felaket zincirine yeni halkalar ekliyorlardı. Onun içindir ki felaket çanlarının sesi dört bir taraftan duyuluyordu. İnsanlar yarınlarından ve hayatlarından hiç de emin değildi. Her fert, patlamaya hazır bomba gibiydi.
Gönüllerin ve onurların hoyrat eller tarafından kırıldığı böyle zor bir zamanda dünyaya gelmişti bizim Yunus Emre… Onun doğum tarihi kesin olarak bilinmese de kaba hesap olarak 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk çeyreği arasında yaşadığı söylenebilir. Yunus’un doğum tarihinin 1240 olduğu kanaati kesin olmasa da, edebiyat çevrelerinde pek yaygındır.
Hakikatin perdelendiği zor bir zamanda ve karışık bir coğrafyada dünyaya gelen, gönül gözü açık bir veli şair olan Yunus Emre, mevcut durumun vahametini görerek kandan, kinden ve nefretten beslenenlere şöyle seslenerek safını belli etmiştir: “Ben gelmedim da’vî için benüm işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldüm.”
Yunus Emre, hayatı efsaneleşmiş bir gönül insanıdır. Fakat o Hüseyin Hatemî’nin de belirttiği gibi bir efsane değil, tarihî bir kişiliktir. O, dünle bugün arasında kelimelerden bir gönül köprüsü kurmuştur. Onun adı sevgi, hoşgörü ve kardeşlikle özdeşleşmiştir. Geçen yedi asır, onun adının ve felsefesinin üzerini örtememiştir. Zaman onu yaşlandıracak yerde, aksine gençleştirmiştir. Çünkü o, sevgi iksiriyle her dem tazelenmiştir. Edebiyat sahasında mühim bir isim olan Abdülbaki Gölpınarlı onu şöyle tanıtır: “Yunus Emre, 1240’ta doğdu. Sarıköylü’dür. İyi bir tahsil gördüğü şiirlerinden anlaşılmaktadır. Medrese tahsilinden sonra tasavvuf yoluna girdi. Tabduk Emre’ye mürit oldu. Anadolu’nun birçok illerini, Suriye’yi ve Azerbaycan’ı dolaştı. 1320 yılında 82 yaşında iken vefat etti. Mezarı Sarıköy’dedir.”
Yunus Emre evrensel temalar işlemiş bir dünya şairidir. Herkes onda bir şekilde kendini bulmaktadır. Bugün hemen herkesin zihninde bir Yunus portresi vardır. Bu portreler zaman zaman birbirlerinden bir hayli farklılıklar da arz edebilmektedir. Bazılarına göre o bir şairdir, bazılarına göre o bir derviştir, bazılarına göre de o bir hümanisttir. Herkes ona kendi penceresinden bakmış, aslında o pencereden gönül aynasındaki Yunus’u görmüştür.
İnsanlığın sevgiye, barışa ve dostluğa her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu bu karanlık çağda, Yunus’un gönül aynasından yansıyan uhrevi ışığa çok ihtiyacımız vardır. Zira o, karanlıkları aydınlatacak bir ışıktır. Onu gelecek çağlara taşımak hepimizin borcudur.

Yunus Emre’nin Mezarı Sevenlerinin Gönlüdür…

Halkın ve Hakk’ın dostlarından biri olan Yunus Emre’nin mezarının yeri kesin olarak bilinmemektedir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ona atfedilen birçok mezar ve makam bulunmaktadır. Bunlar arasında Eskişehir-Sivrihisar, Aksaray-Ortaköy, Karaman, Bursa, Kula ile Salihli arası, Erzurum Tuzcu köyü, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas Hafik’teki türbe veya makamlar sayılabilir. Fakat bunlar içerisinde özellikle Karaman ve Sivrihisar başı çekmektedir. Niyazi-i Mısrî bu makamlara Yunanistan’ın Limni adasını da ilave etmektedir.
Hak ve hakikat şairi Yunus’un mezarının Anadolu’nun birçok yerinde olduğu iddiası, ona duyulan derin sevginin ve muhabbetin tezahürüdür. Anadolu halkı onu çok sevdiği ve efsaneleştirdiği için mezarının kendi memleketlerinde olmasını arzulamışlar ve iddialarını bu çerçevede dile getirmişlerdir. Böyle büyük bir sevgi her şaire nasip olmaz. Yunus’un yedi asrı aşkın bir zamandan beri unutulmamış olması, şiirlerinin dilden dile dolaşması buna delildir. Bence Yunus’un mezarı çok da önemli değildir; onun yeri Anadolu insanının yüce gönlüdür.

Yunus Emre’nin Divanı’nda Kısa Bir Gezinti…

Yunus Emre sadece Türkiye’de değil, Türkçenin konuşulduğu bütün coğrafyalarda tanınmakta ve çok sevilmektedir. Hatta Türkçe konuşmayan milletler de onu zevkle okumaktadır. Yunus’un şiirlerinde kullandığı dil arı duru Türkçedir. Kendisiyle çağdaş olan Mevlana’nın eserlerini Farsça yazdığı bir dönemde o, Türkçeden asla taviz vermemiş, eserlerinde Türkçeyi nakış nakış işlemiştir. Türk milletinin onu bir başka sevmesi ve yedi asrı aşkın bir zamandan beri yüreğinde yaşatması biraz da onun Türkçe hassasiyetinden dolayıdır.
Türk şiir ırmağının en büyük kollarından biri olan Yunus Emre’nin günümüze intikal eden iki önemli eseri mevcuttur. Bunlardan biri Risaletü’n-Nushiyye, diğeri de Yunus Emre Divanı’dır. Bunlar Türk kültürünün ve Türkçenin iki büyük köşe taşıdır. Bu eserler kütüphanelerimizin en zengin muhtevalı şiir kitaplarıdır. Yunus’un Divan’ındaki şiirler aruz ve hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Bu divanların birçok nüshası bulunmaktadır. Yunus’un dinî, tasavvufî, ahlakî içerikli “Öğütler Kitabı” anlamına gelen “Risaletü’n-Nushiyye” adlı eseri mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Bu didaktik(öğretici) eser 573 beyitten oluşmaktadır.

Yunus Emre’nin Şiirlerinde Yaygın Temalar…

Tasavvuf edebiyatının ilk büyük mektebini kuran kişi olarak Hoca Ahmet Yesevî kabul edilmektedir. Ondan sonra bu sahada isim yapan öncülerin başında gelen Yunus Emre Türk Tasavvuf Edebiyatının tartışmasız en büyük temsilcisidir.
Yunus Emre’nin şiirlerinde geniş bir tema dağarcığı vardır. O insan hayatını ilgilendiren can alıcı konuları şiirlerinde işlemiştir. Ölüm, hayat, tasavvuf, Allah aşkı, peygamber sevgisi, hoca(öğretmen) sevgisi, hoşgörü, merhamet, namaz, ahiret hayatı, dünyanın geçiciliği, insanın özündeki kıymet şiirlerinde ele aldığı konulardan bazılarıdır.

Yunus Emre ve Sonsuzluğun Kapısı Ölüm…

Ölüm, sonlu hayattan sonsuz hayata hicret etmektir. Yunus Emre’nin şiirlerinde işlediği en yaygın temalardan biri ölümdür. Fakat o ölüme büyük bir sevgi ve hoşgörüyle bakar; ölümü dostu dosta kavuşturan bir sonsuzluk köprüsü olarak görür. Onun ölüme ve ölümden sonraki sonsuz hayata dair şu dizeleri güçlü imanını yansıtmaktadır:
“Ölümden ne korkarsın,/ Korkma ebedi varsın”
Yunus bir Hakk ve hakikat aşığıdır. Gerçekte insanlar ölmezler, çünkü ölüm sandığımız şey, aslında bir çeşit tebdil-i mekândan ibarettir. O bunu şöyle dile getirir:
“Yunus öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”
Ölüm sadece bedenle sınırlıdır; ruhlar hiçbir zaman ölmezler. Yunus Emre, ölümü yokluk olarak görmediği için bunu doğal bir hadise olarak görür ve ondan korkmaz; onu büyük bir tevekkülle ve tebessümle karşılar. Ona göre akıllı kişiler ölmeden önce ölür, yani nefsini sıkı bir disiplin altına alır; nefsin sonu gelmez emirlerine kulak asmaz. Ölüm tenle ilgilidir. Ruhlar ölümden azadedir. Yunus Emre bakın bunu şu beyitte ne güzel ifade etmiştir:
“Ten fanîdür, cân ölmez, gidenler girü gelmez,
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi degül”

Yunus Emre Yahut Aşk Bağının Bülbülü…

Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına bir kez bakmak yeterlidir.
Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:
“Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk n’eyledi.”
Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus’un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazî aşklarla ifade edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah’ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah sevgisidir. Hümanizm Yunus’u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus’ta esas olan Hakk’a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:
“Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster
Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım!”
Yunus’un kitabında kan, kin ve nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için!…Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki?... Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir. Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular. Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.
Yunus, Hakk’a yaklaştıkça halk da ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla dile getiriyor:
“Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk.
Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak.
Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak.
Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.”

Yunus Emre’de Peygamber Sevgisi…

Yunus Emre tasavvuf terbiyesi görmüş kâmil bir mümindi. O, şiirlerinde Hakk ve hakikat peşinde koşmuştur. Onun şiirinin temaları manevî hayatımıza ışık tutar. Yunus’un şiirlerinde hâkim temalardan biri de peygamber sevgisidir. O, şiirlerinde, başta iki cihan güneşi Hz. Muhammed(sav) olmak üzere birçok peygamberden bahseder.
Yunus Emre’nin son Peygamber Hz. Muhammed(sav)’e duyduğu aşk, kelimelerle anlatılacak cinsten değildir. Çünkü bizim peygamberimiz olan Hz. Muhammed(sav), Allah’ın habibi(sevgilisi)dir. Rabbimizin Resulullah Efendimize verdiği kıymet, diğer peygamberlerle ölçülemeyecek kadar çok büyüktür. Yunus Emre, Allah’ın bu kadar övdüğü ve sevdiği yüce bir şahsiyete gönlünün en güzel yerini ayırmıştır. Bu sevgiyi “Cânım kurbân olsun senin yoluna/Adı güzel kendi güzel Muhammed” dizelerinden başka hangi mısra daha öz bir şekilde anlatabilir ki?... ‘Kurban olmak’ fedakârlığın ve sevginin en tepe noktası değil midir? Yunus’un şu dörtlüğü, onun Kâbe’ye ve Resulullah’a duyduğu derin özlemin veciz ifadesidir:
“Bir mübârek sefer olsa da gitsem/Ka'be yollarında kumlara batsam
Hûb cemâlün bir kez düşde seyr itsem/Yâ Muhammed cânum arzûlar seni”
“Sen hak Peygambersin şeksiz gümânsız/Sana uymayanlar gider imânsız” diyen Yunus Emre, Peygamber Efendimize ve diğer peygamberlere gönülden inanmanın gerekliliğine vurgu yapar. Çünkü peygamberlere iman etmek, imanın şartlarındandır. İmanın şartlarından birine inanmamak kişinin imansız ölmesine sebep olacak kadar tehlikelidir.
Yunus Emre, Peygamberimizi bütün dertlerin dermanı olarak görmektedir. Çünkü onun getirdiği Kur’an, ruhların iksiridir, hayat kitabıdır. O, şu mısralarında kendini ‘katre’, Peygamberimizi ise ‘umman’ olarak nitelemektedir. “Katreyim ummân buldum/Derdime dermân buldum/Dün gece kadre erdim/Seyr ettim Muhammed'i” diyerek ifade eder.

Yunus Emre’de Hoca(Öğretmen) Sevgisi…

Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür. Yunus, Tapduk Emre’nin müridi olmuştur ömrü boyunca… Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu altına girdikten sonra bulmuştur. Yunus, Tapduk Emre’nin şahsında bütün hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o, hocayı geniş mânâlarda ele almaktadır. Ona göre hoca, Allah’ın âlim sıfatıdır; bilgileri bünyesinde toplar ve yayar. Bunu onun şu beyitlerinden de anlıyoruz:
“Resul agdı Miraç’a nazar eyledi Hace
Görün görün kim niçe vasfını dervişerin
Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice
Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”
Yunus’a göre Peygamberimiz de bir hocadır. Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan alarak ümmetine öğretmiştir. Bunu şu beyitte ifade etmektedir:
“Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi Burak
Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”
Yine o, hocayı Mürşid-i Kâmil olarak da vasıflandırmaktadır. Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı diğerlerine göre daha fazladır:
“Hocanın talibi çokdur hiç bundan kemteri yokdur
Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”
“Dilerem fazlundan ayurmayasun
Hocam senden özge sevmezem ayruk”
Yunus Emre, hakikatleri eğip bükmeden söyleyen bir gönül adamıydı. Yaşadığı müddetçe sevginin gönüllü bayraktarlığını yapmıştır. O, son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır. Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de, niyetini de bize açıkça göstermektedir:
“Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmekdür.”

Tabduk Emre’nin Dergâhında Dosdoğru Bir Derviş…

Taşköprîzade’nin dediğine göre “Tabduk Emre 13. asırda Anadolu’yu dolduran o tanınmış şeyhlerden biriydi ve Sakarya çevresindeki bir köyde münzevi olarak yaşıyordu.” Gönüller sultanı olan Yunus Emre, tasavvuf mektebinde mürşid-i kâmil olan Tabduk Emre’nin rahle-i tedrisatından geçmiştir. Yani o, iyi bir tarikat eğitimi almıştır. Tabduk Emre’yi kendisine şeyh edinmiştir. Bununla ilgili şu rivayet yaygın olarak anlatılır:
“Hacı Bektaş Veli, Horasan diyarından Rum’a (Anadolu’ya) gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerameti etrafa yayıldı. Her taraftan mürit ve muhipler gelmeye, büyük meclisler olmaya başladı. Fakir hâlli kimseler gelir, nasip alır giderlerdi.
O zaman Sivrihisar’ın şimal tarafında Sarıköy denilen yerde Yunus derler, bir kimse var idi. Gayet fakir olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu. Ekinden bir nesne hâsıl olmadı. Yunus, erenlerin bu güzel vasıflarını işitti. Kimsenin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla, bir bahane ile gidip kifaf denecek miktarda bir şeyler istemeyi düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Suluca Karahöyük’e doğru yola koyuldu.
Karacahöyük’e varınca Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıktı. Armağanını sunup ‘Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım. Ümidim şu ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf edelim’ dedi. Hacı Bektaş, ‘öyle olsun’ diyerek abdallara işaret etti, alıcı alıp paylaştılar, yediler. Yunus birkaç gün orda eğlendi. Gidecek olunca, Hacı Bektaş’a haber verdiler. O da ‘Sorun bakalım ne ister, buğday mı, himmet mi?’ dedi. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Buğday istedi. Ne yaptılarsa da razı edemediler. Yunus, ‘Bana buğday gerek’ diye ısrar etli. ‘Ben nefesi neyleyim’ dedi. Razı olmadı. Hacı Bektaş emretti, buğdayı verdiler. Yunus da Dergâhtan çekilip gitti.
Yunus, biraz yürüdükten sonra, işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhâl geri dönerek kusurunu itiraf etti. Fakat Hacı Bektaş, ‘O iş şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tabduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın’, dedi.”
İşte bu yaygın rivayette de belirtildiği üzere Yunus Emre, ham bir insanken Tabduk Emre’nin dergâhına iltica ederek orada pişmiştir. O, bir rivayete göre bu dergâha kırk yıl boyunca hizmet etmiştir. Bu süre içerisinde ağzı olduğu halde, ağzı yokmuş gibi büyük bir teslimiyet ve adanmışlık ruhu içerisinde hizmetlerde bulunmuştur. Dağda onca eğri odun varken o, Tapduk’un dergâhına bir kez bile eğri odun getirmemiştir. O, kendisini ruhen ve bedenen adadığı bu kutlu dergâha odunun bile eğrisini layık görmemiştir.
Mütevazı bir şeyh olan Tapduk Emre, Yunus’u “Yunus Emre” yapmıştır. Yunus Emre, bu gerçeği şiirlerinde hep dile getirmiştir. İşte bunlardan biri de şu beyittir:
“Tapdug’un tapısında kul olduk kapısında
Yûnus miskîn çigidik bişdik elhamdüli'llâh”

Seni Sigaya Çeken Bir Molla Kasım Gelir…

Yunus Emre’nin hayatı masal gibidir, onun içindir ki onun yaşamı rivayetlerle doludur. Onunla ilgili anlatılan rivayetlerden biri de Molla Kasım denen şeriat âlimiyle ilgili olanıdır. Bununla ilgili yaygın rivayet yedi asırdan beri dilden dile aktarılıp durulur…
Rivayete göre Yunus Emre’nin şiirleri, kendisinin ölümünden yıllar sonra Molla Kasım adında bir şeriat bilgininin eline geçer. Söz konusu kitap, Yunus Emre’nin üç bin sayfalık bütün şiirlerini kapsayan üç bin şiirlik bir kitaptır. Bu kitaptan başka bir tane daha yoktur. Molla Kasım oturur dere kenarına, yok bu şiir dine aykırı, bu şeriata aykırı, bu haram, bunu beğenmedim diyerek iki bin tanesini yakar, bir kısmını dereye atar. Üç bin sayfalık kitaptan geriye bin kadar sayfa kalmıştır ki Molla Kasım şu beyit ile karşılaşır: “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir”
Yunus’un şiirlerinin bir kısmını yakan, bir kısmını da suya atan Molla Kasım anlar ki Yunus Emre bir Allah dostudur… Bu kadar zaman öncesinden Yunus’un eylediği bu keramete şaşırır ve telaşla dereye atlayıp sayfaları toplamaya çalışır. Büyük bir pişmanlık duysa da son pişmanlık fayda vermeyecektir. Yakmadığı, suya atmadığı şiirleri bir hazine gibi saklar. Halkımızın rivayetine göre; bu yüzden Yunus Emre’nin şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki balıklar, kalan binlercesini de insanlar söylermiş.
“Sana İbret Gerek İse” Şiirinin Tahlili…

“Sana ibret gerek ise/Gel göresin bu sinleri
Ger taş isen eriyesin/Bakıp göricek bunları

Şunlar ki çoktur malları/Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş/Onun da yoktur yenleri

Hani mülke benim diyen/Köşk ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yatarlar/Taşlar olmuş üstünleri

Bunlar eve girmeyeler/Züht ü taat kılmayalar
Bu beyliği bulmayalar/Zira geçti devranları

Hani ol şirin sözlüler/Hani ol güneş yüzlüler
Şöyle gayip olmuş bunlar/Hiç belirmez nişanları

Bunlar bir vakt beğler idi/Kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin/Beğ kangıdır ya kulları

Ne kapı vardır giresi/Ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi/Dün olmuştur gündüzleri

Bir gün senin dahi Yunus/Benven dediklerin kala
Seni dahi böyle ede/Nitekim etti bunları”(Yunus Emre)
Yunus Emre bu şiirde insanları ölüm gerçeğinden ibret almaya çağırmaktadır. Çünkü ibret için ölüm yeter. Kişi taş bile olsa sinlere(mezarlara) bakıp erir. Bunu birinci dörtlükte açıkça ifade ediyor. İkinci dörtlükte, ölen kişilerin mallarının çok olmasına rağmen onlara hayır getirmediğini, son yolculuklarında yenleri olmayan gömlekle(kefenle) uğurlandıklarını hatırlatmaktadır. Üçüncü dörtlükte, o kişilerin hayatlarında saray ve köşkleri beğenmediklerini, şimdi üstünleri taşlar olan bir evde(mezarda) yattıklarını söylüyor.
Bu dünya şüphesiz ki bir imtihan yeridir. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”(Zilzâl 7-8) buyuruyor. Şiirin dördüncü dörtlüğünde, ölen kişilerin sağlıklarında Allah’a karşı iyi bir kul olmadıklarını, artık onların devirlerinin geçtiğini, sözlerini geçmediğini söylüyor. Beşinci dörtlükte ise şirin sözlü, güneş yüzlü olarak nitelendirdiği güzel insanların artık hiçbir izinin kalmadığını, hepsinin toprak olduğunu dile getiriyor.
Şiirin altıncı dörtlüğünde, ahrete göçen bu kişilerin bir zamanlar sözü geçen zengin insanlar olduklarını, hepsinin saray ve köşklerde oturduklarını, kapıcılarının olduğunu hatırlatarak şimdiki konumlarına değiniyor. Şimdi hangisinin bey, hangisinin kul olduğu belli değildir. Zira ölüm beylerle kulları eşitlemiştir. Bu yeni âlemde(ahirette) üstünlük takvayla ölçülmeye başlanmıştır. Kim Allah’ın hoşnut olduğu işler yapmışsa o kurtulmuştur.
Yunus Emre, şiirinin yedinci dörtlüğünde kabir hayatını gözler önüne seriyor. Kabir öyle bir yerdir ki girilecek kapısı yoktur, yenecek yemeği yoktur. Orada bulunanlar ışıktan çok uzaktır. Güneş o kişilerin üzerine doğmamaktadır. O ölülerin gündüzleri dün(gece) olmuştur. Yani kul, kabirde çok acizdir. Şiirin son dörtlüğü olan sekizinci dörtlükte, Yunus Emre kendi nefsine seslenerek bütün ölüler gibi kendisinin de aynı şeyleri yaşayacağını, aynı aşamalardan geçeceğini söylüyor. Çünkü Allah ahirette kullarına dünyada yapıp ettiklerine göre muamelede bulunacaktır; orada kimseye ayrıcalık tanınmayacaktır.

BİR ACAYİP ADAM: YUSUF HAYALOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ

Kanser insan öldürmede yıllardır sınır tanımıyor. İnsanlığın başına kâbus gibi çöken bu illet bir büyük değeri daha kopardı fena âleminden. Akciğer kanseriyle mücadele eden ünlü söz yazarı ve şair Yusuf Hayaloğlu da son sözünü söyleyerek göçtü dünyamızdan. Kansere yenik düşerek 56 yaşında aramızdan ayrılan Hayaloğlu, Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın ağabeyiydi. Hem şair, hem ressam, hem de müzik adamıydı. Tunceli’nin Ovacık ilçesindendi. Fakat o, ailesinin işi gereği Erzincan’ın Kemaliye ilçesinde büyümüştü.
Ahmet Kaya’nın birçok türlüsünün sözlerini Yusuf Hayaloğlu yazmıştı. Bunlardan biri olan “Şu Dağlarda Kar Olsaydım” türküsü ne kadar güzel sözlere sahiptir. Yine Ahmet Kaya’nın seslendirdiği “Adı Bahtiyar, Ah Ulan Rıza, Biz Üç Kişiydik, Başım Belada, Demedim mi Haydar?, Diyarbakır Türküsü, Hani Benim Gençliğim Nerde?, Nerden Bileceksiniz?” türküleri de şair Yusuf Hayaloğlu’nun güçlü kaleminden çıkmıştı. Ahmet Kaya’nın başarısında onun da büyük emeği vardı; belki de bu başarının gizli kahramanı o idi.
O, pek çok ünlü türkücünün seslendirdiği şarkı ve türkülerin sözlerini kaleme almıştı. İbrahim Tatlıses’in “Nankör Kedi” adlı türküsünün sözleri de Yusuf Hayaloğlu’nun imzasını taşıyordu. Fakat bunları çoğu kişi bilmez. Bütün artılar seslendiren sanatçının hanesine yazılır. Ne yazık ki bu böyledir. Gizli kahramanlar nedense hiçbir zaman göz önünde olmaz.
Söz yazarlığı ön planda olsa da Yusuf Hayaloğlu iyi bir şairdi aslında. Onun şarkı ve türkü sözlerine baktığımızda ciddi bir edebî derinliği yakaladığını görürüz. Çok güzel şiir yazmasının yanında, çok da güzel şiir okurdu. Onun okuduğu şiirleri dinleyenlerin gözyaşları yerçekimine yenik düşerdi. İlk ve tek şiir kitabı olan “Gözleri İntihar Mavi” 2002’de Anka Yayınları arasında çıkmıştı. O dokunaklı şiirler yazardı. Onun dillerden düşmeyen “Şu Dağlarda Kar Olsaydım” türküsünün sözleri gerçekten de edebî ve hissî bir derinliğe sahiptir:
“Şu yangında har olsaydım olsaydım
Ağlayıp bizâr olsaydım olsaydım
Belki yaslanırdın bana bana
Mahpusta duvar olsaydım olsaydım”
Demokrat ve devrimci bir insandı Yusuf Hayaloğlu… Alabildiğine bir özgürlük istiyordu. İnsanların ezilmediği, horlanmadığı, karınlarını doyurabileceği bir dünyanın özlemini içinde büyütüyordu. Haysiyet ve şerefin ayakaltına alınmadığı, insan merkezli bir dünya… Onun şiirlerinde bu duygular dile getirilmişti hep… Delikanlı üslubunu, bohem hayatını hiç bırakmamıştı elden. Anadolu’nun yanık sesini, ezilmiş küçük insanların hayatını onun satır aralarında bulurduk. “Ah Ulan Rıza”, “ Bir Acayip Adam” adlı şiir kasetleri büyük beğeniyle dinlendi. Halktan izler taşıdı hayatı ve şiirleri… Halka inandı ve halk içinde kalmayı yeğledi. O, sanatçıların halktan kopuk bir hayat yaşamalarını hep eleştirdi. Bununla ilgili şu sözleri çok manidardır. Onun halkça çok sevilmesinin sebebi de bu satırlarda gizlidir:
“Halk şiiri yapmanın zararı yok. Ne diyorlarsa desinler. Ben halkı seviyorum. Yani natürel, avam yaşamayı seviyorum. Kültürüm de bu, sokaktan gelmeyim. Bunu da inkâr etmiyorum. Zamanında kolej muadili okudum, akademi okudum, Batı kültürü okudum, Şekspir, Marks okudum. Yani sonuçta hiçbir şey değil, hiçbir yere varamıyorsun. Yani gelip geleceğin nokta bir kara toprak derler ya. Neticede halkın denizine giriyorsun. O denize girdiğin zaman da tertemiz oluyorsun, mis gibi oluyorsun. Bunda ne zarar var. Başta biraz zorlayarak oldu. Şimdi tamamen hazmettim. Geldiğim yere geri döndüm. Oradan gelmiştim. Başka yere uçtuk, bir marifetmiş gibi. Sanatçılara da onu tavsiye ediyorum. Şatolarından çıksınlar. Kozalarından çıksınlar. Halkın içine karışsınlar. İki tane entel barda oturup kendi kendilerine sanat yapıyorlar. Kendi kendilerine şiir okuyor, kendi kendilerine ödül veriyorlar. Kendi kendilerine dergi çıkartıyorlar. Kitap çıkarıyorlar. 1500 tane basıyorlar, onu da eşe dosta hediye ediyorlar. Gelsinler halkın denizinde yıkansınlar, arınsınlar biraz…”
En verimli çağında aramızdan ayrılan Yusuf Hayaloğlu, bir zamanlar televizyon programları da yaptı. Şiiri sevdirdi televizyon seyircisine. Flash TV’deki “Şairin Yeri” adlı programının tiryakilerinden biriydim. Bu programda birbirinden güzel şiirler okuyarak seyirciyi uzak iklimlere götürürdü. Daha sonra Su TV’de devam etti şiir programlarına.
O, alabildiğine derin aşkların adamıydı. Duyguları bir gergef misali nakşederdi kelimelerle. Sözcüklere hükmederdi. Onun “Merhaba Nalân” adlı şiiri tertemiz bir aşkı ve kirlenen dünyamızı ne kadar da güzel ifade eder. Ya ötekiler; ötekiler de tanıdık duyguları terennüm eden şiirlerdir. O, hep türkülerle ve halk ezgileriyle besledi ilhamını. Televizyon programlarına da türkücüleri çağırdı öncelikle. Aristokrat takılanlardan uzak durdu. Halk kültüründen esinlendi şiirlerini kaleme alırken. Nereden geldiğini hiç unutmadı duygulu şair… Halk türküleri için şu güzel sözleri söyledi bir zamanlar kendisiyle yapılan söyleşide:
“Türkü hayatın bizatihi kendisi... Halkın kendisini ifade ettiği sözlü müzikli bir durum... Bazı TV kanallarında türkü yasak… RTÜK’ten dolayı sabahın 5’ine koyuyorlar. Gazete çıkarıyorsun, halkın kültürüyle alakası yok. Sanat sayfası yapıyorsun. Tam sayfa caz… Tam sayfa bilmem ne. Bunların ne alakası var bizim kültürümüzle. Ondan sonra da ‘niye halk okumuyor’ diye soruyorlar. Halk yok ki yayınlarda. Türkü dinlemeyen, halkı bilemez. Türkü bin yıllardır var, Orta Asya’dan akıp geliyor. Nerelerde konaklamış. Nereleri dolaşmış ve gelmiş Anadolu’nun bağrında akıyor. Sen bu ırmağı görmezden geldiğin zaman, zaten hiçbir yerini kavrayamazsın. Ezilenleri, altta kalanları, tutunamayanları, bir baltaya sap olamayanları seviyorum. Onlar bana hoş geliyor. Halin vaktin yerinde, hiçbir problemin yok, neyini yazacağım ben senin yani. İyi durumdaki bir adamın, her şey çok güzel demesinden sıkılıyorum. Sanatçının ekmeği burada, hayatın çelişkilerinden mağduriyetlerinden çıkar.”
Genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılan Yusuf Hayaloğlu üç çocuk babasıydı. Baki kalan bu gök kubbede hoş bir seda bırakan Yusuf Hayaloğlu “Artık seninle duramam/Bu akşam çıkar giderim/Hesabım kalsın mahşere/Elimi yıkar giderim” dedi ve gitti. Seslendirdiği şiirler ve birbirinden güzel güfteler bıraktı arkasında. O şiirler ve türküler dinlendikçe hep hatırlanacak Yusuf Hayaloğlu… Keşke biraz daha yaşayıp da daha çok şiir bırakabilseydi arkasında. Halkın nabzını tutmaya devam edebilseydi keşke… Fakat hepimizin nefesleri sayılı aslında... Zira hesap tutuluyor büyük yerde. Vakti gelen göçüyor işte. Keşkeler boşuna…
Şair Yusuf Hayaloğlu aydın bir insandı; hayatı ve kendisini sorgulardı hep… Sağdan ve soldan ayrım yapmadan önemli yazarları okurdu. Baskılara asla boyun eğmezdi. Mücadeleci bir kişiliği vardı. Doğru bildiklerini yaşar ve ısrarla yaşatırdı. O, halka, kendisine ve hayata dair şunları söylüyordu bir zamanlar: “Çok çalkantılı dönemler yaşadım ekonomik yönden... Ama halkı bu kadar umutsuz, mutsuz hiç görmemiştim. Yarına dair hiçbir umut kalmamış. Bu, en büyük uçurum, en büyük reaksiyon... Nasıl sosyal bir patlama olmuyor inanamıyorum. Bu korkunç bir tevekkül, korkunç bir sabır… Allah sabır versin. Ama insanlar artık akıllandı. Vatan, millet nutukları ekonomiyi açıklamıyor. Halk, ‘Sen bunları derken benim cebimdekini götürüyorsan, lanet olsun’ diyor. Halk bunu görmüş artık. Herkesin elinin kendi cebinde olduğunu görmüş. Komünizm niye çöktü? Her şeyin devletin olmasından ve devletin içinde devletten palazlanan insanlardan dolayı çöktü. İnsan mutsuzsa hiçbir ideoloji onu etkilemez. Bir çocuğun karnı açsa sen ona dünyanın en güzel masalını da anlatsan o çocuk ağlar. Karnı tok olan, masallar arasında tercih yapar. Çocuğun karnı aç, halkın karnı aç, ne masal anlatırsan anlat. O yüzden halk tercihlerini de ideolojik olarak yapmıyor. Halk kimde ekmek olacağını sanıyorsa ona sarılıyor. Ama denize düşen yılana sarılır.”
Yusuf Hayaloğlu “Vakit tamam seni terk ediyorum...” demişti bir şiirinde… Fakat vaktin bu kadar erken tamamlanacağını aslında ne kendisi ne de dostları aklından geçirmişti.
Solunum yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Bakırköy Acıbadem Hastanesi’nde 03 Mart 2009 tarihinde yaşamını yitiren şair ve söz yazarı Yusuf Hayaloğlu, Yeniköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Okurları artık onun geçmişteki eserleriyle hasret giderecek, avunacak. Halk, şiirlerinde hep halkı anlatan şairini elbette unutmayacak. Güle güle Usta!...
İlk Yayın: Beyaz Gemi Dergisi/Nisan 2009

YUSUF ZİYA ORTAÇ’IN NÜKTEDANLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ

Hecenin beş şâirinden biri olan Yusuf Ziya Ortaç, ömrü boyunca ortaya koyduğu eserlerle ve saygın kişiliğiyle Türk edebiyatına damgasını vurmuştur. Millî veznimiz olan heceyi ustalıkla kullanmıştır. Fakat şiirlerinde derinlik yoktur. Halit Fahri Ozansoy’un yayınladığı “Kehkeşan” adlı derginin düzenlediği yarışmada, şiirinin birinci olması Yusuf Ziya’yı edebiyat sahasına yöneltir. Halit Fahri’nin kendisine hediye olarak verdiği ipek kravatın kendisini şiire bağladığını söylemiştir. Henüz yirmi yaşındayken “Binnaz” adlı üç perdelik manzum bir piyes yazar. Oyun Darü’l-Bedayi’de oynanarak geniş kitlelerce beğenilir. Bu onun şöhret basamaklarına ilk tırmanışıdır.
Şâirin ilk kitabı olan “Akından Akına” yı “Cenk Ufukları” isimli şiir kitabı izler. Hiciv türünde şiirler yazmaya merak salar. Zamanın sosyal ve idarî aksaklıklarını şiirleriyle eleştirir. İnsanları açıktan açığa kırmaz. Eleştiriyle mizahı, tatlı sert bir tarzda yoğurarak okuyucuya sunar. Bu tarz şiirlerini “Şen Kitap” isimli eserde bir araya getirir. Bazen Divan şâirlerine nazire yazmaya kalkışır. Fakat konulara, komik yönleriyle el atar. Her zaman güncelliğini muhafaza eden geçim sıkıntısını bakın nasıl ifade ediyor bir şiirinde:
“Kesilip nefes pek erken suya indi bizde yelken
Halı, konsol, ayna derken bütün ev pazare düştü

Ne ocakta bir tutam et, ne kazanda bir yudum aş
Yere mutfağın damından iki sıska fare düştü.”
Yusuf Ziya Ortaç çok nüktedan bir insandı. Onun içindir ki “Akbaba” adlı bir mizah dergisi çıkarmıştır Orhan Seyfi Orhon’la beraber… Çok uzun yıllar boyunca Akbaba’yla gülmüş bu millet… Mizahın asil olmasına gayret etmiştir. Edep dışı ve küfürlü esprilere yer vermemiştir. Nüktedanlığın küfürbazlıkla alâkası olmadığını eserleriyle ispat etmiştir. Ülkemizdeki belli başlı mizah ustalarından biriydi. Sedat Simavi’nin çıkarmış olduğu “Diken” adlı mizah dergisinde “Çimdik” takma adıyla mizahî yazılar kaleme almıştır. Asıl şöhreti, ömrü boyunca çıkarmış olduğu Akbaba’daki yazıların meyvesidir.
Çok geniş bir şâir ve yazar çevresi vardı O’nun… Sevilen bir simaydı. O zamanın etkili yayın organlarından biri olan İkdam gazetesinde de kendisi gibi bir Yusuf Ziya vardır. Yani adaştırlar onunla. Fakat bu yüzden pek çok karışıklıklar olur. Birinin mektubu ötekine gider. İkdam’daki adaşı mektupları okur, kendisine ait olmayanları ona götürür. O zaman soyadı kanunu henüz çıkmış değil. Fakat Akbaba’nın sahibine gönderilen mektuplarda “Muhterem Yusuf Ziya Beyefendi” ibaresi vardır. Bu ifadeden, mektubun kendisine ait olduğunu çıkarır. Yine böyle bir karışıklık olmuş… İsterseniz bu enteresan hikâyeyi kendisinden dinleyelim:
“Bir gün hademe, Ortaç’a, bir külek yağla bir külek bal geldiğini söyler. Yusuf Ziya anlar:
- Öbür Yusuf Ziya Bey’e götürün, der. Bana bunları gönderecek kimse yok.
Ertesi akşam yine kapısı vurulur:
-Bir hanım sizi görmek istiyor.
Genç, güzel, süslü ve cilveli bir hanım girer.
“-Ben Yusuf Ziya Bey’i istiyordum”,der
-Ben Yusuf Ziya’yım.
“-Ama o kısa boylu, kalın kaşlıydı!” diye fıkırdar hanım… Bu yeni Yusuf Ziya’yı daha beğenmiş gibidir. Yusuf Ziya ertesi akşam adaşını çağırır:
-Bak Yusuf Ziya Bey, der. Şans döndü. Mektuplar size, yağlar, ballar ve kızlar bana geliyor. Ben hiçbirini ellemiyor, açmıyorum. Ama mektuplarımı rahat bırakmazsanız, hepsinin tadına bakacağım.”(Yergi, Nükte ve Fıkralarıyla Yusuf Ziya Ortaç-Sulhi Dölek)
Görüldüğü gibi onun nükteleri gerçek yaşamını da yansıtıyor bize.


ZEVRAKÎ’NİN KIRILDI GÖNÜL SAZI
M.NİHAT MALKOÇ

Türk halk edebiyatı henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş büyük bir kültür hazinesidir. Bu büyük kaynaktan tam anlamıyla haberdar değiliz. Bu muhteşem şiir konağında geçmişten günümüze kadar binlerce halk şairi konaklayarak on binlerce şiir söylemiştir. Bu şiirler sözlü gelenekle bugünlere geldiği için çoğu değişmiş veya kaybolmuştur. Günümüzde halk şiiri geleneği devam etse de eski ihtişamından ve özgünlüğünden çok şeyler kaybetmiştir.
Halk şiirimizin kaynakları her geçen gün kuruyor. Son dönemlerin yaşayan en büyük halk şairlerinden biri olan Akif Timurhan’ı yeni yılın ilk gününde 01 Ocak 2008’de kaybettik. “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri geleneğine hizmet eden Akif Timurhan 86 yaşındaydı. O “tahta kayık” anlamına gelen “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri tarzında eserler vermiştir.
Akif Timurhan, 1922 senesinde Gümüşhane’nin Köse ilçesine bağlı Yuvacık(Gelinpertek) köyünde dünyaya gelmiş, ömrünü o topraklarda sürdürmüştü. Şiire küçük yaşlardan itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Sanatın diğer alanlarına da ilgi duyardı. Bağlama ve kaval çalar, resim yapardı. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerini kendi resimleriyle süslerdi. Bu resimli şiirler eski taş basma divanları hatırlatıyor bize.
Merhum Akif Timurhan’ı belki de yaşadığı acılı hayat şair yapmıştır. O, ailesinin tek çocuğuydu. Buna rağmen ailesi onu bir devlet memuruna evlatlık vermişti. Onun içindir ki biyolojik ve psikolojik anlamda anne baba sevgisinden uzak bir atmosferde yaşamak zorunda kalmıştır. Onun şiire olan meyli gördüğü bir rüyadan sonra daha da artmıştır. O, gençliğinde kendi adıyla şiirler oluşturdu, sonra halk şiiri geleneğine uyarak mahlas kullanmayı tercih etti.
Son dönem Türk halk şiirinin adı pek duyulmamış gerçek şairlerinden biri olan Âşık Zevrakî, şöhretten uzak yaşamayı tercih ettiği için kendini hep gizledi. İsteseydi, bir de geniş çevresi olsaydı adını ananların sayısı milyonları bulurdu. Fakat o, kalender bir kişiliğe sahipti. Dünyanın görünen yüzünden daha çok, görünmeyen yüzüyle ilgileniyordu. Bu yüzden günümüz gençlerinin çoğu bu önemli halk şairini tanımazlar. Şiir sahasında onun tırnağı bile olamayacak şairlerin şiirleri TRT repertuarlarında yer aldı, pek çok meşhur sanatçının albümünde seslendirildi. Zevrakî’nin şiirleri de şiirden anlayanlarca sevildi, el üstünde tutuldu. Onun şiirleri de değişik kişiler tarafından bestelendi ve okundu. Fakat bu yeterli miydi? Onun adını Gümüşhane sınırlarıyla sınırlayanlar şiire ihanet edenlerdir. Şimdi samimiyetten uzak laflar söylemenin, timsah gözyaşları dökmenin anlamı ve önemi yoktur.
O, zor şartlarda yaşadıysa da, şiir kudretini ve sermayesini paraya dönüştürmeyi hiç düşünmedi. Şiirlerindeki kalite ve harcadığı emek ona ilgi olarak yansımadı. Yani yaşadığı sürece hak ettiği ilgi ve sevgiyi maalesef göremedi. Çok yakınındakiler bile onu görmezden geldiler. Hayatı ve şiirleri hakkında yeterli çalışmalar yapılmadı. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Halk Edebiyatı alanında öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Muhan Bali bu önemli halk ozanıyla ilgili ciddi çalışmalar yapmış bir bilim adamımızdır. Onun “Gümüşhaneli Âşık Akif Timurhan (Zevrakî) (Hayatı, Sanatı, Eseri)” adlı bildirisi bu sahadaki en dikkate değer çalışmadır. Bu bildiri Gümüşhane’de sempozyumda sunulmuştur.
Âşık Zevrakî, düşünce olarak Bektaşî felsefesinden beslenmiştir. Bağnazlığı ve tek taraflı düşünmeyi aklın afeti olarak görmüştür. Akif Timurhan, Batılı ve Doğulu değerler arasında sentez yapabilmeyi becerebilen ender halk şairlerinden biridir. İnsan sevgisini ve hoşgörüyü baş tacı yapmıştır. Yunus Emre’nin ‘Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü’ mistik anlayışı onun şiir kaynaklarını beslemiş, dünyaya bakışında temel oluşturmuştur. Şiirlerinde bunun etkilerini açıkça görebiliriz. O, bu zamanın insanının kendi görüşlerini ve şiirlerini anlamayacağını, anlamak için gayret sarf etmeyeceğini söyler, bundan yola çıkarak şiirlerini iki kapak arasına almaya yanaşmazdı. O, şiiri faydalı bir uğraş olarak görürdü. Şu sözü onun şiire olan sevgi ve sadakatini göstermesi bakımından önemlidir: “Bir kişi dahi olsa, kötü bir şey yapacakken şiirimi hatırlayıp vazgeçerse, hayatım boşa gitmemiş olacaktır.”
Zevrakî mahlasıyla halk şiiri formlarında şiirler yazan Akif Timurhan’ın oturmuş bir üslubu vardır. Şiirlerindeki konular, mecazlar, mazmunlar, nazım şekilleri, dil ve söyleyiş ustalıkları güçlü bir geleneğin zirveye ulaşmış bir değerini açıkça gösterir.
Akif Timurhan’ın şiirleri hayatın aynasıdır. O, yaşananlara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını şiirin tılsımıyla birleştirerek ifade etmiştir. Sosyal meselelere hiçbir zaman ilgisiz kalmamıştır. Son dönemde toplumda meydana gelen yozlaşmayı ve değerlerin aşınmasını yergilerine konu edinmiştir. Bunu yaparken de nükteyi elden bırakmamıştır. Düşündürürken güldürmüş, güldürürken de dokundurmuştur. Fakat eleştirilerini daha çok, yakın çevresindeki meselelere yoğunlaştırmıştır. Yani onun şiir aynası bir anlamda sınırlı mekânlara tutulduğu için görüntüler de sınırlı olmuştur. O sadece eleştirmekle kalmamış, hayat tecrübelerinden yararlanarak kurtuluş reçeteleri mahiyetinde nasihatlerde de bulunmuştur. Cehaletin bizi geride bıraktığını, o varken başka düşmana gerek kalmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun şu şiiri bu mânâda dikkate değerdir:
“Cehalet yüzünden geldik ne hale
Fezaya bir füze atamaz olduk
Sıratın üstüne kurarken kale
Koca Ay’da bir çöp çatamaz olduk

Fazilet ararken çıkıp fezada
Neden düştük arzda fitne fesada
Koydum ya kendimi kendim mezada
Sırf safı sarrafa satamaz olduk”
Bütün halk şiirlerinde olduğu gibi Zevrakî’nin şiirlerinde de aşk çok önemli bir yer tutar. Aşk şiirin ana kaynağıdır. Bu aşk bazen beşerî, bazen de ilâhî aşk şeklinde tecelli eder. Fakat beşerî de olsa, ilahî de olsa aşk aşktır. Aşk sevginin tutku derecesindeki tezahürüdür. Kişi bir kulu da sevse neticede onun yaratıcısına muhabbet duymuş olur. Zira kulu en güzel biçimde yaratan Allah’tır. Usta, hünerinin bilinmesinden ve takdir edilmesinden doyumsuz bir haz alır. Onun, aşkı konu edindiği şiirleri akıcı ve sürükleyicidir. Yani lirik şiirlerdir bunlar… Aşk muhtevalı bu şiirlerden birkaç dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:
“Böyle miydi sennen bizim sözümüz
Kapıyı üstüme çektin de gittin
Hüsnüne doymadan hasret gözümüz
Gül çehreni çatıp çıktın da gittin

Nöbete dikersin bir hudut gibi
Sarhoş ettin düştüm hem de dut gibi
Evim oldu tıpkı bir tabut gibi
Çiviyi kapağa çaktın da gittin.”
Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde dinî unsurlar da dikkat çekici miktarda ve düzeydedir. O, Müslümanlıkla muasırlaşmayı birbiriyle bağdaştırmış, daima bağnazlığın karşısında olmuştur. Ne olursa olsun bütün inançlara daima saygı duyulması gerektiğini savunmuştur. İnsanların her türlü düşünceye karşı tahammül göstermesini istemiş ve bunu bizzat uygulamıştır.
Halk şiirimizin son dönem ustalarının başında gelen Zevrakî yaşadıkça düşünmüş, düşündükçe tefekkür etmiş, yakın ve uzak çevresine gözlemci bir anlayışla bakmıştır. Şiirlerinde yerel değerlere ve motiflere ağırlıklı olarak yer vermiştir. Şiir ağını örerken yaşadığı doğa onu yönlendirmiş ve bir anlamda sınırlandırmıştır. O, büyük şehirlerde yaşasaydı belki de hayata bu kadar geniş perspektiften bakamaz, bu kadar hoşgörülü olamazdı. Şiir kozasını örerken Gümüşhane’nin tabiatı onun ilhamının altyapısını oluşturmuştur. Hayata şiirin penceresinden bakmış, gördüklerini mısralara söyletmiştir.
Şairler milletin gözü ve kulağıdır. Onlar daima toplumun önünde yürürler. Toplumun gidişatına yön verir ozanlar. Toplumdaki aksaklıklar herkesten çok onları üzer. Geleneğin yaşanması ve yaşatılması hususunda kendilerini birinci derecede sorumlu hissederler. Toplumun, gelenekleri bir kenara bırakıp yanlış yollara sapması, şairleri herkesten daha çok üzer. Kültürel değişim beraberinde bozulmaları ve kopmaları getiriyorsa bu, şairlerin yüreğinde dert olur. Bu anlamda Zevrakî kültürel bozulmanın sancısını çekenlerden birisidir. Onun aşağıdaki mısraları bana Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirindeki ifadeleri hatırlattı:
“Sapık insan olmaktansa
Sadık köpek daha eydir
Kentte girmektense dansa
Köyde köçek daha eydir”
Âşık Zevrakî, ülkemizin gelmiş geçmiş bütün değerleriyle iftihar eder. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Gazi Mustafa Kemal’i çok seven ve onun için şiirler yazan bir halk şairidir. Bunun yanında Türkiye’nin Atatürk’ten sonra gelen ikinci adamı olan İnönü’ye de methiyeler yazmıştır. Bugünkü güzellikleri Atatürk’ten kalan miras olarak gören ozanımız Türk’ün Ata’sına olan sevgisini şu dizelerde ebedileştirmiştir:
“En mukaddes mirasıdır Mehmetçiğe sözlerin
Mevzilere hükmeder yine mavi gözlerin
Emanetin daha gür, daha zorlu, daha zinde
Yılmadan yürüyoruz Atam senin izinde
Âşık Zevrakî der bayrağına büstüne
Billahi, yâd yel bile estirmeyiz üstüne”
Akif Timurhan, şiirlerinde dünyanın geçiciliğine, kulların dünya heveslerine uyup aldandığına değinir çoğu zaman. Fakat ömür sermayesi tükenince yanıldığını anlar insanoğlu. Fakat bu noktadan sonra duyulan pişmanlığın hiç kimseye faydası yoktur. Geçen ömrü geri getirmek mümkün değildir. Zevrakî’nin “Vay Yalan Dünya” şiirinde bu hissiyata rastlıyoruz:
“Eşdikçe de vurdun taşa
Vay gidi vay yalan dünya
Emeğimi verdin boşa
Vay gidi vay yalan dünya

Kapı alçak kafamız dik
Biraz olsun eğilmedik
Alnımıza çarptı eşik
Vay gidi vay yalan dünya”
Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde halk edebiyatı unsurlarının tamamını görmek mümkündür. O, şiirlerinde heceyi ustalıkla kullanmıştır. Hecenin daha çok 11’li kalıbını tercih etmiş; bu kalıbın 6+5=11 duraklarını benimsese de bazen 4+4+3=11 duraklarına da yer vermiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım şekli ekseriyetle koşmadır. Koşmanın güzelleme, taşlama, koçaklama ve ağıt türlerinde başarılı örnekler vermiştir. Bunun yanında, yazdığı semailer ve destanlar da gerek içerik, gerekse şekil bakımından kalıcı olmaya ve övülmeye namzettir. Bu güçlü yapı uzun tecrübeler sonucunda elde edilmiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım birimi dörtlüktür. Halk şairlerinin sıkça kullandığı yarım kafiye onun da tercihidir.
Zevrakî’nin dili sade olsa da şiirlerinde zaman zaman Arapça ve Farsça kökenli kelimelere yer verdiği görülür. Bunun yanında ağız özellikleri, yöresel sözler bu güzel halk şiirlerinde kendilerine yer bulurlar. Onun kullandığı eski ve yöresel kelimeler arasında “ağyar, gümrah, güman, tazarru, naliş, dığa, liğ, gülzar, dıray, uğru, bar, buhağ, har, muhannet, ferzant, efgan, zülal, hatem, temre, ruz, keşfü raz, bünyad, cehim, sakil, leçek, kelem, tınas, fiğ, külür, köstü, ledünni, harabat, cam-ı encam, nuş, baki, nas, enval, esvab, gaffar, cebel, od, temren, visal, şakird…” ilk akla gelenlerdir. Bunlar şiire serpiştirilmiştir.
Gümüşhaneli halk ozanı merhum Akif Timurhan çok yazan bir kişiydi. Bunun içindir ki şiirlerinde zaman zaman söyleyiş ve kafiye hatalarına rastlamaktayız. Onun şiirleri binli rakamlara ulaşmıştır. Şayet bu şiirler kitap haline getirilmeye kalkılsa onlarca ciltlik bir külliyat oluşturulabilir. Bu şiirlerin tez zamanda iki kapak arasına alınması bir görevdir.
O, şiir ağını örerken teşbihten istiareye kadar hemen hemen bütün edebî sanatları kullanmıştır. Fakat bunu yaparken şiirin sadeliğinin ortadan kalkmasına, anlamın belirsizleşmesine asla müsaade etmemiştir. Halkın anlayacağı bir tarzda şiirler vücuda getirmeye gayret etmiştir. Aşağıdaki dörtlükte onun benzetmelerinden birkaçını görebiliyoruz:
“Kartala benziyor kaşların tipi
Gerilmiş üstüne bir kanat gibi
Sanarsın can alan bir cellât gibi
Sıyırmış kılıcı kından gözlerin.”
Onun şiirlerinde yer yer Karacaoğlan, Âşık Veysel havasını görmek mümkündür. Gerçi halk edebiyatı geleneğinden beslenen şiirlerin birbirine benzemesi doğaldır. Çünkü aynı kaynaktan beslenen şiirlerin farklı formlarda ve içeriklerde olması beklenemez.
Halk şiirinin son dönemine imzasını atan çok önemli simalardan biri olan merhum Akif Timurhan dünyanın boş olduğunu, ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım ölümün bir gün herkesin kapısını çalacağını söyleyerek, ölümden bütün insanların ibret almasını istiyor. Ona göre ölüm; hayatın bütün lezzetlerini acılaştırıyor. Timurhan’ın şiirlerinde en çok değinilen konu kuşkusuz ki ölüm ve ölüm sonrası hayattır. O, anne ve babasının mezar taşları için ayrı ayrı şiirler yazmış, bu şiirlerde hayata ve ölüme dair şahsî felsefesini ortaya koymuştur:
“Binde olsa anda biter
Bunun adı yaş değil mi?
Delil dersen bu taş yeter
Dünya denen düş değil mi?

Sen kendini bir ölü san
Yarın yoksun bugün varsan
Uçar tenden kaçar en son
Can kafeste kuş değil mi?”
Halk şairleri toplumsal hayatın merkezinde yer aldıkları için, insanların iyi kötü her ne varsa yaşadıklarını gerçekçi bir bakışla yansıtırlar. Onlar hayata ve insanlara tepeden bakmazlar. Halkın içinde yaşadıkları için, olup bitenleri çok iyi gözlemlerler ve şiirlerine yansıtırlar. Sözlerinin ilham kaynağı halktır. Toplumu ilgilendiren sorunlar onları da yakından ilgilendirir. Zevrakî de yaşadığı sürece kendini toplumdan sorumlu bir kişi olarak görmüştür.
1922’de Köse’de başlayan hayatı yeni yılın daha ilk gününde 01 Ocak 2008’de İstanbul’da son bulmuştur. O, 86 yıllık ömründe çok şeye şahit olmuştur. İstanbul’da Güneşli Mezarlığı’nda değil de memleketi Köse’de, baba topraklarında, memleketinin yağmurları altında defnedilseydi çok daha anlamlı olmaz mıydı? Hayatına dair muhasebeyi işlediği dörtlüklerle sözlerimi bitirirken bu büyük halk şairine Allah’tan rahmet diliyorum. Türk şiirinin başı sağ olsun. Bu kaynak hiçbir zaman kurumasın, ebediyen coşarak aksın:
“Hani malın mülkün, hani yoldaşın?
Kaldır da bir kez bak kimsesiz başın
Mor yosun bağlamış mermerli taşın
Boz baykuş konup da ötsün bir zaman

Gülmedin Zevrakî bugünde, dünde
Göçtün bu dünyadan, kime küstün de
Kök salıp kalbine, kabrin üstünde
Karanfiller güller bitsin bir zaman”

MİNARELERİ SÜNGÜ, CAMİLERİ KIŞLA, MÜMİNLERİ ASKER OLARAK GÖREN BÜYÜK VE YERLİ BİR MÜTEFEKKİR: ZİYA GÖKALP

Türk fikir hayatının köşe taşlarından birdir Ziya Gökalp. 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’da doğan bu kıymetli sosyologun asıl adı Mehmet Ziya'dır. Babası Müftüzâde Mehmet Tevfik Efendi yerel bir gazetede çalışıyordu. Annesi ise Pirinçzâde Zeliha Hanım'dır. Eğitimine Diyarbakır’da başlayan Ziya Gökalp Askerî Rüştiye'de ve Mülkiye İdadisinde okudu. Amcasından geleneksel İslâm ilimlerini öğrendi. 1895 yılında İstanbul’a gitti. Baytar Mektebi'ne kaydını yaptırdı. Buradaki öğrenimi sırasında İbrahim Temo ve İshak Sükutî ile tanıştı. Jön Türklerden etkilendi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. Muhalif eylemleri nedeniyle 1898'de tutuklandı. Bir yıl cezaevinde kaldı. 1900'de serbest bırakıldıktan sonra Diyarbakır’a sürgüne gönderildi. 1908 yılına kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetler yaptı. Kentte çıkan kolera salgını üzerine Diyarbakır’a gelen sosyalist Dr. Abdullah Cevdet ile tanışması Gökalp’ın fikirlerinin oluşmasında çok etkili olmuştur. Gerek Abdullah Cevdet’ten, gerekse Mülkiye İdadisindeki(lise) hocası Dr. Yorgi Efendi'den aldığı felsefe derslerinin içeriği, ailesinden aldığı geleneksel dinî eğitimle taban tabana zıt olunca, genç Mehmet Ziya bunalıma girmiş ve 1893’de, henüz 18 yaşında iken, kafasına kurşun sıkmak suretiyle intihara teşebbüs etmişti. Hemen hastaneye kaldırılan Gökalp'e ilk müdahaleyi meşhur Dr. Abdullah Cevdet ile iki doktor arkadaşı yapmıştır. Alın kemiğini delerek içeri giren kurşunu çıkarmaya çalışmışlar; fakat bunda başarılı olamamışlardır. Gökalp bir ömür bu kurşunlarla yaşamıştır. İlginçtir ki imkânsızlıklar yüzünden Gökalp morfinsiz ameliyat edilmiş, ameliyatı yapan doktoru kendisine "Acı duymadınız mı?" diye sorunca "İçimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlüydü." demiştir.
Başta baş yapıtı olan "Türkçülüğün Esasları(1923)" olmak üzere; Kızıl Elma(şiir-1914), Yeni Hayat(şiir-1918), Altın Işık(şiir-1923), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak(1918), Türk Töresi(1923), Doğru Yol(1923), Türk Medeniyet Tarihi(1926), Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (ölümünden sonra) , Altın Destan, Üç Cereyan, Limni ve Malta Mektupları onun velut kaleminden çıkan kıymetli eserlerdir. Bunların dışında değişik dergilerde çıkan makaleleri ölümünden sonra 10 cilt olarak kitap hâline getirilmiştir.
Bir düşünce ve aksiyon adamı olan ünlü sosyolog Ziya Gökalp hayatının her döneminde yerli değerleri ön plana çıkaran önemli bir aydınımızdı. O duygu ve düşüncelerini geniş kitlelerle paylaşmak için birçok dergide kalem oynatmıştır. Bunlar arasında dönemin en önemli yayın organları olan "Genç Kalemler, İslâm Mecmuası, Halka Doğru, Türk Yurdu, Yeni Mecmua" gibi dergileri sayabiliriz. Genç Kalemler bizzat Ziya Gökalp tarafından çıkarılmıştır. Bu arada Ziya Gökalp "Peyman" isimli gazeteyi de çıkarmıştır.
1896’da parasız olan Baytar Mektebinde okumak için İstanbul’a giden Gökalp, İttihad ve Terakki Cemiyetine katıldığı için 1898’de tutuklanarak bir yıl cezaevinde yatmıştır. II. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki Kongresine Diyarbakır delegesi seçilmiş ve bu derneği Diyarbakır şehrinde kurmuştur. O, İttihat ve Terakki Cemiyetinin Selânik şubesinde de çalışmıştır. 1912’de İttihat ve Terakki’nin merkezinin Selânik’ten İstanbul’a taşınmasıyla İstanbul’a gelen Gökalp, 1912’de Diyarbakır mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmiştir. 1913 ve 1914 yıllarında, dönemin en kudretli kişilerince kendisine yapılan Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) olma teklifini iki kez reddetmiştir.
Ziya Gökalp, Cumhuriyet dönemine kadar Servet-i Fünûn ve Fecr-iÂtî gibi Batılı değerleri benimsemiş edebiyatlara tepki olarak doğmuş olan Millî Edebiyat'ın düşünce temelini atmış, bir anlamda söz konusu hareketin fikir babalığını yapmıştır. Bu edebî dönem İstanbul sınırlarına sıkışıp kalan edebiyatımızın Anadolu'ya açılmasını sağlamıştır. Öte yandan şair olma diye bir derdi olmayan Ziya Gökalp, edebiyatı ve şiiri düşüncelerini açıklamada bir araç olarak görmüştür. “Şiir için değil, şuur için” ifadesini kullanarak “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. Şiirlerinde millî ölçümüz olan heceyi kullanmıştır. 7, 8 ve 11’li hece kalıplarını tercih etmiştir. Dili oldukça sadedir. Sanatlardan uzak bir dil kullanmıştır. Daha çok didaktik şiirler yazmıştır. Masal niteliği taşıyan şiirleri ve manzum destanları vardır. Biçim yönünden ilk zamanlar gazel ve kıta gibi divan edebiyatı nazım biçimlerini kullansa da, sonra halk edebiyatı nazım biçimlerini kullanmıştır. Beş Hececiler üzerinde etkili olmuş, aruzu bırakarak hece ölçüsüne geçmelerini sağlamıştır.
Ziya Gökalp kendini çok iyi yetiştirmiş bir aydınımızdı. Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. O, Batı'nın bize uyan bir kısım değerlerini de, Doğu'nun değerlerini de şahsiyetinde birleştirmiş gerçek bir aydındı. Bunun içindir ki kendisini "Türk Milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” şeklinde tanımlıyordu. Gökalp aynı zamanda ilk Türk sosyologlarındandır, sosyolojiyle ilgili önemli makaleler yazmıştır. O, çocukluğunu Diyarbakır'da geçirmiş, Doğu(Kürt) kökenli bir insandı. Gökalp’in bu bağlamda şu sözü de önemlidir: “Türkleri sevmeyen bir Kürt Kürt değildir; Kürtleri sevmeyen bir Türk de Türk değildir.” Kardeşi kardeşe kırdırmak isteyen bugünkü bir kısım hainler keşke bunu bilse...
Daha çocuk yaştayken, Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi ve hürriyetçi görüşlerle tanışan Mehmet Ziya Gökalp, bu görüşleri içselleştirmiş, kendine rehber kılmıştır. Diyarbakır’da lise son sınıfta iken büyük bir cesaretle ‘Padişahım çok yaşa!’ yerine ‘Milletim çok yaşa!’ şeklinde bağırması bunun açık bir göstergesidir.
Merhum Ziya Gökalp "Türkçülüğün Esasları" adlı önemli eserinde duygusallığı bir kenara iterek Türkçülüğü ilmî bir bakış açısıyla sistemleştirmiştir. Ziya Gökalp milliyetçi ve Türkçüdür; ama onun Türkçülüğü ırk esasına dayanmaz. O da tıpkı Atatürk gibi ırka dayalı milliyetçiliği değil, kültürel milliyetçiliği ve özellikle de aidiyet duygusunu ön plana çıkarır. Yani kendisini Türk olarak hissedeni Türk sayar. Gökalp’e göre millet; soyla, budunla, coğrafyayla, siyasetle ilgili bir topluluk değildir. Millet; dil, din, ahlâk ve estetik bakımdan ortak olan, yani ortak duygular taşıyan, aynı eğitimi almış bireylerden oluşan kültürel bir topluluktur. İnsanın kendisini bağlı saymadığı herhangi bir toplum onun ulusu olamaz. Önemli olan bir insanın hangi kanı taşıdığı, hangi ırka mensup olduğu değil, hangi kültüre bağlı olduğudur. Bir insan hangi eğitim sürecinden geçmişse, kendisini hangi ulusa bağlı hissediyorsa ve hangi ulusun ülküsünü taşıyorsa o millete mensuptur.
Her hususta yerliliği savunan Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabının bir bölümünü Türk dili ve edebiyatına ayırmıştır. Dil konusundaki şu önemli düşünceleri hep yüksek sesle dile getirmiştir: "1. Ulusal bir dilin oluşturulabilmesi için halk edebiyatında kullanılan dil alınacak; 2. Yazıda İstanbul hanımlarının konuştuğu dil kullanılacak; 3. Halk dilinde Türkçe karşılığı olan Arapça, Farsça sözcükler, tanımlamalar atılacak; 4. Halkın diline girmiş Arapça, Farsça sözcükler korunacak; bunların yerine eski Türkçeden dönmüş sözcükler alınmayacaktır. 5. Yeni terimler gerektiğinde, halkın dilinde bulunmadığı zaman -tamlama olmamak şartıyla- Arapça ve Farsça sözcükler alınabilecektir. Gördüğünüz gibi, Ziya Gökalp dil konusunda ılımlı bir yol izlemiştir. O, Arapça ve Farsça kökenli yabancı kelimelere karşı çıkmakla birlikte, dilin parçası olmuş yabancı kökenli sözcüklerin korunması gerektiğini savunmuştur. O, bu görüşlerini o meşhur "Lisan" adlı şiirinde manzum olarak şöyle dile getirmiştir: "Güzel dil Türkçe bize,/Başka dil gece bize/İstanbul konuşması/En sâf, en ince bize//Lisanda sayılır öz/Herkesin bildiği söz;/Ma'nâsı anlaşılan/Lûgate atmadan göz//Uydurma söz yapmayız,/Yapma yola sapmayız,/Türkçeleşmiş, Türkçedir;/Eski köke tapmayız//Açık sözle kalmalı,/Fikre ışık salmalı;/Müterâdif sözlerden/Türkçesini almalı//Yeni sözler gerekse,/Bunda da uy herkese,/Halkın söz yaratmada/Yollarını benimse//Yap yaşayan Türkçeden,/Kimseyi incitmeden/İstanbul'un Türkçesi/Zevkini olsun yeden//Arapçaya meyletme,/İran'a da hiç gitme;/Tecvîdi halktan öğren,/Fasîhlerden işitme//Gayrılı sözler emmeyiz,/Çocuk değil, memeyiz!/Birkaç dil yok Tûran'da,/Tek dilli bir kümeyiz/Tûran'ın bir ili var/Ve yalnız bir dili var/Başka dil var diyenin,/Başka bir emeli var/Türklüğün vicdânı bir,/Dîni bir, vatanı bir;/Fakat hepsi ayrılır/Olmazsa lisânı bir."
Sosyolojinin ülkemizdeki öncülerinden biri olan Ziya Gökalp ilim ve fikir hayatımıza çok şeyler kazandırmıştır. O, ilmî milliyetçiliğin ülkemizdeki öncülerindendir. O, sosyoloji alanındaki bir çok kavramın oturmasında ve açıklığa kavuşturulmasında katkıda bulunmuştur.
Milliyetçi ve Türkçü hareketin öncülüğünü yapan Gökalp dinî hususlarda sosyolojinin kurucusu kabul edilen Fransız Durkheim'in kısmî tesiri altında kalsa da onu körü körüne taklit etmemiştir. Gökalp, ateizmi hayat felsefesi olarak kabul eden Durkheim gibi düşünmemiştir.
Gökalp birçok yazısında dine geniş yer vermiştir. Gökalp bazı kesimlerin iddia ettiği gibi dine tavır koymamış, onu hayatın olmazsa olmazlarından saymıştır. Yani hiç kimse onun dinî inancının olmadığından söz edemez. Aksine kendisinde dinin ve tasavvufun etkisi çoktur. Düşünen bir insan olan Gökalp hiçbir konuda ezberci olmamış, her şeyi ince eleyip sık dokumuştur. Ruhundaki çalkantıların sebebi de bu derin düşünme meylidir. Ona göre dinde kalple akıl uzlaşı ve denge içerisinde olmalıdır. Bu denge sarsılınca sıkıntılar başlar.
Ziya Gökalp'in din anlayışı ve dine yaklaşımı dönem dönem az çok farklılıklar gösterse de o dine hep pozitif ve sıcak yaklaşmıştır. Hiçbir zaman dini reddetmemiştir. Gökalp'e göre "Ahlâk bir insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir, din ise evliyalık nâmını verdiğimiz kutsal makama çıkarır." Ona göre din ferdî şahsiyetin teşekkülünde büyük bir etkendir. O dinî reddetseydi "Türk milletindenim. İslâm ümmetindenim. Batı medeniyetindenim" sloganında " İslâm ümmetindenim" demezdi. Bunun yanında onun şiirlerinde ele aldığı dinî duygular onun dine olan saygı ve sevgisini göstermektedir.
Değişik zamanlarda farklı çevreler tarafından Ziya Gökalp'le ilgili birçok mesnetsiz iddia ve yakıştırmalarda bulunulsa da o, fikir hayatımızın en müstesna isimlerinden ve yüz aklarından biridir. Yüzde yüz yerli ve millî düşünceleriyle düşünce hayatımıza renk katan Ziya Gökalp, kendini şair saymasa da zaman zaman birbirinden kıymetli şiirler vücuda getirmiştir. Hafızalarımızdan silinmeyen bu harikulâde şiirlerden biri de Gökalp'in "Asker Duası" adlı şiiridir. Bu şiirde "minareleri süngü, kubbeleri miğfer, camileri kışla, müminleri asker" olarak gören Gökalp, kelime tuğlalarından adeta bir söz abidesi inşa etmiştir.
Yakinen bilirsiniz ki Ziya Gökalp'in "Asker Duası" adlı bu güzel şiirinin yakın siyasî tarihimize ait yürek burkan, ibretlik bir de acı öyküsü vardır. Bugünkü devlet başkanımız Recep Tayyip Erdoğan 17 Aralık 1997 tarihinde Siirt'te, MEB kitaplarında öğrencilere bile okutulan bu şiiri mitingdeki kalabalığa okuyunca irticayla suçlanarak mahkûm edilmişti. Şimdilerde marşa dönüştürülen bu güzel şiiri dikkatlerinize sunmak istiyorum: "Elimde tüfenk, gönlümde iman,/Dileğim iki: Din ile vatan... /Ocağım ordu, büyüğüm Sultan,/Sultan’a imdat eyle Yarabbi!/Ömrünü müzdad eyle Yarabbi!//Yolumuz gaza, sonu şehadet,/Dinimiz ister sıdk ile hizmet, /Anamız vatan, babamız millet,/Vatanı mamur eyle yarabbi!/Milleti mesrur eyle Yarabbi!//Sancağın tevhid, bayrağım hilal,/Birisi yeşil, ötekisi al,/İslâm’a acı, düşmandan öç al,/İslâm’ı abat eyle Yarabbi!/Düşmanı berbat eyle Yarabbi!//Cenk meydanında nice koç yiğit/Din ile yurt için oldular şehid /Ocağı tütsün, sönmesin ümit/Şehidi mahzun etme Yarabbi!/Soyunu zebun etme Yarabbi!//Kumandan, zabit babalarımız/Çavuş, onbaşı ,ağalarımız,/Sıra ve saygı, yasalarımız/Orduyu düzgün eyle Yarabbi!/Sancağı üstün eyle Yarabbi!/Minareler süngü, kubbeler miğfer,/Camiler kışlamız, müminler asker,/Bu ilâhî ordu dinimi bekler,/Allahu Ekber, Allahu Ekber"
Ziya Gökalp yerli kaynaklardan beslenmiş, akılla duyguyu belli bir dengeye oturtmuş az sayıdaki mütefekkirimizden biridir. Onun başta Türkçülük ve milliyetçilik olmak üzere hemen her konuda görüş ve önerileri vardır. Onun değişik zamanlarda söylemiş olduğu kıymetli sözleri bir özdeyiş hâline bürünerek bizler yol göstermiştir. Bu değerli sözlerden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum: "Sakın hakkım var deme. Hak yok, vazife vardır", "Sen ben yok, biz varız", "Ümit benim ruhumun vazgeçilmez ihtiyaçlarındandır", "Felsefe bilime aykırı hüküm çıkarmaz", "Düşünmek ve söylemek kolay, fakat yaşamak, hele başarı ile sonuçlandırmak zordur", "Ülkü uğrunda gönüller delidir/Kişiler ülkü uğrunda ölmelidir", "Demir sana tapar, şimşek baş eğer,/İsteme, sen yarat; görme, sen göster!", "Başka uluslar, çağdaş uygarlığa girmek için geçmişlerinden uzaklaşmak zorundadırlar; oysa Türklerin çağdaş uygarlığa girmeleri için, yalnız geçmişlerine dönüp bakmaları yeter."
Ziya Gökalp, başta Atatürk olmak üzere, zamanında yaşayan birçok aydını etkilemiştir. Atatürk’ün, “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözü meşhurdur. Bu söz Atatürk'ün Ziya Gökalp'in fikirlerinden ne kadar etkilendiğinin açık bir delilidir. "Umut, din, bilim, felsefe, devrim, uygarlık" gibi pek çok konuda Ziya Gökalp'le Atatürk arasında benzer sözler ve yaklaşımlar vardır. Ziya Gökalp: “Umut altın gibidir. Hiçbir yerde paslanmaz. Umut elmas gibidir, hiçbir kesici madde onu kesemez. Umut ruhun gençliğidir. Bu ülke özellikle umutla kurtulacaktır” derken Atatürk de benzer bir yaklaşımla: “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” demektedir. Ziya Gökalp: “Bana yol gösteren benden olmalı! Türk'e baş olamaz Türküm demeyen!” derken Atatürk "Ne mutlu Türküm diyene!" demektedir. Yani Atatürk'ün milliyetçiliği Gökalp'ten izler taşımaktadır.
Öte yandan Atatürk, Malta sürgününden dönen Ziya Gökalp'e çok yakın ilgi göstermiş ve onu gelecek nesillerin milliyetçi bir şuurla yetişmesi için programlar yapmak üzere o zamanki Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki Talim Terbiye Dairesi'nin başına getirmiştir. Atatürk tarafından Gökalp'e verilen diğer önemli bir görev ise yeni kurulacak olan Türk devletinin iktisat programını hazırlamaktı. Yine Ziya Gökalp, Atatürk'ün istek ve önerisiyle Diyarbakır milletvekili olmuştur. Bunun yanında 1924 Anayasası çalışmalarına da bizzat katılmıştır.
Büyük Türkçü ve fikir adamı Ziya Gökalp, bir süreden beri hazırlamakta olduğu “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eserini tamamlamaya çalışıyordu. Yorgundu. Üstelik sekiz aydan beri, önce İstanbul-Nişantaşı'nda, sonra doktorların tavsiyesi üzerine taşındığı Büyükada’daki bir evde tedavi görüyordu. Midesinden ve böbrek ağrılarından şikâyet ediyor, ağrıları giderek artınca, konuşmakta güçlük çekiyordu. Doktoru Âkil Muhtar (Özden)’ın tavsiye ve ısrarı ile 14 Ekim 1924 günü Beyoğlu’ndaki Fransız Hastanesine kaldırılmıştı. Düşünce hayatımızın kutup yıldızı, bundan 94 sene evvel, 25 Ekim 1924'te hayata gözlerini yummuştur. Mezarı İstanbul'da, Tarihî Yarımada'da, Divanyolu’nda Sultan II. Mahmud Türbesi bahçesindedir.
Ziya Gökalp yarım asırlık kısa ömrüne bir asırlık işler sığdırmış ender insanlardandır. Başta Atatürk olmak üzere, düşünceleriyle birçok önemli kişiyi etkileyen Ziya Gökalp'in genç denebilecek bir yaşta, henüz 48 yaşında ölümü büyük bir üzüntüyle karşılanmıştır. Onun ölümü üzerine şu beyanatlar verilmiştir. "… Ziya Gökalp’in ölümü, bütün Türk âlemi için acı veren bir kayıptır" (Gazi Mustafa Kemal-Reisicumhur) , "… Büyük âlimin kaybı, memleketin uğradığı bir felakettir."(İsmet Paşa-Başvekil), "… Ziya Bey’in bir radyum olan beyni söndüğünden beri vatandaki ilimde karanlık vardır."(Yahya Kemal Beyatlı), "Türkiye’nin Cumhuriyet olarak kuruluşu, Gökalp’in, çoktandır yaydığı ‘Ulusal Türk Devleti’ düşüncesinin zaferidir. Ziya Gökalp’e sahip olmak, Türkler için bir talih eseridir."(Prof. Dr. Halil İnalcık)
Kısacık ömründe birçok ciddi ve bilimsel esere imza atan Ziya Gökalp on parmağında on marifet olan ender şahsiyetlerden biridir. O; milletinin değerleriyle değerlenen "filozof, sosyolog, bilim adamı, sanatçı, şair, tarihçi, halkiyatçı(folklorcu), siyasetçi ve eğitimci" gibi birçok vasıfları üzerinde taşıyan çok yönlü bir insandır. O, milliyetçi ve Türkçüdür. Gençlerimizin onu yakından tanımasında sayısız faydalar vardır. Onunla ilgili birçok kitap kaleme alınmıştır. Özellikle okunmasını istediğim kitap Mehmet Emin Erişirgil tarafından kaleme alınan "Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp"(Remzi Kitabevi) adlı eserdir.
Şehit kanlarıyla sulanan bu aziz topraklar birbirinden değerli yüzlerce aydın yetiştirmiştir. Bunlardan birisi de Ziya Gökalp'tir. Fakat bu insanların kıymetini yaşadıkları zamanlarda hakkıyla ve lâyıkıyla bilememişiz. Öldükten sonra arkalarından methiyeler dizmişiz. Onun içindir ki onlara insanca bir hayatı değil, çileli bir hayatı reva görmüşüz. Belki bu yüzden Mustafa Kemal’in ATATÜRK olmasında etkisi olan aydınlarımız, Ziya Gökalp 48, Namık Kemal 47, Tevfik Fikret 47, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 57 yaşında aramızdan ayrıldı. Hepsini minnet, saygı ve sevgiyle anıyoruz.

BEDİÜZZAMAN’IN TALEBESİ BİLGE TARİHÇİ ZİYA NUR AKSUN
M.NİHAT MALKOÇ

Ne zaman bir sala sesi duysam, ne zaman bir ölüm haberi okusam aklıma “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(Biz Allah’ınız ve ancak O’na dönücüleriz)(Bakara-156)” ayeti gelir. İçim hüzünle dolsa da, bu ayet ruhuma bambaşka bir ferahlık verir. Bu teslimiyet hâli, bütün korkularımı ve endişelerimi bertaraf eder. Ölümün, ölümsüzlüğe kanatlanış olduğu gerçeği teskin eder beni... 2010 yılının mübarek Kadir Gecesi’nde, çok sevdiği Rabbine kavuşan “Bilge Tarihçi” Ziya Nur Aksun’un ölüm haberini aldığımda da aynı duygular tezahür etti gönül dünyamda… “Bir dost daha ‘Dost’una kavuştu nihayet” dedim kendi kendime…
“Bilge Tarihçi” Ziya Nur Aksun, 1930 senesinde İstanbul’un fetih yıldönümü olan 29 Mayıs’ta gelmişti dünyaya. Tarihçi olacağı sanki doğum tarihinden belliydi. Konya’da, manevi atmosferin fevkalade olduğu bir ortamda, Mevlana’nın manevî ikliminde dünyaya açmıştı gözlerini. Onun bir Kadir Gecesi dünyadan göçmesi bilmem tesadüf müdür?...
Aksun, Konya’daki ilk ve ortaöğretim tedrisatından sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bulmuştu kendini. Fakat onu, öğrenim gördüğü hukuk alanından çok, İslam ve Osmanlı tarihi sahaları ilgilendiriyordu. Hukuk alanından geldiği için onun tarihçiliğini eleştirenler de olmuştu. Fakat onu eleştirenler sanırım, 1902’de Roma İmparatorluğu üzerine yaptığı çalışmalarıyla Nobel ödülüne laik görülen Alman tarihçi Thedore Momsen’in ve tarih alanındaki yüz akımız olan Ahmet Cevdet Paşa’nın da hukukçu olduğunu bilmiyorlar.
Ziya Nur Aksun; inanmış, Hakk’a teslim olmuş bir inanç ve sabır abidesiydi. O, Konya’daki ortaöğrenimi sırasında Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatı’nı tanıma fırsatı buldu. Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken Bediüzzaman’ın eserlerine olan ilgisi iyice yoğunlaştı. Dünyaya çağımızın bu büyük âliminin penceresinden bakma fırsatını yakaladı. Ziya Nur Aksun’un Üstad’ı anlatan ‘Bediüzzaman ve Tarihçe-i Hayatı’ adlı eserdeki şu ifadesi Üstad’a olan bağlılığını göstermektedir. “Bu necip millet Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır.”
Merhum Ziya Nur Aksun, dünle bugün arasında bir köprü görevi görüyordu. O, kitapları ve sohbetleriyle tanınmış ve sevilmişti. Osmanlı ve İslam tarihi ondan sorulurdu. Bu alanlara vukufiyeti tamdı. Onun Dündar Taşer ve Erol Güngör’le yaptığı doyumsuz sohbetlerinin zihinlerdeki izleri capcanlıdır. Bu sohbetlerin Dündar Taşer’le ilgili olanları daha sonra “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adıyla merhum Aksun tarafından derlenerek yayınlanmıştır. Onun Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin yazdığı “İslam Tarihi” adlı eserini düzenleyerek ilavelerle yeniden yayınlaması büyük bir hizmettir. Yine Bilge Tarihçi Aksun’un yazılarına Sezai Karakoç’un çıkarmış olduğu Diriliş Dergisi’nde rastlıyoruz. Buradaki yazılarını “Z. N.” rumuzuyla kaleme alıyordu. Bütün bunların üstünde onun çok mühim bir eseri daha vardır. O da “Osmanlı Tarihi” adını taşıyan muhteşem eserdir. Altı cilt halinde yazılan bu kıymetli eser ne yazık ki yazarının hastalığı nedeniyle tam anlamıyla bitirilememiştir. Söz konusu kitabın Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan kısmı tamamlanabilmiştir. 1965’te araştırmalarına başlanılan bu eser, 1976 yılında yazarın felç olup yataklara düşmesiyle sekteye uğramıştır. Aksun, bu süreç içerisinde eserini oluşturabilmek için yedi binin üzerindeki Osmanlı tarihi kaynağını okumuş, incelemiş, gözden geçirmiştir.
Tarihî gerçekleri saptırmadan, olduğu gibi aktaran merhum Ziya Nur Aksun’a neslimiz çok şey borçludur. Bizler O’nun yazdıkları sayesinde tarih üzerindeki sis perdesini kaldırdık. Tarih sohbetleriyle tanınan Dursun Gürlek’in deyimiyle ‘O, aramızda yaşayan bir Osmanlı vak’anüvisiydi. Hoca Saadeddin Efendi gibi, Naima gibi, Peçevi gibi, Ahmet Cevdet Paşa’ gibi ünlü Osmanlı tarihçilerinin günümüzdeki temsilcisiydi. Hiç abartmadan söylemek isterim ki, bendeniz Ziya Nur Bey’le ne zaman karşı karşıya gelsem kendimi bir anda Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı müverrihlerinin huzurunda hissederdim. Bizim nesil, Ziya Bey'e çok şey borçludur. Onun sayesinde Osmanlı'ya bakış açımızı değiştirdik. Doksanüç Muharebesi’nden sonra Türk milletinin moral açısından büyük bir çöküntüye uğradığını, ondan sonra mağlubiyetlerin birbirini takip ettiğini, yine kendisinden dinledik. Osmanlı fetih ordularının gittikleri yerleri Hıristiyan çapulcuları gibi yakıp yıkmadıklarını, bilakis imar ve ihya ettiklerini, daha doğru ifadesiyle, oralara ‘medeniyet’ götürdüklerini, ‘nakus yerlerinden ezanlar okuttuklarını’, onun kaleminden ve kelamından öğrendik.”(1)
Ziya Nur Aksun görgülü, terbiyeli, olgun; kısaca ‘çelebi’ tipli bir insandı. Tarihçiler için, milletin güvenini kazanmak çok mühimdir. O, yazdıklarıyla milletine güven vermiş bir büyük tarihçiydi. Zira yazdıkları yorumlardan ibaret değil, yaşananların söze dökülmüş hâliydi. Değerli romancı Mehmet Niyazi, merhum Aksun için “Niçin bir başka tarihçiyi değil de Ziya Nur Aksun'u ‘Bilge Tarihçi’ olarak değerlendiriyoruz? Bu ona yakınlığımızdan mı ileri geliyor, yoksa hak ettiği bir vasıf mı? Hiçbir tarihçi Ziya Nur Aksun kadar Osmanlı hanedanının fonksiyonunu idrak etmemiştir. Hiçbir tarihçi metafiziğin hayattaki önemini Ziya Nur Aksun kadar idrak etmemiştir. Elbette ki daha pek çok özelliği Ziya Nur Aksun'u ‘Bilge Tarihçi’ yapmaktadır. O bizler için sadece bir ‘Bilge Tarihçi’ değildi; aynı zamanda arkamızda dağ gibi duran bir ağabeydi.”(2) diyerek onun büyüklüğünü ve faklılığını vurgulamıştır. Bu ifadeler O’nun ‘Bilge Tarihçi’ sıfatına layık olduğunu açıkça gösteriyor.
Merhum Ziya Nur Aksun’a “Bilge Tarihçi” sıfatını layık görenler çok haklılar… Gerçekten de Ziya Nur Aksun, ömrünü tarihin aydınlatılması yolunda harcamış bilge bir tarihçiydi. O, her yönüyle farklı bir tarihçiydi. Tarihe bakış açısı kendine özgüydü. Osmanlı ve İslam tarihi hakkında geniş bilgisi, günlük siyasetin muhtelif gelişmelerini sağlam bir tarih muhakemesiyle değerlendirmesi, Osmanlı-Türk devlet anlayışı hakkındaki görüş ve tespitleriyle farkını fark ettiren bir münevverdi. Meseleleri ele alırken o zamana gider, değerlendirmelerini zaman hududu içerisinde yapardı. Yoksa günümüz şartlarında keskin değerlendirmeler yaparak insanları suçlamak kolaydı. Mühim olan, şartları ve zamanı dikkate alıp değerlendirmeler yaparak konuyu aydınlığa kavuşturmaktır. Ziya Nur Aksun bunu yapmıştır, onun için de bu sahada kalem oynatanlar arasında biriciktir. O, tarihimizi millî bir anlayışla ele alarak tarihî olaylara abartı unsuru katmadan ışık tutmuştur. O, tarihe biraz da gönül boyutuyla bakmıştır. Gayri resmi tarihimizin ana konularını güvenilir bir kalemden okumak istiyorsanız tercihinizin Ziya Nur Aksun olması gayet tabiidir. O bize bilinmeyen ve saklanan tarihimizi anlatarak birçok hakikatin gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Tarihçi, hukukçu, matbaacı, yayıncı ve sohbet adamı özellikleriyle tanınan ve sevilen Ziya Nur Aksun'un bu hizmetleri sayesinde zihinler kirden ve tortudan arındırılmıştır. Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun, 2001 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Türk tarihi üzerine çalışmalarıyla üstün hizmet dalında “Yılın Kültür Adamı” seçilmişti. O, İstanbul’un fethiyle aynı güne rastlayan 80. yaş gününü, dostlarıyla birlikte Timaş Kitap Kahve’de kutlamıştı.
Eskiden tarih ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı belli başlı meclisler vardı. Bunlardan en tanınmışı Bayezit Camii’nin hemen yanı başında yer alan Küllük’tü. Burada şairler, yazarlar ve fikir adamları toplanarak kültürel derinliği olan sohbetler yaparlardı. Bu sohbetler belli bir zaman sonra Marmara Kıraathanesi’ne taşındı. O kıraathanedeki meşhur sohbetlere katılanlara “Marmaratör” diyorlardı. Marmara sohbetleri daha çok tarih üzerine olurdu. “Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Nur Aksun, Tarık Buğra, Necati Sepetçioğlu, Ahmet Kabaklı, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, Nurettin Topçu, Cevat Rıfat Atillahan, Mümtaz Turhan, Ali Nihat Tarlan, Peyami Safa, Ali Fuat Başgil, Osman Turan, Rahmi Eray, Refii Cevdet Ulunay, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Hasan Basri Çantay, İbrahim Kafesoğlu Sezai Karakoç, Erol Güngör, Mehmet Çavuşoğlu” gibi isimler bu mekânın müdavimleriydi. Mehmet Niyazi Bey’in, Marmara Kıraathanesi etrafındaki hayatı anlattığı, “Dahiler ve Deliler” isimli kitabı bu sohbet mahfilini enine boyuna anlatır. Ziya Nur Aksun’un ebediyete intikaliyle birlikte “Marmaratörler” diye adlandırılan aydın grubu yetim kaldı. Keza Aksun, o grubun en aktif ve birikim olarak tartışmasız en donanımlı ismiydi.
Merhum Ziya Nur Aksun, sadece bir tarihçi değil, aynı zamanda sanatın birçok koluna ilgi duyan ve birbirinden güzel resimler yapan bir ressamdı. Talihsiz bir trafik kazası sonucunda felç olup konuşma ve yazma kabiliyetini kaybettikten sonra, duygularını resim diliyle anlatmıştır. Resim onun bir çeşit iletişim dili olmuştur. O’nun evindeki duvarları süsleyen birbirinden güzel yağlıboya tabloları bu görüşümüzü ispatlayacak düzeydedir. O’nun şiire ve musikiye olan ilgisi ve sevgisi sanatçı kişiliğinin bir başka yönünü oluşturmaktadır.
Son dönem aydınlarından Ziya Nur Aksun hukukçuydu ama mesleğini icra etmedi. O, İstanbul’da Karaköy’de kurduğu Fakülteler Matbaası’ndan kazandığı cüzi gelirle geçindi. İstanbul Üniversitesi’nden Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hilmi Ziya Ülken, Ali Fuad Başgil, Ömer Lütfi Barkan, Orhan Tuna gibi isimler bu matbaanın müdavimlerindendi. Burada hukuk, ekonomi, sosyoloji, felsefe gibi alanlarda kitaplar basılırdı. O, işinden arda kalan zamanlarda Marmara Kıraathanesi’ne giderek doyumsuz sohbet halkasına dâhil olurdu. Her zaman öğrenmek ve öğretmekle meşguldü. Tabir caizse O, ayaklı bir mektepti.
Ziya Nur Aksun, 1976 yılından beri felçli olarak yaşıyordu. Felç, O’nun konuşma ve yazma yeteneğini önemli ölçüde engellemişti. O’nun 34 yıldan beri eli de, ayağı da gazeteci ve yazar olan kardeşi Belma Aksun’du. Kendisinin de yaşı ilerlemiş olmasına rağmen abisine son nefesine kadar bir bebek gibi bakmıştır. Zor zamanlarını paylaşarak O’na hastalığını unutturmuştur. Bu; günümüzde az rastlanan, alkışlanmaya layık çok büyük bir vefa örneğidir.
Merhum Ziya Nur Aksun’un Osmanlı’ya ve genel anlamda ecdada vefası fevkaladeydi. Vefalı insanlar elbette vefa görürler. Aksun da ölümünden sonra çeşitli mahfillerde konuşuldu, hizmetleri ve tarihçiliği anlatıldı. Edebiyat-Sanat-Kültür Araştırmaları Derneği(ESKADER), Birlik Vakfı ve İstanbul Türk Ocağı O’nunla ilgili anma programları düzenledi. Dostları, merhum Ziya Nur Aksun’u hatıraların ışığında enine boyuna anlattılar.
Düşünüyorum da merhum Ziya Nur Aksun ömrün baharı sayılabilecek bir yaşta felç olmasaydı seksen yaşına kadar geçen süre içerisinde kim bilir ne büyük eserler verirdi. Onun böyle bir hastalığa duçar olması aslında milletimiz için bir talihsizliktir. Fakat O’nun geride bıraktığı birbirinden kıymetli eserlerin varlığı bize bir çeşit teselli oluyor. Bundan sonraki süreçte bu kıymetli eserlerin günümüz gençlerine okutulması ve yazarının tanıtılması gerekir.
Merhum Ziya Nur Aksun bir Osmanlı Beyefendisiydi. Maziden kopup gelen hâl(bugün)di. “Zarafet” ve “asalet” onu anlatan iki güzel kelimedir. O, tavır ve davranışlarıyla bu iki güzel kelimeyle tavsif olunmayı fazlasıyla hak ediyordu. Tarih sahasında yaptığı onca araştırma ve gayreti her türlü takdirin üzerindedir. Fakat O, yaptıklarını milletine olan bir borcu olarak görür, kendini ön plana çıkarmazdı. Övülmekten ve söze “ben” diye başlamaktan hiç hoşlanmazdı. Bu güzel insan; ömrün baharı denilebilecek bir yaşta, 1976 senesinde, henüz 46 yaşındayken felç hastalığıyla yüzleşti. ‘Konuşma ve yazma’ onun en büyük meziyetleriydi. Bunlar O’nun adeta sermayesiydi. Fakat geçirdiği ağır felç hastalığı O’nu bu iki yetenekten de mahrum bıraktı. Bu dünya gurbetinde belli ki çok ağır bir imtihana tabi tutuluyordu.
“Bilge Tarihçi” Aksun bir zaman sonra az da olsa sol elini kullanabildi. Bu eliyle birçok resim yaparak evinin duvarlarını onlarla süsledi. O, bu hasta hâlini kendine çok fazla dert etmedi, hayata müspet pencereden bakmaya devam etti. Hastalığını çok çabuk kabullendi ve o haliyle de yüce Yaradan’ına şükür ve taatte bulunmaya devam etti. Ziya Nur Aksun, 6 Eylül 2010 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Aksun’un cenazesi, Şakirin Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Allah rahmet eylesin. Sözlerimi ilahiyatçı İsmail Yakıt’ın, O’na düşürdüğü bir tarih beytiyle noktalamak istiyorum:
“Bilge bir tarihçi hem de gönül adamı gitti
Dilerim ukbada Rabbin rahmetini bol bol bulur
Yakut teessürle düşürdü ona bir tarih: Eyvah!..
Bu vefasız âlemde şimdi ne ziya kaldı, ne nur…”
1) “Bilge Tarihçi Ziya Nur Bey’in Ardından”, Dursun Gürlek, Zaman Gazetesi, 19 Eylül 2010
2) “Bilge Tarihçi’nin Ardından”, Mehmet Niyazi, Zaman Gazetesi, 13 Eylül 2010

MERHUM VALİ RECEP YAZICIOĞLU VE “KÖPRÜ” DİZİSİ
M.NİHAT MALKOÇ

Yıllardan beri hep söyleriz: Türkiye’de un var, şeker var, yağ var; fakat helva yapacak maharetli eller yoktur. Bu belki öznel bir yargıdır, ama yaşanan hakikatler bunun nesnel yanlarının da görmezlikten gelinmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz dünya devletlerinin iştahını kabartıyor. Büyük bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz, lakin nedense ‘Derya içredir deryayı bilmezler’ berceste mısraının tecellisini hayatımızın her yanında ve anında görüyoruz. Bizi bu halden kurtaracak, bize geçmişin ihtişamını yaşatacak, maddî ve manevî değerlerimizi hayatımızın mühim bir parçası haline getirecek yüce şahsiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.
Ülkemizde zaman zaman sıra dışı insanlar da ortaya çıkıp güzel şeyler yapıyor. Fakat bu insanlar çarpık düzene çomak soktukları için değişik merciler tarafından bir şekilde susturuluyor. Buna en güzel örnekler yakın zamanda aramızdan ayrılan Turgut Özal, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu’dur. Zamanlarını aşan ve bütün engellemelere rağmen çok büyük işler yapan bu üç kişinin de ölümü şaibelidir. Bu üç kişiden Turgut Özal aniden rahatsızlanarak vefat etmiş, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu şüpheli trafik kazalarına kurban gitmiştir. Turgut Özal’ın zehirlendiğine dair bilgi ve belgeler değişik kurum ve kişiler tarafından dile getirilmiştir. Özellikle eşi Semra Özal bunu defalarca vurgulamıştır.
Trabzon’un yetiştirmiş olduğu iki büyük bürokrat olan Maliye eski bakanı Adnan Kahveci ve Denizli eski Valisi Recep Yazıcıoğlu izahı mümkün olmayan şekillerde kaza geçirerek hayatlarını, genç denilebilecek yaşlarda kaybetmişlerdir. Bunlar kamuoyuna sıradan kazalar olarak duyurulmuş, fakat zihinlerdeki şüphe ve tereddütler silinememiştir.
Türkiye’nin süper valisi olarak nitelendirilen Recep Yazıcıoğlu 1948 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya gelmiş kıymetli bir şahsiyetti. Recep ayında doğduğu için ailesi bu adı uygun görmüştü ona. 1968 yılında, Aydın Maiyet Memuru olarak göreve başlayan Yazıcıoğlu, 1971-1984 yılları arasında sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulunmuştu. 1984 yılında Tokat Valiliği’ne atanan Recep Yazıcıoğlu daha sonra, 14 Ağustos 1989’da Aydın Valisi olarak göreve başlamıştı. 19 Ağustos 1991 tarihinde Erzincan Valiliği’ne atanmış, bu görevinden sonra, 26 Eylül 1999’da da zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından Merkez Valiliği’ne düşürülmüştü. Bu şekilde bir anlamda cezalandırılarak geri hizmete alınmıştı. Peki, suçu neydi? Sadece zamanı aşan düşünceleri ve demeçleri…
O sıra dışı bir valiydi. Evli, üç çocuk ve bir torun sahibi olan Recep Yazıcıoğlu, zaman zaman yaptığı sistem eleştirileriyle ve aykırı görüşleriyle dikkat çekti. Son olarak Denizli Valiliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Belediyesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Ankara İbni Sina Hastanesi’ne yatırılan Yazıcıoğlu, kazadan iki gün sonra bitkisel hayata girdi. 8 Eylül 2003’te Ankara İbni Sina Hastanesi’nde vefat etti. Cenazesi bir gün sonra, Söke ilçesinde mahşeri bir kalabalığın katılımıyla defnedildi. O yaşarken de, öldükten sonra da çok konuşuldu, tartışıldı.
13 yıllık kaymakamlığında kimsenin tanımadığı Recep Yazıcıoğlu, Tokat’ta rakıya yasak koydurunca bir anda Türkiye gündemine oturuverdi. Onun akıl dolu uygulamalarını art niyetli kişiler saptırarak aleyhine delil olarak kullanmaya çalıştı. Fakat ne olursa olsun onu hiç kimse hak bildiği yoldan döndüremedi. Karadeniz inadı ve kararlılığı genlerine sinmişti onun. O, bürokrasi hazretlerine meydan savaşı açtı. Resmi dairelerde resmiyeti rafa kaldırdı, onun yerine dürüstlüğü ve samimiyeti yerleştirdi. Kapısını halka ardına kadar açtı. Her gittiği yerde halkın içine karıştı. Zaman zaman tebdil-i kıyafetle denetimler yaptı. Sporu bizzat yaparak halka sevdirdi. Değişik çevreler onun uygulamalarını çok tartıştı. Hak veren de, yeren de oldu.
Çabuk kızardı Recep Yazıcıoğlu, bir o kadar da çabuk sakinleşirdi. Kişisel hesaplar değildi kızdığı mevzular. Devletin sömürülmesi ve kaçak güreşmek onu çileden çıkarırdı.
Son zamanlarda özel televizyon kanallarından birinde merhum vali Recep Yazıcıoğlu’nun hayatını ve icraatlarını anlatan ‘Köprü’ isimli bir dizi yayınlanıyor. Dizi Ayşe Kulin’in aynı adlı romanından film haline getirilmiş. ‘Köprü’ romanın kurgusu idealist bir valinin merkeziyetçi bürokratik yapının doğal sonucu olarak soğuttuğu, birbirinden uzaklaştırdığı, hatta kimi zaman kopardığı devlet-halk ilişkisindeki kısır döngüyü kırma çabası üzerine şekillendirilmiştir. Roman gerçekçi bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır.
‘Köprü’ romanında anlatılan konu Erzincan’da bürokratik engellerle yapılamayan bir köprünün acıklı başlayan, mutlu sonla neticelenen hikâyesidir. Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başpınar Köyü’nde bir köprü bulunmaması sebebiyle insanların hayatlarında çektikleri sıkıntılar anlatılıyor bu eserde. Uzun yıllar boyunca yapılamayan bir köprünün Vali Yazıcıoğlu’nun seferberliğiyle inşa edilmesi dile getiriliyor. Bir dayanışma öyküsü anlatılıyor.
Yazar Ayşe Kulin’in aynı isimli romanından Ahmet Yurdakul’un senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Sadullah Şentürk’ün yaptığı Köprü’nün başrollerinde Erdal Beşikçioğlu, Ayşegül Ünsal, Selim Bayraktar, Ali Hakan Beşen, Haldun Boysan, Yurdaer Okur ve Melis Birkan oynuyor. Dizi Eskişehir’de çekiliyor. Bence Erzincan’ı ve oranın efsaneleşmiş bir valisini anlatan dizinin Erzincan’da ve Tokat’ta çekilmesi daha gerçekçi ve uygun olurdu. Diziyi hangi akılla burada çektiklerini anlayamıyorum. Bunun dışında diziyi başarılı buluyorum. Zira diziden alacağımız pek çok ders vardır. Bu dizi merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na gösterilen vefanın güzel bir örneğidir. Demek ki vefa can çekişse de henüz ölmemiş… Ben söz konusu romanı okudum, diziyi de takip ediyorum. Herkese, özellikle Trabzonlulara bu diziyi izlemelerini, Ayşe Kulin’in ‘Köprü’ adlı romanını okumalarını tavsiye ediyorum. Zira böyle şahsiyetlerin unutulmaması ve unutturulmaması gerekir.
Merhum Vali Recep Yazıcıoğlu bürokrasinin hantallığından şikâyet ederdi çoğu zaman. Onun için de yerinden yönetimin önemine değinirdi. O, Tokat’ta uyguladığı torba bütçeyle bu şehre Cumhuriyetten bu yana kazandırılan dersliklerin toplamından daha fazla derslik kazandırmıştır. Daha bunun gibi nice hizmetler onun adının “sıra dışı vali, süper vali, efsane vali, aykırı vali” olarak anılmasına sebep olmuştur. O aslında yapılması gerekenleri yapıyordu. Fakat yapılması gerekenleri yapmayan bürokratların yanında sivri görünüyordu.
Yazıcıoğlu, devleti kutsallaştıranlara ve bunun üzerinden menfaat sağlayanlara şiddetle karşı çıkmıştır hep... Bununla ilgili olarak söylediği “Devletin kutsalı olmaz. Kutsal olan insandır, millettir, duygudur. Üç-beş kişinin bir araya gelip kurduğu yönetim organizasyonunun adı olan devletin nesi kutsal…” ifadesi bir kısım çevrelerden tepki görse de halktan takdir görmüştür. Bu ifadeler siteme, bürokrasiye ve klasik devlet anlayışına yerinde bir tepkiydi. O, ileri görüşlü biriydi; çok enteresan ve yerinde tespitleri vardı. Fincancı katırlarını ürkütmekten korkmaz, aksine bunu mühim bir vazife sayardı. Onun tespit ve teşhisleri önümüzü aydınlatacak türdendir. Bu görüşlerden bir kısmını paylaşmak istiyorum:
“Herkes sisteme teslim, yeniden yapılanma için eylem yok. Halkın talebi yok. Halkımız duyarsız, ilgisiz. Çarkıfelek’e, Sibel Can’a gösterdiği ilgiyi değişime göstermiyor. Halkımız korkuyor çünkü ana dayağı, baba dayağı, polis dayağı, asker dayağı ile halkımızı korkutuyoruz. Bu kadar dayaktan sonra duyarsız oluyor. O kadar ki; kendisine zararlı olan yiyecek ve içecekleri söylüyoruz adam anlamıyor. Beyaz ekmek yeme, beyaz ekmek demek nişasta demek, tansiyon, kolesterol demektir diye anlatıyoruz, adam yine gidip beyaz ekmek alıyor. Boyalı içecek içme diyoruz, tabii içecek, ayran iç diyoruz adam anlamıyor. İçki, sigara tüketiminde ve kumar oynamada dünyada dördüncüsüyüz. Bu muazzam halktan ne beklenir!”
Merhum Recep Yazıcıoğlu’nun halleri şahsına münhasırdı. Çok kere güleçti, fakat bazen yaşadıkları onu sertleştirirdi. Anadolu insanının doğal ve sıradan duruşu onda da vardı. Gösteriş meraklısı değildi. Halkla bürokrasi arasındaki uçurumları sevgi köprüleriyle birleştirmişti. O sadece Tokat’ın, Erzincan’ın, Aydın’ın, Denizli’nin değil, bütün Türkiye’nin valisiydi. Onun uygulamaları halkla devlet arasındaki soğukluğu ortadan kaldırmıştır. Onu unutmadık, unutmayacağız. Bu ülkenin onun gibi bürokratlara her zaman ihtiyacı vardır.

KERKÜKLÜ MERHUM ÖMER ÖZTÜRKMEN’İN YADİGÂRI
M.NİHAT MALKOÇ

Dünyaya gelen herkes kendisine takdir edilen sayılı nefesleri teneffüs ettikten sonra vakti dolunca teslim oluyor yüce Yaradan’ına… Hayatın düzeni böyle kurulmuş baştan… Onun içindir ki artık yadırgamıyoruz bu geliş gidişleri. Fakat gidenlerin yüreklerde bıraktığı derin boşluklar öyle kolay dolmuyor. Kavuşmak bir daha mahşer gününe öteleniyor.
Sıradan insanların ölümü sadece aile çevresini etkiler; ama millete mal olmuş, belli bir kitlenin temsilciliğine soyunmuş kişilerin ölümü o kitlenin bütününü derinden etkiler. Âlim zatların ölümü de geniş kitleleri derinden sarsar. İşte bunun içindir ki Peygamberimiz “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” diyerek bir anlamda bu hakikati bütün çıplaklığıyla vurgulamıştır.
Hayatını öğrenmeye ve gaflet uykusundaki insanları uyandırmaya adamış münevver insanlardan biri olan Ömer Öztürkmen’in vefatı herkes gibi beni de derinden etkiledi. Türk fikir hayatında kendisine mümtaz bir yer edinmiş olan Öztürkmen’in dünyadan göçüşü bizleri fazlasıyla hüzünlendirdi. Çünkü bizler onların yazılarıyla büyüdük, ruhlarımız onların manevi iklimlerinde olgunlaştı. Yüzde yüz yerli kaynaklardan beslenen bu mümtaz şahsiyetlerin, düşüncelerimizin şekillenmesindeki tesirleri inkâr edilemez. Biz o kaynaklardan doldurduk tasımızı… Susuzluktan ruhumuz paralansa da ecnebilerin çeşmesinden bir damla içmedik.
Kalemi ve kelamı bir haysiyet aracı olarak bilip gayesine uygun olarak kullanan ve bu yolda emin adımlarla nuranî iklimlere yürüyen bir dava adamını daha ebediyete uğurladık. Türk basınının güçlü kalemlerinden Ömer Öztürkmen, Kasım ayının ilk günü, çok sevdiği Rahman’a kavuştu. 03 Kasım 2010 tarihinde de dostlarının iştirak ettiği cenaze töreninin ardından Edirnekapı Şehitliğinde toprağa verildi. O şimdi sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.
Merhum Ömer Öztürkmen basın alanında tartışmasız duayen(aksakal) isimlerden biriydi. Onun yaşam öyküsüne baktığımızda bir faninin yapabileceklerinin çok üzerinde işler yaptığını görüyoruz. Biyografisinden ana başlıkları kronolojik olarak paylaşmak istiyorum:
“Ömer Öztürkmen, 1929 yılında Kerkük’te doğdu. Liseyi Kerkük’te bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. 1949 yılında gazeteciliğe başladı. 1950 yılında Tanrıdağ Dergisi’ni çıkardı. 1951 yılında Galip Erdem’le birlikte haftalık “Karakedi” mizah gazetesini çıkarmaya başladı. 1952’de Büyük Doğu Gazetesi Yazı İşleri Müdürü oldu. 1953’te İngiltere’de ‘Daily Ekspres’ gazetesinde çalıştı. 1958-1960 döneminde Türk Yurdu Dergisi’nin yeni bir sayfa düzeni ve muhtevayla hazırlanmasında Galip Erdem’le birlikte çok emeği geçti. 1960 yılında Tercüman, 1961 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde Genel Yayın Müdürü oldu. 1962’de Anadolu Ajansı Ortadoğu muhabirliği yaptı. 1965’te Adalet Partisi’nden Bursa Milletvekili seçildi. 1973’te Ortadoğu Gazetesi’ni çıkardı.(beş yıl) 1982 yılında Türkiye Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Buradaki köşe yazarlığını aralıksız yirmi yıl sürdürdü. 1984’te on yıl ‘İnsan ve Kâinat’ Dergisi’ni çıkardı.”
Ebediyete uğurladığımız Ömer Öztürkmen; fikirlerinin peşinde koşan, bu uğurda varını yoğunu feda edebilen, hak bildiği yolda son nefesine kadar giden idealist insanlardan biriydi. O; dava arkadaşlarıyla pazara kadar değil, mezara kadar gitmek üzere yola çıkmıştı. Son istirahatgâhına vardığında, yola çıkarken zihin heybesine koyduğu düşünceler yerli yerindeydi; çizgisinden bir santim bile sapmamıştı; moda akımlara asla iltifat etmemişti.
O, nezaketi ve naifliğiyle kendini kolayca fark ettiren, günümüzde örneklerine ne yazık ki az rastlanılan bir İstanbul Beyefendisiydi. Merhum Öztürkmen, çok sayıda üstün sıfatı şahsiyetinde bir araya getirmişti. O; gazeteci, yazar, şair, mütefekkir; kısacası hakiki bir münevverdi. O, emanet fikirlerle değil, kaynağını Türk-İslam ülküsünden alan bizim değerlerimizle donanmıştı. Hak bildiği yolda yürür, şahsiyetinden asla ödün vermezdi.
Merhum Ömer Öztürkmen merhametli ve mütebessim bir insandı. Bir eserine “Karıncalardan Özür Diliyorum” adını vermesi onun merhametinin ve inceliğinin delilidir.
Bizler Ömer Öztürkmen’i genelde yazar olarak biliriz. Fakat onun şairlik yanı da görmezden gelinmemelidir. Çünkü o, yazar olduğu kadar iyi de bir şairdir. “Kerkük”, “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı şiir kitapları, üzerinde durulmaya ve okunmaya değerdir.
Merhum Öztürkmen, şiirlerinde bizi bize anlatmıştır. Onun, yaşamı boyunca iki şiir kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan biri “Kerkük”, diğeri “Taşkent’te Sabah Namazı” adını taşımaktadır. İlki ömrünün ilk yıllarında yazdığı, biraz da acemilik dönemi şiirlerinin, ikincisi ise ustalık şiirlerinin toplandığı kitaptır. Fakat kendisi alçakgönüllülüğünden dolayı şairlik yanını pek ön plana çıkarmasa da o, birçok şaire meydan okuyacak derecede güçlü bir şairdir.
Hissiyatı fazlasıyla inkişaf etmiş derin bir insandı merhum Ömer Öztürkmen… Onun içindir ki hayatta hiçbir şeye bigâne kalamazdı. “Kerkük” adlı şiir kitabı 1950’de henüz 21 yaşındayken basılmıştı. “Kerkük” adlı bu ilk şiir kitabının Önsöz’ünde: “Ne şairlik ne nasirlik iddiasındayım. Sadece Kerkük gibi hudutlarımın ötesinde inleyen bir avuç vatan toprağı için duyduklarımın binde birini anlatmak, anlatırken tahassürümden boşalan yaşları bu satırlara dökmek ihtiyacını duyuyorum.” diyerek gerçek maksadını dile getiriyordu.
Merhum Ömer Öztürkmen’in kimisi ölçülü, kimisi de serbest tarzda yazılan şiirleri bizim değerlerimizi ve bizim değerlilerimizi anlatır. Zira o, tasını bizim çeşmelerimizden doldurmuştur. O, ecdadını göz ardı edip de yaban ellerin değerlerine iltifat etmemiştir. Hayatı boyunca Türklüğüyle ve Müslümanlığıyla gurur duymuş, bu sıfatların gereğini yapmaya çalışmıştır. Onun şiirlerinde hamasi duygular apayrı bir yer teşkil eder. Özellikle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında dönüm noktası olan Malazgirt Savaşı’nı anlattığı “Malazgirt” adlı şiiri bu sahada yazılmış şiirlerin en güzellerindendir. Bu şiir bizlere o zamanın askerlerinin hissiyatını tekrar yaşatıyor: “Bir Cuma sabahı Allah’a karşı/Malazgirt’te elli dört bin er/Bestelediler en güzel marşı/Allahü Ekber Allahü Ekber//Bayrak bayrak Fetih müjdesi/Parça parça diyar-ı Urum/İlk denizlerde ilk seccadesi/Alpaslan ordularının Anadolu’m// Geliyor ışıktan kopmuş askerler/Allah’a uzanmış eller geliyor/Kalk ayağa kubbe ol ey yer/Göklerce minareler geliyor//Onlar ki ilahilerle yıkandılar/Kırklarca okunmuş bir namazlı su/Vaktiyle dağlardan inen kurtlar/Şimdi son peygamberin ordusu…”
Merhum Ömer Öztürkmen şiirlerinde bizim hikâyemizi anlatmıştır. Onun içindir ki bu şiirleri okuyunca yerli tatların varlığını hissediyoruz. Kendimizi buluyoruz onun birbirinden güzel şiirlerinde. Bu şiirler yaşantıların kelimelere dökülmüş hali olduğu için, okuyucuda derin tesirler bırakıyor. Bazı şairlerin dört elle sarıldığı süflî aşklara o iltifat etmemiştir. Acıyı önce yüreğinde hissetmiş, sonra da bu acının resmini sözcüklerle gönül tuvaline çizmiştir. Bir bölümünü aşağıya aldığımız “Sırat” adlı şiiri de bu muhtevada olan şiirlerinden biridir:
“Şimdi Eylül bak ben sana bin Eylül ötesi seslerle geliyorum
İçimdeki mayınları söke söke geliyorum yanına
Kaç beşik yonttum yolumdaki darağaçlarından
Kaç uygarlık düşürdüm uğruna taşına dokundum da
Ölüleri dirilten çoğaltan çizgilerinden geliyorum
Daha nasıl istersen söyle öyle geleyim ayağına
Tek bitsin bu zaman çekilsin aramızdan”
Ölüm her şairinin isteyerek veya istemeyerek, bir şekilde değindiği bir konudur. Çünkü ölüm, hayatımızın en büyük gerçeğidir. Onun şiirlerinde ölüm teması müstesna bir yer teşkil eder. Şu dizeler onun ölüme dair hissiyatına tercüman olmaktadır: “Ölüm şu karşıdaki beyazlıklarda/İpekten dualarla kanatlanacak/Bir anne titriyor öteki uçta/Ha uçtu ha uçacak…”
Merhum Ömer Öztürkmen, üniversite yıllarında başladığı gazetecilik mesleğini altmış yıl devam ettirdi. Etrafında gördüklerini evvela gönül havuzunda biriktirdi. Milletinin dertleriyle dertlendi. O, güçlü kalemini daima Hakk’ın ve hakikatin hizmetinde kullandı. Şahsî dertlerini hiçbir zaman dile getirmedi. Milletinin dertleri onun yaralı yüreğini daha da dağladı. Namık Kemal’in zihinlere kazınan “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal/Kendi derdi gönlümün, billâh, gelmez yâdına!” beyti sanki Ömer Öztürkmen için söylenmiştir.

Merhum şair ve yazar Ömer Öztürkmen, aslen Kerkük kökenliydi. Lise dâhil olmak üzere, ilk ve ortaöğrenimini bu topraklarda görmüştü. Kerküklülerin haklı davasına yürekten destek oluyor, onların Türkiye’deki gür sesi olmaya çalışıyordu. Kerkük, onun yüreğinde kanayan bir yaraydı. O, Kerküklülerin trajediye dönüşen acılarını kalbinin derinliklerinde hissediyordu. Kerkük Türklerinin uğradığı haksızlıklar onun uykularını kaçırmaya yetiyordu. Her satırında, yangın yerine dönen Kerkük coğrafyasının âhları vardı. Onun Kerkük’e dair şu dizeleri bu topraklara olan sevgisini gösterir: “Ey babamdan mukaddes/Anamdan tatlı Kerkük/Kime nasip olacak/Toprağında kan/Kucağında can vermek/Vatan vatan diyerek…”
Bu dünya gurbetindeki sürgününü Hakk’a kavuşarak sona erdiren Ömer Öztürkmen, çok inançlı bir kişiydi. En büyük davası Hakk’ın ve hakikatin yanında olmaktı. O, özü sözü bir olan ender şahsiyetlerdendi. O, kültürümüzün köşe taşları olan Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurettin Topçu gibi şahsiyetlerden çok etkilenmiştir. Edebiyat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda A. H. Tanpınar’ın derslerini hiç kaçırmamıştır.
Üstat Ömer Öztürkmen, bizdeki fikriyatın yüzde yüz yerli gözelerinden biriydi. O bir deneme ustasıydı. Deneme muhtevalı kitapları arasında evvela “Gözyaşı Medeniyeti, Zihniyet İnkılâbı, Bilimden Damlalar, Geleceğin Eşiğinde, Karıncalardan Özür Dilerim” sayılabilir. Tercüme olarak da “Asya’da Komünist Stratejileri” adlı güzel eseri dilimize kazandırmıştı.
Ömer Öztürkmen’in en çok sevdiğim eseri “Gözyaşı Medeniyeti’dir. Bu eserin adını çok özgün ve derin anlamlı bulurum. Ömer Öztürkmen bu eserinde “Gözyaşının vatanı Doğu’dur; Doğu’da yeşermiş, Doğu’da serpilmiştir gözyaşı... Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş kadar suçlu sayılıyor bu medeniyette. Bir başkadır benim medeniyetim…” diyerek önemli bir noktaya dikkatimizi çeker. Bu eseri gençlerin okumasını ne çok isterim.
Ömer Öztürkmen şüphesiz ki bir vefa insanıydı. Fikir bağnazlığı ve kıskançlık, hele de ‘haset’ onun etrafından bile geçemezdi. Kendisinin vefa görüp görmediği ayrı bir tartışma konusudur. Onun 1975 senesinde o zamanki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e hitaben yazdığı bir açık mektubu, vefanın ve dayanışmanın en güzel örneğini teşkil etmektedir. Öztürkmen bu açık mektubunda, zamanın güçlü şairi Sezai Karakoç’un ne kadar büyük ve gelecek vaat eden bir şair olduğunu dile getirmekte, onun çok zor şartlar altında çalıştığını ve düşünce ürettiğini, adeta Türkiye’nin yarınlarını inşa ettiğini belirterek Cumhurbaşkanının gözünü açmaktadır:
“Bir Sezai Karakoç vardır Sayın Cumhurbaşkanım. Adını, sanını belki de ilk defa benden duyduğunuz 43 yaşındaki bu mülkiyeli genç, uzun müddet maliyede çalıştıktan sonra istifa etmiş, kendi halinde, alçak gönüllü bir insandır. İnsandır Sezai Karakoç ama alelade bir insan değil… Milletlerin tarihinde ancak beş yüz yılda, bin yılda bir tesadüf edilen ve bu mesut tesadüfle o milletlerin kültür ve sosyal hayatlarında büyük değişikliklere sebep olan bir sanat ve fikir adamıdır o… Karakoç, bizim sanat ve düşünce hayatımızda Mevlana ve Yunus’tan sonra eşine ve benzerine rastlamadığımız bir şair, bir mütefekkirdir.
O, yalnız Türkiye’m için değil, dünya edebiyatında ve çağdaş düşünce âleminde daha şimdiden başköşeyi alacak insanüstü bir kabiliyet ve bir şahsiyettir. Hepsi orijinal, hepsi birbirinden güzel tam 22 eseri vardır Karakoç’un… Tarihe bakış tarzı, Doğu ve Batı medeniyetleri üzerindeki değer yargıları ve estetik dünyamıza kazandırdığı yeni perspektiflerle o, bizim dünyaya tanıtacağımız ve iftihar edeceğimiz büyük bir dehadır.
Sezai, Batı düşünce ve sanat hayatında büyük tesirler bırakan ve hâlâ aşılamayan bir Heideger, bir Schopenhauver, bir Remba, T. S. Eliot’u çok çok gerilerde bırakmış… Onları fersah fersah aşmış bir fikir ve sanat mucizemizdir. İşte böylesine büyük bir değer, bir değil bin Nobel’le hakkını veremeyeceğimiz bu büyük insan, şu anda Cağaloğlu’nda sekiz metre karelik bir odada ve ondan çok daha geniş olmayan bir evde Türk toplumuna yeni sanat eserleri kazandırmanın sancısını çekiyor.”(01 Eylül 1975/Ortadoğu Gazetesi)
Ömer Öztürkmen, bu milletin şanlı tarihini iliklerine kadar hissetmiş münevver bir insandı. O, bizim güçlü sesimiz ve bayraktaki al rengimizdi. Allah gani gani rahmet eylesin.

KURTLAR VADİSİ’NDEN RUHLAR VADİSİNE:
YİĞİDİN BURCU ÖLÜM…
M.NİHAT MALKOÇ

Kalem sustu, hokkada tükendi mürekkep… Bulutlar ağladı kalemin yasına… Perdeler indi bir hayatın aydınlık penceresine. Gün çekti ışığını şairin gözbebeklerinden. Kanadı kırıldı barışa, sevgiye, hoşgörüye uçan kelebeğin… Zaman dondu bir yürek için. Sonsuzluğa uçtu kozasından ayrılan kelebek. İltica etti ruh sonsuzluğun şafağına. Çınar büktü boynunu, kökler kurudu çöl sıcağında. Dallar, dökülen son yaprağın matemini tutuyor güz bahçesinde şimdi...
Can; veda busesini kondurunca yorgun tene, viranlaştı yine muhabbet bağlarımız… Gönlün sohbet halkasından koptu bir tespih tanesi daha... Başaklar boynunu büktü güneşe karşı… Ayrılık, hüzün katarlarının yolunu açtı sonsuzluk kervanında. Bir rüyadan arda kalan ömrün can kırıkları dağıldı gönül mahzenine… Hayatın şifreleri çözüldü ölüm meleğinin esrarlı parmaklarıyla. Dürüldü bir hayatın kadim defteri. Yine yalnızlaştık bize yabancı suretlerin kalabalığında. Bir ışık söndü; çıraların alevi pervanelerin mezarı oldu.
Uçurumun kenarındaki şairin kristal kalemi paramparça oldu kayalıklarda. “Kırıldı yine zevrâk-ı derûnum kenare düştü”…Yarım kaldı boğazlarda düğümlenen şiirler… Şarkıların melodisi kesildi. Yalancı bahar gösterdi acı yüzünü. Dağıldı hayat zincirinin çelik halkaları. Son durakta sımsıcak nefesini hayatın ensesine değdirdi bir beyaz ölüm…
Şairin deyimiyle “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir” İşte o tel koptu sonsuza dek… Vuslat kapıları kapandı mahşere kadar… Söz burcunda söndü şimal yıldızı… Şair “gÜl”ün ünlüsünü emanet alıp adının baş harfleriyle yazdı son şiirini: ÖLüM… Hayatın gerçeği…
Kimin ömür sermayesi ne kadardır, hangimiz bilebiliriz ki!... Onun için ‘kul hesap yaptıkça melekler güler’ derler. Çünkü bizim hesabımız Hakk’ın hesabını perdeleyemez. Ruhların hasat vaktini yüce Yaradan tayin eder ancak… Herkesin bir hesabı olsa da Hakk’ın hesabıdır mühim olan. Bizler O’nun gösterdiğinin ötesini göremeyiz hiçbir zaman…
Hiç beklenmedik bir zamanda imtihana duçar oldu şair… Zamansız ve amansız… Oysa külliyatına yenilerini eklemekti tek düşüncesi. Beğenilen yapımlardan “Deli Yürek” dizisinin senaryosu onun kaleminden dökülmüştü satırlara. Yeni bir çığırın ilk işaretleriydi beyaz sayfalara döktükleri. Ahlâkı ve mahremi zedelemeden de konuşabilirdi kalem… O konuşturdu işte. Kalemini kirletmedi nefes aldıkça. Kiralık düşüncelere itibar etmedi hiç....
Şair; defterinin son sayfasına yazdı en büyük şiirini. Yazdı ve çekip gitti. Kitaplarını, şiirlerini şahit bıraktı yaşadığına dair… Göçtü şair hayatın merkezinden sonsuzluğun merkezine… “Ömer Lütfi Mete merhumun ruhu için…” diye başladı nur yüzlü imam cenaze namazına. Dualar âminlere karıştı. Saf tuttu kalabalık, kenetlendi bir dostun vedasında. Ölüm gündemi belirledi bir kez daha… Fakat bu ne ilk ne de son düşen közdü yüreklerin yamacına.
Ölümün çağrısına kulak verdi söz burcunun sahibi… Şairdi, yazardı, senaristti, entelektüeldi musallada dua bekleyen yiğit… Fakat söz sükût eylemişti şairin dudaklarında. İman ve amel konuşmaya başlayacaktı sözün bittiği yerde. Uhrevi senaryolar karşısında dünyevî senaryoların lâl kesilecekti dili… Kalemin susuşundan mana çıkaracaktı âlem…
Şair yazıp bitirmişti bu dünyaya ait senaryolarını. Hayat da bir senaryo değil miydi hattı zatında… Yeni senaryolar için zaman tükenmişti. Söz tükenmese de söz hakkı tükenmişti dünya denen bu son istasyonda. Yazılacak onca şiir ve kitap varken ruh çağrılmıştı kopup geldiği diyarlara. Ertelenecek bir şey değildi bu davet… Davete icabet etti şair… “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir” demişti ya şair… İşte öyle oldu bu kez de…
Ötelere göçen şair bir yanını dünyada bırakmıştı. Duygu harmanları olan şiirlerini sevdiklerine hibe etmişti. Şiirlerinde bırakmıştı sesinin ahengini… Kısa ömründe uzun muhabbetler dermişti gönül bağından. Gayesi ve sermayesi sözden ibaretti zira. Katlar, yatlar, mücevherler bırakmadı geride kalanlara. Söze mührünü basıp gitti son sözünü söyleyerek…
Bir sonbahar vakti döküldü söz ağacının sararmaya yüz tutmuş yaprakları. Kar beyaz kasımpatılar kondu bir şairin son istirahatgâhının tümseğine. Ruh sükûna erdi hayatın keşmekeşinde. Şair mahşerde sevgiliye sunmak için iri güllerini de aldı yanına.
Aşk adamıydı Ömer Lütfi Mete… İnandıklarına aşkla bağlıydı o… Onun aşkı Hakk’a, hakikate, can taşıyan bütün cismeydi. Hayatı anlama gayesiydi bütün çırpınışlarının temeli. Onu anlayan, ağlayandı yeri geldiği zaman. Teslimiyetti kulu Hakk’la bütünleştiren. Hallac-ı Mansur’dan Mevlana’ya uzanan yolun yolcusuydu besbelli… Ürküten değil, sevdirendi o… Çelişkileri sorgulayandı. Kavramlar çıkmazında kalanlara kılavuzdu süreyya misali…
Düşleri, düşünceleri ve heyecanları vardı şairin… Bunlardı onu hayata bağlayan. Yeri geldiğinde heyecanlarını inançla, coşkularını sükûnetle dizginlemesini bilendi O… Akıl süzgecinden geçen heyecanları mantık elbisesini kuşanıyordu nihayet… ‘Alperenlik’ söze bürünmüştü şahsında. “Deli Yürek” veli yürekten beslenerek yarınlara sesleniyordu.
Slogan adamı değildi merhum Ömer Lütfi Mete… Fikrin çilesini çeken, hayatın anlamını layık olduğu yere oturtan derviş ruhlu bir adamdı. Sinemamıza bahşettiği müstesna soluk, uzun yıllar daha varlığını hissettirecektir şüphesiz. Kire bulaşmadan, gerçekleri tersyüz etmeden de ölümsüz eserler yazılabileceğini ispatlamıştı fildişi kulelerden bakanlara…
“Allahsız Müslümanlık” peşinde koşan sergerdelere bayrak açmıştı yiğitçe. Neşter vurmuştu zihinleri bulandıran çelişkilere. Kulu Allah’la aldatanların önüne bir iri gölge gibi dikilmişti. O, umarsızlıklara ve umursamazlıklara karşı çekti kılıcını. Sorgulamadan yargılayanlara, yargıladıktan sonra sorgulayanlara bildirdi haddini. Modern zamanda Müslümanlığın ateşten gömleğini giyenlere Hakk’la hakkıyla iletişim kurmanın yolunu öğretti. Gerektiğinde dünyayı elinin tersiyle itmenin önemini vurguladı bu yolun yolcularına.
Merhum Ömer Lütfi Mete’nin oyuncağı sözcüklerdi. Onları bir hamur misali yoğurur, farklı çeşnilerle okurun zihin sofrasına servis yapardı. Şiirin ayrı bir yeri vardı onun hayatında. Duygu ve düşüncelerini şiirin tılsımına büründürerek mısralarda bayraklaştırmıştır.
Ölüm her şair gibi Mete’yi de ilgilendirmiş. Ölümsüzlüğe giden yolcunun son istasyonu olan ölüm, onu da etkilemiş derinden. Dizelerinde ölümün masmavi sularına açmış yelkenini. Fakat o, bu yolculuktan ürkmemiş, mümin tevekkülüyle teslim olmuş onu bu yolculuğa çıkaracak melekü’l-mevt’e… Sadece gülümsemiş yolculuğa çıkacağı kılavuzuna.
Karadeniz gibi hırçın bir delikanlıydı o… Fakat hırçınlığı vatan sevgisiyle bilenmişti onun… Yüreği Yunus’un sevgisiyle, Mevlana’nın hoşgörüsüyle donanmıştı.
Sözünü özüne kazımıştı şair… Tek silahıydı kelimeler… “Çıkma önüme koca dağ yıkıl git/Budur benim tufan olup yağdığım vakit/Hangi güç vurabilir bana kilit” diyecek kadar da mangal yürekli bir insandı o… Fakat onun söz silahı kurşun değil, gül atardı hedefine.
“Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür.” diyen şair, bir gül sevdalısıydı. Dualara tutunmuştu kalbi tekleyen şair… Dualarla selamet bulmuştu çırpınan yüreği. Ama nereye kadar!...
Yine bir gün kalbi tekledi ruhunu sözlerle besleyen kalem erbabının… Uzun süre yoğun bakımda ölüm kalım mücadelesi verdi kelimelere ruh üfleyen şair… Dost eller şifa bulması için kalktı semaya. Kader vardı alnımıza kazınan… Dualar ecele perde olamazdı besbelli… Nekahet sandıkları son çırpınışlarıydı zaman perdesinde gül yüzlü şairin…
Hayalleri vardı, bitmemiş onca işi vardı herkes gibi… Kitaplara, canından çok sevdiği kitaplara geri dönecekti sağlığına kavuşunca. Ama olmadı, çünkü boşaldı ömrün aküsü…
Şair; defterinin son sayfasına yazdı en büyük şiirini. Yazdı ve çekip gitti. Kitaplarını, şiirlerini şahit bıraktı yaşadığına dair… Dostları ebedî dostluklarının canlı tanığı…
O şimdi Kurtlar Vadisi’nden Ruhlar Vadisine yol almış bir ahir zaman yolcusu… “Yiğidin burcu ölüm” diyen söz üstadı şiirin devamında “Feleğe dayandım gülüm/Öldüm de uyandım gülüm/Öldüm de uyandım” diye de devam ettiriyordu Kurtlar Vadisi’nin “Bu şehir girdap gülüm” adlı türküsünde… Sanki bugünlere göndermelerde bulunuyordu şiir lisanıyla…
Çengelköy Mezarlığı misafirine açmış kollarını. Toprak gül kokuyor kabristanda. Allah rahmet eylesin toprağa bağrını açmış taze ölüye. Ruhun şâd olsun büyük şair!…

ORHAN DURU VE TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
M.NİHAT MALKOÇ

Giritli Aziz Efendi’nin “Muhayyelat-ı Aziz Efendi” adlı eserini saymazsak Türk öykücülüğünün geçmişi bir buçuk asırdan önceye indirilemez. Zira edebiyatımızda Batılı tarzda ilk öyküler Tanzimat senelerinde yazılmaya başlanmıştır. Giritli Aziz Efendi’nin yazdıkları cinli, perili motiflerle süslenmiş eski halk hikâyesi geleneğinin izlerini taşır. İlk öyküleri Ahmet Mithat Efendi, Tanzimat döneminde “Letaif-i Rivayat” adıyla bir seri halinde kaleme almaya başlamıştır. Samipaşazade’nin Küçük Şeyler’i bu türde modern Batı öyküsüne yaklaşmıştır. Daha sonra Halit Ziya Uşaklıgil’in Maupassant’ın etkisiyle ustaca kaleme aldığı kısa öykülerdeki gözlemciliği ve titizliği gerçekçi öykü sahasında bir üst lige çıkmamızı sağlamıştır. Yeni Lisan Hareketi’nin öncülerinden Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünü çağdaş bir yapıya oturtmuştur. Fakat bunu yaparken gelenekten de beslenmeyi ihmal etmemiştir. Kısacık ömründe öykü alanında çığır açmıştır bu usta öykücümüz. Öte yandan Sait Faik’in alışılmışın dışında bir öykü dünyası kurarak bu türe yaptığı katkıları göz ardı edemeyiz. Son dönemlerde Türk öykücülüğünün çağdaş Batı öyküsünü yakalama noktasında olduğunu sevinerek görüyoruz. Demek ki Türk öyküsü kabuğunu kırıyor. Bu başarıya hizmet edenleri takdirle anmak gerekir. İşte bu kişilerden biri de geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz usta yazar Orhan Duru’dur. Bu yazımızda onun daha çok öykü serüvenine değineceğiz.
18 Aralık 1933’te İstanbul’da doğan Orhan Duru, 1956’da Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’ni bitirerek “veteriner” unvanıyla mezun olmuştur. Kısa bir süre veterinerlik yapsa da daha sonra aynı üniversitede asistan olmaya karar vermiştir. Fakat onun gönlünde yazma arzusu vardı hep... Onun içindir ki eğitimini aldığı veterinerlik işini bırakarak basın sektörüne adım atmıştır. Ulus’ta başladığı gazetecilik mesleğini Cumhuriyet, Milliyet, Güneş ve Hürriyet’te devam ettirmiştir. Daha sonra öyküye ilgi duymaya başlamıştır. Bu sahada kalem oynatmıştır. Son dönem öykücülerimiz arasında önemli bir yer tutan Orhan Duru’nun ilk öyküsü “Kadın ve İçki” 1953’te Küçük Dergi’de yayınlanmıştır. Öykünün yanı sıra bir yandan da çeviriler ve tiyatro uyarlamaları da yapıyordu. Onun ilk edebî ürünlerini Mavi, Evrim, Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Yelken ve Dost dergilerinde görebiliyoruz. ‘Marifet iltifata tabidir’ kaidesi gereği o da ilk iltifatını TRT’den gördü. “Ağır İşçiler” adlı öyküsüyle 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülü kazandı. 1996’da “Sarmal” adlı öykü kitabıyla da Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. Bunu “Fırtına” adlı öyküsüyle 1997 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Erdal Öz’le paylaşması takip etti.
Orhan Duru, velut bir yazar olarak hafızalarda iz bırakarak 25 Ocak 2009’da 76 yaşında iken vefat ederek aramızdan ayrıldı. Duru, belki insanlar tarafından çok tanınmadı ama öykü adına güzel işler yaptı. Türk öyküsüne kıymetli eserler kazandırdı. Öykü kütüphanemiz onun eserleriyle zenginleşti. Fakat öykü dışında da kalem oynattı Orhan Duru. Özellikle çevirileri adından söz edilmeye layık çalışmalardır. Bunun yanında deneme ve anıları, eserlerinin önemli bir kısmını teşkil eder. Fakat öyle olsa da biz onu “Öykücü Orhan Duru” olarak hafızalarımıza yerleştirdik. Diğer eserleri, öykülerinin gölgesinde kaldı hep…
Merhum Orhan Duru’nun eserleri hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından dikkate değerdir. Sözün bu noktasında onun birbirinden değerli eserlerine dair bir liste yayınlamak istiyorum: Öykü: Bırakılmış Biri (1959), Denge Uzmanı (1962), Ağır İşçiler (1974), Yoksullar Geliyor (1982), Şişe (1989), Bir Büyülü Ortamda (1991); Deneme: Kısas-ı Enbiya (1979), Kıyı Kıyı Kent Kent (1977; genişletilerek Mavi Gezi adıyla 1986 ve 1987’de yeniden basıldı), Hormonlu Kafalar (1992), İstanbulin (1995); Anı: O Pera’daki Hayalet (1996; Sezer Duru’yla birlikte); Çeviri: Sierra Madre’nin Hazineleri (B. Traven’den), Gizli Tarih (Prokopius’tan), Çağdaş Fizik’te Doğa (Werner Heisenberg’den, V. Günyol’la birlikte), Amerika (Ginsberg ve Ferlinghetti’den şiirler, F. Edgü’yle birlikte); Tiyatro (Uyarlama): Durdurun Dünyayı İnecek Var (1968; Antony Newley ve Leslie Bricuss’tan), Sınırdaki Ev (1970; Slawomir Mrozek’ten), Üzbik Baba (1990; Alfred Jarry’nin Kral Übü’sünden).
Orhan Duru’nun “Tango Geceleri” adlı eseri bir nefeste okunabilecek güzellikte ve öykü tadında denemelerden oluşuyor. Ciddi meselelerin de ironiyle anlatılabileceği gerçeğini en canlı biçimde gösteriyor bu eser... Bu kitabı okurken zaman zaman denemeden koparak öykünün izbe sokaklarında buluyorsunuz kendinizi. Demek ki bir öykücü deneme yazarken öykücülük yanını bir kenara koyamıyor. Öyküyle denemeyi aynı potada eritiyor yazar....
Orhan Duru’nun gazetecilik yanını da unutmamak lazım... Onun gazetecilik birikimleriyle kaleme aldığı “Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Tarihi” adlı eserinde Kurtuluş Savaşı sürecinde ve Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Türkiye’de görev yapmış Amerikan temsilcilerinin; büyükelçilerin, konsolosların, komiser ve yüksek komiserlerin gönderdikleri telgraflar, raporlar ve istihbarat raporları yer alıyor.
Son dönem öykücülüğümüzün mihenk taşlarından biri olan Orhan Duru; “Öykü Yazmanın Sırları” adlı eserinde “Öykü düş gücü ister. Öykü hem düşlerden hem de yaşamdan kaynaklanır. Yalınlık, fantezi ve kurgu ister. Kimi zaman ayrıntılar üzerine kurulur ve yapılanır. Çağdaş öykücülük ise gizemli bir anlatımla bir arada gider. Kısacası öykücülük zor bir yazım türüdür. Kendini bırakmaya gelmez. Uluorta ve düzensiz bir yöntem izleyemezsiniz. Üstelik yazarın belleğinin kendine özgü bir anlatım biçimine sahip olması da gerekir…… Öykü peşinizi bırakmaz, sizinle sürekli didişir. Yazmak, insanın kendisini ve çevresini değiştirmek için kullandığı bir iletişim aracıdır. Bu iletişim aracını en yetkin bir biçimde kullanabilmenin yolunun ‘dil’den geçtiğini düşünürsünüz ve eğilimleriniz hep yeni bir dilin peşinde olur. Sonsuz bir merak içinde olan öykücü neden ve nasıl sorularının cevabını bulsaydı öykü yazamazdı zaten” diyerek öyküye giden yolun kapılarını aralıyor.
Orhan Duru’nun öykülerinde ironiyle yoğrulmuş eleştiriler genişçe yer alır. O, toplumsal gerçeklere değinirken hem güldürür, hem de derin derin düşündürür. Sosyal gerçekleri ve toplumsal aksaklıkları deşerken okuyucuyu sıkmaz. Onlara alaycı bir gözle bakar, fakat akıl hocalığı da yapmaz. Olayları tabii seyrine bırakarak onları mizah unsurlarıyla besler. Gözlemciliğindeki aşırı dikkati burada da görebiliriz. Aşağıda bir bölümünü aldığım “Düşümde ve Dışımda” adlı öykü kitabında bunu görebiliriz. Bu kitapta yakın zamanın gerçekleri, güncel bir bakış açısıyla ele alınıyor: “İstanbul olimpiyatlarını düşünüyorum gözlerim kapalı. Bir yerde start veriliyor. Göstericiler ile polis arasında yarışma ve çatışma başlıyor. Molotofkokteylileri atılırken Samaranch gelip sporcularımızı yanaklarından öpüyor…… Üç adım atlamada mehter takımı araya giriyor alkışlar arasında. Ardından İbo sahneye çıkarak tüm dünyaya barış ve lahmacun mesajı veriyor ve tüm bunları CNN canlı olarak yayınlıyor. Habitat’ta deneyimimizi artırdığımız için atletlerimizin enerji açığını kapatmaya uğraşıyoruz. Bu arada sular kesiliyor ve yarışı ter içinde bitirmiş atletler duş yapamadıklarından Cağaloğlu Hamamı’nı açıyoruz onlara, kese, sabun ve birer peştamal...”
“Yeni ve Sert Öyküler” adından da anlaşılacağı gibi sıra dışı öyküleri bir araya topluyor. Bu eserde hayata çeşitli pencerelerden bakılıyor. Adına Sert Öyküler dense de bu eserde toplumsal eleştiriler mizahla yumuşatılarak veriliyor. Yaşamanın ve yaşlı dünyanın gittikçe anlamsızlaşması, insanların kayıtsızlığı, tabiatın her geçen gün uçurumun eşiğine sürüklenmesi, tüketim toplumunun aymazlığı, gerçeklerin güncele kurban edilmesi meseleleri bildiğimiz Orhan Duru üslubuyla irdeleniyor. Hayata dair ironik notlar düşülüyor.
Orhan Duru’yla eşi Sezer Duru’nun birlikte kaleme aldığı “O Pera’daki Hayalet” adlı kitapta “hayalet yazar” olarak nitelendirilen sıra dışı yazar-çevirmen Oğuz Halûk Alplaçin’in hayatı irdeleniyor. Biyografik öykü ya da anı da diyebileceğimiz söz konusu kitapta 1.76 boya karşın sadece 46 kilo olan bu hayalet yazarla ilgili şu ifadelere rastlıyoruz: “Oğuz İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. İncecikti. Çeviriler yaptı, şiirler yazdı, dünyayı ve çevresini izledi. Hiçbir zaman bir evi, tek bir sandalyesi bile olmadı, Arkadaşlarının evinde kaldı. Birlikte yaşadığı insanlar hep övgüyle andılar onu... Üzerinde daima bir kitap bulundururdu. Kitaplığı olmadı ama güçlü bir belleği oldu. Bir bavulu bile yoktu, gerektiği zaman üzerindekileri değiştirmekle yetindi. Eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı... Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak yaşadı... Hayalet Oğuz: yaşamını bir sanat yapıtı haline getirebilmiş ender insanlardan biri...
Duru “Kazı” adlı öykü kitabında fantastik öykülere ağırlıklı olarak yer veriyor. Duru, 13 hikâyeden oluşan bu kitapta bellekleri “Kazı”yor adeta. Kitapta dünle bugün arasında köprüler kuruluyor. Bazen bir masal anlatıcısı kimliğine bürünülüyor. Kitabın ilk ve en uzun öyküsü olan “Kazı” da çağrışımlara genişçe yer veriliyor. Burada anlatıcının engin hayal gücü dikkatimizi çekiyor. Bu öyküde belki yazarın hayatından da izler bulunmuş olabilir. Bu öykülerde değişen toplum yapısı gözler önüne serilerek bir dizi tahlillerde bulunuluyor. Savaşlar, küresel ekonominin belleklerde yaptığı tahribat ve çıkar kavgaları eleştirel açıdan öykü süzgecinden geçirilerek okuyucuya sunuluyor. Öyküler bellekleri harekete geçiriyor.
Duru’nun kaleme aldığı “İstanbulin” adlı gezi içerikli eser, İstanbul’un tarihini ve coğrafyasını farklı bir gözle ve üslupla belleklerimize taşıyor. O, modern Evliya Çelebi suretinde İstanbul’un bilindik caddelerinden izbe sokaklarına kadar pek çok köşede karşımıza çıkıyor. Kalbimizin elinden tutup bize İstanbul’u gezdiriyor, sevdiriyor. Tanzimat devrinde yaşayan erkeklerin üstten giydikleri bir çeşit yakası kapalı giysi demek olan “İstanbulin” Orhan Duru’nun muhayyilesinde doyumsuz bir coğrafyanın adı oluyor. Tanzimat’tan sonra, doğma büyüme İstanbullu seçkinler için kullanılan bir ifade olarak da bilinen “İstanbulin” Orhan Duru’nun kaleminde coğrafyayı, yirmi dört saat atan bir nabız haline dönüştürüyor.
Orhan Duru’nun “Durgun ve İşsiz” kitabında denemenin doyumsuz tadına varıyoruz. “Sarmal”da toplu öyküleri, gülen yüzüyle karşılıyor bizi. Kısas-ı Enbiya’da farklı yolculuklara çıkıyoruz. “Fırtına” da büyülü öykülerin sıcaklığı sarıyor okuyucuyu. Neticede o, okunmayı fazlasıyla hak ediyor. Onun öyküleri yeni öykücülere ilham kaynağı oluyor.
“1950 Kuşağı”nın sesli düşünen bir aydını olan Orhan Duru, yazdıklarının aksine, hayatı sessiz ve ağırbaşlı yaşadı. Konuşması ve dış görünüşü sükûneti çağrıştırırdı insanlara. Geçenlerde TRT-2’de yayınlanan “Okudukça” programında onun öykücülüğü kendi ağzından anlatılıyordu. Onda bir İstanbul Beyefendiliği ağırlığı vardı. O, vaktiyle İnterstar’da haber müdürüyken de sokaktaki bir vatandaşken de aynıydı. Kişiliğinde inip çıkmalar olmadı hiçbir zaman... İnsanları yanıltmadı. Hayatını ön planda tutmadı; yaptıklarıyla öne çıktı. Bilimkurgu, onun eserlerinde en usta işi örnekler olarak karşımıza çıkar. O aynı zamanda bir ironi ustasıdır. Şiir ve genel anlamda edebiyat üzerine değerlendirme yazıları da kaleme almıştır.
Ebediyete uğurladığımız Orhan Duru; kendisini değil, yaptığı işi önemserdi. Yazdıklarının belli bir olgunluğa erişmesi için devamlı ve titiz çalışırdı. Gezmeye meraklı bir insandı o… Hayatı boyunca New York’tan Abu Dabi’ye kadar birçok dünya şehrini dolaştı. Bu gezmelerinin öykülerinde pek çok yansımasını görüyoruz. Onun ailesi de sanatla iç içeydi. Kardeşi Ülkü Duru bir oyuncudur. Eşi Sezer Duru da bir yazardır, çevirmendir. Sezer Duru, yazar Tezer Özlü ve Demir Özlü’nün kardeşidir. Ailece edebiyata gönül vermişlerdir.
Son yıllarda Orhan Duru’nun öykücülüğü, asıl işi olan gazeteciliğini unutturmuştur. Öykücü olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Oysa o, gençlik yıllarında adından sıkça söz ettiren bir gazeteciydi. Fakat ismini kalıcı kılacak olan, adıyla özdeşleşen öyküleri olacaktır.
Türk öykücülüğünün kilometre taşlarından biri olan Orhan Duru da her fani gibi bu dünya gurbetinden ayrıldı. Fakat geride birbirinden güzel öykü, deneme, anı, gezi yazısı türünde eser bıraktı. Ama bu kitaplar ne yazık ki bir külliyat halinde bir araya getirilemedi henüz… Bugünlerde onun eskiden yayınlanmış pek çok kitabını bulmakta güçlük çekiyoruz. Tez vakitte bütün kitaplarının bir külliyat halinde yayınlanmasının sayısız faydaları vardır. Birkaç kuru ve samimiyetsiz sözle ona olan vefa borcunuzu ödeyemezsiniz. Ancak onun eserlerine sahip çıkarsanız ‘vefa’ sıfatı adınıza yakışır. O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda ebedî uykusunda İstanbul’u temaşa ediyor. Belki yeni öyküler kurguluyor. Allah rahmet eylesin.

ÇATALLI YOL AĞZINDA ŞAŞIRIP KALAN DERVİŞ: OSMAN OLCAY YAZICI
M.NİHAT MALKOÇ

Hiç ölmeyecekmiş gibi hırs içinde yaşıyoruz dostlar!... Oysa yarın ölecekmiş gibi yaşamalı insan… Öylece hazır olmalı kendini almaya gelecek olan ölüm atına… Fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dört elle sarılıyoruz hayata... Bu can arabasının benzininin bir dağ başında bitebileceğini aklımızdan geçirmiyoruz nedense. Onu sonsuz bir deniz zannediyoruz.
Hayat çeşmesinin suyu tükendiği zaman ölümle yüzleşir cümle canlılar… Bazen ölüm o kadar ani gelir ki onunla yüzleşmeye bile fırsat bulamazsınız. Bir anda oldubittiye gelir her şey… Bir asi rüzgâr kırar kolunuzu kanadınızı… Huysuz ecel atı kişner kapımızda. Geleceğe dair her ne varsa yarım kalır. Hayatın bu son demlerinde bugüne dek yaşadıklarınız bir film şeridi gibi geçer gözlerinizin önünden. Yaşamınız boyunca ıskaladıklarınıza pişmanlık duyarsınız. Ertelediklerinizi kısa bir zamana sığdırmak da mümkün değildir artık…
Beni en çok üzen şey şairlerin ölümüdür. Onlar öldükçe hayat lambasının ışığı azalır sanki. Şairin ölümü, şiirin ve şehrin ölümü gibidir. Gerçi şair ölmekle bu dünyadan koparmaz bağını. O, yaşarken yazdıklarıyla sonsuza dek yaşar dünyada… Dizeleri bir gül misali açar dudaklarda. Bir sevdalının yavuklusuna söylediği en güzel söz olur kimi zaman…
Dizelerin efendisi, şair Osman Olcay Yazıcı’nın ölümü de bir oldubittiye geldi aslında. Ne olduğunu anlayamadan göçüp gitti bu fani dünyadan. Çok sevdiği memleketinden dönüşte yolda yakaladı onu ölüm meleği. Yolunun tükendiği demlerde bir uzun yolculuğa çıktı meleklerin kanatlarında. Dostlarıyla helalleşemeden, onlara bir ‘elveda’ deme imkânı bulamadan ayrıldı bu dünya gurbetinden. Sıla dönüşü, kanepeye şöyle bir uzanıp yol yorgunluğunu atamadan, dönüşü olmayan bir sırlı yola revan oldu. Kalbinin son atışıydı o…
Osman Olcay Yazıcı… O hem gazeteci, hem şair, hem de yazar… Trabzon’un Sürmene ilçesinde dünyaya gelmiş bir gönül eri, bir kalem erbabı… Bir aşk ve muhabbet insanı… Hüzün boyasıyla şiirlerine renk veren usta bir söz boyacısı… Yüreğinde gizli volkanlar taşıyan bir sükûnet abidesi… Madur Dağı kadar yüksek asaletli bir kişilik…
Osman Olcay Yazıcı… O, “Çatallı yol ağzında şaşırıp kalmış bir derviş”… Çileyi bal eyleyip bütün hücrelerinde yaşayan ve yaşatan bir mustarip… Ömrünün baharını yaşayamadan yaprakları dökülmüş bir ulu çınar… Hayatı kalemle, mürekkeple, kâğıtla dostluk içerisinde geçmiş, soyadıyla müsemma, hünerli bir söz üstadı… Karanlıklar içerisinde kendine bir ışık bulup onun izinden giden bir Hakk ve hakikat sevdalısı… Dünden bugüne, bugünden yarına uzanan bir şefkat ve sevgi köprüsü… Kadim kelimelerin kadım dostu…
Duygu derinliği olan bir şairdi Osman Olcay Yazıcı… Dizeleri yapmacık ve zorlama değildi. Kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle seçerdi. Sözler yerine otururdu onun dizelerinde. Yazdıkları, içinde mayalanan tefekkürün dışa vurumuydu bir anlamda. Kelimeler kanatlanırdı onun birbirinden seçkin dizelerinde. Zengin söz dağarcığı, şiirlerinin içeriğine yansırdı. Şiir; içinde mayalanırdı uzun süre, ondan sonra dizelere dökülürdü. Bilge bir şairdi vesselam…
Bir alperendi Osman Olcay Yazıcı… Tabir caizse Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümandı. Burçlarda dalgalanan bir bayrak kadar dik ve asildi. İçinde fırtınalar kopar, şimşekler çakardı. Yürek denizleri Karadeniz kadar dalgalı ve hırçındı. Ne zaman eseceği, ne zaman gürleyeceği, ne zaman yağacağı hiç belli olmazdı. Aslında derviş meşrepli bir insandı O… Milli ve manevî meseleler söz konusu olunca gözleri parlar, bu hususlarda ileri geri konuşanların kırık dökük sözleri karşısında ateş topuna dönerdi. Sözü özü birdi. Yerinde ve zamanında konuşur, milli ve manevî değerlerine sımsıkı sarılırdı. Necip Fazıl’ın şiirlerinin atmosferinden izler taşıyan aşağıdaki dizeler onun ruh halinin söze yansımasıydı:
“Çatallı yol ağzında şaşırıp kaldım derviş
Söyle hangi patika gül dağına gidermiş?
Uçurum kenarında düşle-ölüm gerçeği,
Ne zaman yeşerecek bu sahranın çiçeği?”
Şair Osman Olcay Yazıcı, gerçek bir aşk ve muhabbet adamıydı. O da üstat Necip Fazıl gibi mutlak hakikati arayan bir dervişti. Bu yolda karşılaştığı çileler onun metanetini artırıyordu. O da birçok şair gibi hüzün çeşmesinden besleniyordu. İçindeki hüznü, şiirlerinde gergef gergef işliyordu. O, bir dizesinde “Şiire sığınalım, şiire ve Allah’a” derken dayanak noktasının adresini gösteriyordu. Zira şair duygulandığı zaman dizelere akıtır gözyaşlarını. Onun en güçlü dostu da şüphesiz ki Yaradan’ıdır. O sığınak güçlü bir kaledir şair için…
Sürmeneli olan şair Osman Olcay Yazıcı’nın dizeleri bazen bir Sürmene bıçağı kadar keskindir. Aslında O, Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi doludur. Fakat birileri onun bamteline bastığında bir anda Köroğlu’ya dönüşerek adeta meydan okurdu muhataplarına...
Merhum Olcay Yazıcı, çok geniş bir dost halesine sahip olsa da aslında iç dünyasında yapayalnızdı. Zaten büyük şairlerin çoğu yalnızlıkla hemhal olur. Onlar bu durumdan hiç de şikâyetçi değillerdir. Zira şair yalnızlıktan ve hüzünden besler ilham dağarcığını. Şairin o kaynağını kurutmak, şiirin damarlarını kesmek olur. Şair acı çektikçe, yalnız kaldıkça ve hüzünlendikçe daha derin şiirler üretir söz atölyesinde. Şair o çeşmeden doldurur tasını. Fuzuli’nin acıdan zevk alması ve acılarının azaltılmasını istememesi de bunun tezahürüdür. Yazıcı’nın “Yeryüzü dev bir kabir/Uçurumlar kör- sağır/Ulu kayalar gibi/Hüznüm dağlardan ağır” dizeleri onun dünya algısını ve içinde biriktirdiği sapsarı hüznü bizlere yansıtıyor.
Şiirimizin son dönemdeki güçlü seslerinden biri olan Osman Olcay Yazıcı her şeyiyle bizden biriydi. İnançlarına sımsıkı bağlıydı, inandıklarını yaşayan bir iman abidesiydi. İslama asırlarca hizmet eden Türk milletine derin bir muhabbeti vardı. O, bazı şairler gibi piposunu ağzına takıp fildişi kulelerden bakmıyordu hayata. Olcay Ağabey, rengini rengimizden, sesini sesimizden almıştı. Hüznü hüznümüz, acısı acımız, çilesi çilemiz, sancısı sancımızdı.
Şairin afeti tekrara düşmektir. Genelde çok ve savruk yazanlar tekrara düşse de bu durum biraz da şairin kendini yenileyememesinin bir sonucudur. Olcay Yazıcı’nın şiirlerinde bu kötü şair zafiyetini görmüyoruz. Onun her dizesi bize yeni dünyaların, yeni imgelerin, yeni söz denizlerinin kapısını aralıyor. O, Türk şiirinin geleneksel ve modern ayrımı yapmadan bütün formlarını başarıyla kullanıyor. Kafiyeyi, redifi dozunda ve yerli yerinde kullanıyor.
Şair Olcay Yazıcı’nın çok zengin bir imge dünyası vardı. İmgeleri ne alıntı, ne de çalıntıydı. Hepsi de anasının sütü gibi ak ve helaldi. “körpe bakış, şehrin kör camları, karanfili kefenleyen kara-kış, kar altında çiçek açmış bir tabut, gül kanaması, masal ikindisi, efkâr tütünü, buzdağında cemre, sevdanın tetiği, hüzün estetiği, mânâ fotoğrafı, gül rüzgârı, gül sancısı, korkunun pusatları, ufkun şahdamarı, Mefisto serencâmı, göğün uçurumu, kuşatılmış yankı, acıları karmak, gül düğümü, aşkların taşrası, şafağa düşen tetik” bunlardan bazılarıdır.
Onun şiir, hikâye, deneme, makale türünde kaleme aldığı yüzlerce eserini “Hisar, Töre, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Öncüler, Meşale, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Tepe Edebiyat, Millî Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Çağrışım, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce, Bizim Külliye, Çerçeve, Ufuk Ötesi, Biyografi Analiz, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yüzakı, Berceste, Somuncu Baba, Umran, Genç Kardelen, Mavi Yeşil” gibi edebî dergilerin sayfalarında okuduk ve sevdik. Bir ara köklü dergilerimizden Türk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı. Bunun yanında Türkiye gazetesinin Kültür-Sanat Sayfasını yönetti.
O, verimli bir şair ve yazardı. “Erguvan Uğultusu”, “Eylülün Kırdığı Gül” adlı kitaplarda şiirlerini , “Çocuklar Vatanında Büyüsün”, “Papatyalar Üşümesin”, “Yaralı Küheylan” adlı kitaplarda hikâyelerini, “Tartışmayı Tartışmak”, “Kitapsız Toplum” adlı kitaplarda denemelerini, “Hüzün Yazıları”, “Nemrut Ateşi” adlı kitaplarda düşüncelerini, “Büyük Gün/Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak Hazreti İsâ’nın Dönüşü”, “Eğitim ve Kültür Trajedimiz/Kendimiz Olmaktan Nasıl Çıktık” adlı kitaplarda araştırma yazılarını, “Irmaklar Sonsuza Akar” adlı kitabında da kültür sohbetlerini bir araya getirerek okurlarına sunmuştur.
Ölüm, şairlerin şiirlerinde kullandığı ölmez bir kavramdır. Merhum Olcay Yazıcı da şiirlerinde ölüm temine sıkça yer vermiştir. Fakat O, ölümü bir yok oluş olarak değil, dostu dosta ulaştıran bir köprü olarak görmüştür. Çünkü O, ölümü “şeb-i arus” olarak gören Mevlana’nın aşığıydı. Susadıkça Mevlana’nın hoşgörü çeşmesinden kana kana içiyordu. Değerli dost, güçlü şair Osman Olcay Yazıcı, 1953 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğmuştu. Fakat İlkokulu memleketinde okuduktan sonra, ölümüne kadar devam edecek olan İstanbul serüveni başlamıştı. Liseyi Zonguldak’ta okuduktan sonra İstanbul’a yerleşmişti. O, tıpkı Yahya Kemal gibi İstanbul’u çok sevmiş, onun kollarında büyümüştü. O’nun İstanbul sevgisi kelimelerle anlatılamayacak kadar büyüktü. O’nun, memleketinden dönüşte İstanbul girişinde bir kalp krizi sonucu ölümü, sanki Allah’ın ona lütfüdür. Yüce Allah O’na son nefesini vermeden, çok sevdiği İstanbul’u dünya gözüyle bir kez daha görme imkânı vermiştir. Onun şu dizeleri İstanbul’a olan sevgisini ve hayranlığını dile getirmektedir:
“İstanbul şiiristan, bedestân pazarıdır
İstanbul, mâverâya dervîşân nazarıdır
İstanbul taç-neşide, ona remz olan lâle
Dökülür gökyüzünden bediî bir şelâle
Aşkbaz suzidîlâra, raks eder leyl ü nehar
İstanbul âteşefruz, erguvanî nevbahar
O bir teşbîh-i belîğ, hüsne ad olan gazel
İstanbul güzelliğin hayran kaldığı güzel
Efsaneler sultanı dalmış ulvî-uykuya
İstanbul, lâmekânda ruhun gördüğü rüya”
Ölüm yok oluş olmadığına göre korkulacak bir şey de yoktur. Allah’ı dünya gözüyle göremeyeceğimize göre ölüm, Allah’ın cemalini görebilmek için de bir fırsattır. Şu dizeler Yazıcı’nın ölüm karşısındaki tavrını ve teslimiyetini göstermektedir: “Derviş hâli: âli-edâ/Münâdiden hüsn-i nidâ/Artık mâsivaya vedâ:/Geliyorum sana doğru/Sana doğru geliyorum”… Zaten ölmemeye, gelmemeye de çare yoktur. Halk tabiriyle “Korkunun ecele faydası yoktur”. Öyleyse teslim olmak ve Hakk’ın rahmetini ummak en akılcı yoldur. Öte yandan Olcay Yazıcı’nın şu dizeleri ölüm hakikatini kısa ve öz bir biçimde dile getiriyor: “Raks eder döner kandil/Âşk ile yanar kandil/Eser bir gül rüzgârı/Titreşir, söner kan/dil.”
Sürmene’nin onurlu ve yürekli evladı şair Osman Olcay Yazıcı hakkında ne söylesek O’nu tarif etmekte eksik kalacaktır. O kendi halinde, sessiz yaşadı; eğmedi, Rabbinden başkasına eğilmedi; kula kulluk etmedi. O’nun; milletine sevdalı bir insan olduğunu, ümmetin acılarını yürekten hissettiğini biliyoruz. 57 yıllık ömrünü şanına leke getirmeden tamamladı. O’nunla birçok dergide beraber yazdık, aynı sayfaları paylaştık. Somuncu Baba, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yeşilay ve Berceste bu dergilerden sadece birkaçıdır. Onun şiir yarışmalarına katıldığına ilk kez Sivas Postası Şiir Yarışması’nda şahit oldum. Bu yarışmada ben de jüri üyesiydim. Yarışmaya gönderdiği şiirin adı “Üşüyen Güneş” idi. Çok güzel bir hece şiiriydi; beyit nazım birimiyle yazılmıştı. Bu şiir benden tam puan almasına rağmen yarışma neticesinde dereceye girememişti. Bu duruma doğrusu üzülmüştüm. Bu şiirde Muhsin Yazıcıoğlu’nun elim ve şüpheli bir kaza sonucu ölümü, isim geçmeden anlatılıyordu:
Ölüm, ölümsüz gerçek… Kefen, vakti gelince kuşanacağımız mübarek gömlek… Ölüm yolculuğu kutlu bir yolculuk… Bu kervan dünya durdukça durmayacaktır. Cahit Sıtkı’nın “Sanatkârın Ölümü” şiiri, şairin ölüm hüznünü ve ölüm karşısındaki tavrını dile getiriyor: “Gitti gelmez bahar yeli;/Şarkılar yarıda kaldı./Bütün bahçeler kilitli;/Anahtar Tanrı’da kaldı.//Geldi çattı en son ölmek./Ne bir yemiş, ne bir çiçek;/ Yanıyor güneşte petek;/ Bütün bal arıda kaldı.” Evet, şarkılar yarıda kaldı… Fakat bu şarkı burada bitmez. Bizler ahret gününe ve mahşere inanan insanlar olarak bu hayat şarkısını ötelerde mırıldanmak için öldüğümüze inanıyoruz. Sevgili hemşehrim şair Osman Olcay Yazıcı’ya Allah’tan rahmet diliyorum. Şairler ölmez, şiirleriyle sonsuza dek yaşarlar. Olcay Yazıcı da hep yaşayacaktır. Sözlerimi İsmail Yakıt’ın, O’na düşürdüğü bir tarih beytiyle noktalamak istiyorum:
“Şair yazar bir dostumuz sekte-i kalple/ Göç etmiş bu dâr-ı rihletten bekaya/
İşitince Yakup duada dedi tarih:/ El-Muid, rahmetler kılsın Osman Olcay'a.”

BİZ SİZİ ÇOK SEVDİK NURİ PAKDİL USTA!...
M. NİHAT MALKOÇ

Biz sizin yalnız Yaratan'ın önünde eğilişinizi, ancak Hakk'a ve hakikate biat edişinizi, nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilip bükülmeyişinizi, dünya ve içindekiler söz konusu olunca elif gibi dik duruşunuzu, safınızı belli edip o safta daim ve kaim duruşunuzu sevdik.
Biz sizin mazlum milletlerin yanında oluşunuzu; antiemperyalist, antikapitalist, antinasyonalist, antisiyonist, antifaşist ve en önemlisi de antifiravunist yanınızı sevdik.
Biz sizin; şehirlerin anası Mekke'yi, son Peygambere kucak açan Medine'yi, ümmetin yetimlerine beşiklik eden mahzun ve mağdur Kudüs'ü, kadim medeniyetin asil izlerini taşıyan gözü yaşlı güzel Şam'ı, İsyanbol'dan İslâmbol'a dönüşen İstanbul'u aşkla sevişinizi sevdik.
Biz sizin, Filistin davasını sadece omuzlarınızda değil 'Kudüs' diye atan yüreğinizde taşıyışınızı, büyük bir inançla "Tutsak Kudüs'e borcumuz Kudüs'ü savunmaktır." ,"Tûr Dağı'nı yaşa/Ki bilesin nerde Kudüs/Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum/Ayarlanmadan Kudüs’e/Boşuna vakit geçirirsin/Buz tutar/Gözün görmez olur." deyişinizi sevdik.
Biz sizin Avrupa'dan Asya'ya, Kuzey Amerika'dan Güney Amerika'ya, Avustralya'dan Antartika'ya değin yalnız İslâm'ın nurlu yolunda azimli ve kararlı yürüyüşünüzü sevdik.
Biz sizin mala mülke tamah ve itibar etmeyişinizi, aza kanaat edişinizi, dünyaya ait her ne varsa bakmaya bile tenezzül etmeden elinizin tersiyle itişinizi sevdik.
Biz sizin ilkeli ve vicdanlı oluşunuzu, yazdıklarınızla yaşama biçiminiz arasında çelişki teşkil etmeyişinizi, her şartta doğru bildiğiniz şeylerin arkasında duruşunuzu sevdik.
Biz sizin büyük bir şeref ve vakarla göğsünüzü gere gere "Tek Ulu Önder'imiz vardır; o da Hz. Muhammed(sav)'dir. Ne mutlu Müslüman'ım diyene!'" deyişinizi sevdik.
Biz sizin iradenize vurulmak istenen kelepçeleri kırışınızı, özgürlüğe olan sevdanızı, dar kalıplara sığmayışınızı, bütün kalıpları vicdan balyozuyla tuz buz edişinizi, açılan yollardan gitmek yerine yeni yollar açışınızı; tabir caizse aykırı bir adam oluşunuzu sevdik.
Biz sizin; birileri Batı çöplüğünden aldığı eğreti artıklarla yamalı bohçaya dönüşmüşken, kendinizi İslâm'la sınırlayışınızı, ısrarla yerli ve millî oluşunuzu sevdik.
Biz sizin hep vitrinlerin uzağında, perdelerin arkasında oluşunuzu, edebiyat ve sanat alanında ödül avcılığı peşinde koşanlara olan haklı tepkinizi, samimiyetten uzak ödüllere karşı mesafeli duruşunuzu, Necip Fazıl Ödülü hariç, verilen ödülleri kabul etmeyişinizi sevdik.
Biz sizin karakışın ortasında nice yaşanmamış taze baharlar düşleyişinizi, bütün göstergeler umutsuzluğu gösterdiği dar vakitlerde bile umuda yelken açışınızı sevdik.
Biz sizin içinizde besleyip büyüttüğünüz yeni sevdaların verdiği güç ve gayretle, yeni yol arkadaşlarının eşliğinde yeni menzillere varmak için hep yollarda oluşunuzu sevdik.
Biz sizin kendi nefsinize değil, on dört asır evvel insanlığa mutlak kurtuluşu muştulayan kutlu davanıza yönelik çirkin ve saldırgan eylemlere karşı soylu öfkenizi sevdik.
Biz sizin, gayesi nefes almak olan kuru kalabalıklar içerisinde dağılıp gitmemek için hayat alanınızı kasten daraltışınızı, kemiyete değil keyfiyete önem verişinizi sevdik.
Biz sizin karanlığa ağız dolusu küfretmek yerine, geceye kandiller yakışınızı sevdik.
Biz sizin, buruşmuş bir müsveddeyi andıran bu çağ eskisinde her dem hakikat cilasıyla parlatılmış, paslı kelepçelerden azade o derin idrâkinizi, yeni ve taze kalışınızı sevdik.
Biz sizin; "Yıldızlar bize neden bu kadar uzak?" deyip yığınla şekva etmeden, hayıflanma kolaylığını seçmeden hakikat semasında parlak bir yıldız oluşunuzu sevdik.
Biz sizin İslâm davası söz konusu olduğunda direnişinizin mücessem hâlini sevdik.
Biz sizin; 157 sayılık Edebiyat dergisini çıkarmak, çocuklarımıza ilhamını Kur'an'dan alan güzel eserler bırakmak için soğan ekmek ve simit yiyerek öğün savışınızı sevdik.
Biz sizin; Hakk'ın Alak Suresi'ndeki ilk emri olan, başta kâinat ve insanın kendisi olmak üzere, her zaman her nesneyi okumayı, akabinde yazmayı önceleyişinizi sevdik.
Biz sizin baruttan harflere dağların taşıyamadığı ateşin mânâlar yükleyişinizi sevdik.
Biz sizin hakikati çarpıtmadan ve özden ayrılmadan, İslâmiyet'in hükümlerini egemen kılmak için devrim yapmak gerektiğine olan güçlü inancınızı, İslâm devrimciliğinizi sevdik.
Biz sizin Doğu'ya ait bir insan olarak belli kalıplara mahkum olmadan Beethoven ve Mozart dinleyişinizi; Dostoyevski ve Balzac gibi Batılı klasik isimleri okuyuşunuzu sevdik.
Biz sizin; nefsini ilâhlaştıran müstekbirlerin yanında değil, inançları yüzünden her çağda ezilen ve horlanan mustazafların yanında oluşunuzu, onlara kol kanat gerişinizi sevdik.
Biz sizin adaletsizliği büyük bir kararlılıkla zemmetmenizi, kirli mülkiyet karşısındaki örnek tavrınızı, haram kazanca olan düşmanlığınızı, dünyalıkların dünya hayatını idame ettirmekten başka bir anlam ve önem ifade etmediğine dair sufî anlayışınızı sevdik.
Biz sizin "İşçinin ücretini alın teri kurumadan ödeyiniz" hadisine olan inancınızı, patronların işçilerin kanı ve canı üzerinden para kazanmasını şiddetle kınayışınızı sevdik.
Biz sizin; kanlı 15 Temmuz hıyanet gecesinde tereddütsüz devletten ve milletten yana oluşunuzu, "İnsanımı sonuna kadar savunacağım. Özgürlüğümü sonuna kadar savunacağım. İnsanlar, yanınızdayım! Yüreğimizi ortaya koyma zamanıdır!" paylaşımınızı sevdik.
Biz sizin; "27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz hain darbelerinin hepsi cuma günü olmuştur. Halkın 'mübarek gün' duygusunu istismar etmek için böyle yapıyor olabilirler diye düşünüyorum." deyişinizi ve tespitinizdeki üstün ferasetinizi sevdik.
Biz sizin; 28 yaşındayken tertemiz duygularla nişanlandığınız hâlde, bunun evlenmeyle neticelenmemesi karşısında "Gökyüzünde nikâh kıyılmamışsa, yeryüzünde o evlenme olmaz" deyişinizi, nişanlınızın adının baş harflerini bir ömür konunuzda taşıyışınızı, ondan sonra da gönlünüze başka bir aşk sokmayarak vefada sınır tanımayışınızı sevdik.
Biz sizin bazı şiirlerinizi iki yüz kez yazdıktan sonra kitaba alışınızı, bu hususta sabır taşını bile çatlatacak bir tavır sergilemenizi, hülâsa yazmadaki örnek titizliğinizi sevdik.
Biz sizin, çağlar eskise de hiçbir zaman eskimeyen Allah'ın kanunlarına inanarak ve büyük bir teslimiyetle "Küreselleşme ve kapitalistleşmeye karşı tüm yeryüzü, eninde sonunda, İslâmî düşünceye doğru mutlaka evrilecektir" öngörünüzü ve haklı tespitinizi sevdik.
Biz sizin "Eski dille artık yeni düşüncelerin anlatılması mümkün değildi." diyerek Türkçeyi özleştirme hareketini eline yüzüne bulaştıran solcuların elinden alışınızı sevdik.
Biz sizin büyük bir ikiyüzlülükle ve pervasızca kapitalistliği İslâmcılığa tercih eden, kabını kirli ve bulanık çeşmelerden dolduran muhafazakârları şiddetle kınayışınızı sevdik.
Biz sizin moda olduğu zamanlarda bile, Marksizme ve komünizme uzak duruşunuzu, körü körüne ve şeklen Batılılaşmaya ve Batı taklitçiliğine ısrarla karşı oluşunuzu sevdik.
Biz sizin; başınıza en küçük bir menfi hadise geldiğinde bile, bahaneler aramadan, sudan sebeplere sığınmadan, pusulayı şaşırmadan, evvelâ kalbinizi yoklayışınızı sevdik.
Biz sizin; devletin başına kim gelirse gelsin, adeta bir bukalemun gibi iktidara göre renk değiştiren şahsiyet fukaralarının azılı düşmanı oluşunuzu, onların ipliğini pazara çıkarışınızı; "Ne sağcıyım, ne solcuyum, ben sadece İslâmcıyım" deyişinizi sevdik.
Biz sizin "Namaz, zamanın kalp atışıdır" diyerek günde beş vakit rüku ve secdeye gidişinizi, namazı layıkıyla kılmaktan öte; adeta ruhunuzla yaşayışınızı sevdik.
Biz sizin; kişileri değil düşünceleri esas alışınızı, siyasetten uzak duruşunuzu sevdik.
Biz sizin en zor zamanlarda bile yılmayışınızı, yıkılmayışınızı, bedeli her ne olursa olsun hakikati gür ve kararlı bir sesle bütün dünyaya üst perdeden haykırışınızı sevdik.
Biz sizin kor ateş denizlerde baruttan gemilere Süvari Bey oluşunuzu sevdik.
Biz sizin; yüreğinizde mayaladığınız sevdanın bir tecellisi olan "Kalbimin yarısı Mekke'dir, geri kalanı da Medine'dir. Üstümde bir tül gibi Kudüs vardır." deyişinizi sevdik.
Biz sizin Hakk'a ve hakikate teslimiyetinizi, sırat-ı müstakime adanmışlığınızı sevdik.
Biz sizin bir haysiyet belgesi hükmündeki İslâmî kimliğinizi şerefle taşımanızı sevdik.
Biz sizin tertemiz yüreğinizi yeryüzünün bütün mazlumlarına açışınızı, son nefesinize kadar azim ve kararlılıkla sürdürdüğünüz, ateşten gömlek misali, Klas Duruş'unuzu sevdik
Velhasıl sizi çok sevdik Nuri Pakdil Usta! Sizi çok sevdik. Bundan sonra da seveceğiz.

ÖLÜMÜNÜN 44. YILINDA NURETTİN TOPÇU VE "HAREKET"İ
M. NİHAT MALKOÇ

Sorbonne Üniversitesi'nde Felsefe Doktorası Veren İlk Türk: Nurettin Topçu
Türk fikir hayatının çok önemli kilometre taşlarından biri olan Nurettin Topçu, 07 Kasım 1909 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. İlk nüfus kâğıdında adı "Osman Nuri" olarak geçmektedir. Erzurumlu bir ailenin çocuğu olan Topçu'nun babası Ahmet Efendi, annesi Fatma Hanım'dır. Erzurum’un Ruslar tarafından işgali esnasında dedesi Osman Efendi, orduda topçu olduğu için Topçuzâdeler olarak anılmışlardır.
Gelecekte önemli bir fikir ve aksiyon adamı olacak olan Nurettin Topçu'nun, çocukluğu İstanbul'un tarihle yoğrulan mekânlarından olan Süleymaniye'de ve Çemberlitaş'ta geçmiştir. Altı yaşında Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi'nin ana kısmına yazılmış, 1922'de Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi'ni bitirmiş, daha sonra Vefa İdâdîsi'ne devam etmiş, ardından da İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun olmuştur.
Nurettin Topçu lise yıllarında girdiği sınavı kazanarak öğrenim görmek üzere Avrupa'ya(Fransa'ya, Paris'e) gitmiştir. İlk olarak Fransızca öğrenmek için Aix Lisesi'ne, sonra Bordeux Lisesi'ne kaydolmuş, burada hareket felsefesinin kurucusu Maurice Blondel'le tanışmıştır. Ardından Strasburg Üniversitesi'ne girerek burada iki yıl felsefe öğrenimi görmüştür. Fransa'da kaldığı yedi yıl içerisinde sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi ve estetik gibi alanlarda eğitim görmüştür. "Ruhiyat ve Bediiyat", "Umumî Felsefe ve Mantık", "Muasır Sanat Tarihi", "İçtimaiyat ve Ahlâk", "İlk Zaman Sanat ve Arkeolojisi" adlarında lisans dersleri almıştır. Kendisinden önce Paris’e gelen Ali Fuat Başgil, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Samet Ağaoğlu ve Ömer Lütfi Barkan gibi önemli isimlerle burada tanışmıştır. O, öğrenim görmek üzere Avrupa’ya giden Türkler arasında ahlâk üzerinde çalışan ilk öğrencidir; Sorbonne’da felsefe doktorası veren ilk Türk'tür.
Türk düşünce tarihinin mümtaz simalarından biri olan Nurettin Topçu, genel anlamda muhalif bir insandı. Doğru bildiğinden şaşmaz, Hakk ve hakikat yolundan ayrılmazdı. O, hayatı boyunca belli bir düşüncenin güdümünde yaşamamış, kimsenin adamı olmamıştır. Tabir caizse nabza göre şerbet vermemiştir. Eğriye eğri, doğruya doğru demiştir. Onun içindir ki yaşadığı zaman içerisinde dostlarından çok, düşmanları olmuştur.
Topçu'nun hayatında Adalet Partisi'nden bir kez siyasete girme teşebbüsü olsa da, bu girişim başarısız olmuş, bazı siyasetçilerin samimiyetsizliklerini ve kaypaklıklarını görmüş, bir daha bu yola tevessül etmemiştir. O, hiçbir zaman makam ve mansıp peşinde koşmamış, "doçent doktor" titri olduğu hâlde ömrünün sonuna kadar liselerde felsefe öğretmenliği yapmış, bu okullarda aydınlık zihinler inşa etmiştir. Topçu, düşünce anlamında yaşadıklarını yazmış, yazdıklarını yaşamış nesli tükenmekte olan omurgalı aydınlarımızdandır.
Topçu dün daha ehven olan, bugün iyice belirginleşen İslâm dünyasındaki ahlâkî çöküşün sebebini Kur'an ahlâkından uzaklaşmada görüyordu. Siyasî, iktisadî ve ilmî amiller daha sonra geliyordu. Ona göre felsefe anlamsız gerekçelerle İslâm topraklarından kovulmuştu. İnsanı inşa eden ve onun dirilişine vesile olan ilâhî ahlâk derdest edilmişti.

Nurettin Topçu 40 Yıllık Öğretmenlik Hayatında Binlerce Şahsiyet İnşa Etmiştir
Nurettin Topçu 1934'te yurda dönerek Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. Burada sosyoloji derslerine girmiştir. Kendisi gibi Erzurumlu olan, Son Osmanlı Mebusan Meclisi ve I. TBMM milletvekili Hüseyin Avni Ulaş'ın kızıyla evlenmiştir. Düğün gününün akşamı İzmir Erkek Lisesi'ne tayin edilmiştir. Bu aslında bir çeşit sürgündür.
Nurettin Topçu 1936-1937 yılları arasında askerliğini İstanbul'da(Hasköy'de) levazım asteğmeni olarak yapmıştır. İzmir Erkek Lisesi'ndeyken Hareket dergisinde yayımlanan, cumhuriyeti kuran kadroları eleştiren "Çalgıcılar" adlı yazısından dolayı, bir zamanlar orta kısmını bitirdiği İstanbul Vefa Lisesi'ne sürgüne gönderilmiştir. Vefa Lisesi’nde dört yıl çalıştıktan sonra tayini Denizli İsmet İnönü Lisesi Felsefe öğretmenliğine çıkmıştır. Topçu, Denizli'de öğretmenlik yaparken orada mahkemesi görülen Said-i Nursi'yle tanışmıştır. Bu yakınlaşmayı uygun görmeyenler onu bir yıl sonra İstanbul Erkek Lisesi'ne göndermiştir. Nurettin Topçu 1946-1955 yılları arasında dokuz yıl daha Vefa Lisesi'nde görev yapar. Ardından Haydarpaşa Lisesi'nde bir yıl çalışır. Sürekli okul değiştiren Topçu, son olarak mezun olduğu ve daha evvel de görev yaptığı İstanbul Erkek Lisesi'nde 1956-1974 yılları arasında18 yıl daha çalışarak mesleğe nokta koyar. Daha doğrusu 40 yılın sonunda yaş haddinden emekli olur. Bu süre içerisinde binlerce talebe yetiştirir, onların şahsiyetlerini inşa eder. O, "doçent doktor" akademik titriyle liselerde öğretmenlik yapan belki tek kişidir.
Nurettin Topçu 27 Mayıs 1960 İhtilâline kadar ilâve vazife ve gönüllü olarak uzun yıllar Robert Kolej'de Tarih (1946-1961) ve İstanbul İmam Hatip Okulu’nda Psikoloji, Felsefe, Din Psikolojisi ve Dinler Tarihi dersleri hocalığı da (1955-1960) yapmıştır.
Başta Sorbonne Üniversitesi olmak üzere, Fransa'da yedi yıl felsefe eğitimi gören, Batı felsefesini ve felsefecilerini çok iyi tanıyan, bir kısmıyla şahsî dostluklar bile kurabilen Nurettin Topçu'ya, Türkiye'ye döndüğünde başvurduğu İstanbul Üniversitesi'nde kendisine görev verilmemiştir. Bu karar verilirken Topçu'nun bilgisi ve deneyimi değil, hayat tarzı ve inandığı değerler ölçü alınmıştır. Hakkıyla kazandığı "Doçent Doktor" unvanı bir işe yaramamıştır. O, bu yönüyle ibretlik bir hikâyesi olan ender şahsiyetlerden biridir.

Nurettin Topçu, Kitaplarıyla, Bilgisi ve Birikimiyle Başlı Başına Bir Mekteptir
Nurettin Topçu bu topraktan beslenen, yerli değerleri evrensel değerlerle birleştirerek güçlü bir terkip oluşturan müstesna bir düşünce adamıdır. O, Batı'yla Doğu kültürleri arasında güçlü köprüler kurabilmiş, her iki medeniyeti de çok iyi anlayabilmiş az sayıdaki aydınımızdan biridir. Onun içindir ki onun düşünceleri bizim için çok kıymetlidir, yol göstericidir. O; ömrü boyunca, tabir caizse son nefesine kadar doğru bildiklerini yazmış, arafta kalanlara gitmeleri gereken hakikat menzilini göstermiştir. O, yazılarını değişik yayın organlarında paylaşarak okuyucuların istifadesine sunmuştur. Topçu’nun makalelerinin ve diğer türlerdeki yazılarının yayımlandığı belli başlı dergiler şunlardır: Hareket, Komünizme Karşı Mücadele, Düşünen Adam, Türk Yurdu, Şule, Bizim Türkiye, Büyük Doğu, Sebîlürreşâd vb. Yine o, değişik zamanlarda ve zeminlerde kaleme aldığı yazılarını Akşam, Yeni İstanbul, Yeni İstiklâl, Son Havadis, Hürsöz(Erzurum) gibi gazetelerde okurla buluşturmuştur. Topçu, Hareket dergisindeki bazı yazılarında “Nizam Ahmet” ve “Osman Asyalı” takma adlarını kullanmış, ayrıca dergi adına “Hareket” imzalı birçok başyazı yazmış, herhangi bir isim belirtilmeyen tercümeler ve mektuplar yayımlamıştır.
Millî ve manevî kaynaklardan beslenen Nurettin Topçu, çok okuyan ve çok düşünen, okumalarından ve araştırmalarından yola çıkarak özgün ve medenî fikirler üreten sıra dışı bir münevverimizdir. O, ömrü boyunca Türk düşüncesine özgün fikirlerle katkıda bulunmuş, "Söz uçar, yazı kalır" anlayışıyla, kalıcı olsun diye düşüncelerini yazıya geçirmiş velût bir kalemdir. Zihinleri kangrene dönüşen bu çağın gençliğinin onun düşüncelerine bugün çok daha fazla ihtiyacı vardır. Onun kaleme aldığı, düşünce abideleri diyebileceğimiz eserleri şunlardır: "İsyan Ahlâkı, Yarınki Türkiye, İslâm ve İnsan-Mevlâna ve Tasavvuf, Ahlâk Nizamı, İradenin Davası-Devlet ve Demokrasi, Büyük Fetih, Bergson, Amerikan Mektupları /Düşünen Adam Aranızda, Millet Mistikleri, Milliyetçiliğimizin esasları, Kültür ve Medeniyet, Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi, Var Olmak,Türkiye'nin Maarif Davası"
Nurettin Topçu felsefe sahasında iyi yetişmişti. Bu konuda Doğu'yu da, Batı'yı da çok iyi biliyordu. Uzun yıllar felsefe öğretmenliği yapan Topçu, felsefe grubu alanında kıymetli ders kitapları da yazmıştır. "Sosyoloji, Ruhbilim, Felsefe, Mantık, Ahlâk, Din Psikolojisi Bahisleri" bunlardan bazılarıdır. Bu kitapları benzerlerinden ayıran özellik Topçu'nun bu kitapları pozitivist, pragmatist ve sosyolojist bakış açısıyla yazmamış olmasıdır.
Nurettin Topçu'nun kaleme aldığı kitaplar içerisinde "İsyan Ahlâkı(Conformisme et Révolte)" ayrı bir yere ve öneme sahiptir. Bu eser öylesine çalakalem yazılmamıştır. Zira “İsyan Ahlâkı”, Nurettin Topçu'nun, 1934’te Sorbonne Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği çok önemli bir doktora tezi çalışmasıdır. Onun içindir ki bu eserin ilmî kıymeti vardır. Fransızca yazılan söz konusu kitap Türkçede ilk olarak 1995 yılında Mustafa Kök ve Musa Doğan’ın tercümesiyle yayımlanmıştır. Kitap "Ahlâk Problemi Nasıl Ortaya Çıkıyor" başlığıyla başlıyor. Eserin birinci bölümünde "Hürriyet Problemi", ikinci bölümünde "İnsanın Esirliği", üçüncü bölümünde "Sorumluluk İdeali", dördüncü bölümünde "Taklit ve İnanç", beşinci bölümünde "Mistik İman", altıncı bölümünde "İmandan İsyana" konuları tartışılıyor.
Nurettin Topçu, az da olsa hikâye ve roman türünde edebî eserler de yazmıştır. "Taşralı" adlı hikaye kitabıyla "Reha" adlı romanı bu kategoriye giren eserlerdir. Reha, Nurettin Topçu'nun 1926-1936 yılları arasında yazdığı, muhtevası aşk olan152 sayfalık bir gençlik romanıdır. Eser, Niyazi adlı kahramanın evli bir kadın olan Reha’ya duyduğu platonik aşkı anlatır. Topçu bu tek romanını 17 yaşında yazmaya başlamış, on yıl sonra Fransa dönüşünde İstanbul'da bitirmiştir. Fakat yaşarken yayımlanmasına izin vermemiştir.
"Taşralı", Nurettin Topçu'nun tek hikâye kitabıdır. Kitapta 1952-1958 yıllarında yazılmış hikâyelere yer verilmektedir. Söz konusu kitapta "Taşralı, Memuriyet Hayatı, Mübarek Zat, Deli, Dam, Araboğlu, Kütük, Tereke, Köy Hocası, Yitik, Kayan Köy, Karayazı, Görünmeyen Adam, Nahiye Müdürü, Şehid Oğlu Şehid, Yıldırım'ın Huzurunda, Mahşer, Büyük Mahkeme, Ebedî Hayat" gibi hikayeler yer almaktadır. Bu hikâyeler 1950'li yılların Anadolu'sundan kesitler sunar bizlere. Kitabın son baskısına beş hikâye daha eklenmiştir.

Nurettin Topçu "Hareket" Dergisiyle Özdeşleşmiş Bir Fikir ve Aksiyon Adamıdır
Bazı seçkin edipler ve kabına sığmaz aksiyon adamları çıkardıkları dergilerle özdeşleştikleri için hayatlarında da, öldükten sonra da o dergilerle anılırlar. Ahmet Kabaklı'nın Türk Edebiyatı'nı, Sezai Karakoç'un Diriliş'ini, Nuri Pakdil'in Edebiyat'ını, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'sunu buna örnek verebiliriz. İşte öyle de Nurettin Topçu da "Hareket" dergisiyle anılmış ve özdeşleşmiş bir fikir ve aksiyon adamıdır. Adını Topçu'nun düşünce dünyasında apayrı bir yer teşkil eden hareket felsefesinden alan Hareket dergisinin ilk sayısı 1939 yılının Şubat ayında, Topçu'nun İzmir'e sürgün edildiği yıllarda, yayımlanmıştır. Söz konusu dergi Şubat 1939 ve 1943 yılları arasında 12 sayı çıktıktan sonra uzun bir süre yayımlanamamış, 1947'de tekrar yayımlanmaya başlamış, bu ikinci periyot 1949'a kadar devam etmiş, bu süreçte 28 sayı okurla buluşmuştur. Yine kısa bir süre yayımlanmamış, 1952 yılının Aralık ayıyla 1953 yılının Haziran'ı arasında yayın hayatına devam etmiştir. 1966 Ocak ve 1977 Mart ayları arasında uzun bir dönem daha çıkmaya devam etmiş, yine kısa bir aradan sonra 1979 Mart ayından 1981 Eylül ayına kadar fasılasız yayınlanmıştır. Söz konusu dergi Ocak 1966’dan sonra "Fikir ve Sanatta Hareket" adıyla çıkarılmıştır. Döneminin seçkin ve etkili yayın organlarından biri olan Hareket dergisi Mart 1982 sayısıyla birlikte toplamda 187 sayı çıkmıştır. Ezel Erverdi yönetimindeki Hareket mecmuası, 1966 yılından itibaren “Hareket Yayınları” ismiyle kitap yayıncılığı da yapmış, birçok eser yayımlamıştır. Kitap yayıncılığı 1977 senesinden sonra “Dergah Yayınları” adıyla devam etmiştir.
Nurettin Topçu'nun Hareket'i düşünce ve neşriyat tarihimizde derin izler bırakan cesur bir dergiydi. Özellikle resmî görüşün dışında kalanların düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı Tek Parti döneminde din, milliyetçilik, inkılaplar ve sosyal düzen konularına resmî görüşün dışında bakış açıları getiren Hareket dergisi, tutarlı ve kararlı bir yayın politikası gütmüştür.
Hareket dergisi daha çok Nurettin Topçu'nun fikirleri etrafında şekillense de dergide çok sesliliğe de müsaade edilmiştir. Dergi bu yönüyle farklı sesler içeren bir orkestrayı andırmaktaydı. Bu çerçevede dergide Mehmet Kaplan, Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Kabaklı, Ali Fuad Başgil, İsmail Kara, Beşir Ayvazoğlu, Mükrimin Halil Yınanç, Süleyman Uludağ, Ayhan Songar, Halit Refiğ, Yaşar Nuri Öztürk, Orhan Okay, Mustafa Kara, Cemil Meriç, Emin Işık, Hüseyin Hatemi, Hüsrev Hatemi, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ali Bulaç, Hüseyin Batuhan, Remzi Oğuz Arık gibi farklı cenahlardan isimlerin yazıları da yayımlanmıştır.

Nurettin Topçu'nun Mehmet Akif Sevgisi ve Onun Penceresinden Mehmet Akif
Nurettin Topçu, millî şairimiz Mehmet Akif'i çok seven ve çok iyi anlayan insanların başında gelmektedir. Ona Mehmet Akif sevgisini, Akif'in bazı önemli şiirlerini talebelerine ezberleten Türkçe muallimi Nâfiz Bey aşılamıştır. Bu sevgi bir ömür boyu sürmüştür. Öyle ki Topçu, Mehmet Akif'le ilgili; onun şahsiyetini, sanatını, idealizmini, milliyetçiliğini, inkılâpçılığını, hürriyet anlayışını, isyanını, Safahat'taki felsefesini, din ve mistisizmini farklı bir bakış açısıyla anlatan 96 sayfalık küçük hacimli bir de biyografik eser kaleme almıştır. Aslında buna bilgiyi ve kronolojiyi esas alan bir biyografi kitabi diyemeyiz. Zira bu kitap hacimce küçük olmasına rağmen muhayyilece derin ve etraflıca bir nazar içerir. Buna Mehmet Akif'i Hakk ve hakkaniyet dairesinde anlama ve anlatma denemesi de diyebiliriz.
Eleştiride ölçülü olan ve insafı ıskalamayan Nurettin Topçu, Mehmet Akif'i doğru anlayan az sayıdaki aydından biridir. Topçu, Akif'in bazı şiirlerdeki isyana varan ifadelerinden dolayı onu aşırı tenkit edenleri duymuşçasına Mehmet Akif'e dair şu isabetli değerlendirmeyi yapar: “İsyan, onun bütün eserine sinmiştir. Âdeta şiirinin tabii bestesidir. Uzayıp gittikçe kendini cemiyete vermekten doyamadığı hoşsohbet nazmının normal ritmi üstüne her çıkışında Akif’i isyan hâlinde buluyoruz. Onun bugün bizden uzakta duran varlığını, Peygamberlerle beraber bütün büyük âsilerin safında, isyan kahramanlarının Allah’a en yakın olduğu bir âlemde temaşa ediyoruz ve bu kahramanlar arasında onu seçmeye çalışırken, hayâl ufuklarının çok ötesinde bir yanda Kılıç Aslan’la Yıldırım gibi kuvvet heykellerini, öbür tarafta Mevlânâ ve Yunus gibi gönül kahramanlarını, lâkin hepsi de hülyâya tenezzül etmemiş irade ve isyan heykellerini temaşadan kendimizi alamıyoruz.”

Nurettin Topçu, Abdüzaziz Bekkine'nin Rahle-i Tedrisinde...
Kazan'dan göç ederek İstanbul'a yerleşen bir ailenin oğlu olan Abdülaziz Bekkine, daha çok "Hacı Aziz Efendi" olarak tanınmıştır. Tekkelerin kapatılmasından sonra irşad çalışmalarını evinde sürdüren Bekkine, o zamanın üniversite talebeleri üzerinde bir hayli etkili olmuştur. Bu kişilerden biri de Nurettin Topçu'dur. Namazında ve niyazında olan Nurettin Topçu, 1945 yılında Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülaziz Bekkine’yi tanımış, sohbetlerinden etkilenmiş ve ona tabi olmuştur. Bu dönem onun hayatında çok önemli bir merhaledir. Topçu, şeyhinin ölümünden duyduğu üzüntüyü "Taşralı" adlı hikâye kitabına aldığı "Yıldırım'ın Huzurunda" adlı hikâyesinde şöyle dile getirmiştir:
"Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının üstünde namütenahiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da, gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım."

Hareket Felsefesi yahut Blondel'in Nurettin Topçu'ya Tesiri
Tutarlı bir mütefekkir olan Nurettin Topçu'nun düşünce dünyasının şekillenmesinde ve felsefî dağarcığının oluşmasında Fransız düşünür Maurice Blondel(1861-1949)'in çok büyük etkisi vardır. O, 1928-1934 yılları arasında Fransa’da doktora yaptığı dönemde Blondel’i tanımış ve Blondel’in o meşhur eylem felsefesi Topçu’nun felsefî anlayışını derinden etkilemiştir. Bu ikilinin(hoca-talebe) arasında şahsî ve entelektüel dostluklar da söz konusudur. Bunun ispatı hükmünde sayabileceğimiz birçok mektuplaşmaları mevcuttur.
Maurice Blondel ve Nurettin Topçu, hareket felsefesi bakımından birbirleriyle paralel düşüncelere sahiptir. Topçu, Blondel'in felsefi anlayışını bizim medeniyetimizi de işin içine katarak yeniden tasarlamıştır. Ona yeni açılımlar katmıştır. 243 sayfadan meydana gelen "İsyan Ahlâkı" adlı kıymetli eser bunun ete kemiğe bürünmüş müşahhas hâlidir. Nurettin Topçu'daki Blondel tesirini diğer kitaplarında da açık seçik olarak görebiliyoruz. Onun uzun yıllar çıkardığı Hareket dergisi bile bu etkinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Nurettin Topçu deyince Batılı felsefecilerden Blondel'in yanında, Bergson da akla gelen isimlerden biridir. Kendi inanç dairesiyle birlikte Batı felsefesine de her açıdan vakıf olan Nurettin Topçu, Fransız filozof Henri Louis Bergson'u Türk okuyucusuna hakkıyla ve lâyıkıyla tanıtan kişidir. Topçu Bergsonculuğun Türkiye'deki en mühim temsilcisidir. Nurettin Topçu'nun Bergson'u ve onun felsefî düşüncelerini anlatan 136 sayfalık küçük hacimli sayılabilecek bir kitabı mevcuttur. Bu kitabın hacmi küçük olsa da etkisi büyüktür. Bu eser Türkiye'de bugüne kadar Bergson üzerine yazılan kitaplar içerisinde en etkili ve tutarlısıdır. Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde "Bergson'un Felsefesi", ikinci bölümünde "Sezgi Nedir?", üçüncü bölümünde "Realitelerin Sezgisi" konuları irdelenmektedir.

Ömrünü Marksizmle Mücadeleye Adayan Nurettin Topçu Sosyalist miydi?
Nurettin Topçu'yu "Sosyalizm" kavramıyla ilişkilendirenler onun hiçbir zaman "Marksizm" anlamında sosyalizm düşüncesi içerisinde olmadığını bilmelidir. Çünkü o, marksizme karşıydı. Onun kullandığı sosyalizmden kasıt Anadolu toplumculuğudur. Bu bir anlamda üreten ve alın teri akıtan köyün ve köylünün yüceltilmesidir. O zamanlar nüfusun yüzde sekseninin köylerde yaşadığını düşünürsek meseleyi daha iyi anlarız.
Nurettin Topçu'nun savunduğu düşünce, bildiğimiz sosyalizm değildi. O, sosyalizmin bir türü olan, manevî ve ruhî değerleri yok sayan komünizme de karşıydı. Topçu, İslâm'la barışık, ruhî ve manevî değerlerle donatılmış, milleti Hakk'a ve hakikate götürecek farklı bir sistemin peşindeydi. O, buna "Anadolu İslâm Sosyalizmi" veya "Müslüman Anadolu Sosyalizmi" diyor ve muhtevasını şöyle açıklıyordu: "Müslüman Anadolu Sosyalizmi demek, İslâm’ın ruh ve ahlâkına sahip olacak Anadolu’nun insanını ve bütün hayat kuvvetlerini, ferdi menfaatlerle ihtirasların sınırları dışına çıkarıp bir ilâhî bölgede, tam iktidarı ile sağlam iradenin disiplini altında, millet selâmeti yolunda toplulukla seferber etmek demektir."
Cemiyetin meselelerine karşı hassas bir aydın olan Nurettin Topçu, insanlığı kurtaracak sistemin İslâm'la çelişmemesi gerektiği düşüncesindedir. O; halkı mutlu etmeyen, onun maneviyatını yok sayan anlayışların hep karşısında olmuştur. Onun İslâmî sosyalizm anlayışı da halkın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem arayışının sonucudur. Bu sistemde herkes eşit hak ve nimetlere sahip olacaktır. Topçu'nun bununla ilgili söyledikleri manidardır:
"Yürekler acısı bir cemiyet düzeni karşısında duygusuz gönüllerle paslı vicdanların durup durup “Ne için sosyalizm?” dediklerini duyuyoruz. Öyle ya, rahatça yaşıyoruz. Karnımız doyuyor. Birçoğumuzun altında son model otomobil. Şöyle böyle birkaç geliri olanların keyfi yerinde. Evimizde radyomuz, buzdolabımız var. Büyük şehirlerde düğünler, ziyafetler gırla gidiyor. Yurdun her tarafında fabrikalar açılıyor. Halk oyunu serbestçe kullanıyor. Üniver¬sitelerimizin sayısı her yıl artmaktadır.
Evet, bunların hepsi doğru. Daha birçok parlak görünüşler sayılabilir. Ancak, her birinin altında bir facia barınıyor. Her tarafı yaralı bir millet vücudunun parlak görünüşlerine aldanmayarak onun tedavisine el uzatmak için, sosyalizmin milliyetçi ve ruhçu şeklinin en iyi çare olduğuna inanıyoruz. Bunca parlak şekillerin altında biz pek iyi görüyoruz ki, bu vatanda toprak sahipsiz, gençlik sahipsiz, insan sahipsizdir. Oyunu kullanan, lâkin, kendi okuttuğu evlâdı kendi dilinden anlamayan, Batı’nın bütün lüks vasıtalarını kullanan, lâkin kullandığı sermaye kendinin olmayan, kendi ekmeği ile beslediği basını yine kendi mukaddesatına kıvıl¬cımlar ve salyalar sıçratan, din adamı, büyücüsü ve üfürükçüsü ile elele veren, münevveri, halkının dilini koparmaya hevesli bir milletin perişan tali’ini tersine çevirip parlatacak olan, olsa olsa Anadolu’nun bütün ruhu ile bağlanabileceği İslâm Sosyalizmi’dir."
Nurettin Topçu, 1975 yılının Nisan'ında hastalanmış, fakat hastalığının teşhisi ancak ameliyat olduktan sonra konulabilmiştir. Teşhise göre pankreas kanseri olmuştu. Üç aylık tedavi ne yazık ki olumlu bir sonuç vermemiştir. Topçu 1909-1975 yılları arasında 66 yıl bereketli bir ömür sürdükten sonra 10 Temmuz 1975 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Kabri İstanbul'da, Topkapı'daki Kozlu Mezarlığı'ndadır. İlmiyle ve inancıyla amil müstesna bir fikir adamı olan Nurettin Topçu'yu ölümünün 44. senesinde rahmet ve minnetle anıyoruz.

80 YAŞINDA BİR ŞAİR DELİKANLI: NURETTİN ÖZDEMİR
M.NİHAT MALKOÇ

Geçenlerde Trabzon Lisesi çok değerli bir şiir üstadını ağırladı. 10 Ekim 2007 Çarşamba günü Trabzon Lisesi’ni teşrif eden Nurettin Özdemir’le uzun sayılabilecek bir süre boyunca kültür, sanat, edebiyat ve hayat üzerine konuştuk. Kıymetli Şair Nurettin Özdemir’i gıyaben tanırdım. Bugüne kadar hiç karşılaşmamıştık kendisiyle. Yeğeni Ali Çetin Özdemir, Trabzon Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak çalışıyordu. Yani mesai arkadaşımdı, üstelik aynı branştandık. Dayısı olan Nurettin Özdemir’le görüşme isteğimi iletmiştim kendisine. O da ilk fırsatta bunu sağlayacağını söylemişti bana. Şair Özdemir Ankara’da yaşıyordu. Seyrek geliyordu Trabzon’a ve memleketi olan Gümüşhane’ye… Trabzon’a gelince beni de çağırdılar. Koşa koşa gittim. Çünkü onunla tanışmayı, sohbetinde bulunmayı çok istiyordum.
Şair Nurettin Özdemir’in şiirlerini severek okuyan, üzerlerinde şekil ve içerik analizi yapan bir şiir dostuyum ben. Vaktiyle kendisiyle ilgili yazılar da kaleme almıştım. O, günümüz şiirinde yaşayan ustaların başında geliyor şüphesiz. Şiirlerini serbest tarzda yazmasına rağmen kelimeleri ustaca kullanarak farklı bir ahenk oluşturmuştur. Onun özellikle “Vatan” şiirini çok severim. Bu şiir süssüz ve sade bir dille yazılmasına rağmen şiirsel derinliğe sahiptir. O, sade bir dille de güzel şiirler yazılabileceğini göstermiştir.
Özdemir, 1927 senesinde Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde doğmuştur. 1951’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak serbest avukatlığa başlamıştır. 1961 yılında Gümüşhane’den milletvekili seçilerek 1972’ye kadar Gümüşhane’yi milletvekili olarak temsil etmiştir. 1980 yılında Kültür Bakanlığı Müşavirliğine atanmıştır. 1988 yılında Türkiye Kızılay Derneği Genel Merkez Kurulu üyeliğine, üç yıl sonra da Kızılay Genel Başkan vekilliğine seçilmiştir. Evli ve beş çocuk babasıdır. Özdemir elli yılı aşkın bir süredir şiirle uğraşmaktadır. “Hayat Şiiri”, “Yağmur Sonrası”, “Yitik Sevgi”, “Vakit Geçti Yorgunum”, “Zaman ve Aşk” adlı şiir kitapları yayınlanmış ve bazı şiirleri de bestelenmiştir.
Gümüşhaneli Şair Nurettin Özdemir ortaöğreniminin ilk yıllarında Trabzon Lisesi’nde okumuş, daha sonra İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olmuştur. Fakat onun için Trabzon Lisesi’nin yeri bambaşkadır. Kendisiyle yaptığımız ikili konuşmalarda Trabzon Lisesi’ne dair anılarını tek tek anlattı. Çok güçlü bir hafızası var. Gençlik yıllarına ait hatıralarını aktarırken gözlerinin nemlendiğini fark ettim. Şu anda 80 yaşında olan Özdemir, 65 yıl evvelki anılarını kâğıttan okuyormuş gibi sıraladı. Onlarca ismi hâlâ aklında tutabiliyor.
O gün Şair Nurettin Özdemir’le Trabzon Lisesi’ni baştanbaşa dolaştık. Okul Müdürü Ömer Eyüboğlu okul hakkında gerekli bilgileri verdi kendisine. Okulda yapılan yeniliklere hayran kaldı. Sınıfa girip öğrencilerle ayaküstü söyleşti. Onlara hatıralarından bir demet sundu. Öğrencilere nasihatlerde bulundu. Şairlik serüveninden bahsetti. Eski günleri anlatırken gözyaşlarına hâkim olamadı. Öğrencilere yaşadığı dönemin zorluklarını anlatarak şunları söyledi: “Trabzon Lisesi’ni okuduğum zamanlarda yalnızca Trabzon’da lise vardı. Artvin’de lise yoktu, Rize’de lise yoktu, Gümüşhane’de lise yoktu, Erzincan’da, Ordu’da, Giresun’da lise yoktu. Samsun’da vardı, Kastamonu’da, Zonguldak’ta, Trabzon’da vardı. Yani Türkiye’de sadece 18 lise vardı. Bu bölgenin bütün çocukları orada yatılı okuduk.”
Nurettin Özdemir Bey şiirde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan çok etkilendiğini anlattı bize. Onunla Haydarpaşa Lisesi’nde karşılaşmış, kendisine uzun bir şiir okumuş, hayranlığını kazanmıştır. Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı tanımış, sohbet meclislerine iştirak etmiştir. Yabancı şairlerden Rilke’nin tesiri altında kalarak şiirler yazmıştır. Rilke’yi ona tanıtan ve sevdiren de Tanpınar’dır. İstanbul’un tarihi dokusu ve tarihi coğrafyası onu derinden etkilemiştir. O, Türk şiirini çok iyi tanımış, yapıca sağlam eserler vermiştir. Özdemir, gençlik yıllarında Trabzon’da yaşadıklarını hiç unutamıyor. Çıkardıkları Boztepe Dergisi’nden, müdürleri Faik Dranas’tan hatıralar anlatıyor. Özdemir’in diksiyonu çok düzgün, etkileyici konuşuyor. Nezaketiyle tam bir Osmanlı erkeği imajı veriyor. Allah ömrünü uzun eylesin.

EDEBİYAT YOLUNDA GEÇEN BİR ÖMÜR: NİHAD SAMİ BANARLI
M.NİHAT MALKOÇ

Şair ve yazarların doğum ve ölüm yıldönümleri önemlidir. Özellikle ebediyete göçen sanatçılarımızı bugünlerde anar, hatıralarını tazim ederiz. Şair ve yazarların ekseriyetle yüzüncü doğum veya ölüm yıldönümlerini daha görkemli etkinliklerle değerlendiririz. Bu yıl büyük edebiyat tarihçisi, fikir adamı ve edebiyat araştırmacısı Nihad Sami Banarlı’nın yüzüncü doğum yıldönümünü kutluyoruz. Banarlı, doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle 2007 senesi boyunca değişik kurum ve kuruluşlarca anılacak. Kendisiyle ilgili bilgi şöleni, panel ve konferanslar düzenlenecek. Türk kültür hayatında henüz layık olduğu yeri bulamayan eserleri gün yüzüne çıkarılacak. Böylelikle büyük bir değerimizi nisyan bulutları arasından çekip alacağız. Onu vefanın aydınlığında Türk milletiyle tekrar buluşturacağız.
Edebiyatımıza birbirinden kıymetli eserler sunan Banarlı, edebiyat tarihçisi, yazar, şair ve edebiyat öğretmeni vasıflarını kendisinde topluyordu. Her yönüyle çok marifetli bir insandı. O, 1907 senesinde İstanbul’un emsalsiz hayatını, geleneklerini, değerlerini en iyi yaşayan ve yaşatan semtlerinden biri olan Fatih’te doğmuştu. Aslında baba tarafından Trabzonludurlar. Zira o, Trabzon mebusu, şair Emin Hilmi’nin torunu, vali şair İlyas Sami’nin oğludur. Anne ve babasının mezarları Banarlı kasabasında bulunduğu için, soyadı kanununun çıkmasından sonra “Somyarkın” olarak aldığı soyadını daha sonra Banarlı olarak değiştirmiştir. Bu durum onun anne –babasına düşkünlüğünü ortaya koymaya yeter sanırım.
Banarlı, ilk eğitimini Fatih Sultan Vakıf Mektebi’nde, orta eğitimini, Gelenbevi ve Mercan İdadîsi’nde, lise eğitimini Vefa Sultanisi’nde yapmış, son olarak da İstiklal Lisesi’nden diploma almıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek öğretmenlik hayatına başlamıştır. Kabataş ve Galatasaray gibi büyük okullarda edebiyat öğretmenliği vazifelerinde bulunmuştur. Ardından Eğitim Enstitüsü’nde, Yüksek Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik ve idarecilik yapmıştır. Bunların yanında bugünkü anlamda birçok sivil toplum kuruluşunda, dernek ve vakıflarda gönüllü çalışmalar yapmış, Türk kültürüne ve edebiyatına hizmet etmiştir. Kültürümüzün yitik hazinelerini gün yüzüne çıkarmıştır.
Bizler Nihad Sami’yi daha çok edebiyat tarihi ve Türk düşüncesi üzerine yazdığı yazılarıyla tanır, biliriz. Oysa o, duygu ürünü eserler de ortaya koymuştur. Bunların başında tiyatro türünde yazdıkları gelir. O, iyi veya kötü 10’a yakın tiyatro metni yazmıştır. Tiyatro oyunlarında Türk kültürünün temel dinamiklerini gençliğe aktarmayı amaç edinmiştir. Çoğu insan, Banarlı’nın bu özelliğini bilmez. Bunun yanında şiirler, hikâyeler ve bir de roman kaleme almıştır. Fakat bu türlerde yazdıkları yeni bir tarz oluşturma gayretiyle kaleme alınmamıştır. İçindeki duygu sağanağını kitlelerle paylaşmak istemiştir.
O, asıl ilmî ve meslekî çalışmalarıyla kültür hayatımızdaki yerini almıştır. Mesleki çalışmalarında çok titizdi. Türk dilinin kültürümüzle izdivacından büyük keyif alırdı. Türkçeyi namus olarak görür, bu hususta taviz vermezdi. Dil hassasiyeti kendisine “Türkçenin Sırları” adlı mükemmel eseri yazdırmıştır. Ahmedî’nin Dasitan-ı Tevarih-i Mülûk-i Âl-i Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi, Banarlı sayesinde tenkitli ve karşılaştırmalı nüsha olarak Türk okuyucusuyla buluşmuştur. Bu eser Osmanlı tarihini anlatmaktadır.
Onun en hayırlı hizmetlerinden birisi de lise öğrencilerinin okuması için hazırladığı lise ders kitaplarıdır. Bugün yazılan edebiyat kitaplarıyla Banarlı’nın yazdıklarını karşılaştırdığımızda çok büyük farklar görebiliriz. Ben lise yıllarında onun kaleme aldığı Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı adlı kitaplarını okudum. Bu kitaplarda Türk kültürü bir çağlayan gibi akardı. Metinler çocukların zevklerine ve seviyelerine göre seçilirdi. Metin çalışmalarında bugünkü gibi uyduruk sorular sorulmazdı. Onun kitaplarından aldığım hazzı hiçbir zaman unutmam mümkün değildir. Keşke Milli Eğitim Bakanlığı o kitapları tekrar okullarımızda okutsa. İnanın o kitaplar bugün için de yeterlidir. Belki yeni isimler ve Türk Dünyasından yazarlar eklenerek yeniden düzenlenebilirler. Bu alanda da Banarlı’yı aşamadık.
Nihad Sami Banarlı, bağrından çıkmış olduğu milletine ve o milletin gençliğine iyi bir mürebbi oldu. Onları yabancı dillerin ve kültürlerin boyunduruğundan kurtarmak için çetin bir mücadele verdi. O, yaşadığı sürece ne Müslümanlığından ne de Türklüğünden taviz verdi. Onuruyla, fikirleriyle, mücadelesiyle dik yaşadı. Hayatını mücadelesine adadı. Banarlı için başta gelen şey milli benlik ve milli şuurdu. O, bunlar olmadıktan sonra bütün gayretlerin boş olduğuna inanırdı. Cehaletin ve hıyanetin baş düşmanıydı. Özellikle kültürümüzü ecnebi kültürlerle yozlaştırmaya, hatta ortadan kaldırmaya çalışanların karşısında mukavemeti eşsizdi. Başta dil, kültür, sanat ve edebiyat olmak üzere her şeyin millisinden yanaydı.
Banarlı, tarihin bilinmesi ve gelecek nesillere olduğu gibi aktarılması gerektiğine inanıyordu. O, Osmanlı’ya hayranlık duyuyor, fakat hatalarını da görmezden gelmiyordu. Kökü mâzide olan atiydi Nihad Sami… Ne geçmişi unutuyor, ne de tekâmülü reddediyordu. Yarınki Türkiye’nin idarecileri olacak gençlere; ölçü üzere yaşamayı, kendilerine hedefler belirlemeyi ve bu hedeflere varmak için azami gayret içerisinde olmayı öğütlüyordu. Gençler için düzenlediği sayısız seminer, konferans ve toplantı milli gayenin sağlıklı ve hızlı bir biçimde gerçekleşmesi içindi. Birileri kırıp dökerken o, ağırbaşlılıkla ve sabırla tamir ediyordu. Yıkmak kolay ama yapmak zordu. O, memleketin ikbali için zora talip oluyordu. Banarlı, metotlu ve disiplinli çalışmayı severdi. Akademisyen olmamasına rağmen ilmi disiplini her şeyin önünde tutardı. Çok fazla okur, okuduklarını muhakeme ederdi.
Onun yakın çevresinde olma bahtiyarlığını yaşayanlar, Banarlı’nın tam bir İstanbul Beyefendisi olduğu görüşünde birleşirler. Zarif ve narin bir kişiliği vardı. Fakat milli ve manevi meselelerde çelik gibi sertti. Bamteline basıldı mı kükremesini bilirdi. Öğrencisi olma onurunu yaşayan Prof. Dr. Kemal Eraslan, Banarlı hocanın doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle düzenlenen bir programda onu dinleyicilerin gözlerinde şöyle canlandırmıştır:
“O, fötrü yana kaymış, soğuklarda giydiği lacivert paltosuyla, lâcivert elbisesiyle, daima gözümün önündedir. Yavaş konuşur, kelimeleri tane tane söyler ve son derece soğukkanlı ve yumuşak bir ifadeyle karşısındakine hitap eder. Bu, insana değer vermek demek, saygı göstermek demektir. Kendisi insana saygılı olduğu için saygı görürdü. Onunla birlikte olduğum uzun yıllar boyunca bir gün olsun kızdığını, ağzından kötü söz çıktığını duymadım. Türk Edebiyatına, diline çok hizmeti olmuştur.”
Banarlı ile Samiha Ayverdi çok iyi iki dosttu. Banarlı’nın Ayverdi’ye yazdığı onlarca mektupta aralarındaki dostluğu, bağlılığı ve birbirlerine olan hürmeti açıkça görmek mümkündür. Onları birbirine yakınlaştıran unsurlar Türk diline ve Türk kültürüne aşk derecesinde bağlılıkları ve hizmetleriydi. Fakat dostluklarının asıl vesilesi Kenan Rifai’dir. Bu mutasavvıfa duydukları sevgi, onları aynı paydada birleştirmiştir. Nihad Sami, manevi zenginliğini ve gelişimini biraz da Samiha Ayverdi’ye borçludur dersek abartmış olmayız.
Nihat Sami Banarlı’nın kültürümüze kazandırdığı eserlerin başında hiç şüphesiz ki “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” gelir. İki cilt halinde büyük boy olarak Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında basılan bu kitap, Türk edebiyatını destanlar döneminden günümüze kadar getirir. Her satırı büyük bir titizlikle ve emekle hazırlanan bu eser, tam 1366 sayfadır. Benim en çok sevdiğim ve her fırsatta okuduğum, elimin altından eksik etmediğim bu eserin bilgilerine sizler de gönül rahatlığıyla güvenebilirsiniz. Çünkü bu eser, popüler kültürün borazanlığını yapmayan, ilmi metotlarla yazılan edebiyat tarihi alanında şaheserdir.
Türkçenin Sırları’nın sayıp döküldüğü ve dilimizin büyük tehdit ve tehlikelerle yüz yüze olduğunun örneklerle ortaya konulduğu eser olan Türkçenin Sırları, okuyup da tadına doyamadığım, tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissettiğim kitapların başında gelir. Bu eser Banarlı’nın Türkçe üzerine yazmış olduğu 43 makalenin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Fakat onun bunlara benzer yüzün üzerinde dil içerikli makalesi vardır. Dil hassasiyeti normalin çok üzerinde olan ve dili haysiyet olarak belleyen Banarlı, bu konuda gençliği uyanık ve şuurlu olmaya davet etmiştir. O, Türkçenin kendi kendine yeten bir dil olduğuna, Batı dillerinin ne idüğü belirsiz yoz kelimelerine muhtaç olmadığına yürekten inanırdı.

Trabzon kökenli bir ailenin çocuğu olan Nihad Sami Banarlı, ömrünü Türk dilinin, kültürünün, edebiyatının ve maneviyatının diri olması ve diri kalması için harcamıştır. Eserleri gözden geçirildiğinde ecnebi kültürden, dilden ve edebiyattan Türk gençliğini uzak tutmaya çalıştığını görürüz. Fakat bu demek değildir ki bizler yabancı dillerde ve kültürlerde yazılan eserleri okumayacağız. Klasik tabir edilen kaliteli eserleri okuyacağız ama onların cenderesinde sıkışıp kalmayacağız. Ona göre bizi biz yapan ve son nefesimize kadar kalbimizde yaşayan milli ve manevi değerler Batı’nın yoz değerlerine feda edilmemelidir.
Türk dilini en iyi kullanan ve bu dil için “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyen Yahya Kemal Bayatlı, Banarlı’nın en çok sevdiği ve eserlerini Türk gençliğine sunduğu bir şairdir. Zira Yahya Kemal’in eserlerini gün yüzüne çıkaran ve gençlikle buluşturan Banarlı’dan başkası değildir. Yahya Kemal Enstitüsü’nün kurulmasına öncülük eden de odur. Sağlığında şiirlerini iki kapak arasında göremeyen Yahya Kemal, gözlerini bu fani dünyaya kapattıktan sonra Banarlı sayesinde sanki yeniden doğmuştur. Yahya Kemal Yaşarken(1959),
Yahya Kemal’in Hatıraları (1960) adlı eserler bu alanda yayınlanmış ciddi yayınlardır.
İnsanlar ne kadar vefalı olursa o kadar vefa görürler. Banarlı, büyük şair Yahya Kemal’e ve pek çok şair ve yazara kucak açarak onların Türk kültür kamuoyunca tanınıp okunmalarını sağladı. Vefa karşılıksız kalmaz şüphesiz. Banarlı da ölünce onun bütün yazılarını Nermin Suner Pekin Hanımefendi bir araya getirerek yayınlanmalarını sağlamıştır. Banarlı’nın eserlerine, kendisinin de sağlığında müdürlüğünü yaptığı Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı sahip çıkmıştır. Fakat bir kısım yazıları hâlâ kitaplaştırılamamıştır.
Banarlı üslup sahibi bir yazardır. Onun üslubu uzun yılların ve zorlu çalışmaların ürünüdür. Onun eserlerini düşünerek okuyan birisiyseniz yazısının altında imzası olmasa da yazılanların ona ait olduğunu anlayabilirsiniz. Onun yazdıkları bize Türkçenin doyumsuz hazzını yaşatır. O, eserlerinde fikirlerini açık seçik ortaya koymak için örneklendirmelere ve alıntılara genişçe yer verir. Fakat kendi yazdıklarıyla alıntıları yerli yerine oturtur. Bunu makalelerinde, denemelerinde, monografilerinde ve sohbet yazılarında görebiliriz.
Nihad Sami çok kıymetli eserlere imza atmıştır. Onun yazdığı eserler Türk dilinin ve kültürünün yitik hazinelerini gün yüzüne çıkarmıştır. Nice insanlar onun kaleminden süzülen milli fikirlerden beslenerek vatan sevgisini, milli ve manevi hissiyatı doyasıya yaşamıştır. Ne mutlu o nurlu oluktan içenlere. Onun kaleme aldığı eserler arasında şunları sıralayabiliriz: “Yahya Kemal Yaşarken, Yahya Kemal’in Hatıraları, Türkçenin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Dasitan-i Tevarih-i Müluk-i Ali Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi (Ahmedî), Namık Kemal ve Türk Osmanlı Milliyetçiliği, Büyük Nazireler Mevlid ve Mevlid’de Milli Çizgiler, Edebi Bilgiler, Metinlerle Edebi Bilgiler, Başlangıçtan Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi, Fatih’in Zafer Sırları...”
Milletler maddi zenginliklerinden çok, kültürel zenginlikleriyle ve manevi değerleriyle ayakta kalırlar. Türk milletini bir ve beraber tutan, onun değerlerini çimento niyetine kullanıp onunla dünü yarına sabitleştiren, yerli kültürün bayraktarlığını yapan Nihad Sami Banarlı gibi yazarlara bugün dünden daha çok ihtiyaç vardır. Doğumunun yüzüncü yılında Banarlı’yı yeniden keşfederek, yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımıza okutmalıyız. Onun dil sevgisini, milli ve manevi konulardaki hassasiyetini örnek almalı, çizdiği yolda kararlılıkla yürümeliyiz. Merhum Banarlı’ya doğumunun yüzüncü yılında rahmet diliyorum. Sözlerimi, dil hassasiyeti her şeyin üzerinde olan Banarlı’nın dile dair şu veciz ifadeleriyle bitiriyorum:
“Diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır. Yeryüzünde diller kadar millet fertlerini birbirine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir. Bir tarih boyunca ordu insanları savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarının birçoğunu da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.”

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ’NİN RUH COĞRAFYASI
M. NİHAT MALKOÇ

Gönül göklerinin parlak yıldızıdır Mevlâna… Karanlık gecelerimize dolunaydır. İçimizin üşüdüğü demlerde gönlümüzü ısıtan güneştir. “Hazret-i Pîr, Hüdâvendigâr ve Mollâ-yı Rûm” sıfatlarına haizdir. Mevlânâ Celâleddîn, BahâeddînVeled’in goncasıdır. Bu gonca Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî’nin elinde açarak iri bir güle dönüşmüştür. Hayatını ‘Hamdım, piştim, yandım’ sözleri ile özetleyen Mevlânâ, bir gönül adamıdır. Çocukluk yıllarını Belh’te geçiren Mevlânâ, daha sonra Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve medeniyet merkezlerinden biri olan Konya’yı kendisine vatan etmiştir; ömrünün sonuna kadar da burada yaşamıştır. O, Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi’nin sevgili babasıdır.
Tarihî bilgilerimizi yokladığımızda Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dilinin Farsça olduğunu görürüz. Sırf bu yüzden Mevlânâ, zamanın modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da; o, Fars kökenli değil, öz be öz Türkoğlu Türk’tür. O, eserini Farsça kaleme almış olmasına rağmen evinde Farsça konuşmuyor, Hakanî Türkçesini kullanıyordu. İranlılar onun Farsça yazmasından yola çıkarak, bunu kendilerince bir delil sayarak, bu kıymetli Türk büyüğünü elimizden almaya kalkmışlardır. Sadece İranlılar sahip çıksa iyi; Afganistanlılar da Mevlânâ, Belh’te doğdu diye onu kendi milletlerinden saymaktadırlar. Fakat tarihî gerçekler onun Türk olduğunu göstermektedir. Bunun da ötesinde kendisinin kaleme aldığı şu şiir, bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,/Sizin vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım,/Her ne kadar düşman gibi görünsem de, düşman değilim,/Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.”
Zamana meydan okuyan şiirlerin şairi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşmıştır. O, yedi asrı aşkın bir zamandan beri şiirleriyle gönüllerimizde taht kurmuştur. O, yüce Rabbimizin tecelligâhı olan gönlü yüceltmiş, onu insanî duyguların merkezî olarak kabul etmiştir : “Bu dünya su küpü, gönülse ırmak… Bu dünya oda, gönülse şaşılacak şeylerle dolu bir şehir...”, “Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur, gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş…”, “Bil ki lezzet içtendir dıştan değil. Köşk ve saraylar arzu etmeyi ahmaklık bil”, “Gönül ovasına girmek gerekir, zira dünya ovasında ferahlık yoktur. Dostlar! Gönül emin yerdir. Orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.”
Peygamber Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biri de yüce gönüllü Mevlânâ’dır. O, her çağda ilgileri üzerine çekmiş, sevgide doruğa ulaşmıştır. Onu; şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında anlatanlar, onu tarif etmede sözün kifayetsiz olduğu gerçeğini kabullenmiştir. Mevlânâ’yı şiirine konu edinenlerden biri olan Arif Nihat Asya, bu engin sevgiyi şu beyitlere sığdırmaya çalışmıştır: “Yeter ey günlerin mûnadisi,/Yeter artık günün taaddisi/ Sen nasıl seslenirsin ey nâra/Uyuyor Şehri yâr-ı cûndisi/Elverir gıllugîş teâtisi/Ki bu vadi sükût vadisi.” İranlı Filozof Molla Câmi, Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil; amma kitabı var) diyerek ona olan hayranlığını dile getirmiştir.
Alman şair Goethe, Mevlânâ’yı dünyanın en büyük mistik şairi olarak nitelendirmiştir. Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal “Mevlânâ, aşkın rehberidir./Sözleri susuzlara çeşme/Vücudu vecd-ü heyecandır” diyerek onun ruh iklimini tasvir ediyordu. Büyük Fransız muharriri Maurice Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli, âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder. Bana göre şevk, ışık ve neşe âleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhî insanların hiç birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.” diyerek onu övdükçe övmüştür. Daha bunun gibi nice mümtaz örnekler sayabiliriz.
Hakk ve hakikat dostu Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan, onu bir anlamda tamamlayan manevîyatı güçlü isimler vardır. Bunlar arasında Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrîzî, Selahaddin-i Zerkubî, Hüsâmeddin Çelebi, İbn’ül Arabî, Sadreddin Konevî, Kuyumcu Şeyh Selâhaddin sayılabilir. Fakat Mevlânâ’nın hayatında Şems-i Tebrîzî müstesna bir yer teşkil eder. Hazreti Mevlânâ için diğer Hakk dostları bir yana, o bir yanadır. Onunla olan dostluğu ve sırdaşlığı dillere destandır. Birçok kere ayrılan ve tekrar buluşan bu iki Hakk dostunun dostane ilişkileri birçok kesim tarafından kıskanılmış, dedikoduların kaynağı olmuştur.
Bazı şer odakları hakikatin ışığı Mevlânâ’ya çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır. Onun hoşgörü anlayışından zıt mânâlar çıkaranlar olmuştur. Onun “Ne Hıristiyan’ım, ne Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman/Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan, ne denizden/Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten/Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de Firdevs’ten.” gibi sözlerine bakıp da onları yüzeysel algılayanlar, onu tekfir etme noktasına gelmişlerdir. Oysa burada ifade edilen, onun hoşgörüsünün enginliği ve birleştiriciliğidir.
Mutasavvıfları anlamak için asgari de olsa belli bir tasavvuf kültürüne ve terbiyesine ihtiyaç vardır. Bu iklimden nasiplen(e)meyenler, bu havayı teneffüs etmeyenler, kabuğu öz zannederler. Basiretleri körelmiş bu kişiler, yedikleri kabuğu ceviz sanırlar. Hadiselere bu pencereden baktığımızda Hallacı Mansur'un “Enel Hak(Ben Hakk’ım)” çıkışını, görünen anlamıyla sınırlı tutanlar neyse, günümüzde Mevlânâ’yı mesnetsizce suçlayanlar da odur. Oysa o “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.” diyerek ilhamının kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu açıkça beyan etmiştir. Demek ki görünene değil, kast edilene bakarak hüküm vermek daha isabetlidir. Perde arkasını hiçe sayıp görünene göre hükmedenlerin yanılma ihtimalleri yüksektir. Bu mantıkla hareket edenler, Mevlânâ konusunda da yanılmışlardır.
Bir sevgi insanı olan şair ve mütefekkir Mevlânâ’nın Mesnevi’sine baktığımızda onun evrensel görüşlere sahip mutasavvıf bir bilge şair olduğunu görürüz. Onun çağları aşıp bugünlere gelen, manevî hastalıklara iksir olan şu yedi öğüdü bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol./Şefkat ve merhamette güneş gibi ol./Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol./Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol./Tevazû ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol./Hoşgörülülükte deniz gibi ol/Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Bu öğütlere uyup gereğini yerine getirenler cimrilik, haset, zulüm, nefret, kibir, asabîlik, ikiyüzlülük ve tamahkârlık hastalıklarından kurtulur.
Mevlânâ’nın şiirlerinde hoşgörü duygusu apayrı bir yer teşkil eder. Yunus için ‘sevgi şairi’ derler. Mevlânâ ise, tabir caizse bir 'hoşgörü şairi'dir. Günümüz insanında eksikliği barizce hissedilen sevgi ve hoşgörü kavramları Mevlânâ’da fazlasıyla vardır: Onun, altın suyuna batırılarak dört bir tarafa yazılmaya lâyık şu sözü hoşgörünün bugün bile varılamayan ileri noktasıdır: “Gel ne olursan ol, gel/İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,/İster bin kez tövbeni bozmuş ol/Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil,/Gel, ne olursan ol, gel ”
Mevlânâ’nın bizlere emanet bıraktığı sevgi ve hoşgörü duygusu, bugün kalplerimizde yeşerebilseydi bunca kanlı savaşlar yaşanmaz, insanlar birbirini cânice öldürmezdi.
Hazreti Mevlânâ altı ciltlik Mesnevî’sinde ve çileli hayatında sabra özel bir yer ve önem verir; sabrı kendine kılavuz edinir. O, belâları imtihan sebebi sayar. Bu yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sesini çıkarmaz, boyun büker. Bu konuda Mesnevi’de şu ölümsüz sözlere yer verilir: “Sabır iman yüzünden baş tacı olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Sabrı olmayanın imanı tamam değildir’ demiştir.”, “Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk’ın lütfüdür.” ,“Tespihlerinin ruhu sabırdır. Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol. ‘Sabır, kurtuluşun anahtarıdır’; Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.”
Hazreti Mevlânâ, özüyle ve sözüyle samimi bir Müslümandı. O, gerçek hürriyeti Allah’a kullukta bulurdu. Namazı, kulluğun en büyük şiarı sayardı. Namazla ilgili şu sözleri bunun en büyük delilidir: “Ben namazda Rabbim’e yönelirim; O'nun iltifatına alışmışımdır. 'Namaz gözümün nûrudur.' sırrı zuhur eder; gözlerim nûrlanır, içim açılır. Namazda, içimde duyduğum rahatlıktan, mânevî zevkten ötürü rûhumun penceresi açılır da, oradan vasıtasız olarak Allah’tan haberler gelir, ilham gelir. Allah’ın ilhamı, feyz yağmuru, rahmeti, nûru, ezeldeki kaynağımdan ve hakîkatimden gelir, penceremden evime girer.
Mevlânâ, kökü mâzide olan âtîydi. Yani bir ayağı dünde, bir ayağı ise yarındaydı; taassupkâr değildi. Hiçbir şeye körü körüne bağlanmazdı. O; yeninin peşinde koşan, eskiye saplanıp kalmayan, dünle bugün arasında sağlam köprüler kuran bir hakikat avcısıydı. “Dün, dünle gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait,/Bugün yeni şeyler söylemek lazım." sözü onun yeniye ve yeniliğe olan iştiyakını gösterir. O, hayata daima evrensel ufuklardan bakar; görüş alanını geniş tutardı. Zira o, Hakk’ın, hakikatin ve güzelin yanında durmayı gaye edinmişti. Hakperestti; nefsin değil, daima Hakk’ın üstünlüğünü yeğlerdi. Mesnevi’de anlattığı şu hikâye kıssadan hisse alabilecekler için mühim bir anekdottur:
“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üstüne konar. Kaptan gibi de poz verir. Ve şöyle hava atar: ‘Denizi de, gemiyi de en iyi ben bilirim. İşte şu, deniz; bu da gemi... Bense ehliyetli, doğru düşünen, yerinde karar veren bir kaptanım...’
Sinek, denizin üstünde gemisini sürüp durur... O kadarcık su, ona, uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür. O su birikintisi, ona göre o kadar sınırsızdır ki, onu olduğu gibi görecek göz nerede?.. Görüşü ne kadarsa, dünyası da o kadardır. Denizi de görüşüncedir...
Aslı esası olmayan yorum sahibi de sineğe benzer. Onun vehmi de su birikintisidir. Düşüncesi ise, saman çöpü... Sinek, kendi düşüncesine saplanıp yoruma kalkmışsa, bundan vazgeçse, baht o sineği devlet kuşu hâline getirir. İbretle bakan kişi sinek olmaz...”
Mevlânâ Hazretleri, ömrü boyunca kalemle ve kelamla dost yaşamış, tasavvuf sahasında birbirinden kıymetli özgün ve derin eserler vermiştir. Bunların başında altı ciltlik “Mesnevi” gelmektedir. Bizde Kur’an’dan sonra sünnet-hadis geldiği gibi, Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlid” olarak bilinen “Vesiletü’n-Necat” adlı eserinden sonra da “Mesnevi” gelmektedir. Mevlânâ, birçok dile çevrilen Mesnevi’nin yanında “Divân-ı Kebir, Fîhi Mâ-Fîh, Mecalis-i Seb’a, Mektubat” isimli değerli eserleri de kaleme almıştır.
Ölüm, Mevlânâ’nın hoşnutlukla karşıladığı doğal bir süreçtir. Ölümle birlikte ruh ten kafesinden kurtularak özgürleşir; katre, kaynağı olan ummana karışır. Aslında ona göre ölüm iki türlüdür. Birincisi Resulullah Efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz” hadisinde belirttiği nefsin öldürülmesi ki bu bir manevî ölümdür; diğeri de maddî ölümdür. Mevlânâ, ölümü dostu dosta kavuşturan bir köprü olarak görürdü. Ölüm, 'Sevgililer Sevgilisi'ne kavuşmaktır; Hakk’ın cemaliyle nimetlenmektir. Zira kişi, ölümle birlikte bu dünyadan göçmekte, fâni yanlarından kurtulmakta, sonsuz âleme doğmaktadır. Onun için Mevlânâ ölümden korkmaz, ölümü “şeb-i arûs(düğün gecesi)” olarak nitelendirirdi. Onun ölümünden sonra, ölüm yıldönümlerinde bu büyük velinin hatırasına her yıl “şeb-i arûs törenleri” düzenlenmektedir.
Söz sultanı Mevlânâ, bu fâni âlemde silinmez izler bırakarak bekâ yurduna göçmüştür. Göçmeden evvel de geride kalanlara iki cihan saadetini temin edecek şu mühim vasiyette bulunmuştur: “Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. (İnsanların) Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.”
Hayat; doğum, yaşam ve ölüm çizgisinde sürer gider. İnsanın dünyaya gelmesiyle yaşamla ölüm arasındaki süreç başlar. Daha sonra Yahya Kemal’in deyimiyle ‘Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.’ Mevlânâ Hazretleri için de süreç bundan ibaretti. Gönül göklerimizin sönmeyen yıldızı Mevlânâ, 17 Aralık 1273’te vefat edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in başucuna defnedilmiştir. “Ölümümüzden sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir” diyen Mevlânâ, şimdi Kubbe-i Hadra’da sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Rabbim bizleri kendisine dost ve komşu eylesin.

ZİFİRÎ GECELERDE BİR DOLUNAY: MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ
M. NİHAT MALKOÇ

Geceler vardır, katran karası geceler.... Ve o zifirî gecelere meydan okuyan mütebessim dolunaylar vardır çok şükür. O dolunaylar ki gecelerin ağır hükmünü geçersiz kılar. Omuzlara yüklenen kurşundan daha ağır yüke dostça ve kardeşçe omuz verir.
Anadolu coğrafyasına âb-ı hayat hükmünde iksir olan Mevlânâ Celâleddin Rûmî de o abus yüzlü kapkaranlık gecelere doğan bir dolunay gibidir. Yürekleri paralayan dertlerin dermanıdır. Onulmaz yaraların şifasıdır. Samimi dualara karşılık gelen çağrıdır. Çağların zehrine meydan okuyan panzehirdir. Zamanın kirlerine bulaşan kalplerin cilasıdır.
Mevlâna sevgi ve hoşgörü anahtarının bütün kapıları açabileceğine yürekten inanmıştır. Bunun canlı örneklerini bizzat yaşayarak müşahede etmiştir. Bununla ilgili olarak söylediği şu güzel sözler sevgi tılsımının gücünü ortaya koymaktadır: “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”
Aşk adamıdır Mevlâna… Fakat Mevlâna’nın aşkını beşerî aşklarla karıştırmayalım sakın... O, bütün aşkların ilâhî aşktan neşet ettiğine inanan ve eşyaya o gözle bakan engin ruhlu bir gönül eridir. Allah aşkını yüreğinin merkezine yerleştiren Mevlâna, varlığa da Allah’ın mahlûku olması açısından hikmetle bakmıştır. Her şeyi muhabbet penceresinden seyretmiştir Mevlâna… Onu anlamak için hayata ve cümle varlığa bu açıdan bakmak gerekir.
Aşktan mahrum gönülleri virane olarak görmüştür Mevlâna… Aşkı her şeyin ön şartı olarak kabul etmiştir. Aşka gönül alfabesinin ‘elif’i gözüyle bakmıştır. Her beytine aşkın ruhaniyetini sindirmiştir. Bir beytinde “Aşkı olmayan kişi, ne de zevksizdir ya; bir sevgilisi olmayan kişi, ne de ölüdür ya. Aşktan diri olmak gerek, ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi... Aşkın eteğine yapış, onun eteği keremdir, ihsandır; ondan başka kimsecikler kurtaramaz seni yabancılıktan. Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir; sen gel de miraç hakikatini âşığın yüzünden oku.” diyor, Hz. Mevlâna…
Maneviyat göğünün muhteşem yıldızlarından biridir Mevlâna. Konya’nın gülüdür, hakikatin bülbülüdür. Âşıklar sultanıdır o. Mânâ kapısının kutlu anahtarı onun mübarek elindedir. O bir mutasavvıftır, şairdir, düşünce adamıdır. Aşk denizlerinde onun gemisi yüzer asırlardan beri. O gemiye iltica edenler nefret ve kin oklarından muhafaza olunurlar.
Gönül göklerinin parlak yıldızıdır Mevlâna… Karanlık gecelerimize dolunaydır. İçimizin üşüdüğü demlerde gönlümüzü ısıtan güneştir. “Hazret-i Pîr, Hüdâvendigâr ve Mollâ-yı Rûm” sıfatlarına haizdir. Mevlânâ Celâleddîn, BahâeddînVeled’in goncasıdır. Bu gonca Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî’nin elinde açarak iri bir güle dönüşmüştür. Hayatını ‘Hamdım, piştim, yandım’ sözleri ile özetleyen Mevlânâ, bir gönül adamıdır. Çocukluk yıllarını Belh’te geçiren Mevlânâ, daha sonra Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve medeniyet merkezlerinden biri olan Konya’yı kendisine vatan etmiştir; ömrünün sonuna kadar da burada yaşamıştır. O, Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi’nin sevgili babasıdır.
Tarihî bilgilerimizi yokladığımızda Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dilinin Farsça olduğunu görürüz. Sırf bu yüzden Mevlânâ, zamanın modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da; o, Fars kökenli değil, öz be öz Türkoğlu Türk’tür. O, eserini Farsça kaleme almış olmasına rağmen evinde Farsça konuşmuyor, Hakanî Türkçesini kullanıyordu. İranlılar onun Farsça yazmasından yola çıkarak, bunu kendilerince bir delil sayarak, bu kıymetli Türk büyüğünü elimizden almaya kalkmışlardır. Sadece İranlılar sahip çıksa iyi; Afganistanlılar da Mevlânâ, Belh’te doğdu diye onu kendi milletlerinden saymaktadırlar. Fakat tarihî gerçekler onun Türk olduğunu göstermektedir. Bunun da ötesinde kendisinin kaleme aldığı şu şiir, bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,/Sizin vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım,/Her ne kadar düşman gibi görünsem de, düşman değilim,/Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.”
Zamana meydan okuyan şiirlerin şairi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşmıştır. O, yedi asrı aşkın bir zamandan beri şiirleriyle gönüllerimizde taht kurmuştur. O, yüce Rabbimizin tecelligâhı olan gönlü yüceltmiş, onu insanî duyguların merkezî olarak kabul etmiştir : “Bu dünya su küpü, gönülse ırmak… Bu dünya oda, gönülse şaşılacak şeylerle dolu bir şehir...”, “Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur, gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş…”, “Bil ki lezzet içtendir dıştan değil. Köşk ve saraylar arzu etmeyi ahmaklık bil”, “Gönül ovasına girmek gerekir, zira dünya ovasında ferahlık yoktur. Dostlar! Gönül emin yerdir. Orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.”
Peygamber Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biri de yüce gönüllü Mevlânâ’dır. O, her çağda ilgileri üzerine çekmiş, sevgide doruğa ulaşmıştır. Onu; şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında anlatanlar, onu tarif etmede sözün kifayetsiz olduğu gerçeğini kabullenmiştir. Mevlânâ’yı şiirine konu edinenlerden biri olan Arif Nihat Asya, bu engin sevgiyi şu beyitlere sığdırmaya çalışmıştır: “Yeter ey günlerin mûnadisi,/Yeter artık günün taaddisi/ Sen nasıl seslenirsin ey nâra/Uyuyor Şehri yâr-ı cûndisi/Elverir gıllugîş teâtisi/Ki bu vadi sükût vadisi.” İranlı Filozof Molla Câmi, Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil; amma kitabı var) diyerek ona olan hayranlığını dile getirmiştir.
Alman şair Goethe, Mevlânâ’yı dünyanın en büyük mistik şairi olarak nitelendirmiştir. Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal “Mevlânâ, aşkın rehberidir./Sözleri susuzlara çeşme/Vücudu vecd-ü heyecandır” diyerek onun ruh iklimini tasvir ediyordu. Büyük Fransız muharriri Maurice Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli, âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder. Bana göre şevk, ışık ve neşe âleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhî insanların hiç birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.” diyerek onu övdükçe övmüştür. Daha bunun gibi nice mümtaz örnekler sayabiliriz.
Hakk ve hakikat dostu Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan, onu bir anlamda tamamlayan manevîyatı güçlü isimler vardır. Bunlar arasında Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrîzî, Selahaddin-i Zerkubî, Hüsâmeddin Çelebi, İbn’ül Arabî, Sadreddin Konevî, Kuyumcu Şeyh Selâhaddin sayılabilir. Fakat Mevlânâ’nın hayatında Şems-i Tebrîzî müstesna bir yer teşkil eder. Hazreti Mevlânâ için diğer Hakk dostları bir yana, o bir yanadır. Onunla olan dostluğu ve sırdaşlığı dillere destandır. Birçok kere ayrılan ve tekrar buluşan bu iki Hakk dostunun dostane ilişkileri birçok kesim tarafından kıskanılmış, dedikoduların kaynağı olmuştur.
Bazı şer odakları hakikatin ışığı Mevlânâ’ya çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır. Onun hoşgörü anlayışından zıt mânâlar çıkaranlar olmuştur. Onun “Ne Hıristiyan’ım, ne Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman/Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan, ne denizden/Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten/Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de Firdevs’ten.” gibi sözlerine bakıp da onları yüzeysel algılayanlar, onu tekfir etme noktasına gelmişlerdir. Oysa burada ifade edilen, onun hoşgörüsünün enginliği ve birleştiriciliğidir.
Mutasavvıfları anlamak için asgari de olsa belli bir tasavvuf kültürüne ve terbiyesine ihtiyaç vardır. Bu iklimden nasiplen(e)meyenler, bu havayı teneffüs etmeyenler, kabuğu öz zannederler. Basiretleri körelmiş bu kişiler, yedikleri kabuğu ceviz sanırlar. Hadiselere bu pencereden baktığımızda Hallacı Mansur'un “Enel Hak(Ben Hakk’ım)” çıkışını, görünen anlamıyla sınırlı tutanlar neyse, günümüzde Mevlânâ’yı mesnetsizce suçlayanlar da odur. Oysa o “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.” diyerek ilhamının kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu açıkça beyan etmiştir. Demek ki görünene değil, kast edilene bakarak hüküm vermek daha isabetlidir. Perde arkasını hiçe sayıp görünene göre hükmedenlerin yanılma ihtimalleri yüksektir. Bu mantıkla hareket edenler, Mevlânâ konusunda da yanılmışlardır.
Bir sevgi insanı olan şair ve mütefekkir Mevlânâ’nın Mesnevi’sine baktığımızda onun evrensel görüşlere sahip mutasavvıf bir bilge şair olduğunu görürüz. Onun çağları aşıp bugünlere gelen, manevî hastalıklara iksir olan şu yedi öğüdü bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol./Şefkat ve merhamette güneş gibi ol./Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol./Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol./Tevazû ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol./Hoşgörülülükte deniz gibi ol/Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Bu öğütlere uyup gereğini yerine getirenler cimrilik, haset, zulüm, nefret, kibir, asabîlik, ikiyüzlülük ve tamahkârlık hastalıklarından kurtulur.
Mevlânâ’nın şiirlerinde hoşgörü duygusu apayrı bir yer teşkil eder. Yunus için ‘sevgi şairi’ derler. Mevlânâ ise, tabir caizse bir 'hoşgörü şairi'dir. Günümüz insanında eksikliği barizce hissedilen sevgi ve hoşgörü kavramları Mevlânâ’da fazlasıyla vardır: Onun, altın suyuna batırılarak dört bir tarafa yazılmaya lâyık şu sözü hoşgörünün bugün bile varılamayan ileri noktasıdır: “Gel ne olursan ol, gel/İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,/İster bin kez tövbeni bozmuş ol/Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil,/Gel, ne olursan ol, gel ”
Mevlânâ’nın bizlere emanet bıraktığı sevgi ve hoşgörü duygusu, bugün kalplerimizde yeşerebilseydi bunca kanlı savaşlar yaşanmaz, insanlar birbirini cânice öldürmezdi.
Hazreti Mevlânâ altı ciltlik Mesnevî’sinde ve çileli hayatında sabra özel bir yer ve önem verir; sabrı kendine kılavuz edinir. O, belâları imtihan sebebi sayar. Bu yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sesini çıkarmaz, boyun büker. Bu konuda Mesnevi’de şu ölümsüz sözlere yer verilir: “Sabır iman yüzünden baş tacı olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Sabrı olmayanın imanı tamam değildir’ demiştir.”, “Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk’ın lütfüdür.” ,“Tespihlerinin ruhu sabırdır. Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol. ‘Sabır, kurtuluşun anahtarıdır’; Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.”
Hazreti Mevlânâ, özüyle ve sözüyle samimi bir Müslümandı. O, gerçek hürriyeti Allah’a kullukta bulurdu. Namazı, kulluğun en büyük şiarı sayardı. Namazla ilgili şu sözleri bunun en büyük delilidir: “Ben namazda Rabbim’e yönelirim; O'nun iltifatına alışmışımdır. 'Namaz gözümün nûrudur.' sırrı zuhur eder; gözlerim nûrlanır, içim açılır. Namazda, içimde duyduğum rahatlıktan, mânevî zevkten ötürü rûhumun penceresi açılır da, oradan vasıtasız olarak Allah’tan haberler gelir, ilham gelir. Allah’ın ilhamı, feyz yağmuru, rahmeti, nûru, ezeldeki kaynağımdan ve hakîkatimden gelir, penceremden evime girer.
Mevlânâ, kökü mâzide olan âtîydi. Yani bir ayağı dünde, bir ayağı ise yarındaydı; taassupkâr değildi. Hiçbir şeye körü körüne bağlanmazdı. O; yeninin peşinde koşan, eskiye saplanıp kalmayan, dünle bugün arasında sağlam köprüler kuran bir hakikat avcısıydı. “Dün, dünle gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait,/Bugün yeni şeyler söylemek lazım." sözü onun yeniye ve yeniliğe olan iştiyakını gösterir. O, hayata daima evrensel ufuklardan bakar; görüş alanını geniş tutardı. Zira o, Hakk’ın, hakikatin ve güzelin yanında durmayı gaye edinmişti. Hakperestti; nefsin değil, daima Hakk’ın üstünlüğünü yeğlerdi. Mesnevi’de anlattığı şu hikâye kıssadan hisse alabilecekler için mühim bir anekdottur:
“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üstüne konar. Kaptan gibi de poz verir. Ve şöyle hava atar: ‘Denizi de, gemiyi de en iyi ben bilirim. İşte şu, deniz; bu da gemi... Bense ehliyetli, doğru düşünen, yerinde karar veren bir kaptanım...’
Sinek, denizin üstünde gemisini sürüp durur... O kadarcık su, ona, uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür. O su birikintisi, ona göre o kadar sınırsızdır ki, onu olduğu gibi görecek göz nerede?.. Görüşü ne kadarsa, dünyası da o kadardır. Denizi de görüşüncedir...
Aslı esası olmayan yorum sahibi de sineğe benzer. Onun vehmi de su birikintisidir. Düşüncesi ise, saman çöpü... Sinek, kendi düşüncesine saplanıp yoruma kalkmışsa, bundan vazgeçse, baht o sineği devlet kuşu hâline getirir. İbretle bakan kişi sinek olmaz...”
Mevlânâ Hazretleri, ömrü boyunca kalemle ve kelamla dost yaşamış, tasavvuf sahasında birbirinden kıymetli özgün ve derin eserler vermiştir. Bunların başında altı ciltlik “Mesnevi” gelmektedir. Bizde Kur’an’dan sonra sünnet-hadis geldiği gibi, Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlid” olarak bilinen “Vesiletü’n-Necat” adlı eserinden sonra da “Mesnevi” gelmektedir. Mevlânâ, birçok dile çevrilen Mesnevi’nin yanında “Divân-ı Kebir, Fîhi Mâ-Fîh, Mecalis-i Seb’a, Mektubat” isimli değerli eserleri de kaleme almıştır.
Ölüm, Mevlânâ’nın hoşnutlukla karşıladığı doğal bir süreçtir. Ölümle birlikte ruh ten kafesinden kurtularak özgürleşir; katre, kaynağı olan ummana karışır. Aslında ona göre ölüm iki türlüdür. Birincisi Resulullah Efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz” hadisinde belirttiği nefsin öldürülmesi ki bu bir manevî ölümdür; diğeri de maddî ölümdür. Mevlânâ, ölümü dostu dosta kavuşturan bir köprü olarak görürdü. Ölüm, 'Sevgililer Sevgilisi'ne kavuşmaktır; Hakk’ın cemaliyle nimetlenmektir. Zira kişi, ölümle birlikte bu dünyadan göçmekte, fâni yanlarından kurtulmakta, sonsuz âleme doğmaktadır. Onun için Mevlânâ ölümden korkmaz, ölümü “şeb-i arûs(düğün gecesi)” olarak nitelendirirdi. Onun ölümünden sonra, ölüm yıldönümlerinde bu büyük velinin hatırasına her yıl “şeb-i arûs törenleri” düzenlenmektedir.
Söz sultanı Mevlânâ, bu fâni âlemde silinmez izler bırakarak bekâ yurduna göçmüştür. Göçmeden evvel de geride kalanlara iki cihan saadetini temin edecek şu mühim vasiyette bulunmuştur: “Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. (İnsanların) Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.”
Hayat; doğum, yaşam ve ölüm çizgisinde sürer gider. İnsanın dünyaya gelmesiyle yaşamla ölüm arasındaki süreç başlar. Daha sonra Yahya Kemal’in deyimiyle ‘Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.’ Mevlânâ Hazretleri için de süreç bundan ibaretti. Gönül göklerimizin sönmeyen yıldızı Mevlânâ, 17 Aralık 1273’te vefat edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in başucuna defnedilmiştir. “Ölümümüzden sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir” diyen Mevlânâ, şimdi Kubbe-i Hadra’da sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Rabbim bizleri kendisine dost ve komşu eylesin.

HAYATA TÜRK’ÇE BAKANLARIN KESKİN KALEMİ: NECDET SEVİNÇ
M.NİHAT MALKOÇ

“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” demişti Resulullah Efendimiz. Gerçekten de öyle değil midir? Hayatın anlamını bize fısıldayan, hak ve hakikat uğrunda dirsek çürüten âlimler değil midir? Onların olmadığı, yol göstermediği bir dünya ne kadar karanlık olurdu.
Hayat sınırlı bir yolculuktan ibaret… Yol uzun olsa da, bazıları yolun yarısında mecburen yarıştan çekiliyor. Yolumuzu aydınlatanlar, ömür sermayelerini tüketip birer birer ebedî istirahatgahlarına rücu ediyorlar. Onların gidişiyle birlikte hayatımızda büyük boşluklar oluşsa da doğrusu mukadderata teslim olmaktan başka yapılacak bir şey de yoktur.
Hayat yolunda bütün kervanlar menzile gider. O menzile ancak son nefesi verince varılır. Kimler geldi kimler geçti bu dünya meydanından. Kimler dâhil olmadı ki o kervana, kimler varmadı ki o menzile… Saymaya sayfalar yetmez… Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Emin Bilgiç, Ahmet Kabaklı, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Erol Güngör, İlhan Darendelioğlu, Tahir Kutsi Makal, Emel Esin gibi milliyetçi kalemler hoş bir seda bırakarak göçüp gittiler. Hepsi de arkalarında eser bıraktılar; eserleri onları bugünlere taşıdı.
Hayat düşünceden ve o düşünce yolunda mücadele etmekten ibarettir. Kişiler düşünceleriyle tutunuyorlar hayatın ipine. Gıdalar bedenimizi beslerken, düşünceler de ruhumuzu besliyor. Dava adamları öldüklerinde düşünceleriyle anılıyorlar. Savundukları tezler yaşıyorsa o insanlar da yaşıyor; tez ölmüşse tezi savunanın da esamisi okunmuyor.
Hayatımıza anlam katan, bizi güçlü, iri ve diri kılan düşünce ve aksiyon adamlarıdır. Bu güçlü kişiler yaşadıkça, savundukları düşünceleri geniş kitlelere aktarıyorlar. Fakat her canlı gibi onlar da vakit dolunca çekiliyorlar ömür sahnesinden… Hayatımıza anlam katan güzel insanlar eserleriyle yarınlara intikal ediyorlar. Onlardan birisi de Necdet Sevinç’tir. Türk milliyetçiliğinin aksakallarından, Türklük ülküsü uğrunda koca bir ömür tüketen gazeteci, yazar ve düşünür Necdet Sevinç’i kaybetmenin derin acısını iliklerimize kadar hissediyoruz. Söylemesi zor; ama Türk milliyetçiliğinin gür sesi, güçlü nefesi artık aramızda yok. O; dünya imtihanını, dünya çilesini tamamlayarak Tanrı Dağlarını aşıp uçmağa vardı.
Güneydoğu’nun incisi sayılan Gaziantep’te 1944’te doğmuştu Necdet Sevinç… Fıstığın memleketinde doğsa da hayatı fıstık gibi geçmemişti. Okul hayatı memleketinde başlamış; fakat ne yazık ki yarım kalmıştı. Zira lise yıllarında ateist bir öğretmenin yüzünden okuldan atılmıştı. Bunun hazin öyküsünü şair yazar Yavuz Bülent Bakilerden dinleyelim:
“…Necdet Sevinç’in de 1960 yılında lisedeki kaydını sildiler. Sebep, eğitim sistemimizin ve bazı aydınlarımızın yüz karasıdır: Felsefe öğretmenleri ateist bir adamdı. Dinsizliğini, Allahsızlığını sınıfındaki öğrencilerine de bulaştırmak istiyordu. Necdet Sevinç, öğretmenin bu tavrına şiddetle itiraz etti: “Allah vardır! Burada böyle konuşamazsınız!” dedi. Konu disiplin kuruluna intikal edince, Necdet Sevinç’i okuldan uzaklaştırdılar.
Çok okuyan, araştıran, inceleyen çok zeki bir öğrenciydi. Ama ailesi, onu, başka bir şehirde okutmak imkânına sahip değildi. Beş-on yıl içinde kendisini çok iyi geliştirdi. Birkaç üniversite mezununu değil, beş-on üniversite mezununu cebinden çıkaracak bir seviyeye ulaştı. Sonra da güzel kalemine, bir sütun bulmak için, kalkıp İstanbul’a geldi. Onun İstanbul’da olduğu yıllarda, ben Ankara’daydım. Aramızda on yıl gibi koskoca bir yaş farkı vardı. Ama yazılarını okuduğum, kitaplarını elime aldığım zaman gördüm ki Necdet Sevinç, yaşça benden küçük olmasına rağmen, başça benden büyüktür. Kalemiyle, fikriyatıyla, cesaretiyle ve Türk milliyetçiliğine yaptığı hizmetlerle, beni çok gerilerde bırakmıştır. Ona imrenmeye başladım. Ve ondan hep: “Antep Ağası” diye bahsettim. Önce gıyabında “Antep Ağası” dedim; sonra yüzüne karşı...”(Türkiye Gazetesi-30 Temmuz 2011)
Usta yazar Necdet Sevinç, gazeteciliğe 1962 yılında Gaziantep’te yayınlanan Haber gazetesinde başladı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Haber ve Durum gazetelerinde çalıştı. 1966 senesinden itibaren İstanbul’da, “Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Hergün, Ortadoğu, Büyük Kurultay, Yeniçağ” gazetelerinde muhabir, yazar, genel yayın müdürü olarak görev yaptı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini şiddetle kınayan özgürlükçü yazılar kaleme aldı. Yazılarından dolayı iki defa silâhlı saldırıya uğrasa da yazmaktan ve hakikatleri o gür sesiyle haykırmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. “Yazarını Kurşunlatan Yazılar” adlı eseri de o dönemi yansıtan yazılardan oluşmuştur. Hakkında yüzlerce dava açılsa da o hak bildiği yoldan, Türk milliyetçiliği fikir sisteminden asla vazgeçmedi. Asliye Ceza, Ağır Ceza, Devlet Güvenlik ve Sıkıyönetim Mahkemelerince yargılanan Necdet Sevinç’in, Bayrampaşa, Paşakapısı, Silivri, Kastamonu/Daday, Erzincan/Tercan cezaevlerinde çekmediği kalmadı. Kendini ifade etse de kendisine hep önyargıyla bakıldı, kalıplara sokuldu. Mahkeme kararları neticesinde yüzlerce yıl hüküm giymesi öngörülse de beş yıl hapiste yattı.
Necdet Sevinç, her ortamda ısrarla okuyan, düşünen ve yazan bir insandı. Değişik gazetelerde binlerce köşe yazısı yazarak olayları “Tükçe” yorumladı ve Türk milliyetçiliğini gençlere anlattı, benimsetti ve sevdirdi. Birçok milliyetçi kalemin yetişmesine öncülük etti. Milliyetçi gençlere hep yol gösterdi. Gençliği komünizm belasından kurtarmak için gecesini gündüzüne katarak mücadele etti. Onlara komünizmin görünen ve görünmeyen tehlikelerini anlattı. Bizi biz yapan değerlerin Türk-İslam ülküsünde bir araya geldiğini hatırlattı.
Ömrünü Türk milliyetçiliğine adamış tavizsiz bir dava adamıydı Necdet Sevinç… Zorlukları görünce kaçan değil, zorlukların üzerine giden bir karakteri vardı. Türk milliyetçiliğinin doğruları, onun da doğrularıydı. Türklüğünü bütün hücrelerine sindirmişti. O; çoğu kere aç, bîilaç ve susuz kalsa da davasını dünya menfaatleriyle değişmeyi, davasını satmayı hiç düşünmedi. Zira o, bir ülkü deviydi Turan sevdalısıydı. Türklüğe aşk derecesinde bağlıydı. Düşünce olarak hep siyasetin içinde olsa da bizzat politikaya bulaşan bir kişi değildi.
Necdet Sevinç, yazarlığı bir maişet(geçim) aracı olarak görmedi. Gazeteciliği, geniş kitleleri aydınlatmak için bir vasıta olarak kabul etti. Sanıldığı gibi çok büyük paralar kazanmadı kalemiyle… Çoğu kere boğaz tokluğuna çalıştı. İşsiz kaldığı günler de çok oldu Necdet Sevinç’in; dolayısıyla evine ekmek götüremediği günler de… O zamanda sabır ve kanaatkârlık ipine sarıldı. Fakat bir nokta kadar menfaat için virgül misali kimseye boyun eğmedi. Daima dik, diri ve iri durdu. Yazdıkça sürgün ve kurşun yese de hiçbir zaman gittiği yoldan dönmeyi düşünmedi; doğru bildiği yolda sonuna kadar azim ve kararlılıkla yürüdü.
Merhum Necdet Sevinç’in güçlü bir fikri altyapısı vardı. Her şeyden evvel Türkçülüğü içselleştirmişti. Bu davaya inanmış, kendini ona adamıştı. Onun kalemi kılıç gibi keskindi. Fakat bu kılıç hiçbir zaman yerli düşünceye ve onu savunanlara saplanmamıştır. Keskin kılıç hükmündeki kalemini yabancı ideolojileri(Marksizm, komünizm ve uzantıları…) ülkemize sokmaya çalışan hainlere saplamıştır. O, bu yönüyle de kalemiyle cihat etmiş bir kişiydi. Bu ülkeye komünizm gel(e)mediyse bunda Necdet Sevinç’in de önemli bir rolü vardır.
Necdet Sevinç, inandığı değer hükümleri yüzünden zor günler geçirmişti. Türklük davası uğrunda gençlik yıllarını cezaevinde geçirmiş, yazılarından dolayı yargılanmış, yazılarından dolayı kurşunlanmış usta bir gazeteci, kararlı ve idealist bir yazardı. Çocukluğundan beri gazetecilik mesleğine gönül vermiş, bu işe yüreğini koymuştu. Fakat ölümünden sonra medya, özellikle “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti” onun ölümünü görmezden gelmiştir. Bir başsağlığı bile dilememişlerdir. Önüne gelene ödül veren medya kuruluşları, ona bir ödülü bile fazla görmüşler. Buna sadece sol medyayı değil, sağ medyayı da dâhil edebiliriz. Zira bu konuda sağ medya da sınıfta kalmıştır; vefa yine vicdanlara hapsolmuştur.
Hayatını düşüncesine adayan merhum Necdet Sevinç, usta bir kalemdi. O, yerli düşüncenin en gür seslerinden biriydi. Merhum Sevinç, kalemine mürekkep yerine zehir koyan, tasını ecnebilerin pınarlarından dolduran çakma aydınlardan hiçbir zaman olmamıştır. O; Anadolu’nun, mazlumların, bu vatanın gerçek sahiplerinin tercümanıydı. Onların kısık seslerini yüksek perdeden haykırıyordu. O, esrarkeşlerin değil; çilekeşlerin, sesi olmuştur. Emanet ve moda fikirlerle yola çıkmamıştır; daima bizi bize anlatmıştır. Ondan öğreneceğimiz çok şey vardır. Onun kitaplara girmiş yazıları her zaman okunacak değerdedir. Bu yazıları anlayarak okuyanlar vatanlarını daha çok sevecek, onu canlarından aziz bilecektir.
Usta kalem merhum Necdet Sevinç, hayatı boyunca kütüphanelerimizi süsleyecek yeni eserler verme gayreti içerisinde olmuştur. O, eserlerinde doğru bildiklerini büyük bir cesaretle okuruyla paylaşmıştır. Necdet Sevinç’in yayınlanmış 18 kitabını şöyle sıralayabiliriz: “Ajan Okulları, Ülkücüye Notlar, Yazarını Kurşunlatan Yazılar, Ordular-Masonlar-Komünistler, Sanık Yazılar, Tutanak, Ferman, Duruşmalar, İstiklâl Harbinde Etnik İhanet, Tehcir-Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Pontus’la Hesaplaşma, Acının Tadı, Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, Osmanlı’dan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, İstiklâlin Bedeli, Osmanlılarda Sosyo-Ekonomik Baskı, Gaziantep’te Türk Boyları, Türklerde Kadın ve Aile.…” Asil Türk gençliğini zehirli ecnebi akımlardan koruyan, bu hususta onları uyaran bu kıymetli kitaplar onun usta kaleminden çıkmıştı. Bu kitaplar her Türk aydınının kütüphanesinde mutlaka bulunmalıdır. Ruhunu bu kitaplarla besleyen bir gençliğin vatanını satması mümkün değildir.
Sözün hulasası; Necdet Sevinç artık bedenen yok aramızda… Türk milliyetçiliği bir ulu çınarını, bir Türklük sevdalısını, bir yiğidini daha kaybetti. Tanrı Dağı, büyük yol başçısını yitirdi. Usta yazar Necdet Sevinç yakalandığı amansız hastalıktan kutulamayarak her fani gibi Hakk’ın rahmetine kavuştu. Fakat arkasında tertemiz bir kişilik ve onlarca eser bıraktı. O, Türk milliyetçiliği tarihindeki mümtaz yerini çoktan almıştır. Milliyetçi Türk gençliği yanlış yollara sapmadan, onun bizi bize anlatan aydınlık düşüncelerinin ışığında yürüyecek, bu düşünceler gençliğin yolunu bir ışık misali aydınlatacaktır. Büyük Türkçü şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, “Nihal Atsız” bu dünyadan göçtüğü zaman, ona hitaben bir ağıt yazmıştı. Bence bu şiir aynı zamanda merhum Necdet Sevinç’i de anlatıyor. Çünkü o da aynı dünyanın insanıydı. Necdet Sevinç’in ölümünü de betimliyor bu anlamlı ve güzel şiir…
“Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruha şadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.
Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep
Tanrı korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.
Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.
Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.
O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,
Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.
Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı(Necdet’i)
Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.
Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kur’an var.”
Usta gazeteci-yazar Arslan Bulut’un deyimiyle Necdet Sevinç de Ziya Gökalp gibi, Mehmet Akif gibi, Atatürk gibi, Nihâl Atsız gibi, Erol Güngör gibi milletini sırtında taşıyan adamdı. Hayatında milletini sırtında taşıyan adamları öldüklerinde millet de sırtında taşır. Tanrı Dağlarını aşıp sonsuzluğa koşan, hayata Türkçe bakıp Türk’e göre yazan mert adam Necdet Sevinç bizim derlerimizi yazdı ömrü boyunca... Bu gibi isimler öyle kolay yetişmiyor.
Küçük dev adam Necdet Sevinç, 22 Temmuz 2011 tarihinde Hakk’a yürüdü. Ömrünü Türklük davasına adayan, ülküsünden, ilkelerinden ve inandıklarından asla taviz vermeyen, milliyetçi cephenin mümtaz isimlerinden, gazeteci, yazar ve dava adamı merhum Necdet Sevinç’e Allah’tan rahmet, onun çok sevdiği aziz Türk milletine başsağlığı diliyorum.

KALEMİN ONURU YAHUT MUSTAFA ÖZÇELİK
M.NİHAT MALKOÇ

Yazmak inadına var olmaktır aslında. Suskunluğa soylu bir direniştir yazmak… Hayatı kelimelerle çepeçevre kuşatmaktır bir anlamda da. Duygu ve düşüncelerini içine hapsetmemek, onları geniş kitlelerle paylaşmaktır yazmak… Fakat akıl verircesine değil, bir dost sohbeti kıvamında… Sıkmadan, kırıp dökmeden… Bazıları her ne kadar şiir ve diğer türlerde yazmanın doğuştan gelen bir meziyet ve ilham olduğunu söylese de bence yazmak denemeyle ve tecrübeyle geliştirilen bir eylemdir. İlham, siyah inci değil ki söz olup beyaz sayfalara dökülsün. Her iş gibi, yazmak da üstün bir gayretin ve inancın neticesidir.
Yazmak eylemini hayatın gayesi olarak görenler az değildir. Onlar Fransız romancısı Jules Renard’ın “Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmamalı.” anlayışını kendilerine şiar edinmişlerdir. İyi yazmak için hayatı ve insanları iyi anlamak, farklı düşüncelerden insanların yazdıkları da dâhil olmak üzere çok okumak başta gelenlerdir. Wang Chung’un “İyi yazılar, anlaşılması kolay, yazılması zor olan yazılardır.” sözü aslında iyi yazının ve iyi yazarın nasıl olması gerektiğini çok güzel ifade ediyor. Böyle yazarlar, okuyucun gönlünü fethedenlerdir.
Yazarlar hayata değişik pencerelerden bakmamızı sağlıyorlar. Bakış açımızı ve çerçevemizi genişletiyorlar. Güzel ülkemin güzel yazarları da olmasa hayat ne kadar da çekilmez olurdu. O güzel insanlar hayata renk ve ahenk katıyorlar. Onların varlığını düşününce yalnız ve güçsüz olmadığımızı anlıyoruz. Onlar hayatın vazgeçilmez denge unsurlarıdır. Sadece düşüncede ve edebiyatta değil, her sahada var böyle güzel insanlar... İyi ki de varlar her geçen gün yozlaşan dünyamızda. Bu mümtaz şahsiyetler tarihten edebiyata, felsefeden pozitif bilimlere kadar her alanda alın teriyle ve göz nuruyla yoğrulmuş eserler ortaya koyuyorlar. Bu eserler puslanan zihinleri berraklaştırıyor. Bu güzel insanlardan biri de bir şair, bir yazar, bir eğitimci ve bir araştırmacı olan velut kalem sahibi dost insan Mustafa Özçelik’tir. Onun bu sınırlı sayfalara sığdıramayacağımız nice güzel sıfatları daha vardır.
Mustafa Özçelik sessiz ve derinden giden bir değerli kalem erbabı… Eskişehir’de yaşıyor ama yazı ve şiirleri bütün Türkiye’yi baştanbaşa dolaşıyor. Her ay birkaç yazısı, şiiri ve röportajı kültür, sanat ve edebiyat dergilerinde yayınlanıyor. Şahsen tanışmadığım, internet ortamında konuşup yazıştığım bu kıymetli insan; kültür, sanat ve edebiyatımıza üstün hizmetlerde bulunuyor; ama çalışmalarından belki geniş kitleler yeterince haberdar olamıyor.
Edebiyatın hemen her sahasında kalem oynatan ve birbirinden başarılı eserlere imza atan Mustafa Özçelik’in en çok da bizden biri oluşu beni cezbediyor. ‘Bizden biri’ derken yerli kültürden ilham aldığını, Türk-İslam medeniyetinden beslendiğini belirtmek istiyorum.
Çağımızın şiir burçlarında Türkçenin söz bayrağını dalgalandıran Özçelik, muhayyile kabını ecnebilerin kirli çeşmelerinden doldurmadı, bizim berrak kültür pınarlarımızdan kana kana içti. Mürekkebine imanın nurunu karıştırdı. Söz hamurunu yoğururken bizden olanları kattı içine. Faruk Nafiz’in “Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek/ Bizim diyarımız da bin bir baharı saklar!” “ dizelerini düstur edindi. Onu farklı mecralara çekmek isteyenlere hiç yüz vermedi ve yine Çamlıbel’in dizeleriyle şamar gibi cevap verdi: “Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken/Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz/Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken/Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz” Yazdıkça bu kararlılığı gösterdi hep…
Çok ve özgün eserler üreten bir yazardır Mustafa Özçelik… Fakat savruk değil; kılı kırk yaran, titiz bir anlayışla yazar yazı ve şiirlerini. Yazmak hayatının bir parçasıdır adeta. Yazarak soluklanmaktadır dersek yeridir. Şiir ve yazı çalışmaları başta Mavera, Yedi İklim, Kayıtlar ve Düşçınarı olmak üzere Edebiyat Ortamı, Yönelişler, Dergâh, İslâm, İlim Sanat, Çınar, Kitap, Yörünge, Kalem ve Onur, Güneysu, Bu Meydan, Martı, Hazan, Kubbealtı Akademi, Taşra Edebiyat, Yitik Düşler, Bizim Külliye, Yansıma, Bir Nokta, Vuslat, Kültür Dünyası, Yolcu, Yeni Dünya, Mor Taka, Keşkül, Berceste, Diyanet, Diyanet Avrupa, Kültür, Somuncu Baba, Sarmaşık, Gül Çocuk, Kırağı, Ardıç gibi dergilerde yayımlandı.
Mustafa Özçelik Türk edebiyatında önemli bir boşluğu dolduran bir kalem erbabıdır. İlk şiiri 1975’te Gelişme dergisinde, ilk yazısı 1978’de Mavera dergisinde yayımlanan değerli şair, yazar ve araştırmacı Mustafa Özçelik, çok değerli kitaplar ve yazılar kazandırdı kültür ve edebiyat hayatımıza. Onun birbirinden kıymetli eserlerinin listesi bir hayli kabarık…
Mustafa Özçelik bugüne kadar pek çok ödülle onurlandırıldı. Fakat bence aldıklarından daha fazlasını hak etti. Aldığı ödüller arasında 1984 Suffe Yayınları Şiir Ödülü, 1997 Gençlik Dergisi Şiir Ödülü, 2004 Çocuk Edebiyatçıları ve Sanatçıları Birliği Çocuk Romanı Ödülü, 2006 Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülü sayılabilir. En son olarak da Eskişehir Sanat Derneği tarafından ‘Yunus Emre Araştırma Ödülü’ne layık görüldü.
Şiir, inceleme, biyografi, deneme alanlarında birbirinden değerli eserler yazan Özçelik, Türkiye’de çocuk edebiyatı denince ilk akla gelen isimlerdendir. O, büyüklerin yanında geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın sağlam kaynaklardan, yerli kültür değerlerinden beslenmesi gerektiğini düşünerek ve bunu önemseyerek birbirinden güzel hikâyeler ve masallar yazmıştır çocuklar için. Çocuklara yönelik 22 tane kitabı var. Bunların yanında MEB’in belirlediği 100 Temel Eser’in bir kısmını yeniden düzenleyerek yayına hazırlamıştır.
Mustafa Özçelik’in kültür ve edebiyat araştırmacılığı, deneme ve makale yazarlığı ön planda görülse de o, aslında öncelikle güçlü bir şairdir. “İfşa”, “Güle, Yağmura ve Bahara Selam”, “Güneş ve Ayna”, “Serenat”, “Dünyanın Tenhasında”, “Diriliş Türküsü”, “Gül ve Hançer”, “Aşk ve Niyaz” şiir alanındaki eserleridir. O, şiirlerini söz gergefinde büyük bir özenle ve sabırla işleyerek yaldızlar. Onu bu yüzyılın mazbut dervişi olarak görüyorum ben…
Kelimelere dilediği gibi hükmeden Mustafa Özçelik, iyi bir biyografi yazarıdır aynı zamanda. Onun Yunus Emre, Samiha Ayverdi, Sunullah Gaybî, Mehmet Akif İnan, Mehmet Atilla Maraş ve Nasreddin Hoca biyografileri kupkuru malumatları ifşa etmekten öte, şiir tadındadır. Özellikle Nasreddin Hoca ve Yunus Emre ile ilgili kitapları sahalarında eşsizdir.
Ben en çok denemelerini severim Mustafa Özçelik’in… Hepsi de özgün ve şiir tadındadır. Son yılların en kıymetli denemeleri onun kaleminden çıkmıştır kanaatimce. “Gece Işıltısı”, “Şiir İklimi”, “Nun ve Kalem”, “Eylül Irmakları” adlarını taşıyan bu deneme kitapları öyle kolay kolay elden bırakılamaz. Bir kere okumakla yetinmezsiniz, döner bir daha okursunuz bu birbirinden güzel, su gibi berrak ve saf denemeleri. O, aynı zamanda iyi bir şair olduğu için imge zenginliği ve soyutlama yeteneği denemelerine de fazlasıyla yansımıştır.
Mustafa Özçelik edebiyat sahasında bir deryadır. O aynı zamanda iyi bir hatiptir. Dinleyiciyi kendine çeken ve konuları vukufiyetle kuşatan konuşma üslubu onu bu alanda da üste çıkarmıştır. Eskişehir’de ikamet etmesine rağmen o, hemen her ay Türkiye’yi baştanbaşa dolaşır. Belediyelerin, derneklerin, vakıfların ve sivil toplum kuruluşlarının davetiyle okurlarına şiirden, edebiyattan ve hayattan doyumsuz sohbetler sunar. Bir tevazu abidesi olan Özçelik, hiçbir zaman ‘en iyisini ben biliyorum’ havasında olmamıştır. Dinleyicilerine konferans tarzında değil de, sohbet tarzında seslenerek onlarla bir anlamda dertleşmektedir.
Takdir edersiniz ki pek çok şeyin olduğu gibi kültür, sanat ve edebiyatın da merkezi İstanbul’dur. Anadolu’da da güzel çalışmalar olmasına rağmen edebiyat daha çok İstanbul’da soluklanmaktadır. Onun içindir ki şairler ve yazarlar genellikle İstanbul’da yaşamayı tercih etmektedir. Zira bu şehirdeki imkânlar ve potansiyel Anadolu’yla kıyaslanamayacak kadar fazladır. Gençliğini Anadolu’da geçiren şair ve yazarlar bir yaştan sonra İstanbul’a taşınıp kalan ömürlerini burada geçirmektedirler. Bilindiği gibi değerli yazarlarımızdan Ahmet Turan Alkan da sonunda Sivas’tan İstanbul’un Üsküdar semtine taşınarak bundan sonraki hayatını burada devam ettirmeye başladı. Demek ki İstanbul şair ve yazarları içine çekiyor.
Bence Mustafa Özçelik, İstanbul’da yaşasa daha faydalı olabilecek, edebiyat havasını daha çok soluklanabilecektir. Düşünüyorum da Anadolu’dan hayata ve edebiyata bakan bu duygulu yürek, İstanbul’da otursa durum ne olurdu? İnanıyorum ki o da bir gün İstanbul’da yaşamaya mecbur hissedecektir kendini. O zaman daha geniş kitlelere ulaşabilecektir. Yazı hayatımda örnek aldığım güzel insan Mustafa Özçelik’e uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.
İlk Yayın: Berceste Dergisi/ Haziran 2009

BİR GÜZEL İNSAN: MUHSİN YAZICIOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ

Her fani bir gün bu suret âleminden hakikat âlemi olan ahrete göç edip gidecektir. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Biz Allah’a aidiz ve (yine) O’na döneceğiz)”(Bakara 156) ayeti de bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor, en büyük tonda kulaklarımıza haykırıyor. Fakat basiret nazarları felç olmuş, duyma yetisini kaybetmiş kişiler bunu görmekte ve duymakta acizlik gösteriyorlar. Yanımızda ve yakınımızda yaşanan her ölüm, kulaklarımıza bir şeyler fısıldıyor, fısıltı ne kelime, haykırıyor. Bazıları bu sese kulak tıkıyor.
Biz insanların dünyaya geliş gayesi burada mal mülk biriktirmek değil, baki kalan bu gök kubbede hoş bir seda bırakmak olmalıdır. Yunus’un “Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi?/Mal da yalan, mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan” dizeleri bizlere hayatı özetlemiyor mu? Sözün bu noktasında yine o büyük ozan Yunus Emre’nin “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” dizeleri geliyor aklıma. Gençken, yiğitken, muktedirken ölmek zor… Planlar, hesaplar altüst oluyor bir anda. Biz büyük bir iştiyakla geleceği planlarız da yüce Yaradan’ın ilahî planlamasını aklımıza getirmeyiz hiç… Sonra bir de bakarız ki planlarımız ilahî plan karşısında tarumar olmuştur.
Türk siyasî ve düşünce hayatının mümtaz şahsiyeti Muhsin Yazıcıoğlu’nun müessif bir kaza neticesinde ebedî âleme göçü bana hayatın anlamını sorgulama gereğini bir kez daha düşündürdü. Aslında her ölümden alacağımız dersler vardır. Her ölüm hayatımızı ve gidişatımızı sorgulamaya sebep teşkil etmelidir. Ölmeden evvel nefis muhasebesi yapmalıyız.
Türkiye, Muhsin Yazıcığlu’nun kaza geçirdiği haberini alınca halkın dikkatleri bu noktaya kilitlenmişti. Günler süren arama çalışmaları netice vermese de herkeste bir umut vardı; ta ki enkaz bulunana kadar… Bu ülkeyi seven herkes onun ölüm haberini alınca fazlasıyla üzüldü, kahroldu. Hissiyatı ifade edecek sözcük bulmakta zorlandı diller ve gönüller… Çünkü o, Türk halkını kucaklamıştı, vefalı Türk halkının nabzı da onunla birlikte attı. Milletin değerleriyle beslenenleri bu millet asla unutmaz, bundan sonra da unutmayacak. Muhsin Başkan da bu millete sevdalı bir yiğit insandı, kalbi bu millet için çarpıyordu.
Taviz veremeyeceği ilkeleri vardı Yazıcıoğlu’nun… Tutarlı ve ilkeli bir insandı yani… Bizden biriydi Muhsin Reis… İçimizden biriydi. Bizi en iyi o anlardı. Hak ve hakikat yoluna revan olmuştu o… Uzun yıllar hapishanenin soğuk beton duvarları arasında ışıktan yoksun yaşasa da ona bu hayatı reva gören devletine küsmemişti hiçbir zaman... Ülkemizin hamisi olan orduya karşı olmadı hiç, aksine bu peygamber ocağını yüceltti hep… Devlet, hata yapsa da onun gözünde büyük bir değer ifade ediyordu. Birileri devlet adına hata yapsa da devlet korunmalıydı. Devlete küsmek yerine, ayrık otlarını temizlemek gerekirdi. Kurduğu siyasî teşkilatın taraftarlarının oy oranı ikili rakamlara hiç ulaşamadı. O, çok istemesine rağmen hayatı boyunca Büyük Birliği gerçekleştiremese de ölümüyle Büyük Birliği gerçekleştirdi. Taraflı tarafsız herkes onun ölümüne gözyaşı döktü, üzüntüsünü dile getirdi.
İnsanlar lider olarak mı doğarlar, yoksa gayretleriyle sonradan mı lider olurlar? Bu hep tartışılmıştır. Aslında bana göre insanların genlerinde liderlik özellikleri varsa ve bunu gayretleriyle pekiştirirlerse iyi bir lider olarak halkın önüne çıkarlar. Yani liderliği sadece gayrete ve mizaca bağlamamak gerekir. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’na bu pencereden baktığımızda onun genlerinde olan liderlik özelliklerini gayretleriyle ileri noktalara götürdüğünü görüyoruz. O, bunu halkın nezdinde oya dönüştürememişse de toplumun gözünde büyük itibara ve güvene sahip olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Öğrencilik yıllarından müessif bir kaza neticesinde aramızdan ayrılmasına kadar yaşadığı dönem içerisinde kitleleri peşinden sürüklemesini bilmiştir; ilgi odağı ve çekim merkezi olmayı başarmıştır. Onun adı insanlarda hep güven duygusunu çağrıştırmıştır. Sivas’tan yola çıkarak Anadolu’ya ve Türkiye’nin dört bir yanına ses veren Muhsin Yazıcıoğlu, zamanla dürüstlüğün sembolüne dönüşmüştür. Siyasî olarak onun gibi düşünmeyenler bile onun bu yönünü teslim etmişlerdir.
Türkiye’nin güzel insanlarından biriydi Muhsin Yazıcıoğlu… Bir siyasî lider olarak değil, bir gönül insanı olarak bende de derin izler bırakmıştır. 1954 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü’nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak doğan Muhsin Yazıcıoğlu, ismiyle müsemma insanlardan biriydi. Zira “Muhsin”in kelime anlamı “iyilik eden, cömert, Allah’ı görür gibi ona ibadet eden” demektir. O da Türkiye’nin güleç yüzlü, cömert, dik duruşlu, İslam davasını kuşanan, altın kalpli insanlarının en dikkate değer olanlarındandı. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla’da yapan Yazıcıoğlu; Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde tamamlamıştı. Fakat mesleğini yapmayı hiç düşünmemişti. Zaten okumak için Sivas’tan Ankara’ya geldiğinde kendini bir anda siyasetin yoğun ortamı içinde bulmuştu.
“Muhsin Yazıcıoğlu henüz 14 yaşındayken dernek çalışmalarına başladı. Şarkışla’da Genç Ülkücüler Hareketi’ne katıldı. Ankara’ya geldikten sonra ise, Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev yapmaya başladı. Sırasıyla; Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptı. (1977–78). 1978’de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği’nin kurucu Genel Başkanı oldu. 1980 yılına kadar MHP’de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu.12 Eylül 1980’de yapılan askerî darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu. Beş buçuk yılı hücrede olmak üzere yedi buçuk yıl Mamak Cezaevi’nde kalan Muhsin Yazıcıoğlu, bu davadan herhangi bir ceza almadı. Fakat en verimli yılları cezaevinin soğuk duvarları arasında geçti, ömrü harcandı.
Cezaevinden çıktıktan sonra, mağdur olmuş ülkücülere ve onların ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’nın başkanlığını yaptı.1987’de arkadaşları ile birlikte MÇP’de siyasete girdi. MÇP’de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.1991 genel seçimlerinde üç partinin oluşturduğu ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis’e taşıyacak” sloganıyla, Sivas’tan milletvekili seçildi. 1992 yılı Temmuz ayında da, “içinde bulunduğu partinin siyasî anlayışıyla uyuşamadığı için” bir grup arkadaşı ile birlikte MÇP’den ayrıldı. 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına Yazıcıoğlu seçildi. 24 Aralık 1995’te yapılan erken genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak, yeniden meclise girdi. 28 Şubat 1996 tarihinde ANAP’tan istifa ederek, BBP’ye döndü. O, 22 Temmuz Genel Seçimlerinde BBP’nin seçimi protesto etmesiyle partisinden istifa ederek Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı olmuş, 23. dönem milletvekilliğine seçilmiştir. Sonra BBP’ye katılarak TBMM’de BBP Sivas Milletvekili olarak partisini temsil etmiştir.”(1)
Onun hayat öyküsünün ana başlıkları bunlar… Ayrıntılara girmeye kalksak bir yazı değil, bir kitap yazarız belki… Zira o, dolu dolu bir hayat yaşamıştır. O, inandığı dava uğrunda gözünü budaktan sakınmamıştır. O, 12 Eylül İhtilali döneminde tutuklanmış, bir sürü işkencelere maruz kalmıştır. Zor günlerdi o günler… Dilerseniz o karanlık günleri kendisinden dinleyelim: “Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım.”(2)
Muhsin Yazıcıoğlu, Yahya Kemal’in ifadesini kullanarak söylersek ‘kökü mazide olan atî’diydi. Yani onun düşünceleri bu topraklardaki hâkim zihniyet olan Türk-İslam ülküsüydü. O, Türk-İslam ülküsünü yaşatmayı görev olarak seçmiş ve bu uğurda canını ortaya koyarak mücadele etmiştir. Millî ve manevî kaynaklardan beslenen Yazıcıoğlu mert, dürüst, açık yürekli, cesur, fedakâr ve samimi bir insandı. Necip Türk halkı onu böyle tanımış ve sevmişti.
Yalansız dolansız bir insandı o… Siyaseti kişisel hesapları için değil, milletin değerlerini yaşamak ve yaşatmak için yapıyordu. Söz konusu olan milletse tavrı belliydi; gözü pekti, sertti ve mertti bu hususta. Taviz vermek yoktu gönül lügatinde. Fakat o aynı zamanda Yusuf yüzlüydü, Eyüp kadar sabırlıydı, Hz. Süleyman kadar adil ve güçlü bir liderdi. İbrahim gibi, ateşlere atılmaya her an hazırdı. Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattı onun için…
Muhsin Yazıcıoğlu bu ülkenin sönmeyen ışığıydı. Yunus Emre’nin sevgisi, Mevlana’nın hoşgörüsü onun gönül dünyasının kandilleriydi. O, bazı kesimlerin yalan yanlış bir şekilde dillendirdiği gibi hoşgörüsüz bir insan değildi. Onu öyle göstermeye çalışanların çirkin hesapları vardı besbelli. Müslümanca yaşamak, diri ve iri durmak hoşgörüsüzlükse bu onda fazlasıyla vardı. O, menfur bir saldırı sonucu hayatını kaybeden, düşünce olarak kendisiyle hiçbir ortak paydası olmayan Hırant Dink’e şiir yazacak kadar hoşgörülü bir insandı. Onun bu tavrı bazı muhafazakâr kesimler tarafından eleştirilmişti. Televizyonda cinayet görüntülerini seyrederken duygulanan Yazıcıoğlu, şiirinde şu duygulara yer vermişti:
“Yine bir korku ve telaş arasında kalakaldık
Yine ne derler diye endişelendik maktulün başında
Timsah gözyaşlarından daha masum değil gözyaşlarımız
Caniyi besleyen korku ve telaşlarımız...

Hep korku ve telaşlarınızla süslediğiniz çatışma kültürünü
İnsan hakları söylemleriniz, medya maydanozu liberalleriniz...
Kan sızıyor Fırat’ın delinmiş tabanından toprağına
Bağrındaki bütün Mehmetler ağlıyor
Oğlunun adını Fatih koyan bütün Ermenilerle birlikte...”
Muhsin Başkan, tam bir Anadolu delikanlısıydı. Edep ve ahlak abidesiydi o… Eğilip bükülmeden de siyaset yapılabileceğini herkese gösterdi tavır ve davranışlarıyla. İlkelerinden taviz verseydi dünyevî makamların çoğuna erişebilirdi. Fakat o, makam mevki peşinde değildi. Türklükten gelen alpliğe, Müslümanlıktan gelen erenliği ekleyerek sonsuzluğu kucaklayan bir sentez oluşturmuştu. Hak bildiği yolda geri adım atmadan kararlılıkla dosdoğru yürüdü hep... O; bir parti genel başkanı olarak değil, insan olarak büyüktü halkın gözünde. Zira oy oranı yüzde ikilerde olan bir siyasî teşkilatın genel başkanının bu kadar sevilmesi başka türlü açıklanamaz. Halkımız onun sesinde kendi sesinin aksini buluyordu. Sözü ve özü birdi bu güzel insanın. Sözünü sakınmazdı, dobra dobra konuşurdu. Bildikleri, yaşadıklarının eseriydi. Hayatı, kitaplardan okuyarak değil, ağır bedeller ödeyerek öğrenmişti. Önce ümmet, sonra millet gelirdi onun için. O, Resulullah’ın çizgisinde bir hayat yaşamayı ilke edinen, öyle de yaşayan mümtaz bir insandı. Müslümanlıktan kopmuş bir Türklük onun için bir önem ifade etmiyordu. Türklük bedenimiz, Müslümanlık ruhumuzdu ona göre.
Anadolu’nun sesi Muhsin Yazıcıoğlu sporcu bir siyasetçiydi. O, yoğun siyasî hayatı içerisinde sporu hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Hayatı boyunca karateden boksa, bilardodan at biniciliğine kadar pek çok spor dalıyla yakından ilgilenmiştir. Onun, 55 yaşında olmasına rağmen bu kadar genç ve zinde görünmesi daha çok sporculuğundan kaynaklanmaktadır.
Bundan sonra hatıralarıyla yaşayacak olan Muhsin Yazıcıoğlu; milletinin dertleriyle dertlenen, onların değerlerini değer edinen, Anadolu’nun sesini sesine katan öncelikle bir gönül adamı, bununla birlikte yiğit bir siyasetçiydi. O; Anadolu’nun bağrından, Sivas’tan çıkmış, içindeki cevheri kısa zamanda bütün güzelliğiyle halkın hizmetinde kullanmıştır.
Türkiye’ye dair gül yüzlü hayalleri ve hedefleri vardı Muhsin Yazıcıoğlu’nun… O, bütün vatandaşlarımızın, ay-yıldızlı bayrağın altında şerefle yaşadığı bir Türkiye, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir Türkiye, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar kaynaşmış güçlü bir Türk dünyası hayal ediyordu. Başörtülü ve başörtüsüz kızlarımızın üniversitede kardeşçe okuduğu günleri hayal ediyordu. Hissiyatını şöyle dillendiriyordu: “Genç yaşta ülke sorumluluklarını üstlenmiş bir kuşağız biz. Kendimize göre dünyayı yerinden oynatacak ideallerimiz vardı. Tercihimiz değildi ama kavgaların girdabında geçti hayatımız. Şimdi diyorum ki, farklı düşünceleri anlamalı ve onlardan da zenginlik üretebilmeliyiz. Kavgaların, darbelerin sorunları çözmediğini hayat bize öğretti. Muhtıralar gördük, ihtilaller yaşadık. Cezaevlerinde işkenceye uğradık. İhtilalden sonra yedi buçuk yıl yatmışım, sonra mahkeme suçsuzluğuma karar verdi.”(Muhsin Yazıcıoğlu’yla Röportaj-Mehmet Gündem-Yeni Şafak Gazetesi)
Ölümüyle Türkiye’yi acıya boğan Muhsin Yazıcıoğlu renkli bir kişiliğe sahipti. O da başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan gibi şiir okumaya meraklı bir insandı. Doğrusunu söylemek gerekirse güzel de şiir okuyordu. Yazıcıoğlu şiir okumakla kalmıyor, şiir de yazıyordu. Çünkü o, büyük acılar çekmiş, hayatı dolu dolu yaşamış bir insandı. O, Fethi Gemuhluoğlu’nun ve Seyyid Ahmet Arvasi’nin kitaplarını severek okurdu. Aydın bir insandı Yazıcıoğlu… Onun şairlik yönünü ölümünden sonra öğrendi Türkiye… Mamak Zindanları’nda kaleme aldığı “Üşüyorum” adlı şiiri gerçekten yaşanmış acı olayların fotoğrafı niteliğindedir. Bu şiirde acının ve gözyaşının resmi var. Bu şiiri çok sevdi Türk milleti. Zira Muhsin Yazıcıoğlu’nun acılarla dolu hayatının bir kesitini anlatıyordu “Üşüyorum” şiiri:
“Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim;
Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak,
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum.
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum.
Zikre dalmış her şey…
Güne gülümserken papatyalar
Dua gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum;
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi!...
Sana ulaşmak istiyorum.
Durun kapanmayın pencerelerim,
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum.”
Muhsin Yazıcıoğlu bir peygamber aşığıydı. Bunu onun parti amblemine bakarak da anlayabilirsiniz. Zira partisinin ambleminde hilalin bağrında bir gül vardır. Fakat onun peygamber sevgisi sembollerden ibaret değildi. O, peygamberin ağır davasını ve ateşten gömleğini sırtında taşıyordu. Nübüvvet kaynağından beslenen bir gençliğin imar ve inşası için var gücüyle çalışıyordu. O, Türklüğü iman nuruyla birleştirip çelikten bir irade kuşanmıştı.
Muhsin Reis, gücünü inançlarından alan, imanlı ve ihlâslı bir neslin özlemini çekiyordu. Bizi kurtaracak, izzetimize ve iffetimize tekrar kavuşturacak ancak bu kutlu nesildi… Bu nesil Resulullah’ı tanımakla ve onun on dört asırdan beri hiç eskimeyen ölümsüz düşüncelerini yarınlarımızın ümidi gençlere benimsetmekle vücuda getirilebilirdi. Yazıcıoğlu; Anadolu Gençlik Dergisi’nin, ölümünden birkaç gün evvel kendisiyle yaptığı son röportajında Resulullah’a duyduğu aşkın büyüklüğünü dile getirmişti. “Peygamber Efendimiz(sav)’ in ismini duyduğunuzda hissettikleriniz nelerdir?” sorusuna o, şu duygusal cevabı vermişti:
“Hüzünleniyorum… Görevini yerine getiremeyen bir kölenin hicabı… Onun arkasında bıraktığı mirasa, onun istediği gibi sahip çıkamadık. Onu anlatamadık, çünkü onu anlayamadık. Onun adını duyduğumda bu nedenlerle hüzünleniyorum. Tüm peygamberlerin şahitlik yapacağı yargı gününde O’nun ümmetinden olma şerefini ve liyakatini inşallah taşırım. Allah onun şefaatinden bizleri mahrum etmesin.” (Bu duaya kim amin demez ki!....)
Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu siyasî teşkilat bir kitle partisi değil, tabir caizse bir düşünce partisiydi. Halk bu güzel insanı seviyor ama sandığa gidince “Nasıl olsa kazanamayacak, oyumu yakmayayım” diyerek başka sulara yönlendiriyordu gemisini. Muhsin Reis küçük hesaplar peşinde değildi. Gelecek seçimlerden çok, gelecek nesiller ilgilendiriyordu onu. Bir dava adamıydı o… Davası, milletin köklerine geri dönmekten ibaretti. İman kurtarma davasıydı onunki... Milliyetçiydi ama ırkçı değildi. “İlayı Kelimetullah” ülküsüne köprüydü o…Müslüman bir neslin hamurunu yoğuran bir hamurkârdı o… Ruhunu kaybetmiş kalabalıkların damarlarına Türk-İslam şuurunu zerk etmekle meşguldü. Zira ancak feraset sahibi nesiller bu milletin güven kaynağı olabilirdi. Gençlik zamanın akışına bırakılamazdı. Ruhları birlik ve beraberlik paydasında birleştirme gayreti içerisindeydi o… Bunu da büyük oranda başarmıştı. Birliğe giden yolun öncüsü olmuştu.
Muhsin’i sevdi bu millet… Ben de sevdim. Çünkü ona bakınca bu milletin değerlerini görüyordum. Anadolu’yu Türk yurdu yapan Sultan Alparslan’ın azametini, bu topraklara sevgi tohumları eken Yunus’un aşkını, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında emekleri çok fazla olan Mevlana’nın hoşgörüsünü ve insancıllığını gördüm onda. Hakikatin aynası oldu benim için. Onun Hakk’a varmasıyla gözyaşları sel oldu. Hissiyatı anlatmak için mürekkep bile kâfi gelmedi. Ben de onun vedaıyla, içimdeki dalgalanmaları şu dizelerle dile getirmeye çalıştım:
“Heybetli bir dağdın sen hey gidi koca reis!...
Hicranın gölgesidir yürekteki acı his
Muhsin Yazıcıoğlu gül hasretiyle yandı
Elinde kırmızı gül sonsuzluğa uzandı
Duyuldu acı haber, yandı yürekler yandı
Hüzün bulutlarıyla yaşlar göze dayandı
Dondurdu ilikleri, işledi ruha ayaz
Kırmızı boyun büker, karalar bağlar beyaz
Bu zamansız ölümle dert birdi, bini aştı
Zemheri soğuğunda yüreklere kor düştü
Ömür denen ağacın dalına baykuş kondu
Gecenin ayazında dondu umutlar dondu
Karanlıklar bastırdı, battı ufukta güneş
Hissiyat buz tutarken suları yaktı ateş
İsmiyle müsemmaydı Sivas’ın gülü Muhsin
Zalime demir yumruk, mazlumun dili Muhsin
Ömrünün baharında sonsuzluğa ağla git!...
Yüce Türk milletinin yüreğini dağla git!...
Ebediyet yolcusu kabrine güller dolsun
Hakk’ın sevgili kulu mekânın cennet olsun…”
Duyguları anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır bazı zamanlar… İşte o demlerdeyiz şimdi… Gönüllere ateş düştü, yanıyor… Gözyaşına dönüştü acılar… Bir dağ göçtü dağların eteğinde. Yas ve hicran harmanları kurmakla meşgul yaralı yüreklerimiz… Eylül sarısı hüzünler, gönül ağacının dallarında yuva yapmış. Umut tomurcukları soğuğa yenildi dağların eteğinde. Yürekteki umut teli koptu kopacak… O, meçhule yürümedi, özgürlüğü dağların koynunda aradı ve buldu; ebedî sevgilinin mübarek sancağı altına uçtu, sığındı nurdan kanatlarıyla. O şimdi ötelerden tebessüm ediyor sevenlerine. Yaptığı iyiliklerin ve güzelliklerin meyvelerini topluyor. Rabbim rahmet nazarlarını üzerinden eksik etmesin. Rabbim ahiret yurdunda, sevgililer sevgilisi Peygamberimizin mübarek livâ-i hamd sancağı altında ümmetin bahtiyar fertleri olarak onunla buluşmamızı nasip ve müyesser eylesin(Âmin)
Dipnotlar: 1. Muhsin Yazıcıoğlu Biyografisi-
2. Muhsin Yazıcıoğlu’yla Röportaj-Nuriye Akman-Zaman Gazetesi–06 Temmuz 2003
3. Muhsin Yazıcıoğlu’yla Röportaj-Mehmet Gündem-Yeni Şafak Gazetesi 10 Nisan 2007



İMAM-HATİP NESLİNİN ÖNCÜSÜ TRABZONLU CELÂL HOCA YAHUT MAHMUT CELÂLEDDİN ÖKTEN
M. NİHAT MALKOÇ
"Bu okulları(İmam-Hatipleri) doğmadan boğmak isteyenler var"dı.
Türkiye'de dinî eğitim her dönemde öncelikli gündem olmuş, mesele üzerinde değişik mahfiller tarafından müspet ve menfî kanaatlerde bulunulmuştur. Nüfusunun kahır ekseriyeti Müslüman olan bir memlekette dinî eğitimin inkişaf ettirilmesi hâliyle elzemdi. Bunun birkaç dernek ve vakfa bırakılması gelecekte ciddi sancılara yol açabilirdi. Bu mühim iş, milletin değerleri de göz önünde bulundurularak devlet kontrolünde planlı ve programlı biçimde yapılmalıydı. Zira gönüllü kuruluşların vereceği dinî eğitim değerler kargaşasına yol açabilirdi. Bu iş ilmî derinlikten mahrum kafalarla yürütülürse gelecekte sorunlar çıkabilirdi.
Bilindiği gibi 1949'da dinî alandaki kalifiye insan açığını gidermek için, ölü yıkayacak, cenaze namazı kıldıracak insanlar yetiştirmek için İstanbul'da İmam-Hatip Kursları açılmıştı. Demokrat Parti iktidara gelince bu kurslar 1951'de, bütün zorluklara rağmen İmam-Hatip okullarına dönüştürülmeye başlanmıştır. Çünkü açılan kurslar mevcut ihtiyacı giderememiştir. Bunun farkına varanlar köklü ve radikal arayışlar içerisine girmişlerdir. Bu arayışlar çerçevesindeki değişim ve dönüşümün mimarlarından biri de bilge insan Mahmut Celâleddin Ökten'dir. Ökten, uzun zaman kafa yorarak söz konusu okulların plan ve programlarının düzenlenmesinde, müfredatlarının oluşturulmasında öncülük etmiştir. Mahmut Celâleddin Ökten, hazırladığı dosyaları öğrencisi de olan zamanın Milli Eğitim Bakanı Ahmet Tevfik İleri'ye götürerek bu hususta ilk önemli adımları atmıştır.
İmam-Hatip Okullarının açılması diğer okulların açılması kadar kolay olmamıştır. Zira bu okulların açılmasını isteyen müspet bir iradenin yanında, bu dinî okulların açılmasını istemeyen, bu gayrete ve gayeye daima takoz koyan güçlü bir menfi irade daha vardı. Milletin değer(li)lerinin karşısına dikilen ve onları öcü gibi gö(ste)ren bu irade, gücünü din dışı mihraklardan ve Batı'dan alıyordu. Mahmut Celâleddin Ökten, ilerlemiş yaşına rağmen(ki o yıllarda 69 yaşındaydı) bu zorlu mücadeleyi kazanmış, önüne çıkan engelleri bertaraf etmiştir.
İmam-Hatip Okullarının açılması tek başına yetmiyordu, bir de bu okulların güçlü bir şekilde yaşatılması ve bütün yurt sathında yaygınlaştırılması lâzımdı. Onun için de söz konusu okullar güçlü temellere dayandırılmalıydı. Zamanın Demokrat Partili Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin dediği gibi "Bu okulları doğmadan boğmak isteyenler var."dı. Bu mevzuya geçmeden evvel bu hususta öncülük yapan Mahmut Celâleddin Ökten'i tanıyalım.

Mahmut Celâleddin Ökten, bereketli ömrünü imanlı bir neslin ruh ve kimlik inşası için harcamıştır.

Uzun ve bereketli ömrünü imanlı bir neslin ruh ve kimlik inşası için harcayan, buna sağlam bir zemin oluşturmak gayesiyle İmam-Hatip Okullarının açılması ve yaygınlaşması için canla başla çalışan Mahmut Celâleddin Ökten 1882 yılında Trabzon'da, Saçlıhoca Mahallesi'nde dünyaya gelmiştir. Soylu ve köklü bir aile olan, dinî ilimlerde inkişaf eden şahsiyetleriyle tanınan Gürcüzâdeler sülâlesine mensuptur. Babası Salih Zihni Efendi, annesi ise Güller Hanım'dır. Ökten'in Akçaabatlı bir aileye mensup olan annesi hafızdır. Kendisi de hafızlığı annesinin teşvikleriyle altı ay gibi kısa bir sürede tamamlamıştır. Babası, imamlığın yanında medrese hocalığı da yapmıştır. Mahmut Celâleddin, kolu ve kanadı mesabesinde olan babasını dört, annesini ise on yaşında iken kaybetmiştir. Öksüz ve yetim kalınca babaannesi onu oğlunun bir emaneti olarak kabul etmiş ve himayesi altına almıştır. Fakat küçük Celâleddin 15 yaşına gelince bu kez de tek dayanağı olan ninesini kaybetmiştir. Kız kardeşiyle ortalıkta bîkes kalmıştır. Fakat yetimlik ve öksüzlük onun ilim öğrenmesine engel olmamıştır. Zorluklar ve çaresizlikler onun ilim öğrenme sevdasını daha da kamçılamıştır.
Mütedeyyin bir ailenin gayretli bir evlâdı olan Mahmut Celâleddin, çocukluğunun ilk yıllarında hafız olduktan sonra; sırasıyla evvelâ Rüştiyeyi dereceyle bitirmiş, ardından da Trabzon İdadisi'ne girmiştir. Fakat medrese tahsilini de onlarla beraber hiç aksatmadan yürütmüştür. Dedesi Ömer Fevzi Efendi, Trabzon'un en büyük ve kadim camilerinden biri olan Çarşı Camii'nde imam olarak görevliydi. İdadide okuyan Mahmut Celâleddin, bir yandan da dedesinin yerine Trabzon Çarşı Camii'nin İmam-Hatipliğini yapmıştır. O zamanın Trabzon valilerinden olan Kadri Bey, cumaları onun hutbelerini dinlemek için Çarşı Camii'ne gelir. Onun kabına sığmaz hâlini ve ilim öğrenme iştiyakını görür, burada harcanmamasını söyler.

İlim irfan öğrenmek uğruna katlanılan çileler ve zorlu İstanbul yılları

Celâleddin Ökten, ilim adamı olmayı aklına koyduğu için Trabzon'daki gelişimi bitince zamanın ilmin merkezi olan İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Takvimler 1899'u göstermektedir. Yaşı henüz 17'dir. İlim öğrenmek ve kendisini geliştirmek düşüncesiyle Trabzon'dan İstanbul'a giden bir gemiye binerek İstanbul'un yolunu tutmuştur. Sekiz günlük meşakkatli deniz yolculuğundan sonra İstanbul'a varmıştır. Fakat yabancısı olduğu bu devasa şehirde ne yazık ki yolunu gözleyenler yoktur. Hayata sıfırdan başlamak mecburiyetindedir. Ökten, ilk olarak Fatih'te Şekercihan'da bir oda kiralamıştır. Birçok zorlukla karşılaşsa da Trabzon'a geri dönmeyi asla düşünmemiştir. İlk iki yılında İstanbul'u öğrenmeye çalışmıştır. Bu süreçte çok düzenli bir eğitim hayatı olmamıştır. Bazı medreselerdeki derslere iştirak etmiştir. Önüne çıkan zorluklar onun ilim öğrenme isteğini köreltememiştir. Soğuk kış gecelerinde Şekercihan'daki odasını kömürcüden bir mendile sararak aldığı bir parça kömürle ısıtmaya çalışmıştır. Takdir edersiniz ki elektrik yoktu o yıllarda. Mekânların aydınlatılması gazyağıyla sağlanırdı. Hem de ekonomik olan ve çok az ışık veren idare lambasıyla...
İlimde derinleşmek için her türlü zorluğun üstesinden gelen M. Celâleddin Ökten, Fatih dersiâmlarından Mustafa Âsım ve Muğlalı Ali Rıza Efendilerden kelâm ve usûl-i fıkıh dersleri almıştır. Ali Fehmi (Câbiç) ve Şevket Efendilerden de Arap edebiyatı okumuştur.
Okuma aşkıyla, her şeyi göze alarak memleketinden göç eden Mahmut Celâleddin Ökten, 1905'te öğretmen yetiştiren bir kurum olan Dârülmuallimîn-i Âliye’ye girmiştir. Bu okulu bitirdikten sonra da Darülfünun Edebiyat Şubesi’ne kaydolmuştur. Darülfünun’da Mehmet Akif, Babanzâde Ahmed Naim ve İzmirli İsmail Hakkı Bey gibi önemli şahsiyetlerin derslerine iştirak etmiştir. Onların âli fikirlerinden nasiplenmiştir. 1911'de hem Edebiyat hem de Felsefe bölümünden mezun olmuştur. 1912'de Maarif Vekâleti'nin açtığı Arapça Muallimliği imtihanına girmiştir. Kazanan üç kişinin arasında o da vardır. İmtihanı ikincilikle kazanmıştır.(1. Şerafeddin Yaltkaya'dır.) Bunun ardından Osmanlı'nın Batı tarzı liselerinden biri olan İstanbul Sultanîsi (bugünkü adıyla İstanbul Erkek Lisesi) Arapça Muallimliğine tayin edilmiştir. 1925'te İstanbul İmam-Hatip Mektebi'nde Arapça öğretmenliği yapmıştır. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nde iki yıl boyunca ilm-i tevhid ve kelâm dersleri vermiştir.
M. Celâleddin Ökten, İstanbul Erkek Lisesi(İstanbul Sultanîsi) dışında Kabataş Lisesi ve Vefa Lisesi gibi değişik okullarda da görev yapmıştır. Donanımlı bir insan olan Ökten, söz konusu liselerde Arapça, edebiyat, felsefe, mantık, ilm-i kelâm ve psikoloji gibi farklı dersler vermiştir. Örnek kişiliği ve ilmi derinliğiyle "Celal Hoca" namıyla şöhret kazanmıştır.

"Ben derse gelmediğim gün anlayın ki ölmüşümdür."

Merhum Celâleddin Ökten, okumaya ve öğrenmeye adeta âşıktı. O, okuyarak ruhunu beslemiştir. O, bir ömür boyunca kitapların izinden yürümüştür. Okuduklarıyla hem Doğu hem de Batı kültürünü kaynağından öğrenmiştir. Bu iki dünyanın sentezini başarıyla yapmıştır. 29 Ocak 1912 tarihinde İstanbul Sultanisi'nde muallimliğe başlayan Ökten, zaman içerisinde payitahtın parmakla gösterilen Arapça hocalarından biri olmuştur. Arapça öğretimindeki ünü yayılan Ökten, Darüşşafaka'da da Arapça dersleri vermeye başlamıştır.
Ökten, Balkan Savaşları yüzünden senede üç ay maaş alsa da bunu dert etmemiş, aynı aşkla ve şevkle hocalığa devam etmiştir. "Ben derse gelmediğim gün anlayın ki ölmüşümdür." diyecek kadar okuluna ve öğrencilerine bağlıydı. Mütareke yıllarında kayınpederinin yerine Vasat Atik Ali Paşa Camii'nde on yıl kadar imamlık görevinde bulunmuştur.
Merhum Celâleddin Ökten, harf inkılabından sonra Arapça dersleri kaldırıldığı için bir süre işsiz kalmıştır. 1 Eylül 1930‟da Üsküdar Orta Mektebi'nde Türkçe muallimliğine tayin edilse de o, İstanbul'da bulunduğu yakada kalmayı tercih etmiştir. Dört yıl ortaokullarda Türkçe öğretmenliği yapmıştır. 1934'ten sonra beş yıl Kabataş Lisesi'nde Yurt Bilgisi dersleri vermiştir. Gelenbevî Ortaokulu'nda üç yıl çalışmıştır. 1942'de başlayan Vefa Lisesi'ndeki Edebiyat ve Felsefe öğretmenliği görevi, emekli olduğu yıl olan 1947'ye kadar sürmüştür.
Aile kurumuna çok önem veren Mahmut Celâleddin Ökten, 1923 yılında Emine Mahmude Hanım'la evlenmiştir. Bu evlilikten Ayşe Hümeyra, Fatma Züheyra adlarını verdiği iki kızı, Saadettin adını verdiği bir de oğlu dünyaya gelmiştir. Kızlarının biri doktor, biri kimyager olurken oğulları da İTÜ İnşaat Fakültesi'ni okuduktan sonra akademik hayata atılarak profesör olmuştur. Enteresandır ki oğlunu İmam-Hatip lisesinde değil, Vefa Lisesi'nde okutmuştur. Kim bilir belki de oğlunu bir İmam-Hatipli gibi evinde yetiştirmiştir.
Merhum Celâleddin Ökten'in çok geniş bir dost halkası vardı. Babanzade Ahmet Naim Efendi, Mehmet Akif, Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Ali Ulvi Kurucu, Kenan Rıfai, Fahredddin Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Hazretleri onun dostlarından sadece birkaçıdır.

Mahmut Celâleddin Ökten, İmam-Hatip Liselerinin ilk kurucu müdürüdür

Dinî eğitimin örgün eğitim kurumlarında planlı ve programlı olarak verilmesi için mücadele eden Mahmut Celâleddin Ökten, önce İstanbul'da açılan İmam-Hatip kursunda müdür ve öğretmen olarak görevlendirilmiştir. Fakat bu işin kurslarla olmayacağını anlamış, İmam-Hatip okullarının teşekkülü için yoğun girişimlerde bulunmuştur. Bu iş, sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Zira ağırlıklı olarak dinî öğretim verecek olan bu okulların aleyhinde olan kesimler de söz konusu eğitim kurumlarının açılmaması için güçlerini ortaya koymuşlardır.
Daha sonra büyük bir mücadele neticesinde söz konusu kurslar okula dönüşünce Mahmut Celâleddin Ökten, Türkiye'de ilk İmam-Hatip Lisesi olan İstanbul İmam-Hatip Lisesi'nin kurucu müdürlüğünü yapmıştır. Bu vazifesi yedi yıl boyunca sürmüştür. Bu süre içerisinde okulun her şeyiyle ilgilenmiş, nerede bir eksiklik varsa tamamlamaya çalışmıştır. Öyle ki müstahdem olmadığı için, zaman gelmiş okulun tuvaletlerini bile temizlemiştir.
Merhum Mahmut Celâleddin Ökten, İmam-Hatip Okullarının açılışında, okulun ve talebelerin ihtiyaçlarının giderilmesinde, bir sivil toplum teşkilâtı olan İlim Yayma Cemiyeti'nden fazlasıyla istifade etmiştir. Zira bu okullar açıldığında eğitim verecekleri bir binaları bile yoktu. Devlet bu konuda Ökten'e gerekli ve yeterli desteği vermemiştir.
Mahmut Celâleddin Ökten, İstanbul-İmam Hatip Lisesi'nin kurucu müdürü olunca o zamanın en iyi hocalarını bulup okulda ders vermelerini sağlamıştır. Bu hocalar arasında Ömer Nasuhi Bilmen'i, Yaman Dede'yi, Zekâi Konrapa'yı ve Ali Rıza Sağman'ı sayabiliriz.
Milletlerin inançlarıyla ayakta kalabileceklerine inanan Mahmut Celâleddin Ökten'in imanlı bir nesil yetişmesi için gösterdiği çabaları bugünkü neslin anlaması pek mümkün değildir. O olmasaydı belki de İmam-Hatipler de olmazdı; olsa bile bu derece gelişemezdi.

Mahmut Celâleddin Ökten'in kendine ait Arapça öğretme metodu vardı.

Arapçaya özel bir önem veren ve bu dile büyük bir aşkla bağlı olan Mahmut Celâleddin Ökten, çok sevdiği ve bir ilim deryası olarak gördüğü Hoca Şevket Bey’den yıllarca Arapça özel dersleri almıştır. Onun izinden gitmiştir. Arapçaya vukufiyeti ve bu sahadaki derinliği bu derslere dayanır. Bu alanda hocasını kendisine model seçmiştir. Fakat büyük bir tevazuyla hocasının derin ilminin ancak yüzde 10'unu öğrendiğini belirtmiştir.
Arapça konusunda yeni şeyler öğrenmek ve öğrendiklerini talebelerine öğretmek Celâl Hoca için keyiflerin en büyüğüydü. Bu dile karşı özel bir kabiliyeti de vardı. O, Allah'a “Yâ Rab! Bu kitabının mânâsını anlamayı bana ihsan eylersen ben de bunun ölünceye kadar dellâlı olayım...” diye dua etmiştir. Arapçayı ileri seviyede öğrenen Ökten, duasında verdiği sözü tutmuştur. Nefes aldığı sürece Kur'an'ın doğru anlaşılması ve yaşanması için çalışmıştır.
Osmanlı'da ve sonrasında Arapça öğretiminde ne yazık ki belli bir başarı ve istikrar sağlanamamıştır. Bunu ciddi bir mesele olarak gören Ökten, bu konuda da kafa yormuştur. Medreselerde okuyanların Arapçayı hakkıyla ve layıkıyla öğrenememesini bu geleneksel eğitim kurumlarında belli bir öğretme metodunun olmayışına bağlamıştır. Bu eksikliği dert etmiş olacak ki Arapça öğretimi konusunda kendi metodunu oluşturmuştur. Bu metotla binlerce öğrenci yetiştirmiş, onlara Arapçayı kısa yoldan ve büyük bir ustalıkla öğretmiştir. Celâl Hoca, Arapçanın sevilmesi ve daha geniş kitleler tarafından öğrenilmesi için bir kolej kurulması teşebbüsünde bulunsa da bunu Maarif Vekâletine kabul ettirememiştir.

O, "Batı'ya gitmeden Batı'yı çok iyi anlayan adam"dı.

Merhum Mahmut Celâleddin Ökten hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde yaşayan ender şahsiyetlerden biridir. Onun ömrünün 41 senesi Osmanlı döneminde, 38 senesi de Cumhuriyet Türkiye'si döneminde geçmiştir. Fakat ne Osmanlı'yla ne de Cumhuriyetle bir sorunu olmuştur. O, hangi dönemde olursa olsun vazifesini bihakkın yerine getirmiştir. Hiçbir zaman mevcut şartlardan şekva etmemiş, şekvaların izalesi için elinden gelenin fazlasını yapmıştır. Kendisiyle uğraşanlara hoşgörüyle mukabele etmiş, ara yıkıcı değil ara bulucu olmuştur. Çünkü onun derdi şahıslar değildi. Davasını yüceltme gayreti içerisindeydi.
Merhum Nurettin Topçu'nun deyimiyle Mahmut Celâleddin Ökten , "Batı'ya gitmeden Batı'yı çok iyi anlayan adam"dı. Topçu'nun, hocası ve arkadaşı olan Ökten'le ilgili şu değerlendirmesi dikkate değerdir: “Eğer bütün maddî imkân ve şartları, destekleyici hüsn ü niyetlerle birlikte kendisine verilmiş olsaydı, Celâl Hoca hayatının son yıllarında dahî İslâm dinini medeniyet âleminde 20. asır cemiyetini yaşatabilecek bir seviyeye yükseltici inkılâbı yapmaya muktedir bir mütefekkirdi. Vesikaların sıhhatini yoklamaya muktedir ihâta ile sahip olduğu yüksek terkip kabiliyetini kendinde birleştiren onun gibi ilim ve din adamını, değil memleketimizde, hattâ İslâm dünyasının ufukları arasında tasavvur edemiyorum.”
Uzun sayılabilecek ömrü ilim öğrenme ve öğretmeyle geçen Mahmut Celâleddin Ökten, titiz ve mükemmeliyetçi bir insan olduğu için basılı eser bırakmamıştır. Onun en büyük eseri ardında bıraktığı birbirinden kıymetli talebeleriydi. Bunlar arasında Orhan Okay, Selahattin Kaya, Emin Işık, Bekir Topaloğlu, İsmail Karaçam, Tayyar Altıkulaç, M. Saim Yeprem, Mehmet Ali Sarı, Kadir Mısıroğlu, Hayreddin Karaman, M. Yahya Kutluoğlu, eski Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel ve Tevfik İleri gibi isimleri sayabiliriz.

Mahmut Celâleddin Ökten öğretmekten keyif alan bir muallimdi.

Celâleddin Ökten, istenildiğinde her şartta başarılı olunabileceğine, meselelerin çözülebileceğine inanan ümitvar bir insandı. Bunu bizzat hayatıyla ve uygulamalarıyla göstermiştir. Kapanan her kapının yeni kapıların açılmasının milâdı olduğu düşüncesindeydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında bile dinî tedrisata dair umudunu kaybetmemiş, elinden geldiğince bu konuda yol almıştır. Ona göre Müslüman'ın gelecekten ümitsiz olma hakkı yoktur.
Celâl Hoca olmak kolay değildi. Celâl Hoca olmak için sabırlı ve kanaatkâr olmak gerekirdi. O benlikten arınmış, daima meşru sınırlar içerisinde sade bir hayat yaşamayı yeğlemiş, milletin ve ümmetin iyiliği için seferber olmuştu. Saygıda kusur etmemişti. Sevgi ve muhabbet konusunda cimri olmamıştı. Yaşlılığında bile ümmetin ve milletin selâmeti için durmadan çalışmıştır. Kendiyle ilgili hiçbir olumsuzluğu asla mesele hâline getirmemiştir.
Merhum Mahmut Celâleddin Ökten birçok ilmî sahaya büyük bir açlıkla ilgi duyan donanımlı bir eğitimciydi. O, çok iyi bir hoca olduğu halde ömrü boyunca gönüllü talebeliği de bırakmamıştır. Daima bir arayış içerisinde olmuştur. Peygamberimizin "Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz" hadisini kendine şiar edinmiştir. Öğrenme eyleminden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Zira o bilgide sınır tanımazdı. Çok geniş bir bilgi dağarcığı vardı.
İlim camiasındaki bilinen adıyla Celâl Hoca, bildiklerini öğretmekten büyük bir keyif alırdı. İlim adına bildiği ne varsa öğrencileriyle paylaşırdı. Çünkü bilgi paylaşıldıkça çoğalır ve bereketlenirdi. Kendisi ne biliyorsa öğrencilerinin de onları bilmesini isterdi.

Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet aydını olan Ökten, bir şahsiyet abidesiydi.

Mahmut Celâleddin Ökten, milletinin ve memleketinin kıymet hükümlerini önceleyen, yaşayan ve yaşatan idealist bir insandı. O, her şeyiyle yerli ve milliydi. Arapça, Farsça ve Fransızca dillerini iyi derecede biliyordu. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarına fevkalâde vakıf bir aydındı. Güçlü bir hafızaya sahip olduğu için bu edebiyatlardaki birçok şiir ezberindeydi. Batı felsefesini ve medeniyetini kaynağından okuyup anlayacak kadar Fransızcaya hakimdi. Ufku geniş bir insan olan Ökten, güçlü bir aidiyet ve tarih şuuruna sahipti. Milletinin şanlı geçmişiyle daima iftihar ederdi. Dört başı mamur bir eğitimle her şeyin değişebileceğine ve aksaklıkların düzelebileceğine inanırdı. Nefes aldıkça yeni şeyler öğrenen Ökten, ilmî ve ahlâkî bir disiplin sahibiydi. Bu disiplin onun hadiselere çok yönlü bakmasını sağlamıştır. Büyük bir azim ve güçlü bir irade sahibiydi o. Başladığı her işi başa vurmadan bırakmazdı. Bu süreçte karşılaştığı güçlükler onu yolundan alıkoymaz, aksine bu yola daha da bağlardı.
Merhum Celâleddin Ökten, ilmiyle, irfanıyla ve davranışlarıyla tam bir Osmanlı aydınıydı. Eğitim öğretimde kuru sözlerden ziyade davranışların daha etkili olduğuna inandığı için daima bir model olmaya gayret gösterirdi. Bu yüzden de öğretimde hayli etkili olmuştu.

İmanlı bir neslin inşası için harcanan hayırlı ve bereketli bir ömrün nihayeti

İmanlı ve ihlaslı bir insan olan Mahmut Celâleddin Ökten 79 yıl yaşadıktan sonra 21 Kasım 1961’de İstanbul’da rahmet-i Rahman'a kavuşmuştur. Edirnekapı (Sakızağacı) Şehitliği’ndeki aile kabristanına defnedilmiştir. Celal Hoca’nın talebelerinden olan Nurettin Topçu, hocasının vefatı üzerine şunları söylemiştir: “Vefakârlık ve dostluk duygularının serab olduğu anda bütün bir ömür beklerken, tek vefakâr dost; ölüm gelip yetişiyor. O öldü. Biz onun dünyamızda bıraktığı işlerden fazlasını tanımayız. Onun bize bıraktığı, gözleri kamaştıran ve âleme ebede kadar ışık dağıtacak bir ilim ve fazilet güneşidir. Onun bu muhteşem mirası paylaşmakla bitmez. Lâkin üstadın yazılı eseri bulunmadığı için, kendisinin kıskanç manevî mirasçıları, dostları ve bahusus talebeleri olacaktır. Ne mutlu onlara!”
Oğlu Prof. Dr. Sadettin Ökten'in deyimiyle Celâleddin Ökten herkesi ciddiye alan ve herkesçe ciddiye alınan bir insandı. Doğu'yu hakkıyla bilmek ve anlamak için Arapçanın, Batı'yı bilmek ve kaynağından okumak için de İngilizcenin bilinmesi gerektiğine inanırdı. Hoşgörülü olsa da inançlarında tavizsizdi. Kendisi için söylenen ağır sözleri duymazlıktan gelse de İslâm'a karşı söz söyleyenlere cevabını vermekte gecikmezdi. İslâm onun yegâne kimliğiydi. Türkiye'de İmam-Hatiplerin kuruluşunda ve imanlı nesillerin yetişmesinde çok büyük emekleri olan merhum M. Celâleddin Ökten aramızdan ayrılalı 58 yıl oldu. Ölümünün 58. yılında kendisini rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.


MÜMTAZ BİR DAVA VE TEŞKİLÂT ADAMI: MEHMET AKİF İNAN
M. NİHAT MALKOÇ

Eğitimcilikten Sendikacılığa 60 Yılın Muhasebesi
Eğitimci, araştırmacı, sendikacı, mütefekkir, şair ve yazar Mehmet Akif İnan, 12 Temmuz 1940 tarihinde Şanlıurfa'da, Balıklıgöl Mahallesi'nde dünyaya gelmiştir. Gümrük memuru olan babasının adı Hacı Müslim, aslen Kahramanmaraşlı olan annesinin ismi ise Şakire Hanım'dır. Baba tarafından Mirzaali Aşireti'ne mensupturlar.
Ailenin altı çocuğundan en büyüğü olan Mehmet Akif İnan'ın çocukluk ve ilk gençlik yılları Urfa'nın Su Mahallesi'nde geçmiştir. İlkokulu Urfa Cumhuriyet İlkokulu'nda, ortaokulu ve liseyi ise Urfa Lisesi'nde okumuş; fakat lise son sınıfta bir öğretmeniyle münakaşa ettiği için son senede naklini annesinin memleketi olan Maraş Lisesi'ne aldırmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu nakil, şair için bir çeşit sürgündür. 1959'da, sadece bir yıl okuduğu Maraş Lisesi'nden mezun olmuştur. Liseyi bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girmiş, ikinci sınıfta okuluna bir yıl ara verse de, 1972'de buradan mezun olmuştur. Üniversiteye bir yıl ara veren İnan'ı, şair ve yazar Nuri Pakdil, okulunu bitirmesi hususunda ikna etmiştir. O zamanlar fakülteden mezun olmak için öğrencilere tez hazırlattırırlardı. Mehmet Akif İnan da "Cumhuriyetten Sonra Türk Şiiri" konulu bir tez hazırlayarak okulundan mezun olmaya hak kazanmıştır.
Mehmet Akif İnan, fakülteyi bitirdikten sonra Uşak İmam-Hatip Lisesi'nde, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde ve Ankara Fen Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmıştır. Son okulundaki öğretmenlik vazifesi son nefesini verene kadar devam etmiştir.
Hislerini şiire ve yazıya ustalıkla döken Mehmet Akif İnan'ın ilk şiirleri ve yazıları 1957’den itibaren memleketinin yayın organı olan Urfa Demokrat gazetesinde yayımlanmıştır. Akif İnan, henüz öğrencilik yıllarında (1962-64) Salih Özcan'ın sahibi olduğu Hilâl dergisi ve yayınlarının idareciliğini üstlenmiştir. Şair İnan'ın yazı ve şiirlerinin bir kısmı, 1958-1993 yılları arasında Ankara merkezli 367 sayı çıkan bu İslâmî dergide yayımlanmıştır.
Üniversite öğrenimine bir süre ara veren Mehmet Akif İnan, 1964-69 yılları arasında Türk Ocakları Genel Merkezi’nde müdürlük yapmıştır. Bu dönemde başta "Türk Yurdu" olmak üzere; "Türk Ruhu, Filiz, Fedai, Orkun, Oku, Defne ve Yeni İstiklâl" gibi dergi ve gazetelerde şiir ve yazıları yayımlanmıştır. Bu dergilerde yayımlanan şiirlerini kitaplarına almamıştır. 1959’da Urfa'da bir grup arkadaşıyla "Derya" adlı bir gazete çıkarmıştır. 1972'de ilk kitabı olan "Edebiyat ve Medeniyet Üzerine" adlı eserini yayımlamıştır.
Teşkilâtçı bir insan olan Akif İnan,1969-1972 yıllarında Türk Taşıt Sendikası’nda uzman sendikacı olarak çalışmıştır. Bu onun sendikacılıktaki ilk tecrübesi olmuştur. 1965 yılının 23 Temmuz'unda edebiyat öğretmeni Sevim Hanım'la evlenmiş, bu evlilikten 1967'de kızı Şakire Banu dünyaya gelmiştir. Akif İnan 1975'te askerliğini kısa dönem olarak yapmıştır. 1980 yılında da Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara gitmiştir.
Mehmet Akif İnan, 1999 senesinin ortalarında kanser hastalığına yakalandığı için Ankara'daki çileli hastane süreçleri başlamış; fakat buna rağmen sendikadaki görevini ölümüne kadar devam ettirmiştir. Hastalığı ilerleyince yaşama dair ümitler kaybolmuş; doğduğu topraklara, memleketine götürülmüştür. "Yılların alnıma çektiği çizgi/Kocalttı başımı bir ehram gibi//Yaslasam gövdemi karlı dağlara/Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün" diyen Akif İnan, 2000 yılının ilk günlerinde tarihler 6 Aralık'ı gösterirken mübarek bir Ramazan gecesinde Rabbine kavuşmuştur. 07 Ocak'ta mahşerî bir kalabalığın mahzun şahitliğinde memleketinde, Urfa Harran Kapı Aile Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir.
Mehmet Akif İnan'ın adı başta memleketi Şanlıurfa olmak üzere, değişik illerimizdeki okullara, kütüphanelere, hastanelere, cadde ve parklara verilerek hatırası yaşatılmıştır.

Mâzi Ağacından İstikbâl Meyveleri Toplayan Titiz Bir Bahçivan
Mehmet Akif İnan millî ve manevî motiflerle bezenmiş bir şiir bohçasıdır. Bu bohçada bizi biz yapan değerler vardır. Osmanlı'dan Cumhuriyete kadar kadim medeniyetimizin ana ve ara renkleri bu bohçada uyum içerisindedir. Hiçbiri bir diğerini imha peşinde değildir.
Mehmet Akif İnan, aynı zamanda adaşı olduğu millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un dillendirdiği "Asım'ın Nesli"nin mücessem hâliydi. Kendi de böyle bir nesil yetiştirme arzusu ve gayreti içerisinde olmuştur. Onun bu güçlü azmi, zamanla en güzel meyvelerini vermiştir.
Mehmet Akif İnan; düşüncesi ne olursa olsun kimseyi ötekileştirmeyen, emeği ve alın terini daima önceleyen dost canlısı ve vefa sahibi bir insandı. O, "Yorumlar" adlı şiirinde "Bütün giysileri yırtsak yeridir/Yeter bize vefa elbiseleri" diyerek vefaya vurgu yapar.
Bir vefa abidesi olan Akif İnan'ın 60 yıllık bereketli hayatına baktığımızda onun vefayı hayatının paydası olarak gördüğüne, onu kuru sözlerle değil, tavır ve davranışlarıyla ispatladığına şahit oluruz. Zira o, bütün dostlarına son nefesine kadar vefalı davranmıştır.
Mütefekkir şair Mehmet Akif İnan; fikir yazılarını Millî Gazete, Yeni Devir ve Yeni İstiklâl gazeteleri aracılığıyla okurlarına ulaştırmıştır. Bu gazetelerdeki yazılarında zaman zaman Akif Reha, Akif Rehavî, Mehmet Reha ve Mithat Mirzaali takma adlarını kullanmıştır.
Mehmet Akif İnan'ın ikisi şiir, dokuzu nesir olmak üzere 11 kitabı mevcuttur. Şiir kitapları "Hicret" ve "Tenha Sözler" adını taşımaktadır. Nesir türündeki eserleri ise şunlardır: "Edebiyat ve Medeniyet Üzerine", "Yeni Türk Edebiyatı (Oktay Çağlar ile)", "Din ve Uygarlık", "Cumhuriyet’ten Sonra Türk Şiiri", "Edebiyat, Kültür ve Sanata Dair", "Siyaset Kokan Yazılar" , "İslâm Dünyası ve Ortadoğu" , "Söyleşiler", "Aydınlar, Batı ve Biz". Söz konusu kitapların yeni baskıları kurucusu olduğu Eğitim-bir-sen tarafından yapılmıştır.
Şiirde özgünlüğüyle tanınan Mehmet Akif İnan,1982’de KASD Deneme Ödülü’nü almıştır. 1995’te Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta yapılan Türkçenin Üçüncü Uluslararası Şiir Şöleni’nde kendisine Türkmenistan’ın ünlü şairi Mahdum Kulu Şiir Ödülü verilmiştir.

Mehmet Akif İnan, Sendikacı Kimliğiyle Bütün Anadolu Şehirlerini Dolaşmıştır.
Merhum Mehmet Akif İnan, şair ve yazarlığının yanında, teşkilâtçı bir insandı. O, bugün hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından Türkiye'nin en büyük sivil toplum kuruluşları ve memur sendikaları olan 1992'de kurulan Eğitimciler Birliği Sendikası(Eğitim-Bir-Sen) ile 1995 yılında kurulan Memur-Sen Konfederasyonu'nun kurucu genel başkanıydı. Bu görevini 1993 ilâ 2000 yılları arasında başarıyla sürdürmüştür. Sendikacılık alanında görev yaptığı süre içerisinde dürüstlüğü ve açık sözlülüğüyle sendikacılıkta çığır açmıştır.
"Her eylem yeniden diriltir beni/Nehirler düşlerim göl kenarında" diyen Mehmet Akif İnan lafazan değil, samimi ve kararlı duruşuyla bir eylem adamıydı. Sendikacı kimliğiyle dur durak bilmeden bütün Anadolu şehirlerini dolaşmış, insanları kenetlemiştir. Gerçek bir dava adamı olan İnan, Anadolu insanının şahsına münhasır bütün güzelliklerini yüreğinde mezcetmişti. Bu emsalsiz güzelliklerin rengi ve kokusu, yaptığı her işe sinmiştir.
İnancını hayat tarzına dönüştüren, millî ve manevî kıymetlere samimiyetle inanan Mehmet Akif İnan, inananların yüz akıydı. Onun müteşebbisliği ve aksiyon adamlığı Müslüman kesime büyük bir heyecan ve cesaret getirmiştir. O, bir sendikacı olarak sahaya çıktığı güne kadar ezilen, haklarını aramayan, aramadığı için de alamayan, tek tepkisi tepkisizlik olan, kanun gücü karşısında eli kolu bağlı oturan, sindirilen, çaresiz insanlara güven aşılayarak ve de önlerinde yürüyerek çare olmuştur. Üzerine ölü toprağı serpilen millî ve manevî şuuru uyandırmıştır. Sendikacılığa Müslümanca bir bakış açısı getirmiştir.
Sendikacılığı hak aramanın yanında kültürel bir birliktelik olarak da gören Mehmet Akif İnan, gücünü koltuktan alan değil, koltuğuna ve girdiği her ortama değer katan bilge bir insandı. Onun içindir ki kartvizitine bakılmaksızın her zaman saygı duyulan bir insan olmuştur. Sendikacılıkta kendi düşüncesini değil, daima ortak aklı esas almıştır.
Eğitimin mutfağından gelen bir insan olan Mehmet Akif İnan, ilk olarak Eğitimciler Birliği Sendikası'nı(Eğitim-Bir-Sen'i) kurarak aydın ve erdemli bir kitleyi arkasına almıştır. Onun tek derdi bu kitlenin maddî refahını sağlamak değildi. Ülkenin lokomotifi olan bu kesimin birikimlerinden yararlanmak, rayından çıkan eğitimi tekrar rayına oturtmak, eğitim meselelerini masaya yatırmak, topyekûn bir eğitim seferberliği oluşturmak, eğitime millî ve manevî ölçüleri esas alarak şekil vermek onun gayelerinin başında geliyordu.

Mehmet Akif İnan'ın Lise Yıllarında Başlayan ve Hiç Bitmeyen Şiir Sevdası
Üslûp sahibi usta bir şair olan Akif İnan'ın edebiyat sevdası Maraş Lisesi'ndeki öğrencilik yıllarına dayanır. İnan'ın, liseyi memleketi Urfa'da okurken kaderin tecellisi bir sebeple, naklini Maraş'a aldırması onun özellikle edebî hayatında çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Zira Maraş Lisesi'nde, gelecekte "Yedi Güzel Adam" olarak anılacak olan Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören ve Rasim Özdenören'le tanışmıştır.
İyi bir şair olan Mehmet Akif İnan az ve öz şiir yazmıştır. Büyük bir özenle ve titizlikle kaleme aldığı şiirlerini bir kenarda bekletmiş, tabir caizse demlenmeye bırakmıştır. O, hayatı boyunca "Hicret" ve "Tenha Sözler" adıyla sadece iki şiir kitabı çıkarmıştır. 1974'te yayımladığı ilk şiir kitabı olan "Hicret" ile 1991'de yayımladığı "Tenha Sözler" arasında tam 17 sene vardır. Bu da onun şiir işçiliğindeki titizliğini ve hassasiyetini gösterir.
Mehmet Akif İnan büyük ve kadim bir medeniyetin, İslâm medeniyetinin mümessiliydi. Onun içindir ki İnan'ın şiirlerinin merkezinde saman alevi gibi bir anda kaybolan beşerî aşklar değil, bir ömür savunduğu İslâm ve insanlık davası vardır. O kendi meselelerini bir kenara bırakmış, mazlum İslâm ümmetinin meselelerine kafa yormuş, kendince çözümler aramıştır. Onun içindir ki ona "Mescid-i Aksa ve Kudüs Şairi" denmiştir.
Mehmet Akif İnan'ın yolu, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en etkili fikir, sanat ve edebiyat dergileri olan Büyük Doğu, Diriliş, Mavera ve Edebiyat'la kesişmiştir.
Mehmet Akif İnan, Şeref Turhan'ın Ankara'daki kitapçı dükkânında gelecekte çok iyi dostluklar kuracağı, birlikte ortak dergiler çıkaracağı Nuri Pakdil'le tanışmıştır. 1963'te Türk Ocağı'nda müdürlük yaptığı yıllarda Pakdil'le aynı evde kalmıştır. İkili arasındaki dostluk ve samimiyet her geçen gün ilerlemiş, 1969'da Nuri Pakdil'le Edebiyat dergisini kurmuşlardır. Alaeddin ve Rasim Özdenören kardeşler ile Erdem Bayazıt da kurucular arasındadır. Söz konusu derginin ilk sayısı Şubat 1969'da yayımlanmıştır. Akif İnan'ın onlarca yazısı ve şiiri bu dergi aracılığıyla okurla buluşmuştur. Akif İnan bu derginin aynı zamanda isim babasıdır. İnan'ın ilk şiir kitabı olan Hicret'teki şiirlerin tamamı bu güzide dergide yayımlanmıştır.
M. Akif İnan'ın hayatında iz bırakan ve şairliğinin inkişaf etmesinde çok önemli rol oynayan dergilerden biri de Mavera'dır. Mavera onun şairlik hayatında dönüm noktasıdır. Bu dergiyi "Yedi Güzel Adam" olarak da adlandırılan Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin ve Hasan Seyithanoğlu, M. Akif İnan'la birlikte çıkarmışlardır. Derginin ilk sayısı Aralık 1976'da okurla buluşmuştur. 1976’dan 1990’a kadar aylık edebiyat dergisi olarak yayımlanan Mavera, toplamda 164 sayı çıkmıştır.
Şair Mehmet Akif İnan'ın öncelikle bir okur olarak sıkı irtibat içinde olduğu, daha sonra da eserlerini yayımladığı bir başka dergi de Sezai Karakoç'un 1960-1992 yılları arasında toplam 396 sayı yayımlanan düşünce, edebiyat ve siyaset muhtevalı Diriliş dergisidir.
1960'da Maraş'ta Necip Fazıl'la tanışan Mehmet Akif İnan'ın şiir ve yazıları Üstad Necip Fazıl'ın ses getiren Büyük Doğu mecmuasında da yayımlanmıştır. Bu dergi onun için adeta manevî bir sığınaktır. Şairin "Anamı sorarsan Büyük Doğu'dur" mısrası buna delildir.
Bir gönül adamı olan Mehmet Akif İnan gelenekle bağlarını koparmamış, tabir caizse "kökü mâzide olan âtî" diyebileceğimiz usta bir şairdir. Birbirinden derin, şekil ve içerik açısından öncekilere benzemeyen özgün şiirlerine baktığımızda bunu açıkça görürüz.
Modern zamanların dervişi diyebileceğimiz Mehmet Akif İnan edebiyat ve tasavvufla iç içe yaşayan bir münevverdi. Onun şiirlerinde tasavvufun derin izlerini bulmak mümkündür. Yepyeni bir imge evreni kuran Mehmet Akif İnan'ın şiirlerinde daha çok gazel tarzını benimsediğini görürüz. Fakat onun yazdıkları Divan edebiyatını taklit değil, onun modern çizgiye oturtulmuş şeklidir. Zira "Umut Gazeli", "Adsız Gazel", "El Gazeli" adlı bu gazellerde divan edebiyatı kurallarına uyulmamıştır. Zamanla her şey değişirken o da şiirinin temel dinamiklerini çağın gereklerine uydurmuştur. Böylelikle zamanın gerisinde kalmamıştır.
Mehmet Akif İnan Tercihini Siyasetten Yana Değil, Eğitimden Yana Kullanmıştır.
Binlerce talebe yetiştiren Mehmet Akif İnan malumat taciri değil, öğrencilerine sevgiyle yaklaşan, bu minvalde güçlü karakterler inşa eden iyi bir eğitimciydi. Ona göre mühim olan çok bilmek değil, şahsiyet sahibi olmaktır. Uşak İmam-Hatip Lisesi'nden Gazi Eğitim Enstitüsü'ne ve nihayetinde Ankara Fen Lisesi’ne kadar görev yaptığı her okulda iz bırakmıştır. O, bu ülkenin eğitimle kurtulacağına inanan, eğitimsizlikle batacağı endişesini taşıyan ufku geniş bir insandı. Bu nedenle kaht-ı ricale(donanımlı adam kıtlığı) vurgu yapmış, bu müzmin hastalığın giderilmesi için hep arayış içerisinde olmuştur. Onun içindir ki eğitimi hayatın öznesi kabul etmiş, bir sanatkâr olarak gördüğü öğretmenlerin çok iyi yetiştirilmesi gerektiğine inanmış, onların bu yolda güçlü bir şekilde teşkilâtlanmasını sağlamıştır. Akif İnan, hayatın sırtına yüklediği ağır yükü taşıma mecburiyeti yüzünden çok iyi bir öğrenci olamasa da ilerleyen zaman içerisinde manevî şuurla hareket eden iyi bir öğretmen olmuştur.
Mehmet Akif İnan örgün eğitimin dışında da, kitapları ve konferansları vasıtasıyla binlerce insanın kişiliğinin gelişmesinde ve düşüncelerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. O, en zahmetli işlerin başında yer alan insan yetiştirmenin önemine gönülden inanmış, bulunduğu her ortamda öğretmen gibi davranmış ve öğretmenlik misyonunu ustaca ifa etmiştir. Geçmişinden beslenerek geleceğine şekil veren idealist bireyler yetiştirmiştir.
Arkasından büyük kitlelerin yürüdüğü Mehmet Akif İnan, Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen Genel Başkanı olması hasebiyle çok güçlü bir simaydı. Onun sendikacılıktaki dik duruşunu ve örnekliğini görenler izinden yürümüştür. Başta minik bir kar tanesiyken, kartopu olmuş, sonra da bir çığa dönüşmüştür. Vaktiyle kendisine yapılan milletvekilliği teklifini geri çevirmiş, siyaset yerine sivil toplum kuruluşları içerinde hizmet etmeyi tercih etmiştir. Siyasete karşı olmamakla beraber tercihini siyasetten yana değil, eğitimden ve sendikacılıktan yana kullanmıştır. Bunun gerekçesini de şu sözlerle ifade etmiştir: “Siyasette ya birileri sizi harcar, ya da siz birilerini harcarsınız. Bizim misyonumuz adam harcamak değil, adam yetiştirmektir. Sendika ile sorunların üzerine gitmek çok daha önemli."
Türkiye'deki eğitim politikasının, sürekli değişmesine rağmen köklü çözümler getirememesi, çözümden çok sorun üretmesi, temcit pilavı gibi sürekli önümüze konulması onu fevkalâde rahatsız etmiştir. Bu hayatî meselenin Cumhuriyetin kuruluşundan beri vuzuha kavuşturulamaması onu yeni arayışlara itmiş, eğitimi ve eğitimcileri sendikal çalışmalarının odağına koymuştur. O, onlarca yıldır yapılanların çözüm getirmediğini söylemiş, mevcut durumdan duyduğu rahatsızlığı şu cümlelerle ifade etmiştir: “Bu eğitim düzeni Türkiye’nin donuk, ruhsuz, cansız bürokrasisine hizmet edecek diplomalılar yetiştirmektedir. Amacı bir diploma edinmek ve bu diploma ile iyi para kazanmak olan küçük adamlar yetiştiriyoruz."

Kudüs Davası'nı Namus Davası Gören İnan, "Mescid-i Aksa" Şairiydi.
Yaşadığı örnek hayatla İslâm'ın mücessem bir numunesi olan Mehmet Akif İnan, hiçbir zaman zalimlerin önünde eğilmedi; daima mazlumdan yana ve mazluma taraf oldu. İslâm'a ve Müslümanlara muhalif olanların karşısında ezilmedi, vakarını korudu, elif gibi dik, diri ve iri durdu. Zira İslâm ümmeti deyince akan sular dururdu onun için. Hele Kudüs ve ona kutsal bir belde hüviyeti kazandıran, aynı zamanda Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa söz konusu olunca adeta arslan kesilirdi. Onun dillere pelesenk olan, bir kısmını aşağıya aldığım "Mescid-i Aksa" şiiri tüm zamanların en güzel ve duygulu şiirlerindendir: "Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu/Varıp eşiğine alnımı koydum/Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu//Gözlerim yollarda bekler dururum/Nerde kardeşlerim diyordu bir ses/İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin/Unuttu mu bunu acaba herkes//Şimdi kimsecikler varmaz yanıma/Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım/Rüzgârlar silemez gözyaşlarımı/Çöllerde kayıp bir yetim vâhayım//Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Götür Müslüman'a selâm diyordu/Dayanamıyorum bu ayrılığa/Kucaklasın beni İslâm diyordu"

Bir Ömür Şiire Aşkla Bağlı Kalan Akif İnan, Poetikası Olan Bir Şairdi
Mehmet Akif İnan şiiri gelenekle imtizaç hâlindedir. Bu şiir, gücünü kadim gelenekten almıştır. Fakat geleneğe yaslanıp kalmamış, gelenekten aldığı hızla modern çağlarla buluşmuştur. Ondaki divan ve halk edebiyatı etkisi modern şiirle bütünleşmiştir. O, şiirinin temellerini dikerken gelenek kolonlarını kullanmış; ama üstüne modern bir şiir yapısı kondurmuştur. Onun poetika yazıları, şiirlerinin teorisini bütün çıplaklığıyla yansıtır. Türk edebiyatında birkaç örnekte sınırlı kalan poetika yazıları onunla yeni bir ivme kazanmıştır.
Bir ömür şiire aşkla bağlı kalan, yazdıklarından kat kat fazlasını okuyan Mehmet Akif İnan şiir okumayı tavsiye ediyordu hayatın cenderesinde sıkışıp kalanlara. Zira o, şiirle hemhâl olmayı ve şiir okumayı güçlü bir terapi yöntemi olarak görüyor ve şöyle diyordu: "Olayların kuşatması altındaysanız; bir yoğun hü¬zün ağmaktaysa üstünüze; günler, saatler bunalımın otağını kurmuşsa içinizde; sıkıntı bezirgânı haraca bağlamışsa sizi; aczden başka sermayeniz kalmamış gibiyse; dualar, yüreğinizin semtine uğramadan çıkı¬yorsa ağzınızdan; kendi sesiniz bile yabancı düşüyor¬sa kulaklarınıza şiir okumalısınız. Tüm sivrilikleri, abartmaları törpüleyen, düzleyen şiirdir. İfrat ve tefritin medd ü cezirleri, hayr vasatına şiirle girer. Hayrın vasatında temkin üzere iseniz, yine de ge¬reklidir size şiir. Çünkü hâlinizi tekâmül ettirmek, ye-teneklerinizi geliştirmek baş ödevinizdir. Şiir hikmet erbaplarının refikidir. Şiir, ilim mensuplarının arkadaşı olmuştur. Şiir dengeler insanı."

Yedi Güzel Adam'ın "Süreyya"sı Yahut Benim Gözümde Mehmet Akif İnan...
Yedi Güzel Adam'ın "Süreyya"sı olarak gördüğüm Mehmet Akif İnan, gönül göğümüzdeki zifiri karanlıkları bertaraf edendi. Onun olduğu yerde karanlık barınamazdı. Zira o, karanlıkların ve karanlık düşüncelerin düşmanıydı. O, her gittiği yeri gönül ışığıyla aydınlatırdı. Onun hayattan çekilmesi iyilik adına büyük bir kayıptı. İnan'ın vefatı üzerine yazdığım bir şiirle sözlerimi noktalamak istiyorum: "Yedi Güzel Adam’ın içinde Süreyya’dır/Sevgi ve muhabbette okyanustur, deryadır/Şahsiyetinin özü; iffet, edep, hayâdır/Hakikat ateşinde, aşk narında yanandır/Emeğe kıymet veren Mehmet Akif İnan’dır//Sahralarda boy atan vefa çınarıdır o!.../Bir fikir gözesidir, şefkat pınarıdır o!.../Yarımı bütünleyen öteki yarıdır o!.../Ümmetin vahdetine yürekten inanandır/Bu uğurda çırpınan Mehmet Akif İnan’dır//Urfa’nın gözbebeği, şiirin avazıdır/Aylardan zafer ayı, mevsimlerin yazıdır/Zalimin karşısında mazlumun niyazıdır/Çileleri bal edip ekmeğini banandır/Yılmaz dava adamı Mehmet Akif İnan’dır//Hakikate dört nala koşan süvaridir o!.../Kimsesizin kimsesi, mazlumun yâridir o!.../Yalnız Hakk’a köledir, varlıktan aridir o!.../Ceddini hayırlarla yâd eyleyen, anandır/Mâzisinden kopmayan Mehmet Akif İnan’dır//Ümmet başsız, yastayken; bu ahvâlden meyûstu/Sevgiliden uzakta, ruhu tende mahpustu/Hakikatin gür sesi, kış ortasında sustu/Kudüs, Mescid-i Aksa; onun için cânândır/Ümmeti kardeş bilen Mehmet Akif İnan’dır//Ötenin ötesinden, Mavera’dan çıktı o!.../Mümine dayatılan engellerden bıktı o!.../Hakikate örülen duvarları yıktı o!.../Bir kış vakti Rabbinin vuslatına kanandır/Rahmetle andığımız Mehmet Akif İnan’dır"
Ülke ve insanlık için paha biçilmez bir değer olan, benzerleri nadirat hükmünde sayılan Mehmet Akif İnan ‘Büyük rüyalarla geçmişse ömür,/ Hiç yanmam ölümün her çeşidine` demişti. Bunu derken mukaddes idealleriyle, engin bilgisiyle, mâziden âtîye irfan köprüsü teşkil eden derin kültürüyle, kürsüleri titreten hatipliğiyle, kabından taşan heyecanıyla, kutsal kıymetlerle cilalanmış öfkesiyle, her fikirden istifade eden teşkilâtçılık anlayışıyla, kararlılığı ve samimi eylemciliğiyle sanki farkında olmadan kendisini anlatmıştı. Bizler de onun peşinden giden dostları olarak aynı düşünceyi menzile taşıma derdindeyiz. Mehmet Akif İnan'ı doğumunun 80., ölümünün 20. yılında saygıyla ve rahmetle anıyoruz.

YAZMALAR YETİM KALDI
M.NİHAT MALKOÇ

Aynı meslekten olanların birbiriyle evlenme ihtimali doğal olarak daha yüksektir. Çünkü aynı meslekten olanlar genellikle aynı zevkleri ve aynı mekânları paylaşırlar. Bu da daha çok yüz göz olmalarına zemin hazırlar. Bu doğal karşılaşmalar gün gelir aşka, aşk da olgunlaşınca günün birinde evliliğe dönüşür. Ülkemizde ve dünyada bunun sayısız örneğine şahit olabilirsiniz. Romanyalı ressam Ernestine ile Türk ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümsüz aşklarını bilenler bilir. Hayat, bu iki resim ustasını aynı karede buluşturmuştu. 1930 yılında tanışan bu güzel çiftin daha sonra kitap haline de getirilen sevgi ve hasret yüklü aşk mektupları tabir caizse sandıklar dolusudur. Sonunda aynı yastığa baş koyan ve Eren adını alan Ernestine ile Bedri Rahmi’nin evliliğinin ilk ve tek meyvesi 1939’da dünyaya gelen ve babası gibi bir sanatkâr olan Mehmet Hamdi Eyüboğlu’dur.
Mehmet Hamdi Eyüboğlu hiçbir zaman babası kadar şöhretli olamadı; belki böyle bir şeyi tercih etmedi. Fakat yaşadıkça güzel işler yaptı ve babasının yolundan gitti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu da her fani gibi hayata gözlerini yumdu. Trabzon kökenli olan, ABD, Kanada gibi birçok ülkede kaldıktan sonra son yıllarda hayatını İstanbul’da sürdüren Mehmet Hamdi Eyüboğlu değerli yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun da yeğeniydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan kendisine miras kalan yazmacılık sanatını devam ettirmeye çalışıyordu. Onun hayat öyküsünü Mehmet Akif Bal’ın kaleme aldığı “Trabzonlu Ünlü Simalar” adlı eserden sizlere aktarmak istiyorum:
“Yazma sanatçısı Mehmet Hamdi Eyüboğlu 1939 yılında İstanbul’da doğdu. Maçka ilçesinden Prof. Dr. Bedri Rahmi Bey’in ve Eren Hanım’ın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini Fındıklı Örnek İlkokulu’nda, Fransız St. Joseph Lisesi’nde ve Kabataş Erkek Lisesi’nde tamamladı. Maya Galerisi’nde açılan yazma sergisinin hazırlanışında çalıştı. İlk baskı ve boyamalarını yaptı. 1960 yılında Kanada’ya gitti ve orada mektupla tanıştığı Fransız Kanadalı Hughette Bouffard’la evlendi. 1962 yılında ABD’de New Jersey Fairleight Dickinson Üniversitesi’nden burs kazandı ve Kanada’dan Amerika Birleşik Devletlerine geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde Philadelphia, California, Chicago ve New Jersey eyaletlerinde Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu sergilerini açtı. 1966 yılında okuduğu üniversitenin Pazarlama ve İstatistik bölümünden mezun olarak Türkiye’ye döndü. 1969–1975 yılları arasında İlsan, Roche ve Nasaş’ta araştırmacı ve pazarlamacı olarak çalıştı. 1976 yılında babası Bedri Rahmi’nin vefatı üzerine önemli bir değişim geçirdi; ailesini ve işini bırakarak annesi Eren Hanım’ın yanına döndü. Baba mesleğini yapmaya başladı. Uzun bir aradan sonra yazma sergileri açtı. 1977 yılında kalıp oyma dalında kendi buluşu olan yepyeni bir teknik geliştirdi. İlk kez Eren Eyüboğlu kalıpları oydu ve 1977–1992 yılları arasında çok sayıda sergi açtı.”(1)
Yazma ustası Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babasının yaptığı gibi bir yabancıyla evlenmeyi tercih etmişti. O, Kanadalı Hughette ile evliydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun eşi Hughette’nin anılarını içeren “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitap, kendini bir Türk gibi hisseden birinin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Okunmaya değer olan bu kitabın arka sayfasında eserin içeriğine dair şu ifadeler yer alıyor: “Bu anılar, bir Türk’e âşık olmuş, onunla evlenmiş, içinde yaşadığı toprak ve kültürden ayrılıp bambaşka bir toprak ve kültüre dâhil olmuş bir kadına ait; Türkiye’ye gelen bir geline. Kanadalı Hughette Hanım Türk resminin seçkin isimleri Bedri Rahmi - Eren Eyüboğlu ailesinin gelini. Ülkemize gelir gelmez, kültür ve sanat dünyamızın en önemli ve en renkli isimlerinin arasında buluyor kendini; yeni vatanını onlarla tanıyor... Mehmet Eyüboğlu’nun eşi olan, sağlık sektörüne önemli hizmetler veren, sürekli çalışan ve üreten Hughette Hanım’ın anıları, Türkiye'nin çalkantılı yıllarının ve aydınların başına gelenlerin trajik öyküsünü aktarıyor bize...”
Mehmet Hamdi Eyüboğlu iyi bir evlat örneği veriyordu. Zira babasının kitaplarını uzun yıllardan beri o, yayına hazırlıyordu. Özellikle annesi Eren Eyüboğlu’yla babası Bedri Rahmi Eyüboğlu arasındaki aşk mektuplarını bir araya getirdiği kitaplar önemlidir. Bu mektuplar bir dönemin sevgi tarihine düşülen notlar olarak da kabul edilebilir. İlginçtir ki bu mektuplar muhataplarına Türkçe değil, Fransızca yazılmıştır. Bu kitaplarda el yazısıyla yazılan mektuplar, zarflar, desenler, resimler, fotoğraflar da yer almaktadır. Onun, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu ile amcası Sabahattin Eyüboğlu arasında gidip gelen, birbirinden güzel olan ve edebî bir üslupla kaleme alınan mektupları “Kardeş Mektupları” adıyla yayına hazırladığını da belirtmek istiyorum. Mehmet Hamdi Bey’in anne ve babasına olan derin sevgisini ve muhabbetini aşağıdaki sözlerde bütün açıklığıyla ve çıplaklığıyla görebiliriz:
“...Babamı 21 Eylül 1975’te, annemi 29 Ağustos 1987’de yitirdim. Her ikisinde de çok sarsıldım. Bir daha geriye gelmemecesine yuvalarından uçan bu güzel insanlardan geriye kalanlara, akıllıca sahip çıkabilmek için çok zaman, güç ve para harcadım. Her ikisinin de çok özel ve güzel insanlar olduklarını, aklım ilkokul çağlarında kesmişti. Çevremizde bir sürü ana, baba vardı. Ama bizimkilerin havaları bambaşkaydı. Sergileri bir başkaydı. Konuşmaları, tartışmalar bir başkaydı. Eşleri, dostları, gelenleri, gidenleri bir başkaydı. Yemeleri, içmeleri bir başkaydı. Her ikisi de çok sevgi dolu insanlardı. Hayret ederlerdi; şaşarlardı. Çok okurlardı. Çok severlerdi. Her zaman, her yerde, herkesi severlerdi. Yedikleri sevgi, içtikleri sevgi, soludukları bile sevgiydi. Her günümüz bir şiir tadındaydı. Coşkulu insanlardı. Babamın kaç kere Ankara’da Saman Pazarı’nda bir kilim satıcısında gördüğü bir kilim karşında heyecanlanıp uzun süre ağladığına şahit olmuşumdur. Çok çalışkan insanlardı. Yaşam sarhoşuydular. İnsan gibi güler, insan gibi ağlar ama devler gibi çalışırlardı...”(2)
Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazmacılığa gönül vermiş, adeta sevdalanmış bir insandı. O bu işe sadece emeğini değil; sevgisini ve göz nurunu da katıyordu. En büyük gayesi babasının da felsefesi olan ‘güzeli çoğaltmak’ düşüncesini diri kılmaktı. O, güzeli çoğaltmak ve geniş kitlelere yaymak için yazmacılık geleneğini yaşatmaya çalışıyordu. Onun yazmacılıkla ilgili şu duygu ve düşünceleri bu arzuyu açıkça ortaya koymaktadır: “Motiflerimizin gönüllere girme, akılda kalma, insanları mutlu etme, onlara neşe, yaşama sevinci verme özellikleri var. Evrensellikleri var. Bizim motiflerin yayılma özellikleri var. İşte ben buna inandığım için yazmacı oldum. Buna ikna olduğum için çok özen gösteriyorum tezgâhıma... Bugün buradaysa diyorum ‘bizim yazmalar, yarın Çin’dedir.’ Ve benim yediveren ustalarım, annem babam yüreğimin taa içindedir. Onlara olan sonsuz sevgim, saygım, mesleğe olan aşkım, beni ayakta tutuyor. Ustalarıma olan sevgiyle eriyip yok olasım geliyor.
‘Erimek belirsizce her şeyde / Karışmak sulara, ‘yazmalara’… / Sinmek, kokusuna mor menekşenin / Yaşamak, damar damar, nefes nefes /Yaşamak, tükene tükene…’
İşte ben de böyle, damar damar, nefes nefes eriyorum yazmalarımda. Benim yazmamı eline alan Bedri Rahmi’nin yüreğini tutuyordur elinde… Eren Hanım ağacının dalındadır, yaprak yaprak… Onları yaşatmaktı dileğim. Kalıplarımı gözyaşlarımla oyuyorum. İçlerine de canımı katıyorum. Onların ne kadar has, ne kadar özlü olduklarını bildiğim için, işlerini kendi özümle sulandırsam bile, gayet iyi biliyorum ki, değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyecekler. Onların kişilikleri o kadar kuvvetli ki, sevgileri o kadar yoğun ve katıksız ki, çoğalmayla tatsızlaşmıyorlar. Zaten Bedri Rahmi’nin ellili yıllarda yazılarını izleyenler Bedri Rahmi’nin de yazmaya yönelmesinin asıl nedeninin ‘güzeli çoğaltmak’ olduğunu pek iyi anlayabilirler. Peki! Ben neresindeyim bu işin? Ben bir yazma emekçisiyim. Boyasından fırçasına, bezinden kalıbına... Alaettin lamba fitilinden, su pompasına kadar her taşın altındayım. İşi götüren benim, biricik eşimle hayat arkadaşım ve can yoldaşım Hüget Gelinle. Çalışan, ustalarımı alın terimle yaşatıyorum. Kendim de ‘Kandilli Yazmaları’na vurgunum. O yönde bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”( Sanat Çevresi Dergisi–1989)
Kalamış’taki babadan kalma atölyesinde babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiği yazmacılık sanatını sürdüren, bu sahada öğrenciler yetiştirerek bu sanatın silinip gitmesini önleyen Mehmet Hamdi Eyüboğlu doğrusu yaşadıkça güzel işlere imza attı. O, çok zor şartlar altında olsa da sanat değeri tartışılamayacak eserler üretti. Çalıştı, didindi, başardı.
Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazma sanatının yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. O, annesinin ve babasının tahta kalıplarını bulup onları bir anlamda yeniden diriltti. O, Kalamış’ta anne-babasından miras kalan evde kendi halinde mütevazı bir hayat yaşıyordu. ‘Onun hayatı kalıplar, boyalar ve kumaşlardan ibaretti’ dersek sanırım abartmış olmayız.
Merhum Mehmet Hamdi Eyüboğlu zor yıllar geçirdi. Kalp ve böbrek rahatsızlığından muzdaripti. Son dönemlerde tabir caizse hastanelerde süründü. Türk yazma sanatına önemli eserler kazandıran bu büyük ustayı küstürdüler. Hastanelerde kötü muamele gördü. O kadar çaresiz kaldı ki bir gün gazetelere bir ilan verdi. “Çok sevdiğim Türk halkına, belki de bu son seslenişimdir.” diye başlayan ilanda Türkiye’deki sağlık uygulamalarına da vurguda bulundu. Amacı şikâyet değildi. Kendi yaşadıklarını başkalarının da yaşamasını istemiyordu. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun hastanede yaşadıkları tam bir trajediydi. Hastanede doktorunun tavsiye ettiği yemekleri yedirmemişler ona; yatağından kaldırıp hareket ettirmedikleri için sırtında yaralar oluşmuş, hatta kendisine özel olarak temin edilen yatağını bile altından çekip almışlar. Türkiye’nin önemli bir sanatkârına yapılan bu muameleler gerçekten düşündürücüdür. Onun, Zaman gazetesinde yayınlanan serzenişinin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“2008 Aralık sonunda evimde rahatsızlandım. Ailem hastaneye kaldırılmama karar verdi. Beni, Kartal Koşuyolu Devlet Hastanesi’ne kaldırdılar. Orada iki günü bir odada geçirdikten sonra, rahatsızlığım yeniden baş gösterince, bu sefer yoğun bakım ünitesine yolladılar. Orada anlatılamayacak bir zaman süresi geçirdim. Yuvarlak hesap on gün kadar bir süre ama asla unutamayacağım bir on gün… Çok koydu bana!
Koğuşumda iki yatak ötede yatan hanımefendi, kalbine pil taktırmış Almanya’da. Allah’ım o piller bizim koğuşta birden canlandılar… Şakır şukur atmaya başladılar… Her çarpışta hasta yerinden sıçrıyor ve ‘Yeter ölmek istiyorum’ diye bağırıyordu. Bu üç gün böyle sürdü. Yazık değil mi? Hem hastaya hem de buraya şifa bulmak için gelen bana…
Geceleri koğuşumuzda yatan on dört, on beş hastayla meşgul olan bay ve bayanlar, sırra kadem basıp yok olduklarında, geri kalanlar sakin ve konforlu bir şekilde kikirdeştiler. Hatta saçları güzel örülmüş, güzel gözlü bayan nadide kuş sesleri çıkararak gecelerimize renk kattı. Olur mu bu? Sanki bizim halimizle dalga geçiyor gibiydiler…
Adı üstünde yoğun bakım ünitesi! Allah’ım ne bakım, ne yoğun… Kimseyi yermek için değil lafım. Dikkat edilirse seslenişimi sağlık kuruluşlarına değil, Türk halkına yapmamın nedeni budur. Arkadaşlar, burada sorunlar var. Benden söylemesi, sizden de çözmesi…”
Eyüboğlu, yazmacılıkta önemli bir insandı. Büyük bir Türk ressamı ve şairi olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’yla yine büyük bir ressam olan Eren Eyüboğlu’nun biricik oğluydu o... O, aynı zamanda Fenerbahçe Kulübü’nün stattan sorumlu yönetim kurulu üyesi, Yüksek Divan Kurulu Üyesi ve Sarı Lacivert Derneği Başkanı Rahmi Eyüboğlu’nun babasıydı.
Birbirinden güzel ve özgün yazmalarıyla Türk sanatında iz bırakmıştı Mehmet Hamdi Eyüboğlu… Yazmalarıyla tanınan Eyüboğlu, Antalya, İçel, Adana, İzmir, Bursa ve Trabzon gibi sayısız kentte kişisel sergiler açmıştı. Sanatçı en son yazmalarından oluşan 90 eserlik bir seçkiyi Eczacıbaşı Sanal Müze’de sergilemişti. Yetmiş yıllık ömrüne çok şey sığdırmıştı o... Onun birbirinden renkli ve güzel yazmaları kültürümüzde layık olduğu yerde yaşayacaktır.
Her yaşayan canlı bir gün ölecek elbette. Fani olan bu dünyada hoş bir seda bırakıp göçmenin gayreti içerisinde olmalı insanlar… Zira hoş bir seda bırakanlar hayırla ve rahmetle anılacaklar. Ünlü yazmacı Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun cenazesi Altunizade’deki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan öğle namazından sonra Küçükyalı’daki aile mezarlığında toprağa verildi. Bu büyük yazma ustasına Allah’tan rahmet diliyoruz.
Dipnotlar:
1. Mehmet Akif Bal, Trabzonlu Ünlü Simalar ve Trabzon’un Ünlü Aileleri, Çatı Yayınları, İstanbul 2007, s.320
2. Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu Aşk Mektupları 1932–1933, Yayına Hazırlayan: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Kasım 1995 s.5
İlk Yayın: Mortaka Dergisi/Bahar 2009/12. Sayı

MANEVİYATIN MERKEZİNDE BİR HAK(İKAT) DOSTU: MERKEZ EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ

Şehzadeler, sultanlar ve veliler diyarıdır Manisa. Osmanlı'nın gözbebeğidir bu şehir. Nice şehzade bu şehirde saltanatı düşleyerek yaşamıştır. Manisa hak ve hakikat dostlarının ve âlimlerin yatağıdır aynı zamanda. Bunlardan birisi de, bir çok ilim sahasında derin bilgilere vakıf olan Merkez Efendi'dir. Gönül göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Merkez Efendi. O, bir Hakk ve hakikat dostuydu. Son nefesine kadar da bu hususiyetini korumuştur.
Halvetî, Sünbülî şeyhi olan Merkez Efendi'nin asıl adı Muslihuddin Ebu Taki Musa bin Mustafa bin Kılıç'tır. Bu Hakk ve hakikat dostu, hicrî 868 (milâdî 1463) yılında Denizli'nin Sarı Mahmutlu köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Musa, künyesi Ebü't-Taki, lakabı Merkez Muslihuddin'dir. Babasının adı Mustafa, dedesinin adı Kılıç Bey'dir.
Merkez Efendi, ilk eğitimini memleketi Denizli'de aldıktan sonra 1478'de Bursa'ya giderek on beş yıl süren bir tahsilin ardından icazet almış, 1493'te de İstanbul'a gitmiştir. Hızır Velüyiddin Efendi ve Mevlâna Ahmet Paşa'dan dersler almıştır. Müderrislik için Bursa, Karaman ve Amasya şehirlerine gitmiştir. Bu dönemde Halvetiye Tarikatı icazetini almıştır. Etyemez Tekkesine devam eden Merkez Efendi burada Şeyh Yusuf Sinaeddin Efendi(Sünbül Efendi)’nin müridi, halifesi ve talebesi olmuş, onun rahle-i tedrisatından geçmiştir.
Yaşadığı çağın mühim âlimlerinden Merkez Efendi'nin öğrenmeye çok büyük hevesi vardı. O, tefsir, hadis, fıkıh ve tıp alanında eğitim görmüştür. Küçük yaşlarda hafız olmuştur. Zamanında dinî ilimlerde önemli bir otorite sayılmıştır. Bu Allah dostunun hayatı, insanları eğitmekle ve onlara nasihat etmekle geçmiştir. Ömrünü Hakk ve hakikat yolunda harcamış, insanları doğru yona yöneltmiştir. 959’da (1552) vefat eden Merkez Efendi, Mevlânakapı dışında kendi adıyla anılan dergâhın yanına defnedilmiş, daha sonra kabrinin üzerine bir türbe inşa edilmiştir. Türbesi İstanbul’un en önemli ziyaretgâhlarından biridir. Halvetî-Sünbülî Şeyhi Yusuf b. Yakup’un verdiği bilgiye göre cenaze namazı Fatih Camii’nde Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi tarafından kıldırılmıştır. Onun hayatıyla ilgili birçok rivayet mevcuttur.
Kalp gözü açık olan Merkez Efendi'nin beş yüzden fazla halifesi olduğu belirtilmektedir. Merkez Efendi öldükten sonra yerine, önce oğlu Ahmet Çelebi, sonra da diğer oğlu Yakup Halîfe geçmiştir. Yüzlerce talebe yetiştiren Merkez Efendi'nin herhangi bir telif eseri bulunmamaktadır. 1514-1520 yılları arasında, Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan'ın Manisa'daki külliyesine ait zaviyede şeyhlik yapan Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendi'nin 936'da (1529) vefatı üzerine İstanbul'a gelerek Koca Mustafa Paşa Külliyesi'ndeki tekkenin meşihatını üstlenmiş, hayatının sonuna kadar bu görevi sürdürmüş, bu arada zaman zaman sur dışındaki tekkenin çilehanesinde halvete girmiş, muhtemelen bu tekkenin de şeyhliğini yürütmüş, vefatında (H. 959-M. 1552) buraya gömülmüştür.

Merkez Efendi'nin İcadı: Şifalı Mesir Macunu...

"Çiçeklerin Efendisi" olarak nitelendirilen Merkez Efendi, dinî ilimlerde önemli bir şahsiyet olduğu gibi, tıbbî ilimlerde de önemli bir kişidir. O, çiçekler ve baharatlar konusunda engin bilgilere sahipti. Geçmişten günümüze Manisa'nın Sultan Camii minarelerinden halka atılan mesir macunu Merkez Efendi'nin bir icadıdır. 1522 yılında Yavuz Sultan Selim'in eşi, Kanunî Sultan Süleyman'ın annesi Ayşe Hafsa Sultan hastalanınca, dönemin ünlü hekimi Merkez Efendi, 41 çeşit baharatı karıştırarak elde ettiği ürünü Sultan'a yedirdi. Bir süre sonra iyileşen Ayşe Hafsa Sultan, bu macunun her yıl aynı dönemde üretilerek halka saçılmasını buyurdu. Bunun üzerine her yıl nevruz günü 41 çeşit baharat karılarak hazırlanan mesir macunu, Manisa'daki Sultan Camisi'nin kubbe ve minarelerinden halka saçılıyor.
İlk kez Merkez Efendi'nin yaptığı mesir macunu 475 yıldır üretiliyor. Bu şifa kaynağında "Tarçın, karabiber, yeni bahar, karanfil, çörek otu, hardal tohumu, anason, kişniş, zencefil, tarçın çiçeği, zerdeçal, Hindistan cevizi, rezene, kebabiye, sinameki, sarı halile, vanilya, darıfülfül, kakule, havlıcan, zulumba, hıyarşembe, safran, iksir, kimyon, galanga, çam sakızı, mirsafi, meyan balı, şamlı şaşlı, limon kabuğu, kremtartar, zağfiran, udülkahır, çöpçini, eskir, tiryak, ravend, limon tuzu, tekemercini tohumu, günbalı." kullanılıyor.

Merkez Efendi Külliyesi, Camii ve Türbesi...

Büyük bir âlim olan ve herkesin saygısını kazanan Merkez Efendi de her fani gibi vakti gelince bu dünyadan göçmüştür. Merkez Efendi'nin türbesi İstanbul'da Zeytinburnu ilçesinin Topkapı semtinde bulunmaktadır. Merkez Efendi'nin türbesinin de bulunduğu külliyenin içinde cami, tevhidhâne, harem, dârülkurrâ, hamam, mutfak, taamhâne, derviş hücreleri, çeşme, çilehâne, kuyu ve şadırvan gibi birimler bulunmaktadır.
Merkez Efendi Camii'nin banisi Yavuz Sultan Selim'in kızı Şah Sultan'dır. Avlu kapısı üzerindeki yeşil kitabede yapılış tarihi 1580 olarak verilmektedir. Camiyi Mimar Sinan yenilemiştir. Cami 1837'de II. Mahmut tarafından tekrar onarılmıştır. Kare planda, kagir, ahşap çatılı, bitişik tek şerefeli minaresi bulunan cami sarı boyalıdır. Camiye avlu kapısından girildiğinde solda küçük bir türbede Merkez Efendi'nin iki torununun sandukaları bulunur. Buranın karşısında Merkez Efendi Türbesi vardır. Burası tabir caizse Halvetîliğin üssüdür.
Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, tarikat külliyesi niteliğindeki İstanbul'un Zeytinburnu ilçesindesinde Topkapı semtindeki yere camiyi ve tevhidhaneyi 1552- 1557 yılları arasında yaptırmıştır. Bizans surlarının Mevlâna Kapısı yönünden çıkınca caddenin karşısında Merkez Efendi Mezarlığı ve Merkez Efendi Camii bulunmaktadır. Merkez Efendi türbesi de yine caminin olduğu yerde bulunmaktadır. Türbenin giriş kısmındaki ahşap tavanlı bölümdeki parmaklıkla çevrili tarafta Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ahmed Mesud, Mustafa Efendi, Nurullah Efendi, Hatice Hanım, Sıdıka Hanım, Fatma Hatun, Şeyh Mehmed Nureddin yatmaktadır. Zaman içinde yıpranan yapı 1837 senesinde II. Mahmut tarafından yenilenmiştir. Merkez Efendi'nin türbesiyle ilgili TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şu önemli bilgilere yer verilmektedir:
"Merkez Efendi'ye ait olan kare planlı asıl türbe ilk inşa edildiği haliyle zamanımıza kadar gelememiş ve muhtemelen duvar hizaları korunarak II. Mahmud döneminde yeniden yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde 1836'da yapının kuzeyine, Merkez Efendi'den sonraki bazı şeyhlerle bunların aile fertlerinin sandukalarının yer aldığı dikdörtgen planlı bir bölüm eklenmiş, bu arada asıl türbenin kuzey duvarı kaldırılarak bu açıklık, yanlarda mermer
sütunlara oturan sepet kulpu biçiminde bir kemerle geçilmiştir. Her iki kesimin duvarları moloz taş ve tuğlayla örülmüş, cümle kapısının karşısına gelen batı cephesi
baştan başa mermer kaplanmıştır. Esas türbe içeriden bağdâdî sıva, dışarıdan kurşun kaplı bir kubbeyle, ek bölüm ise kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür.
Yapının batı cephesinde kilit taşlı yuvarlak kemerleri olan üç adet pencere sıralanmakta, pencerelerin alt hizasından geçen bir silme cephe boyunca devam etmektedir. Türbenin girişi ek bölümün kuzey duvarındadır. Merkez Efendi'nin gömülü olduğu kesimin duvarları kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinileriyle kaplıdır. Kubbenin içinde çinilerle aynı döneme ait, benzerine Yıldız Hamidiye Camii'nde ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu'nda rastlanan yıldızlı gökyüzü görünümünde bir süsleme bulunur. Sandukaları
kuşatan oymalı ahşap parmaklıklar içinde Merkez Efendi'ye ait olanı XVIII. yüzyıl üslûbunu yansıtan sedef ve bağa kaplamalıdır."(TDV İslâm Ansiklopedisi, Merkez Efendi Külliyesi Maddesi, M. Baha Tanman, s. 202-205, cilt 29)
Merkez Efendi'nin sandukasının önünde Hattat Aziz Efendi’nin yazdığı şu mısralar yer almaktadır: "Merhaba Ey Merkez-i Devran-ı Can/Merhaba Ey Kutb-u Kevneyn-i mekân/Zahir-ü batında nurun olmada/Aftab ve sen cümleye su’le feşan/Kıymetin bilinmekte acizdir ukûl/Ayni nûr-u Mustafasın bi güman/Doğsa şems garbden dedi Molla-yi Rum/Aynı hurşittir ki meşrikten doğan/Zarf değişse hak hakikat payidar/Gafil olma aç gözün bir gör ayan/Daire meydanda biz içindeyiz/Nur-u zahir körlere Merkez nihan/Lütfü ulviyetini tarif mahal/Çünkü bu tariften acizdir lisan/Âşık-ı hayranının şahım senin/Melceim sensin Habib-i müs’tean/Bendelikten etme azad bizleri/Daima kurban sana ken’an cenan..."


MESUT ÖZİL ÖZELİNDE ALMANYA'DA VE BATI'DA IRKÇILIĞIN HORTLAMASI
M. NİHAT MALKOÇ

Irkçılık insanları ayrıştıran ve nefret duygularını besleyen lanetlenmiş bir kavramdır. Gelmiş geçmiş en etkili Amerikalı Müslüman siyahî siyasetçilerden Malcolm X'in söylediği gibi "Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır." Bu hastalığın yerinde ve zamanında tedavi edilememesi toplumlarda ciddi rahatsızlıklara sebep olur.
Belli gayeler uğruna dünyaya gönderilen insanlar Allah'ın şerefli birer mahlukudur. Rabbimiz bunu "eşref-i mahlukat" kavramışla dile getirmiştir. Onun için bütün insanlar Hakk nazarında özü itibariyle kıymetlidir. Fakat insanlar eylemleriyle "eşref-i mahlukat" mertebesinden maazallah "esfel-i safilin" çukuruna da düşebilirler. Demem o ki insanı değerli kılan bir ömür boyunca yapıp ettikleridir. "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır."(Hucurat 13) ayeti de bunu vurgular.
Irk ayrımı bir ırkı üstün, başka bir ırkı aşağı görme küstahlığıdır. Aşağı görülen ırk, üstün görülen ırkın zorunlu hizmetkârı konumundadır. Bu da bir çeşit modern kölelik demektir. Üstün ırktan geldiğini iddia edenlere göre bu, yaratılıştan gelen (hâşa) ilâhî bir durumdur. Kişinin çalışıp çabalamakla bu çirkin yaftadan kurtulması da mümkün değildir. Hakir görülen ırk ve bu ırka mensup olan kişi dünyanın en zeki insanı olsa bile bu insanlık dışı etiketi ömür boyu taşımaya mahkûmdur. Üstün ırktan olan kişi deli bile olsa, aşağı görülen ırkın efendisidir. Aşağı görülen de kendisini üstün ırktan görenlerin bir çeşit paryası konumundadır. Bu, insanların temelde eşit olduğu prensibine de aykırıdır. Bunun biyolojik, antropolojik ve ilmî hiçbir açıklaması yoktur. Tamamen öznel ve keyfî bir bakış açısıdır.
Rabbimiz biz kullarını dünyaya gönderirken bize kulluk gibi ağır bir sorumluluk yüklemiştir. Bunun sınırlarını da değişik zamanlarda gönderdiği kutsal kitaplarda çizmiştir. Son ilâhi kitap olan Kur'an-ı Kerim, kulluğun çerçevesini ortaya koymuştur. O açıdan kulluğun derecesi insanlığımızın derecesini de belirler. İyi ahlâk ve kâmil iman dışında sonradan kazanılan hiçbir şey Hakk katında üstünlük göstergesi olarak kabul edilemez.
Bizi farklı dillerde ve renklerde yaratan Rabbimiz kendine yakın olma(takva) dışında aramızda hiçbir üstünlük gözetmemiştir. Dil, din ve renk farklılığı ırkçılığı gerektiren bir durum değildir. Hepimiz bu fâni dünyada insanca bir hayat yaşamanın derdindeyiz. "Gözlerimizin ve derimizin rengi ne olursa olsun, gözyaşlarımızın rengi aynıdır." beylik sözü dertlerimizin ortak olduğunu gösteren güzel bir ifadedir. Durum bu iken bu kibir niye?
Hiç kimse ırkçı olarak doğmaz. Irkçılık sonradan öğrenilen kötü bir davranıştır. Aldığımız yanlış terbiye, edindiğimiz sakıncalı öğretiler ve kötü çevre bizi ırkçı yapar. Bu bir yetişme tarzı ve anlayış meselesidir. Hangi milletten olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın ırkçılık ciddi bir insanlık suçudur, bunu yapanlar yalnızlaştırılmalıdır; hatta lanetlenmelidir. Eğer böyle davranılırsa bu hastalıklı ruha sahip olanlar etrafında taraftar bulamayacaktır.
Geçen zaman içerisinde insanlar maddî ve manevî her şeyi, bütün bilimleri öğrendi; ama sevgiyi, kardeşliği ve barış içerisinde dostça yaşamayı bir türlü öğrenemedi. Onun içindir ki dünyada silahlanma yarışı aldı başını gitti. Bütçelerin çoğu ölüm makinelerine ayrıldı.
İslâmiyet; dilleri, dinleri ve renkleri ne olursa olsun bütün insanlara kardeşlik nazarıyla bakmamızı öngörür. Sevgide de, nefrette de ileri gitmememiz gerektiğini öğütler. Çünkü bugün çok sevdiklerimiz yarın düşmanımız, bugün nefret ettiklerimiz de dostumuz olabilir. Müslüman, etrafındaki insanlara adeta bir renk körüymüş gibi bakar. Çünkü Hakk nazarında kişinin beyaz, siyah veya sarı ırktan olması bir şey ifade etmez. Mühim olan zarf değil, mazruftur. Bizler kişinin dışına bakarak içine yönelik hükümlerde bulunamayız.

Dünya devletleri geçen zaman içerisinde bilimde ve uygarlıkta çok büyük atılımlar gerçekleştirmiş olmasına rağmen ırkçılık ve ayrımcılık meselesi ne yazık ki bugün de tazeliğini koruyan bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu mesele aslında yeni değildir; belki insanlıkla yaşıttır. Zamanı biraz daha somutlaştırdığımızda 15. ve 16. yüzyılları bu meselenin başladığı, 17. ve 19. yüzyıl arasındaki süreci de bu meselenin daha da dikkat çekmeye bağladığı yüzyıllar olarak gösterebiliriz. Bunun esas nedeni de ırkların tasnifidir. Bunun yanında ideolojik yaklaşımlar ve emperyalizmin getirdiği sıkıntılar da tuzu biberi olmuştur.
İnsanların sırf derilerinin renginin ölçü alınarak tasnif edilmesi çağdışı bir yaklaşımdır. Çünkü insanı yaratan Allah hiç kimseye nasıl yaratılmak istediğini sormamıştır. Bu tamamen Allah'ın tasarrufundadır. Hem renklerin birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.
Irkçılık bencilliğin tezahürüdür. Fertlerin ve toplumların doğuştan getirdiği özel imtiyazları yoktur. En büyük üstünlüğümüz insan olarak doğmamızdır. Hepimiz insan olduğumuza göre hayatta birbirimize eşit mesafedeyiz. Köle de, efendi de yoktur.
Yüce dinimiz İslâmiyet ırkçılığa asla müsaade etmemiştir. İslâm sevgi ve hoşgörü dini olduğu için, yaratılan bütün canlılara merhamet nazarıyla bakılmasını emretmiştir. İslâm'ın millet anlayışıyla Batı'nın millet anlayışı istinat noktaları açısından farklılıklar arz etmektedir. İslâm'ın gözbebeği olan Türklerin millet anlayışları İslâm'la birebir örtüşmektedir. Zira İslâm'ın öngördüğü ve Türklerin benimsediği millet anlayışında esas olan ırk değil, kader birliği ve inançtır. Millet kavramına inanç çerçevesinden bakan milletimiz meseleyi İbrahimî çerçeveye oturtmuştur. Onun içindir ki Türkiye'de yaşayan insanlar Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abhaz, Zaza, Arnavut, Azerî, Gürcü ve Boşnak gibi ırkına inilmeden tek bir millet sayılmıştır. Aynı gaye uğrunda çalışanlar ve ülkesini sevenler baş tacı edilmiştir.
Kâinatın manevî güneşi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav), Hicret'in 10. yılında büyük bir kalabalığa karşı irat ettiği Vedâ Hutbesi'nde, "Ashâbım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır; ayağımın altındadır" buyurmuştur. Resulullah aynı konuşmasında ayrıca, "Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz." buyurarak bütün zamanlara şamil hakikat esaslarını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlanmadan 1316 yıl evvel insanlara duyurmuştur. Bizler bu sese kulak vermeliyiz.
Bir zamanlar insanlığa adalet dağıtan bir cihan devleti olan Osmanlıyı parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen düşman devletler, Osmanlıyı meydana getiren farklı milletleri milliyetçilik ve ırkçılık etrafında ayaklandırmaya çalışmışlar; ne yazık ki bunda başarılı da olmuşlardır. Bunu gören Mehmet Akif, oyuna gelen kitleleri şu sert mısralarıyla uyarmıştır: “Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!/Dinle Peygamber-i Zîşanın ilâhî sözünü!/Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,/Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,/Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?/ Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?/ Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,/Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,/ Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir/Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…”

Üstün Irk Safsatası ve İsrail'in İflâh Olmaz Irkçılığı

Bugün dünya devletleri içerisinde ırkçılığın en bariz olarak görüldüğü, adeta bir çeşit devlet politikası hâline getirildiği yer Ortadoğu'nun çıbanbaşı İsrail'dir. Oysa aynı İsrail ırkçı bakış açısından çok sıkıntılar çekmiş, bu yüzden ağır bedeller ödemiş bir ülkedir. Zira Yahudiler sırf inanç ve ırklarından dolayı Hitler tarafından soykırıma tabi tutulmuşlardır.
Dünya devletleri İsrail'in ırkçı tutumları konusunda hemfikir olsa da bazı devletler bunları görmezden gelmektedir. Bilindiği üzere 1975’te Birleşmiş Milletler Siyonizm’i ırkçılıkla aynı kefeye koyan bir karar almış, ancak bu karar 1991’de iptal edilmişti.
Bugün İsrail alenen ırkçılık yapmaktadır. Yahudi milliyetçiliği olarak tanımlanan Siyonizm bunun genel çerçevesini oluşturmaktadır. Bu anlayışın temelinde Filistin toprakları üzerinde Yahudi devleti kurmak vardır. Bu düşünce 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde Theodore Herzl’in topladığı Dünya Siyonist Kongresi ile tarih sahnesindeki yerini almıştır. Yahudiler o günden beri cebren ve hileyle adım adım ilerleyip Filistin topraklarını gasp etmişlerdir. Bunu şiddet kullanarak kanla ve nefretle gerçekleştirmişlerdir.
Kendilerini üstün ırktan sayan Yahudiler, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin birinci maddesinin "Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar." hükmünden herhalde haberdar değildir. Haberdar olsalardı bugünkü gibi davranmazlardı.
Bugün İsrail, ABD'den ve Batı'dan aldığı güçle topraklarını işgal ettiği Filistin halkına her gün zulüm ve işkence etmektedir. Kim ne derse desin İsrail'in işgal politikalarına destek veren ABD, dünyanın en büyük ırkçı devletidir. O ABD 1965 tarihli "Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme"yi imzalamamıştır. ABD'nin şımarık çocuğu mesabesindeki İsrail, babası olan ABD'den biraz daha ileri giderek söz konusu sözleşmeyi imzalamadığı gibi aynı zamanda alenen reddetmiştir. Durum bu iken dünyanın jandarmalığını yapan, öksüz ve yetimlerin gözyaşından beslenen ABD kabadayısını "özgürlükler ülkesi" olarak nitelemek ne kadar komiktir. Irkçılığın ortadan kaldırılmasını öngören sözleşmeyi reddetme kararı alan İsrail'i ırkçı olarak nitelememek ne gariptir.
Bugünkü Yahudiler dinilerine bağlı gözükse de ataları olan Musa Peygamberin 10 Emrine de sadık kalmamaktadırlar. Zira On Emir'de "Adam öldürmeyeceksin. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin." dense de onlar her gün Filistinli mazlumları öldürüyor, topraklarını çalıyorlar. Bu durum onların dinlerinde de samimi olmadıklarını gösteriyor.

Mesut Özil Özelinde Almanya'da ve Batı'da Irkçılığın Ayak Sesleri

Malum olduğu üzere Alman millî takımının Türk asıllı futbolcusu Mesut Özil 21. yüzyılı yaşadığımız bu medenî(!) zamanda seviyesiz ırkçılık tartışmalarının ardından Alman millî takımını bıraktı. Bir zamanlar Alman milli takımı Dünya Kupası maçlarında ve Avrupa şampiyonasında başarıdan başarıya koşuyordu. Hatta bu sene kupadan bir hayli erken elenen Almanya, son dünya kupasını kazanan takımdı. O zamanlar Mesut Özil'in milleti ve milliyeti hiç konuşulmuyordu. Çünkü takımın başarılı oyuncusu Alman olarak görülüyordu. Ne zamanki Alman milli takımı düşüşe geçti, bu seneki Dünya Kupası maçlarında bir varlık gösteremedi, bu takımın önemli bir parçası olan Mesut Özil de tartışılmaya başlandı. Aslında Almanya futbol çevreleri bir günah keçisi arıyordu. O günah keçisi de Mesut Özil oldu.
"Aklın yolu birdir" derler. Alman millî takımının başarısızlığının ardından mantıklı olan şey, bu ekibi oluşturan oyuncularının milliyetlerinin tartışılması değil, oyun performanslarının tartışılmasıydı. Zira başarı planlı ve doğru çalışmanın ürünüdür, başarısızlık ise yanlışların çokluğunun bariz işaretidir. Yetkili çevreler öncelikle ellerini başına koyup "Biz nerede yanlış yaptık?" sorusunu kendilerine sormalıydı. Durum bundan ibaretken meseleyi milliyet ve ırk boyutuna taşımak son derece yanlıştır. Zira bu seneki Dünya Kupasını müzesine götüren Fransa millî takımına baktığımızda bu başarılı takımı oluşturan as oyuncuların sadece ikisinin Fransız kökenli olduğunu görürüz. Başarı durumunda gündeme gelmeyen ırk mevzusu, başarısızlık durumunda da gündeme gelmemelidir.
Şöyle bir düşünün: Alman milli takımında başarılar art arda gelirken, her şey güllük gülistanlıkken Mesut Özil Alman'dı da, başarısızlık olunca mi Türk oldu? Böyle mantıksız ve taraflı bir bakış açısı olabilir mi? Bu çağda bunları konuşmak ne kadar da ayıp...
Aslında ırkçılık başta Almanya olmak üzere, Batı ülkelerinde her zaman vardı. Mesut Özil olayı, bardağı taşıran son damla oldu. Bu son çıkış, konuyu tekrar gündeme oturttu.
Mesut Özil'in Alman medyası, Alman Futbol Federasyonu ve Alman siyaset çevreleri tarafından, tabir caize aforoz edilmesinin gerekçesi Türkiye Cumhuriyeti'nin seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la fotoğraf çektirmesi oldu. Türk kökenli bir insanın kendi ülkesinin Cumhurbaşkanıyla fotoğraf çekilmesi o kişi için bir onur vesilesidir. Böyle bir davranıştan daha tabiî ne olabilir ki? Sizin ülke olarak başka hesaplarınız olabilir. Bu kirli ve aşağılık hesaplardan yola çıkarak dünyanın parmakla gösterilen ve İngiltere'nin en köklü camialarından biri olan Arsenal kulübünde forma giyen bir dünya yıldızını ırk tartışmalarına kurban edemezsiniz. Bir dünya yıldızı olan Mesut Özil Alman Millî Takımına 12 yıl hizmet etti. O süreçte adeta bir Alman gibi takımının başarısı için ter döktü. Bunu yaparken derdi Alman veya Türk olmak değildi, aksine yegâne düşüncesi işinin hakkını vermekti; iş ahlâkını öncelemekti. Siz böyle düşünen bir insana ırkçılık penceresinden bakarak onu aşağılayamazsınız. Yok böyle bir şey. Bu davranış ne vefaya ne de insanlığa sığar.
Mesut Özil'in, kendisine yönelik ırkçılık söylemleri gerekçesiyle daha şöhretinin zirvesindeyken hiç tereddüt etmeden Alman millî takımını bırakması, böylelikle Avrupa'nın ırkçılık söylemini bir kere daha gündeme taşıması son derece anlamlı ve önemlidir. Özil'în bu soylu davranışı bazı taraflı çevrelerce eleştirilse de, Avrupa'ya işçi ve göçmen olarak giden yabancılar tarafından desteklenmiştir. Çünkü o, bu asil duruşuyla sessiz çoğunluğun sesi ve temsilcisi olmuştur. Bir anlamda sükûttan beslenenlere yüksek sesle "Kral çıplak!" demiştir.
İkinci Dünya Savaşı'yla manevî anlamda moral değerleri sıfırlanan ve maddî anlamda da adeta yerle bir olan Almanya'yı ayağa kaldıran ve çağdaş dünya devletleriyle yarışır konuma getiren 1960'lı yıllarda başlayan işçi alımları ve göçlerdir. Almanya o yıllarda kalkınmaya odaklandığı için kimin nereden geldiğine veya inancının ne olduğuna bakmamıştır. Zaten göçmenler kısa zamanda ortaya koydukları başarı hikâyeleriyle dikkat çekmeye başlamışlardır. Fakat daha sonra Almanya'nın yabancılara bakış açısı değişmiştir.
Dünyanın en aşağı davranışı olan ırkçılığın şekli ülkeden ülkeye değişebilmektedir. Mesela Doğu Avrupa ülkelerinde siyah tenli oyunculara muz atma ve maymun sesi çıkarma ön plandayken başka ülkelerde farklı şekillerde tezahür etmektedir. Bazı ülkeler bu işi açıkça yaparken bazıları gizli biçimde yapmakta, sonra da yaptığı çirkinliği inkâr etmektedir.
Bugün dünyayı kan gölüne döndüren ABD'nin ve onun günahlarına ortak olan Avrupa devletlerinin kendi yazdıkları ve imzaladıkları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne uymamaları büyük bir garabet örneğidir. Bu güçlerin söz konusu beyannamenin "Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya 203 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir." maddesini hangi kafayla okuduklarını ve nasıl anladıklarını merak etmemek mümkün değildir. Çünkü hepsi de bu maddede ne yazıyorsa aksini yapmışlardır.
Irkçılığın normalleşmesi bugünkü Avrupa'nın ve ABD'nin geleceğini tehdit eden ciddi bir konudur. Farklı bir etnik kökene sahip olmak, farklı bir milletten veya dinden olmak bu ülkelerde hâlâ ayrımcılığa sebep olarak görülmektedir. Dünyanın egemen güçleri olan ABD ve Avrupa ırkçılık sınavında dün olduğu gibi bugün de sınıfta kalmıştır. Çağımız bunun örnekleriyle doludur. Unutmamak gerekir ki ırkçılık kaosun ana rahmidir. Futbolda ırkçılık bunun bir uzantısı olarak son zamanların en büyük sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yabancı olanı dışlamak, kendine benzemeyeni düşman ilân etmek, farklı olana şüpheyle bakmak mantık, insaf ve izan ölçülerine aykırıdır. Hangi milletten veya hangi ırktan olursak olalım bu çağın vebası olan ırkçılıkla topyekûn ve kararlılıkla mücadele etmeliyiz.

TÜRK KADINININ TARİHTEKİ YERİ VE ÖNEMİ EKSENİNDE KURBANCAN DATKA ÖRNEĞİ
M. NİHAT MALKOÇ
Eski Türklerde "Ana Hakkı" İle "Tanrı Hakkı" Bir Tutulmuştur.
Eski Türklerde kadın çok kıymetli bir varlıktı. Kadına duyulan saygı ve sevgi üst düzeydeydi. Öyle ki "ana hakkı" ile "Tanrı hakkı" bir tutulmuştur. Türk dillerindeki kelimelerde cinsiyet ayrımının(müennes/müzekker, erkeklik/dişilik) olmaması da kadınla erkek arasında fark gözetilmediğini gösterir. Aksine kadın bazı yerlerde daha ön plandadır.
Eski Türklerde aileye çok büyük bir kıymet verilmiş, ailenin ayrılmaz bir parçası olan kadın, adeta baş tacı edilmiştir. Kadın her şeyden evvel eş ve anne olarak görülmüştür. Ailenin, dolayısıyla da toplumun mutluluğu ona endekslenmiştir. O ki çocuk doğurmakla kalmaz, onu besler, büyütür, ona kol kanat gerer, ilk eğitimini de kendisi verir.
Eski Türklerde kadın, anneliğinin yanında daima kocasının yanında ve yakınında yer alan asil bir kahramandı. Kadın ata biner, silah kullanır, yeri geldiğinde düşmana karşı kahramanca savaşır. Orta Asya Türk devletlerinden İskitlerde, Hunlarda, Göktürklerde ve Uygurlarda kadınlar çok mühim konumdaydı. Hakları ve yetkileri çoktu. Özellikle İskitlerde kadınlar asker olarak yetiştirilir, erkeklerle birlikte savaşırlardı. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete’nin hanımının imzalamış olması eski Türklerde kadının hangi konumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir.Oysa Batılı devletlerde kadın estetik bir unsur olmanın ötesinde bu gibi özelliklere sahip bir varlık olarak görülmez.
Eski Türk devletlerinde kadınlar cemiyet hayatında olduğu gibi, siyasî hayatta da önemli roller üstlenmiştir. Hun Türklerinde kadın, erkeğin eksiklerini tamamlayan bir unsur olarak görülürdü. Devlet işleri de dahil olmak üzere, kadının dahil olmadığı hiçbir iş yok gibiydi. Yabancı devlet elçileri hakanın huzuruna çıkarken eşleri de yanlarında bulunurdu. Hatta hakanların eşleri tek başlarına bile elçileri kabul etme hakkına sahiptiler. Kabul törenlerinde, ziyafetlerde, şölenlerde hatunlar hakanın solunda otururdu. Siyasî ve idarî meselelerde görüş beyan ederlerdi. Bunların ötesinde kadınlar harp meclislerine bile katılırdı.

Destanlarda Kadın, Hayatın Öznesi Durumundadır.

Sözlü edebiyatımızın en önemli ürünleri olan destanlarımızda kadınlar çok önemli bir yer teşkil eder. Destanlarda kadınlarla erkeklerle hep bir arada verilir. Yaratılış Destanı'nda Ülgen'e(Tanrıya) insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren "Ak Ana" isimli hoş bir kadındır. Yine Oğuz Kağan'ın ilk karısı karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş olağanüstü varlıklardır. Tıpkı bunlar gibi diğer Türk destanlarında da kadın kutsal bir varlık konumundadır.
Eski Türk metinlerinde kadın(özellikle anne) hep baş roldedir. Özellikle Oğuz Kağan, Dede Korkut gibi metinlere bakıldığında, kadının anne olma hüviyetiyle kutsal bir özellik taşıdığı görülebilir. Bu da neslin devamı için kadının taşıdığı önemin göstergesidir. Destan metinlerinde kadın, yeri geldiğinde erkeğini teskin eden, onunla birlikte acılar çekebilen, özellikle zorluklara katlanabilen güçlü bir imgedir. Dede Korkut Hikâyeleri'nde kadın şöyle tasvir edilir: "Yer basmayıp yürüyen/Kar üzerine kan dammış gibi kızıl yanaklım/Koşda badam sığmayan dar ağızlım/Kalemciler çaldığı kara kaşlım/Kurması kırk tutam kara saçlım" Yine aynı metinlerdeki “Beri gelgil başım bahtı, evim tahtı,/Evden çıkıp yürüdüğü vakit selvi boylum,/Topuğunda sannaştığı zaman kara saçlım,/Kumlu yaya benzer kara saçlım,/Kurulu yaya benzer çatma kaşlım,/Çifte badem sığmayan dar ağızlım,/Kadınım direğim dölügüm." ifadeleri Türklerin kadını ne kadar yücelttiğini, onu hak ettiği konuma koyduğunu gösterir. Bu hikâyelerde geçen şu ifadeler de kadim Türk milletinin kadın algısının aynası hükmündedir: “Türk halkı yok olmasın diye, halk olsun diye, babam İlteriş Hakanı (ve) annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup (daha) yükseğe kaldırmışlar muhakkak ki”, “Türk halkının adı sanı yok olmasın diye, babam hakanı (ve) annem hatunu yüceltmiş olan Tanrı, devlet veren Tanrı, Türk halkı(nın) adı sanı yok olmasın diye, beni o Tanrı hakan (olarak tahta) oturttu”
Dede Korkut Hikâyeleri'nden biri olan Bamsı Beyrek hikâyesinde "Banu Çiçek" at binmeyi çok iyi bilen, kılıç kullanmakta maharetli, iyi savaşan örnek bir kadın modelidir. Bu gibi güçlü kadınlar kahramanların evlenirken tercih edeceği kadınlar olarak görülür.
Bugün birçok konuda örnek gösterdiğimiz Avrupa, geçmişte kadınların adeta bir mal gibi alınıp satıldığı geri zihniyetli bir kıtaydı. Kadınlar orada köle muamelesi görürlerdi. Hiçbir hakları yoktu. Düşünceleri dikkate bile alınmazdı. Oysa aynı dönemlerde Türklerde kadın erkekle aynı haklara sahipti. Öyle ki kadınlar devlet başkanlığı bile yapmaktaydılar. M.Ö.1500'lerde Pers ve Medlerin en güçlü hükümdarı Ahameniş Kralı Kirus'u bozguna uğratan İskit/Saka imparatoriçesi Tomris Katun bu konuda verilebilecek en güzel örnektir.
Göktürkler zamanındaki madenî paralarda kağan eşleri ile kağanlar bir arada yer alırlardı. Bizler bugün bile bu noktaya gelemedik. Yine o dönemde kağan eşleri kurultayın doğal üyesi sayılırdı; söz ve rey hakkı bulunurdu. Kağan öldüğünde veya sefere çıktığında kağan eşleri, kağan savaştan dönünceye veya yeni kağan seçilinceye kadar devleti idare ederlerdi. Kadınlara bu denli önem verilmesi onları güçlü ve özgüven sahibi kılardı.

Kırgızların Gönül Göğünde Parlayan Bir Yıldız: Kurbancan Datka
Kurbancan, 1811 senesinde Oş şehrine bağlı Madı Kışlağı(Kara Suu bölgesinde) dünyaya gelmiştir. Munguş Sülâlesi'nin Bargı kabilesindendir. Babası varlıklı bir çiftçi olan Mamıtbay(Mamatbay)'dır. Kurban Bayramı'nda dünyaya geldiği için kendisine "Kurbancan" ismi verilmiştir. Zira Kırgızlarda Ramazan ve Kurban bayramlarında dünyaya gelen çocuklara bu tarz isimler verildiğinde ömürlerinin uzun ve çocukların sağlıklı olacağına inanılırdı.
Kurbancan'ın ailesi İslâm inancına, Türk âdetlerine ve geleneklerine göre yaşayan bir aile olduğu için onu da aynı inanç ve kültür iklimde yetiştirmişlerdir. Bu durum zeki, mücadeleci ve onurlu bir kadın olan Kurbancan'ın gelecekteki şahsiyetine fazlasıyla yansımıştır. Kurbancan'ı "Kurbancan Datka" yapan da onun asil köklerine sadakati olmuştur.
Kurbancan, henüz 17 yaşındayken babasının yakın arkadaşının oğlu Kulseyit'le evlendirilmiştir. Eşi zayıf karakterli bir kişi olduğu için bu evlilik ancak bir yıl kadar sürebilmiştir. Bir yılın ardından Kurbancan, eşinin evinden kaçarak çok uzaklardaki baba evine sığınmıştır. Bu süreçte çok büyük zorluklar yaşasa da bunların hepsine göğüs germiştir.
Güçlü bir kadın olan Kurbancan, mutsuz geçen ve kısa süren ilk evliliğinin ardından 1831'de halk arasında sevilip sayılan ve büyük değer verilen Alay Bölgesi’nin hâkimi, kendisi de evlenip boşanmış olan Alimbek Datka ile evlenmiştir. Bu evlilikten beş oğlu iki de kızı dünyaya gelmiştir. Bu evlilik Alimbek Datka'nın düşmanlarının düzenlediği bir suikast sonucu öldürüldüğü 1862'ye kadar tam 31 sene büyük bir aşkla ve mutlulukla devam etmiştir.
Sözün bu noktasında Alimbek Datka'ya da küçük bir parantez açmak isabetli olur düşüncesindeyim. Alimbek Datka Kırgız tarihinde çok mühim bir simadır. Eğitim öğretime çok önem veren Alimbek Datka, Oş şehrinde bir medrese kurdurmuş, zamanın meşhur âlimlerini bu medreseye getirmiştir. Söz konusu medresenin masraflarını karşılayabilmek için kendine ait mallarla bir de vakıf oluşturmuştur. Milletini cehaletten kurtarmak isteyen Alimbek’in bu gayreti ve girişimi sayesinde binlerce insan bu medresede eğitim görmüştür.
Kurbancan, Alimbek ile evlendikten sonra Şeyh Hüveyda-yı Çimyani’nin soyundan olan Şeyh Selahüddin’e tabi olmuştur. Böylece manevî alanda da bir hayli tekâmül etmiştir.
Çok zeki ve ileri görüşlü bir kadın olan Kurbancan Datka, Hokant Hanlığı'nda devlet işlerinin görülmesinde ve devletin idaresinde eşi Alimbek Datka'ya daima destek olmuştur. Eşinin seferlere çıktığı zamanlarda onun yerine bakmış, işlerin aksamasına müsaade etmemiştir. Kurbancan, üstün zekâsı ve bilgeliğiyle zaman içerisinde büyük bir güven ve tecrübe kazanarak Alimbek Datka’nın devlet işlerindeki danışmanlığına kadar yükselmiştir.
Kırgızların gönlünde taht kuran, tavır ve davranışlarıyla onlara model olan Kurbancan, Kırgızlarda "Datka" unvanıyla şereflendirilen ilk kadın olma özelliği taşımaktadır. Datka (veya Datha) Kırgızlarda bir ünvân olup, "hâkim, hükümdar, general, albay, idareci" gibi anlamlara gelmektedir. Kırgızların tarihine baktığımızda bu önemli unvanın sadece 1811'de doğan Kurbancan adlı kahraman kadına verildiğini görüyoruz. Kurbancan'a bu unvan Alimkul'un ölümü ve Hudayar Han'ın üçüncü kez tahta geçmesinden sonra verilmiştir.
Alimbek Datka 1862 yılında bir suikasta kurban gidince onun yerine geleneklerin ve temayüllerin aksine büyük oğlu veya kardeşi değil, danışmanlığını da yapan eşi Kurbancan Datka geçmiştir. Alimbek Datka'nın ilk eşinden olan büyük oğlu Carkınbay, üvey annesinin halk katındaki nüfuzunu da dikkate alarak "Datka" unvanından feragat etmiştir. Böylelikle Kurbancan Datka bütün yetkileri ve sorumluluğu üzerine alarak Hokant Hanlığı'nın tek ve mutlak hakimi olmuştur. Zaman içerisinde isabetli kararları ve icraatlarıyla namını hem ülkesinde hem de etrafındaki diğer ülkelerde yürütmüştür. Liderliği, cesareti, kararlılığı ve basiretiyle şöhreti Fergana, Kaşgar veTürkistan Hanlıklarına da yayılmıştır. Kırgızlar bu sıra dışı, bilge kadının etrafında birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmişlerdir.

Kurbancan Datka'nın Ruslarla İmtihanı Yahut Kadının Fendi

Yayılmac ı bir siyaset tarzını benimseyen Ruslar, Orta Asya'ya yayılma politikaları çerçevesinde 1552’de Kazan’ı, 1556’da Astrahan’ı, 1716’da Omsk’u, 1830’da Akmola’yı, 1854’te Almaata’yı, 1850-1876 yılları arasında Buhara Hanlığı’nı, 1877-1886 yılları arasında Hive Hanlığı'nı, yine aynı tarihlerde Kurbancan’ın memleketi olan Hokand’ı işgal etmişlerdir. Özellikle Hokand'ın işgali yerel direnişlerin de başlamasına sebep olmuştur.
Türkistan genel valisi General Von Kaufmann 2 Kasım 1876 tarihinde Fergana vadisini denetledikten sonra halk arasında huzursuzluk olduğunu ve Han’a karşı sevgi besleyen insanların çoğunlukta bulunduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine St. Petersburg yönetimi, Altay Vadisi'ne kadar ilerleyerek bu durumu çözmesini Kaufmann’a bildirmiştir.
Hokand Hanlığı'nın işgalinden sonra, Altay Vadisi’nde; askerî sevk ve yönetim, Kurbancan Datka’nın elindeydi. Kurbancan, uzun uğraşlar sonucunda Altay Bölgesini bağımsızlığına kavuşturmuştur. Öte yandan St. Petersburg yönetimi bu bölgenin ivedilikle ele geçirilmesini istiyordu. Çünkü bu bölge Ruslar için hassas bir konumdaydı. Bu durum üzerine General Skobelev komutasındaki bir ordu Altay Vadisi'ne karşı askerî harekâta başlamıştı. Bu esnada Kurbancan Datka’nın oğlu Abdullah Bey ordunun komutasını eline alarak savaşa girişmişti. Savaş Kırgızların lehine devam ederken, kendisi de bir Kırgız olan İman Kulu tarafından, Kurbancan ve oğlu Abdullah’ın tasarladığı savaş planı Ruslara aktarılmıştı.
Kurbancan ve oğlu Abdullah Bey, bu olaya paralel olarak Prens Vittenştayn birliklerine bağlı Binbaşı Yanov’un askerleri tarafından esir alınmış ve General Skobelev’in karargâhına getirilmişti. General Skobelev, Kurbancan'ı bir misafir gibi sıcak karşılamıştı.
General Skobelev, direnişlerin durmasını istiyordu. Kurbancan Datka ona, iç işlerinde serbest olmak şartıyla, çarpışmaları durdurabileceğini söylemişti. Skobelev bu şartı kabul etmişti. Kurbancan Datka ile General Skobelev’in bu karşılaşma anını meşhur Kırgız yazar, Tölögön Kasımbekov şöyle anlatır: "(Kurbancan Datka tercümana): Tercüman bey söyleyin sayın generale, hangi durumda olursak olalım, biz ülke sahibi, ev sahibiyiz. Anlatınız. Biz sizi kendi evimizde karşılamak istiyoruz. Çok uzak değil. İşte şu Madı köyünde. O yerde, kendi başköşemizde, rahat konuşarak geriye kalan sözümüzü tamamlayalım.''
General Skobelev, Kurbancan'ın teklifini kabul etmiş, önceden kararlaştırıldığı gibi anlaşma, Kurbancan'ın kendi mekânında yapılmıştır. Kurbancan Datka'nın bu tavrı teslimiyetçilik olarak görülse de aslında diplomatik bir başarıdır. Çünkü halk çok zor bir vaziyet içindeydi. Kurbancan’ın bu hamlesi halkın bir nebze dahi olsa rahat bir nefes almasını sağlamıştır. Kurbancan Datka bu karşılıklı anlaşma sayesinde Altay üzerinden Pamir’e kadar uzanan sahanın bağımsızlığını ve geleceğini garanti altına almış ve ölümüne kadar bu sahayı idare etmiştir. Kurbancan Datka'nın General Skobelev ile imzaladığı anlaşma şu maddelerden oluşmaktadır: "1. Eski hanlığın karargâhının yine önceki şekline uygun düzenlenmesi, iki taraf için de uygun olmaz. 2.Yedi şehirli Hokand ülkeleri ile Rus İmparatorluğu’nun istiklâli altında iki tarafın birleştiği kabul edilmiştir. 3.Yerli halkın hayat tarzına, sahip olduğu dinine Rus idaresi tarafından hiçbir şekilde bir baskı uygulanmayacaktır. 4.İsyan olursa bütün halk değil sadece isyan edenler cezalandırılacaktır. Ele geçen ya da bizzat kendi gelerek suçunu itiraf edenler azat edilecek; sürgün edilen ancak kaçan halkın tekrar kendi ülkelerine dönmelerine, bu doğrultuda sakin bir hayat sürmeleri şartıyla izin verilecektir.

Kırgız Şair A. Urbayov'un Anlatımıyla Kurbancan Datka'nın Milletine Vasiyeti

Kırgız şair Abduraşit Urbayov, Kurbancan Datka'nın vasiyetini manzum olarak şu şekilde dile getirmiştir: "Dostlarım, halkım-milletim, evlâtlarım/Yakın gibi, dönülmez yola gideceklerim/Yaşlınla gencinle meşgul ol, kulak ver/İşte bunlar, vasiyet edip söyleyeceklerim//Ezelden Kırgız olarak yaratılmış/Ala-Too’nun arasına dağılmış/Adigine’nin, Tagayım ’ın çocukları/Aklı ile gayretine güvenmiş//Kızılları kırmak için gazalarda çekilmeden/Yıkılsak da bir düşmana yenilmeden/Er Manas’ın tuğunu yüksek tuttuk/Yiğitlikle eğerimiz eğilmeden//Savaş ile geçti nice zamanlar/Uykusunu böldü halkın katliamlar/Yeter! Artık kan dökme dursun/Nesli çoğalıp büyüsün gelişsin Kırgızlar//Eskisi gibi sağ ile sol birleşip/Şura kursun karşı karşıya oturup/Tartışsın ata yurdun kaderini/Ne zaman ki tehlike tepesinde durup//Sağ ile sol, fikirde birleşmezsek/Hakarete uğramaz mı Kalpak ile Eleçek/Üstümüzden kara bulut gider mi?/Halkımızı bekliyor nasıl bir gelecek//Uyanık olun zaman başka şart başka/Arkamız yok atın başını çek başka/Akıl edip birazcık kımıldamazsak/Ansızın takılıp kalmayalım sert taşa//Hürriyete gider şimdi tek bir yol/Lâzım bize Hokand ile birleşmek/Kılıç değil, komuz vurarak boyun eğdirip/En büyük ihtiyaç Rus ile dost olmak//Dostlarım, halkım milletim, evlâtlarım/Yakın gibi, dönülmez yola gideceklerim/Yaşlınla gencinle meşgul ol, kulak ver/İşte bunlar, hepinize söyleyeceklerim//Göremezsem dünyayı, gökyüzünü, yıldızı/İçemezsem ot kokan (o güzeli) kımızı/Hepsini getirip, çağırın sağ’ı, sol ’u/Ölümüm bile birleştirsin Kırgız’ı"

Bir Hayattan Birkaç Hayat Çıkaran Altay Melikesi'nin Ömrünün Hitamı

Vatanı için yaşayan ve saygın bir kahraman olan Kurbancan Datka, Kırgız tarihinde bir kadının çıkabileceği en önemli mevkilere çıkmış, yaşadıkça çok büyük bir saygı ve itibar görmüştür. Onun Ruslarla yaptığı anlaşma, bir teslimiyet belgesi değil, o zamanın ve şartların içerisinde alınabilecek en iyi neticedir. Kırgız halkının son noktaya geldiği bir zamanda yapılan antlaşma, onların derin bir soluk almasını sağlamıştır. Kurbancan Datka, imzaladığı bu antlaşmayla ülkesini tam otuz yıl boyunca tam bağımsız bir biçimde olmasa bile, iç işlerinde bağımsız bir şekilde büyük bir onur ve haysiyetle yönetmiştir. Altay Kanikesi (Altay Kraliçesi) olarak anılması ona duyulan sevginin işaretidir. Kırgız hükümeti Kurbancan Datka'nın halk tarafından unutulmaması için onun heykellerini parklara diktirmiş, paralarının üzerine de bu heybetli kadının resmini bastırmıştır. Şairlerin ve yazarların onu anlatan şiirler, hikâyeler ve romanlar yazması bu sevginin ve muhabbetin bir başka tezahürüdür.
Kırgız tarihinin tek kadın generali Kurbancan Datka 1 Şubat 1907’de 96 yaşında vefat etmiştir. Türbesi Oş bölgesine bağlı Kiçi-Alay'daki Sarımazar Mezarlığı'ndadır.

RESMÎ TARİHİN PERDESİNİ ARALAYAN SIRA DIŞI BİR SİMA: KADİR MISIROĞLU
M. NİHAT MALKOÇ

Bu topraklardan söylem ve eylemleriyle çok tartışılan, sevenleri kadar, sevmeyenleri de çok olan bir Kadir Mısıroğlu geçti. O, son nefesine kadar doğru bildiklerini söyledi; bir kez olsun başını öne eğmedi; makam mevki için virgül gibi eğilmedi, elif gibi asil ve dimdik durdu. Sonra da, heyecanından ve tez canlılığından kaynaklanan bütün kusurlarına rağmen, bizce hoş bir seda bırakarak her fâni gibi aslî yurduna çekip gitti. Allah rahmet eylesin.
1933 senesinin ramazanında, üstelik ramazanın 26. gecesini 27. geceye bağlayan o kutlu zamanda, yani Kadir gecesinde dünyaya geldiği için Mısıroğlu'na babası tarafından "Kadir" ismi verilmiştir. O, Karadeniz'in Trabzon'a bağlı şirin ilçesi Akçaabat'ta, bu ilçenin Dürbinar Mahallesi'nde iki katlı ahşap kâgir bir evde hayata gözlerini açmıştır. Cılız yapılı olduğu için ancak sekiz yaşında Akçaabat Merkez İlk Mektebi'ne başlamıştır. Babası oğlunu okutmak istemediği için onu bir terzinin yanına çırak olarak vermiştir. Babası zor da olsa ikna edilince Akçaabat Orta Mektebi'ne kaydolmuştur. O yıllarda Necip Fazıl'ın Büyük Doğu dergisini okuma imkânı bulmuştur. Bu durum onun görüşlerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. 1950'de girdiği Trabzon Lisesi'ni başarıyla tamamlamıştır. İlk İslâmî mücadelelerini bu okulda vermiştir. Atatürk'ün takvim üzerindeki resmini yırttığı için cezalandırılmış, bu yüzden mezuniyet sınavlarına alınmamıştır. Sonunda Erzurum'da olgunluk sınavlarına girerek mezun olmuştur. Ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolmuştur. Mısıroğlu, o yıllara ait hatıralarını "Geçmiş Günü Elerken" adlı eserinde anlatmıştır.
Hapishaneleri birer Yusufiye olarak gören Kadir Mısıroğlu'nun hayatı mahkumiyetlerle doludur. 1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliği'nde “Harf İnkılâbı” ile ilgili bir konferansı yüzünden hakkında Eskişehir Örfî İdare Askerî Mahkemesi'nce yedi sene hapis, beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Konferans İstanbul'da verildiği, nüfus kaydı orada olduğu halde davanın Eskişehir'de görülmesi o dönemdeki hukuksuzluğun boyutunu göstermesi açısından mühimdir. Bu mahkumiyet onun için ne ilk ne de son olmuş, sürekli göz altında tutulmuştur.
Kadir Mısıroğlu, Sebil dergisindeki yazıları yüzünden kovuşturmaya uğramış, hakkında birçok dava açılmış, mahkumiyet kararları verilmiştir. Bu davalardan ve mahkumiyetlerden kurtulmak için MSP'den Trabzon milletvekili adayı olmuşsa da seçilememiştir. Tek çare olarak Almanya'ya gitmek zorunda kalmıştır. Orada bir süre kaldıktan sonra çocuklarını yanına almak istemiş, izin verilmeyince İngiltere'ye geçmiştir. Gurbet ellere düştüğünde arkasında otuz tane ağır cezalık dava bulunmaktaydı.
Kadir Mısıroğlu, 1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlenmiş, sırasıyla Abdullah Sünusi (1963), Fatıma Mehlika(1965) ve Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğu olmuştur. O, fakülte yıllarından itibaren konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok, neşriyatçılığa ve tarihçiliğe meyletmiştir. 1948 yılında Yeni Pulathane gazetesinde ilk şiiri yayımlanarak matbuat âleminde görülmeye başlamıştır. Fakülte yıllarında merhum İlhan Darendelioğlu'nun çıkarmakta olduğu Toprak dergisine "Mehmed Meriçgiller" müstear adıyla yazılar yazmıştır. Kadir Mısıroğlu'nun ilk kitabı olan ve üç ciltten oluşan "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" Sebil Yayınları'nın ilk eseri olarak okuyucuyla buluşmuştur.
Kadir Mısıroğlu 1964 yılında Sebil Yayınevi'ni kurarak kendini tamamen neşriyata vermiştir. Sebil Yayınları bünyesinde "Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? C. I (1965), Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? C. II (1974), Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? C. III (1977), Macar İhtilâli ( 1966 ),Yunan Mezalimi ( Türk’ün Siyah Kitabı ) ( 1967 ), Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücahidler ( 1967 ), Amerika’da Zenci Müslümanlık Hareketi ( 1967 ), Moskof Mezalimi C. I ( 1970 ), Moskof Mezalimi C. II ( 1970 ), Musul Mes’elesi ve Irak Türkleri ( 1972 ), Osmanoğulları’nın Dramı ( 1974 ), Ali Şükrü Bey ( 1978 ), Bir Mazlum Padişah / Sultan Vahideddin ( 2005 ), Bir Mazlum Padişah / Sultan Abdülaziz ( 2006 ), Bir Mazlum Padişah / Sultan II. Abdülhamid ( 2007 )" isimli araştırma kitaplarını; "Kanlı Düğün (1972), Uzunca Sevindik (1973), Kırık Kılıç (1973), Kavuklu İhtilâlci (2005), Düzmece Mustafa (2005), Cem Sultan'ın Papağanı (2006), Zağanos Paşa (2006), Veli Bayezid'in Bedduası (2008), Malkoçoğlu Kardeşler (2008), Makbul ve Maktul İbrahim Paşa (2008), Barbaros Hayreddin Paşa (2009), Sokollu Mehmed Paşa (2009), Mimar Koca Sinan (2011), Zorâkî Âsî (Şehzade Bayezid) (2012), Pîrî Reis (2012)" isimli tarihî romanlarını yayımlamıştır.
Kadir Mısıroğlu "Sebil" adlı bir de mecmua çıkarmıştır. Bu mecmuanın yayın süreci iki dönemi kapsamaktadır. Birinci devrede Ocak 1976 ile Nisan 1982 tarihleri, ikinci devrede ise Haziran 1988 ile Haziran 1991 tarihleri arasında okurla buluşmuştur. Birinci devre İstanbul’da basılan 249. sayı, ikinci devre Almanya-Limburg’da basılan 20. sayı ile nihayetlenmiştir. 5 Haziran 1980 tarihli 230. sayıya kadar aralıksız haftalık yayımlanan mecmua, sonraki sayılarda değişik sıkıntılar yüzünden çok düzenli ve periyodik yayımlanamamıştır. Mecmua yayımlandığı sürece farklı mahfillerde çok ses getirmiştir.
“Haftalık Tarafsız, Siyasî, Edebî, Tarihî, İlmî Mecmua-Gazete” künyesiyle yola çıkan Sebil mecmuasının sloganı "Her Şey Hak İçin" idi. 250’si Türkiye’de, son 19’u da Almanya’da yayımlanan dergi toplamda 269 sayı çıkmıştır. 1980 askerî darbesi sonrasında yayın hayatına son verilmiştir. Mecmuada yayımlanan yazılar yüzünden Kadir Mısıroğlu’na ve Sebil Yayınevi’ne 36 ayrı dava açılmıştır. Cemil Meriç, Aynur Mısıroğlu, Mustafa Yazgan ve İsmail Hami Danişmend gibi isimler mecmuada sıkça rastlanan imzalardı.
Merhum Kadir Mısıroğlu'nun bin bir çile ve zorluklarla uzun yıllar boyunca çıkardığı Sebil mecmuası, zamanındaki gençler ve aydınlar için adeta bir mektep olmuştur. İnananların sesi olan mecmua sol partilere ve düşüncelere karşı sert bir muhalefette bulunmuştur.
Merhum Kadir Mısıroğlu coşkun Karadeniz'in, Trabzon'un, Akçaabat'ın hırçın evlâdıydı. Karadeniz gibi sert ve fırtınalıydı. Allah'tan başkasına minnet etmezdi. Bedeli her ne olursa olsun o, doğru bildiklerini söylemekten asla çekinmezdi. Ağzına geleni gevelemez, olduğu gibi söylerdi. Bu yüzden ömrü boyunca başı sıkıntılardan kurtulamamıştır.
Kadir Mısıroğlu'nun "Keşke Yunan galip gelseydi..." sözü çok konuşulmuş ve tartışılmıştır. Bu söz, bağlamına bakılmaksızın Mısıroğlu'nun aleyhine kullanılmaya çalışılmış, bir algı operasyonuyla kendisi "Yunan dostu", "Türkiye düşmanı" olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa her sözü bağlamında değerlendirilmek gerekir. Sözü, tabir caizse adeta bir cımbızla bağlamından koparırsanız söylenme gayesinden uzak anlamlara gelebilir. Bu sözün bağlamına baktığımızda Mısıroğlu'nun gerçek amacı anlaşılabilir. O Mısıroğlu ki "Yunan Mezalimi-Türk’ün Kara Kitabı” adlı eseri yazarak Yunanlıların kirli çamaşırlarını açığa çıkarmıştı. Böyle bir insana "Yunan dostu" yaftası vurmak alçaklıktır.
Kadir Mısıroğlu'nun gayri resmî tarihe olan katkıları onu tanıyanların malumudur. O; adeta bir mayın tarlası hükmündeki Cumhuriyet tarihine çıplak ayaklarıyla girerek söylenemeyenleri söylemiş, yazılamayanları yazmış serdengeçti ruhlu cesur bir yazardı.
Kadir Mısıroğlu bir hatip olarak Türkçeyi son derece güzel konuşan ve bir yazar olarak da doğru kullanan bir müelliftir. Gençlere örnek olabilecek çok temiz ve sahih bir Türkçesi vardır. Onun Türkçesi nerden geldiği ve ne idüğü belirsiz uydurukça kelimelere kapalıdır. O, Arapça ve Farsça kelimelerle tekâmül etmiş ve zenginleşmiş Osmanlı Türkçesinin yaşaması ve yaşatılması için elinden geleni yapmıştır. Bununla ilgili olarak hususi dinleyicileri için "Lisan Dersleri", "Osmanlıca Dersleri" adı altında sohbetler gerçekleştirmiştir. "Lisan öyle berbat hâle getirildi ki insanlar fikirlerini bulanık su gibi ifade ediyorlar" diyerek dilimizin bugün ge(tir)ildiği vahim durumu büyük bir üzüntüyle dile getirmiştir. Bunun izale edilmesi için büyük bir duyarlılıkla elinden gelen gayreti göstermiştir.
İnsanları değerlendirirken toptancı bakış açısıyla hareket etmemek lâzım. "Bir insan ya çok iyidir, ya çok kötüdür" mantığıyla yola çıkanlar yanılmaya mahkûmdur. İnsanların bazı yönleri iyi, bazı yönleri kötü olabilir. Kişiyi değerlendirirken ona bir yönüyle değil, bir bütünlük içerisinde bakmak gerekir. Bu durum merhum Kadir Mısıroğlu için de geçerli bir bakış açısıdır. Bu noktaya kadar onun müspet yönlerini kantara vurduk. Fakat bir beşer olarak onun da kötü yönleri vardı. Ölçüyü kaçırmamak şartıyla bunlardan da bahsetmek gerekir.
Heyecanlı, zapt edilemez, ele avuca sığmaz bir karaktere ve kaleme sahip olan Kadir Mısıroğlu'nun bazen ifrat ve tefrit uçlarında dolaştığı da bir hakikattir. Daha açık söylemek gerekirse Mısıroğlu'nda heyecana bağlı bir üslûp sorunu vardır. Karşısındaki heyecanlı gençleri görünce bazen ipin ucunu kaçırdığı olmuştur. Buna bir de edebiyata ve bu sahada anahtar rolü oynayan imgelere yeterince vakıf olamayışı eklenince yorum hataları ciddi boyutlara ulaşmış, anla(t)ma sorunu baş göstermiştir. Onun bu minvalde söylenecek hatalarından biri ve belki de en önemlisi millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a karşı haksız hücumlarıdır. O, kendisine yapılan haksızlığı Mehmet Akif'e yapmıştır. Nasıl ki onunla aynı düşüncede olmayanlar, başka bir tabirle söylemek gerekirse karşı mahalledekiler onun sözlerini bağlamından çıkarıp farklı anlamlara gelecek şekilde tevil eyledilerse o da Akif'in beyitlerini bağlamından çıkararak söz konusu ifadelere isabetli olmayan yorumlar getirmiştir.
Kadir Mısıroğlu'nun, merhum Mehmet Akif'in kaleme aldığı, bir söz abidesi olan İstiklâl Marşı'nda, ta başlığından(isminden) başlayarak hatalar araması, marşın "Korkma" diye başlayışını bile eleştirmesi, özgüven patlamasıyla ilgi ve bilgi alanından çıkan bir aydının hezeyanıdır. Öte yandan Akif'in bazı şiirlerini "Allah'a isyan" olarak nitelemesi kendi sahası dışına çıkan bir kişinin düştüğü vahim durumdur. Demek ki her alanda yorum yapmamalıyız.
Kadir Mısıroğlu'nun üstad Necip Fazıl'la ilgili pervasızca değerlendirmeleri ve bu değerlendirmelerin kitap hâlinde sunulduğu "Üstad Necip Fazıl'a Dair" adlı eseri bir Müslüman aydına yakışmayacak sözlerle doludur. Bu, hatıra kisvesine bürünmüş bir çeşit gıybet kitabıdır. "Necip Fazıl yıkmaya memurdu, yapmaya değil." demesi bile toptancı bir bakış açısının tezahürüdür. Aynı davanın ve aynı yolun yolcularına bu üslûp yakışmamıştır.
Kadir Mısıroğlu, Kudüs fatihi Selâhaddin Eyyûbî konusunda da kantarın topuzunu kaçırmıştır. Mısıroğlu, hocası Nurettin Zengi’nin dul ve yaşlı hanımı ile siyasî bir evlilik yapmış olması sebebiyle Selâhaddin Eyyûbî'ye ağır sözler söylemekten çekinmemiştir.
Merhum Kadir Mısıroğlu, Atatürk'le ilgili yorumlarında ve değerlendirmelerinde de heyecanına mağlup olarak bir aydına yaraşmayacak derecede ölçüyü kaçırmıştır. Demek ki hissiyatı bilginin önüne geçirince bu gibi vahim hatalara düşmek kaçınılmaz oluyor.
Kadir Mısıroğlu, özellikle ömrünün ihtiyarlık döneminde her konuda konuşmayı ve beyanda bulunmayı kendisine vazife addetmiş, bu yönüyle menfi bir duruş sergilemiştir. Oysa bir insan her konuda konuşmaya mecbur ve yetkili değildir. Mısıroğlu'nun konuşmalarına baktığımızda onun "Söz gümüşse sükût altındır" atasözümüzü duymadığına kanaat getirilir.
"Ben hakikatin tellâlı olmaya çalıştım" diyen Kadir Mısıroğlu "Her zaman doğruyu söyleyiniz; ama her doğruyu her yerde söylemeyiniz" sözünden uzak bir hatipti. Bu aşırı özgüven ve belki hesapsızlık bir ömür boyu başının belâya girmesine neden olmuştur. Keşke konuşurken konuştuğu zamana ve mekâna biraz daha dikkat edebilseydi. Keşke başkalarını üzmemek ve rencide etmemek için konuşurken empati(duygudaşlık) kültüründen yola çıkabilseydi. Keşke konuşurken meydan okumayı değil, ikna edici ve uzlaşmacı bir tutumu esas alsaydı. Keşke konuşurken sert ve kırıcı üslûbunu biraz daha yumuşatabilseydi.
Görüşleri ister kabul edilsin, isterse reddedilsin, günahlarıyla ve sevaplarıyla, öyle veya böyle Türkiye'den bir Kadir Mısıroğlu geldi geçti. Yaşadığı süre içerisinde, devlet erkânı da dahil olmak üzere, geniş kitleleri tesiri altında bıraktı. Milletin, adeta bir tabu hâline getirilmeye çalışılan tarihe bakış açısını ciddi şekilde değiştirdi. Resmî tarihi çürüttü.
Ömrünü okumakla ve yazmakla geçirmiş bir aydını, sırf düşüncelerine katılmadığımız için "püsküllü, fesli" gibi ifadelerle aşağılamaya çalışmak hoş değildir. Küçümsedikleri o fes Osmanlı'da, şapka gibi zorla değil, gönüllü olarak uzun yıllar kullanılmıştı. Kıyafetlere takılıp kalmak doğru değil. Öte yandan küfrü sabit olmayan Mısıroğlu gibi bir kişiyi tekfir etmek de son derce sakıncalıdır; fakat edildi. Mısıroğlu 05 Mayıs 2019'da 86 yaşında vefat etti. Üsküdar Nasuh Mehmet Efendi Camii haziresine defnedildi. Allah taksiratını affetsin.

DARENDE'DEN DOĞAN GÜNEŞ: OSMAN HULÛSİ EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ

Darende Ufuklarından Doğan Bir Maneviyat Güneşi: Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi

Mekânlar doğal güzelliklerinin yanında, oralarda yaşayan mühim simaların varlığıyla da bilinir ve anılırlar. Bunun içindir ki eskilerimiz "Şerefü'l mekân bi'l mekîn"(Mekânın şerefi orada bulunan iledir) demişlerdir. İşte mekânı şereflendiren şahsiyetlerden biri de Darende'de doğan ve yaşayan Osman Hulusî Efendi'dir. O, Darende'yi maneviyat merkezi yapan müstesna bir kişidir. Osman Hulûsi Efendi, Darende'nin gözü, kulağı, dili ve kalbidir. O, Darende'nin manevî mimarıdır. Sadece Darende'mi? Elbette hayır. Onun Darende'den estirdiği manevî rüzgâr bütün Türkiye'ye ulaşmış, gönüllerin hasret ateşini izale etmiştir.
1914 senesinde Darende ufuklarından adeta bir güneş gibi doğan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi 1914-1990 yılları arasında Darende'de 76 yıl yaşamış bir gönül sultanıdır. Soy bakımından 12. batından Somuncu Baba(Şeyh Hamid-i Veli)'ya, oradan da âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimize ulaşan nesebiyle 36. kuşaktan Peygamberimizin soyundandır. Osman Hulusî Efendi'nin babası Es-Seyyid Şeyhzâde Hatip Hasan Efendi, annesi ise Seyyid İbrahim Taceddin-i Veli soyundan Fatıma Hanım'dır. Bu kıymetli Hakk ve hakikat dostu 1945-1987 yılları arasında 42 sene boyunca Somuncu Baba Camii'nde imamlık yapmıştır. Çevresindeki insanları irşat etmiş, çok da sevilmiştir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Somuncu Baba'nın izinden gitmiştir. O, bir mürşid-i kâmil olduğu gibi, aynı zamanda da iyi de bir divan şairidir. O, Divan edebiyatını Cumhuriyet dönemine başarıyla taşıyanlardandır. Müstakil bir divan teşkil edecek kadar usta bir şiir ehlidir. Gazel, ilâhi, kaside, rubaiyyat ve müstezat onun divanında yer alan şiir türleridir. "Mektûbat-ı Hulûsi-î Darendevî" adlı eserinde yakın ve uzak çevresindeki dostlarına yazdığı manzum ve mensur mektuplarını bir araya getirmiştir. Onun bir de "Hutbeler" adını taşıyan çok değerli bir eseri vardır. Bahsettiğimiz bu üç eser de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından basılmıştır. 1990 senesinde ebedî âleme göç eden Osman Hulûsi Efendi'nin kabri Darende'de Somuncu Baba Türbesi ve Külliyesi hazire bölümünde bulunmaktadır. Hulusî Efendi çevresinde saygı duyulan akil insanlardan biriydi. Çukurovalı şair Âşık Feymanî , Hulusî Efendi'yi bakın nasıl anlatıyor: "Damlayı deniz eylemiş/Ummandır Seyyid Hulûsî/Rasulün soyundan gelmiş/Sultandır Seyyid Hulûsî//Ali-Fatıma'nın aslı/Hüseyni Kerbela faslı/Somuncu Baba'nın nesli/İrfandır Seyyid Hulûsî//Ulular yolundan gitmiş/Veliliğin ispat etmiş/Düşkünün elinden tutmuş/Lokmandır Seyyid Hulûsî//Şuârâyi üstat idi/Mimar idi, hattat idi/Belli Kutbul Aktab idi/Devrândır Seyyid Hulûsî//Sevgi vardı ikrâmında/Değildi dünya gamında/Edep hâyâ makamında/Osman'dır Seyyid Hulûsî//Feymanî bu seyrâneye/Gelen döner pervâneye/Darende’den tüm dünyaya/İhsandır Seyyid Hulûsî"

Divan Şiiri Zincirinin Son Büyük Halkası: Osman Hulûsi Efendi

Divan şiiri Cumhuriyet döneminde iyice zayıflasa da Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)'yi¸ Dîvân şiirinin 20. yüzyıldaki başarılı bir temsilcisi olarak kabul edebiliriz. Zira onun Divan şiiri sahasında birbirinden güzel gazel¸ kaside¸ rubai ve müstezat nazım şekillerinde yazılmış şiirleri vardır. Şiirlerinde çoğunlukla arûz ölçüsünü kullanmıştır. Miktarları az olsa da¸ heceyle yazdığı koşma ve semâîleri de mevcuttur. Onun Dîvân'ının yanında manzum ve mensur mektuplarının toplandığı Mektûbat-ı Hulûsi-î Dârendevî adlı mühim bir eseri daha mevcuttur. Bu arada “Hutbeler” adlı eserini de unutmamak lazımdır.
Şiirlerinde eşref-i mahlûkat olan insanı¸ ilâhî aşkı¸ manevî coşkuyu¸ tefekkürü ve tezekkürü işleyen Osman Hulûsi Efendi¸ Hakk'ın rızasına nail olmak için kendini halka adamış bir insandı. O¸ irşat vazifesini ömrünün sonuna dek¸ fasılasız sürdürmüştür. O¸ sadece manevî hizmet etmekle kalmamış¸ muhtaçların ihtiyaçlarını görmek için de veren elle alan el arasında köprü vazifesi görmüştür. Muhtaç ailelerin çocuklarının okutulması için seferber olmuştur. Bunun yanında insanları Hakk ve hakikate çağırmak için İslâmî neşriyat sahasına da girmiştir. En son olarak 210. sayısı yayımlanan Somuncu Baba Dergisi¸ bu alanda bir yüz akıdır. Bunu da¸ kurmuş olduğu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı aracılığıyla gerçekleştirmiştir. O¸ bu vakıf çatısı altında daha birçok hayırlı hizmete imza atmıştır. Fakat yaptıklarını hep gizli tutmuş¸ kendini ön plana çıkarmamıştır. Bunların yanında Somuncu Baba Camii'ndeki İmam-Hatiplik görevini de hakkıyla ve lâyıkıyla ifa etmiştir.
Son büyük Divan şairimiz Osman Hulûsi Efendi bir Hakk ve hakikat dostudur. O¸ şiirlerinde dinî hissiyata tercüman olmuştur. Bundan dolayı onun şiirlerindeki aşk; ya Allah'a¸ ya da onun habibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'edir. O¸ dünyevî mahbuplara itibar etmemiştir.
Şiiri, hakikatleri geniş kitlelere aktarma vasıtası olarak gören Osman Hulûsi Efendi¸ tasavvuf ehli bir şairdir. Ona göre insan Hakk'ın ve hakikatin aynasıdır. O, bürhan olarak kendisini göstermektedir. Zira o¸ baktığı her nesnede Hakk'ı bütün çıplaklığıyla seyreder. Şuhûd makamındaki Hulûsi Efendi¸ varlığı tevhid penceresinden temaşa etmektedir. Kendisinde masivadan eser kalmamıştır. Ben'ini (enaniyetini) yok eden Hulûsi Efendi¸ gerçek Ben'ine¸ yani kendisini yoktan var eden Allah'ına kavuşmuştur. O artık bir insan-ı kâmildir. Böyle bir insanın Hakk'a delil olmasından daha doğal ne olabilir ki… Böyle bir model insan varken başka delil aramak lüzumsuzdur. İşte şâir de kendini en güzel delil olarak görmekte ve göstermektedir. Bu dar bir bakış açısıyla¸ bir enaniyet olarak da tasavvur edilmemelidir.
Şiire konu olan tasavvuf bir yaşam biçimidir. Tasavvufta “fenafillâh” mertebesi vardır. “Arapça¸ Allah'ta fani olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının¸ Allah'ın zât ve sıfatında fani olmasıdır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak¸ Allah'a yönelmek demektir. Bu yönelişte istiğrak hâli meydana gelir. Sûfi bu makama ulaşmak için her şeyi terk eder. Tıpkı bir ölünün dünyayı terk edişi gibi. İşte buna 'ölmeden önce ölmek' denir.
Mutasavvıf şair Osman Hulûsi Efendi fenâfillaha erişmiştir. Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) anlayışıyla hareket etmektedir. Artık baktığı her yerde Allah'ı görmektedir. Zira vahdet-i vücûd anlayışına göre varlık tektir; o da Allah'tır. Mevcudat gerçekte Hakk'ın tecellilerinden ibarettir. Şair mutlak varlık olan Allah'ı bulmuştur; onunla et ve tırnak misali bütünleşmiştir. Artık sen-ben farkı kalmamıştır. Benliğini ortadan kaldırmıştır.
13. yüzyılda yaşayan mutasavvıf şair Yunus Emre'nin sevgi ve hoşgörü suyuna banılmış gür sesini Cumhuriyet dönemine taşıyan Osman Hulûsi Efendi, Allah'ı ve onun Resulü Hz. Muhammed'i şiirinin tam merkezine koymuştur. Onun şiirlerinde Niyazi-i Mısri¸ Yunus Emre¸ Fuzuli¸ Molla Cami ve Şeyh Galip gibi şairlerin esintilerini bulabilirsiniz. Bu şiirlerden biri olan aşağıdaki beyitleri sizlerle paylaştığımda bana hak vereceksiniz:
"İki cihânın zübdesiyim cânibim cânân ile
Ben mekânıyım kânımın kânım bana mekân imiş
Ayrı bilenler ayrıdır uşşâkını mâ'şûkîden
Ben cânıyım cânânımın cânânım bana cân imiş
Ben bir dürr-i sencîdeyim kânımdır ummân içinde
Ben kânıyım ummânımın ummânım bana kân imiş
Ya'kûb-veş âh eylerim Yûsuf benimle yâr iken
Ben dürrüyüm Ken'ân'ımın Ken'ân benimle kân imiş
Hızr ile buldum hayâtı ben sırr ile erdim ana
Ben âb-ı hayât aynıyım aynım bana ayân imiş
Şol vahdete yol bulmuşum âhir o yol ben olmuşum
Îkânı tahkîk görmüşüm tahkîk bana îkân imiş
Hulûsî'yi bî-çâreyim her derdlere men çâreyim
Ben seyrimin hayrânıyım seyrim bana hayrân imiş"

SANATA ADANMIŞ BİR ÖMÜR: HİKMET AKSOY
M.NİHAT MALKOÇ

Güler yüzlü ve dost insan Hikmet Aksoy, Trabzon’un yaşayan en eski sanatçılarından biridir. O, bir koltuğunda birden çok karpuz taşıyabilen ender sanatçılardandır. Zira O, “gazeteci, bankacı, karikatürist, yazar” gibi sıfatları künyesine alınteriyle yazdırmış başarılı bir kişidir. Ömrünü sanata adayan, özellikle karikatür sahasında ölmez eserler ortaya koyan Aksoy, Trabzon sanat tarihinin son dönemini çok iyi bilen insanlardandır. O, bizim için adeta canlı bir tarihtir. Bu güzel simadan Trabzon’un sanat geçmişini dinlemek ayrı bir zevktir.
Hayata çizgilerin arkasından eleştirel bir gözle bakan karikatürist Hikmet Aksoy, 1953’ten beri sanat hamurunu o mahir elleriyle yoğurmaktadır. O, İstanbul’da öğrencilik yıllarında kendini karikatürün içinde buldu ve bu sahadaki önemli isimlerle bir araya geldi. O’nun sanatta öğrencilik konumundan ustalık konumuna yükselişi örnek bir serüvendir.
Hikmet Aksoy sadece karikatürle ilgilenmedi; hemen hemen sanatın her alanına derin alâka duydu. Özellikle gazetecilik O’nun için bir sevda mesleğidir. O, Trabzon’da Hâkimiyet, Hizmet, Kuzey Haber gibi birçok gazetede kalem oynattı.; doğru bildiklerini eğilmeden ve bükülmeden dile getirdi. Yine Trabzon’da Taka Mizah Sayfasını başlatan O’dur. Hikmet Aksoy’un yaşam öyküsüne bakınca O’nun az zamanda ne çok iş yaptığını görürüz:
Trabzon’da ve Türkiye’de karikatür sahasında yaşayan bir çınar olan Hikmet Aksoy, Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde 1939’da doğdu. İlk ve orta okulu Vakfıkebir’de, Ticaret Lisesi öğrenimini Giresun’da tamamladı. İstanbul İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi’ne iki dönem devam etti. İlk yazısı, muhabiri olduğu Vefa Spor Dergisi’nde yayımlandı. Trabzon’da 1959 yılına değin Hadiselere Tercüman, Hürriyet, Milliyet ve Vatan gazetelerinin muhabirliğini yaptı. 1959 yılında ilk kez geldiği İstanbul’da Hadiselere Tercüman, Günlük Spor ve Türkiye Spor gazetelerinde muhabir ve karikatürist olarak çalıştı. Bu dönemde karikatürleri Şaka, Dünya, Tef, Büyük Gazete, Son Havadis gazetelerinde yayımlandı. 1965 yılında askeriliğini yaptığı Kütahya’nın Simav ilçesi Pınarlar köyünde, ‘Köy Raporu’ adıyla, köycü / eğitici birgazete çıkararak, köylülere bedava dağıttı. O, bu anlamda köyde gazete çıkaran belki de ilk kişidir.
Aksoy, Trabzon basınında, Hizmet ve Kuzey Haber gazetelerinde genel yayın yönetmenliği görevinde bulundu. Sonhaber ve Karadeniz gazetelerinde yazarlık yaptı. 1981’de Karadeniz gazetesinde düzenlediği Taka Mizah Sayfası, yaygın ve yerel basında en uzun soluklu mizah sayfası olarak 30 yılını doldurdu. Aksoy, Sürekli Basın Kartı sahibi olup; 68 yerel gazetede her gün çizerek, karikatür sanatını tanıtma ve sevdirme çabasını sürdürüyor.
Daha çok bir çizer olarak tanınan Hikmet Aksoy’un aslında çok da güçlü bir kalemi vardır. Araştırmayı ve öğrenmeyi çok seven Aksoy’un kalemi serttir. Zira yazılarını tarafsız bir gözle yazar. O, sert olduğu kadar da mert ve babacan bir insandır. O’nun kaleminden çıkan “Her Yönüyle Vakfıkebir, Vakfıkebir İlçesi ve Çevresi, Faik Ahmet Barutçu, Karikatürün Trabzon Boyutu, Trabzon Basını(Gazeteler-Gazeteciler, 1869-1998), Made in Karadeniz Fıkralar, Temel’li Fıkralar (Komisyon), Kemençe Çalayım mi (Fıkralar), Bir Ömür Bir Şehir, Ziyad Nemli Kırmızı Paçalı Güvercin” adlı araştırma-inceleme eserleri bulunmaktadır.
Çizgileriyle hayata renk ve ahenk katan Hikmet Aksoy çok üretken bir insandır. Yaşının hayli ilerlemiş olmasına rağmen bir delikanlı gibi gece gündüz demeden çalışır ve üretir. Üretmediği günü zayi olmuş sayar. Bu ülkede O’nun gibi yüz tane insan olsa sanatta ve kültürde akıl almaz boyutta büyük bir yol katederiz. Bu arada O, sanata katkılarından ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle de layık görülmüştür. Bilenler bilir, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti 1995 Basın Hizmet Ödülü kendisine verilmiştir. Bunun yanında O, 2010’da 70 yaş kesitinde gazeteciliğe ve karikatüre katkılarından dolayı “Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü”ne layık görülmüştür.
Evli ve üç çocuk babası olan karikatürist Hikmet Aksoy, Büyükliman Gazeteciler Cemiyeti Onursal Başkanıdır. Kendisi doğduğu ve doyduğu topraklar olan şirin Vakfıkebir’de kurduğu “Karadeniz Fıkraları Ajansı”nda karikatür çalışmalarını, araştırmalarını sürdürüyor.
Karikatür öyle bir sanattır ki bazen bir kitapta anlatılamayacak bir olayı bir karede anlatabilir; tabii ki karikatürü çizenin usta olması şartıyla… İşte Trabzon’un usta çizeri Hikmet Aksoy, bir kitapta anlatılamayacak kadar derin meseleleri bir karede ifade edebilen başarılı bir karikatüristttir. Bunu, bugüne kadar çizdiği binlerce karikatürle ispatlamıştır.
Trabzon basınının duayen isimlerinden biri olan yazar ve karikatürist Hikmet Aksoy, geçimini gazetecilikten kazanmadı. Aksine kazancının çoğunu gazetecilik yoluna harcadı. Bu yüzden hiç kimseye vefa borcu olmadı. Aksoy, vatanî görevini tamamladıktan sonra, Ziraat Bankası’nda görev aldı. Bankacılık ve kooperatifçilik hizmetleri sırasında da basından hiç kopmadı ve yerel/ulusal basında fıkra, makale, fotoğraf, röportaj ve karikatürleri yayınlamdı.
Hikmet Aksoy, karikatürde ülke sınırlarını da aştı. 1976 yılında İtalya’nın Bordighera kentindeki uluslararası karikatür yarışmasında bir karikatürü bu kentin mizâh salonunda devamlı sergilenmeye alındı. Karikatürleri çeşitli ülkelerde sergilendi, albümlere alındı. İlk karikatür sergisini 1961’de Vakfıkebir’de açtı. Sonra Trabzon’da düzenlenen karma sergilere katıldı. Gazetecilikte karikatür dalında 1981 yılında “Çağdaş Gazeteciler Derneği”nin “Yılın Gazetecisi” ödülünü kazandı. Aynı üstün başarısını fıkra, makale, röportaj ve fotoğrafçılık dallarında da göstererek söz konusu dernekçe üç yıl üst üste “Yılın Gazetecisi” seçildi.
Hissiyatını yazıya dökmede mahir olan Hikmet Aksoy 1982’de Ankara Veteriner Hekimler Derneği’nin hayvan sevgisi ve sağlığı konulu yarışmasında “Jüri Özel Ödülü” nü kazandı. 1982 yılında Karadeniz Gazetesi’nde yayımlanan “Orda Bir Sporcu Var Uzakta” başlıklı röportajı ile “Amatör Spor Kulüpleri Konfederasyonu”nca birinci seçildi. Konfederasyonca ve Spor Toto teşkilâtınca ödüllendirildi. Eli açık bir insan olan Hikmet Aksoy, Edirne’den Erzurum’a kadar 68 ilde yayınlanan 68 gazeteye günlük olarak karikatür göndermektedir. Bu öyle kolay bir iş değildir. O, bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:
“Karadeniz fıkralarının özelliğini korumak için bugüne kadar gazetelere fıkra servisi yapıyordum. Geçtiğimiz ekim ayından itibaren fıkraların yanında karikatürler de göndermeye başladım. Buradaki amacım Anadolu insanını karikatürle tanıştırmak ve karikatürü sevdirmektir. Emekli maaşımı bu işe harcıyorum. Aylık 100 milyon liraya yakın posta parası veriyorum. Bu işi bundan sonra da yapmaya devam edeceğim. Gazetelere faksla geçtiğim karikatürlerden hiçbir ücret almıyorum. Fakat hayat pahalılığı her geçen gün giderek artıyor. Ama bu işi seviyorum. Bundan sonra hedefim, Türkiye’deki bütün gazetelere karikatür göndermek… Ekonomik olarak dayanabildiğim yere kadar gideceğim. Sonrasına bakacağız. İlk hedefim, Anadolu Basını’na karikatür bilincini yerleştirmekti. Bunu gerçekleştirdim. Artık bundan sonraki hedefim Anadolu’da her gazetenin bünyesinde karikatürist çalıştırılmasına yardımcı olmaktır. Bu da yavaş yavaş meyvelerini vermeye başladı.”
“Bilindiği üzere Karadeniz insanının pratik zekasının, karakterinin, samimiyetinin ve olaylara bakış açısının kendine özgü mizahî bir yönü vardır. Bu durum, insanları gülmekten kırıp geçiren Karadeniz fıkralarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Fakat fıkraların bu oluşumu zorlama değil, tamamen doğaldır. Hikmet Aksoy; Karadeniz fikralarının doğal mecrasından uzaklaşmaması için, yerinde bir kararla, Karadeniz Fıkraları Ajansı’nı kurmuştur. Bu ajans her geçen gün bozulup kaybolmakta olan Karadeniz fıkralarını bir anlamda koruma altına almıştır.
Trabzon’un yetiştirdiği güçlü yazar ve çizerlerden biri olan Hikmet Aksoy, sanat yaşamında elli yılı geride bırakarak bugünlere geldi. O; yazmak ve çizmek, daha doğrusu yeni şeyler üretmek, zamana mührünü vurmak, dünyada hoş bir seda bırakmak gayretinde durdurak bilmiyor. Gençler zamanlarını boşa geçirirken, bu yaştan sonra hayatta makam mevki beklentisi olmayan bu kıymetli sanatçımızın azmi ve kararlılığı alkışlanmaya değerdir.
Ben uzun yıllardan beri Hikmet Aksoy Ağabey’in başarılı çalışmalarını takip eden ve bir Trabzonlu olarak O’nun başarılarından büyük keyif alan bir sanatseverim. Yaşı kemale ermiş bu güçlü kalem erbabını benim gibi birçok sanatsever sevse de her nedense bunu ifade etmez. Acaba sevdiklerimize hayattayken takdir duygularımızı niçin ifade etmeyiz de, dünyadan göçünce bir hazine bulmuşçasına öleni iltifat sağanağına tutarız? Kim bilir?...

MÛSİKÎMİZİN MEDÂR-I İFTİHARI: HAMMÂMÎ-ZÂDE İSMÂİL DEDE EFENDİ
M.NİHAT MALKOÇ

Çok zengin bir kültürel cevhere ve tarihî mirasa sahibiz de ne yazık ki bundan doğru dürüst haberimiz bile yok. Hani Hayalî’nin dediği gibi “Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler/Ol mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler”(Dünyayı süsleyen (aslında) dünyanın içindedir (ancak) süsleyeni bilmezler/O balıklar ki denizin içindedirler ama denizi bilmezler.” Balıkları bilmem ama mevcut bu durum, kültürel değerlere bu lâkaytlık nerden baksan içler acısıdır. Balıkları anlarız da, değerlerinden habersiz alıkları anlamakta zorlanırız.
“Çok insan anlayamaz eski musikimizden/Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.” diyor Türk şiirinin üstatlarından Yahya Kemal… Üstat, yerden göğe kadar haklı… Çünkü mûsikî, sadece mûsikî değildir. O, bizi biz yapan birçok kültürel unsuru geleceğe taşır. Onda dünümüzün ihtişamı, bugünümüzün kararlılığı ve yarınlarımızın umutları saklıdır. Yine aynı Yahya Kemal, meşhur bestekâr Itrî’nin bestelerini anlatırken onun şahsında mûsikînin rolüne şöyle değinir: “Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,/Bir taraftan bütün hayât akmış;/Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,/Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış./Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,/Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,/Bize benzer o kâinât akmış.”
Türk mûsikîsinin köşe taşlarından biri de Hammâmî-zâde İsmâil Dede Efendi’dir. Türk mûsikîsinde Abdülkadir Merâğî ve Mustafa Itrî Efendi’den sonra o gelir. Kudretli şair Yahya Kemal “Eski Mûsikîmiz” adlı şiirinde bakın onu nasıl anlatıyor: “Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yükselir/Ve akıbet Dede'nin anlı şanlı devri gelir./Bu musikiyi O, son kudretiyle parlattı;/Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.” Üstat çok doğru söylemiş.
Süleyman Ağa’nın oğlu olan İsmail, diğer İsmaillerden ayrılıp tanınması için, babasının mesleğinin hamamcılık olması nedeniyle, “Hammâmî-zâde” sıfatıyla anılmıştır. Küçük İsmail, Şehzâdebaşı’ndaki evlerinde 9 Ocak 1778 tarihinde, Kurban Bayramının ilk günü dünyaya gelmiştir. Ona İsmail isminin verilmesi de Kurban’da doğmasıyla ilgilidir. Kendi küçük, hayalleri büyük İsmail, 1784 sonbaharında, henüz yedi yaşında iken mahallelerindeki Çamaşırcı Mektebine başladı. Sesinin güzelliği bu okulda fark edildi. Okulda ilâhîcibaşı seçildi. Mûsikîde derinleşmek için Yenikapı Mevlevîhânesine devam etti. Uncu-zâde’den yedi sene boyunca mûsikî öğrendi. Yenikapı Mevlevîhânesine yürekten bağlandı. 1789’da başladığı çile hayatını 1799’da tamamlayarak, henüz 21 yaşındayken “Dede” oldu. On yıl sürdü çile hayatı… Onun Dede’liği buradan gelmektedir.
İsmail Dede hâl ve Hakk ehli bir insan olarak yaşadı, öyle de öldü. Hammâmî-zâde İsmâil Dede Efendi’nin çilesi devam ederken babasının vefat haberini aldı. Babasından kendisine bir ev, bir hamam, bir miktar da para kaldı. Miras hamamı satarak parasını dergâha gelen yoksullara dağıttı. Bu davranış, onun dünyaya hiç iltifat etmediğinin göstergesidir.
Mevlevi dergâhının samimiyet abidelerinden Dede Efendi çiledeyken “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” şarkısını besteledi. Henüz çilesi devam ederken saraydan davet aldı. Zamanın mûsikîşinas padişahı Üçüncü Selim, genç İsmail’le görüşmek istedi. Çiledeyken bestelediği Bûselik Şarkı’yı Topkapı Sarayında, Üçüncü Selim’in huzurunda iki kez okudu. Bu fasıllar haftada ikişer kez devam etti. Böylece kendisi saray hânendeleri arasına katıldı.
Hammâmî-zâde İsmail Dede Efendi, 29 yaşına geldiğinde, Üçüncü Selim tahttan indirilmiştir. 1808 senesi onun üzüntülerinin katmerleştiği senedir; bir çeşit hüzün yılıdır. Zira o yıl, Üçüncü Selim şehit edildi. Yine aynı sene içerisinde annesi Rukıyye Hanım’ı kaybetti. Annesinin ölümünden iki yıl sonra da altı yaşındaki oğlu Mustafa’yı yitirdi.
Hattat, bestekâr, şair, sâzende ve hânende olan İkinci Mahmut tahta çıkınca Dede Efendi tekrar saraya çağrıldı. Sultan İkinci Mahmut ona “musâhib-i şehryârî(padişahın sohbet arkadaşı)” unvanını verdi. Sarayda önemli bir mevki olan saray müezzinbaşılığına getirildi. Dede Efendi, İkinci Mahmud’un teşvikleriyle son âyîni olan Ferahfezâ Âyîn’i bestelemiştir.
Ömrünü bestelere ve Mevleviliğe adayan İsmâil Dede Efendi, 24 yaşında evlenmiştir. İlk çocuğu olan Salih, henüz üç yaşındayken vefat etmiştir. Oğlunun çocuk yaşta ölümü nedeniyle Bayâtî makamındaki “Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde” adlı besteyi yapmıştır. Dede Efendi’nin manevî sahada yetişmesinde, mûsikîmizde bir marka olmasında Uncuzâde, Şeyh Ali Nutkî ve Üçüncü Selim’in çok büyük emekleri ve katkıları vardır. Onun Mevlevî dergâhıyla olan ilişkisi ve gönül bağı ömrünün sonuna dek hiç kopmamıştır.
Türk mûsikîsinde silinmez izler bırakan, çağları aşıp günümüze ulaşan Hammâmî-zâde İsmâil Dede’nin yedi ölümsüz âyîni vardır. Bunlar Sabâ Ayin, Nevâ Ayin, Bestenigâr Ayin, Sabâ-bûselik Ayin, Hüzzam Ayin, İsfahan Ayin, Ferahfezâ Ayin’dir. Sulltânî-Yegâh, Nev-eser, Sabâ-Bûselik, Hicâz- Bûselik ve Arabân-Kürdî makamları onun tarafından oluşturulmuştur. Sultânî-Yegâh, himayesini gördüğü padişah İkinci Mahmut için yapılmıştır. O; hayatı boyunca râst’tan hüzzâm’a, hicâz’dan ferahfezâ’ya, muhayyer’den ferahnâk’a kadar 70 ayrı makamda zamanı aşan, günümüze ulaşan ölümsüz besteler yapmıştır. İsmail Dede Efendi’nin 500’ün üzerinde eser bestelediği tahmin edilmektedir. Fakat bunlardan ancak 300’ü günümüze ulaşabilmiştir. 200 civarındaki kıymetli eseri ne yazık ki tarihin çöp sepetine atılmıştır. Bu, aslında Türk kültürü ve Türk mûsikîsi için çok büyük bir kayıptır.
Ölümsüz bestelerin sahibi İsmail Dede Efendi birçok şairin güftesini başarıyla besteleyerek adeta zamansızlığa taşımıştır. Onun besteleri tasavvufî ve dindışı olmak üzere ikiye ayrılır. Dinî eserlerini âyînler, peşrevler tevşîhler ve ilâhîler diye dörde ayırabiliriz. Tasavvufî sahada Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî, Merkez Efendi, Hayâlî, Sümbül Sinan, Eşrefoğlu Rûmî, Âziz Mahmûd Hüdâyî, İbrahim Gülşenî gibi zamanının büyük şairlerinin şiirlerini bestelemiştir. Din dışı besteleri de meşhur olan Dede Efendi, bu alanda Adlî(Sultan İkinci Mahmud), Fuzûlî(Mehmet Efendi), Gâlib(Şeyh Mehmed Esat Galib Dede), Hâfız(Hâce Şemsüddîn Muhammed-i Şîrâzî), İzzet(Keçecizâde Mehmed Molla), Leylâ Hanım, Nedîm(Müderris Ahmed Efendi), Vâsıf(Enderûnî Osman Vasıf Bey) gibi önemli şairlerin şiirlerini bestelemiştir.
Zamanı aşan besteleriyle gönüllerde taht kuran merhum İsmail Dede Efendi, Türk mûsikîsinin omurgasıdır. Onu Türk mûsikîsinden çıkardığınızda mûsikîmiz yarısını kaybeder. O, yaşadığı zamanda kıymeti hakkıyla bilinen, saygı ve sevgi gösterilen ender şahsiyetlerden biridir. Günümüzde, geçmiş dönemde yaşayan bestekârlar arasında en çok tanınan yine odur.
Türk mûsikîsinin sembol isimlerinden biri olan Dede Efendi, bir Hakk ve halk dostudur. O sadece bestelerin değil, gönüllerin de mimarıdır. Zira o, yaşadığı süre içerisinde, hatta ölümünden bugüne kadar, gönüllerimizde taht kurmuştur. O, gönüllerimizdeki tahtından hiçbir zaman inmeyecektir. Zira Dede Efendi kökü mâzide olan âtîydi. Tuğrul İnançer'in o çok beğendiğim deyimiyle “Dede Efendi mûsikîmizin evliyasıdır.”
Bestekâr İsmail Dede Efendi, hânendeliğinin yanında, usta bir neyzendir de... O, Abdülbaki Nasır Dede’den ney çalmasını öğrenmişti. Onun şairliğini de unutmamak, görmezden gelmemek lâzım. Zira bestelerinin önemli bir kısmının güftesi kendisine aittir. Güftelerinde işlediği konular, acılı hayatından derin izler taşır. “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü/Sîm ten gonca fem bîbedel ol güzel/Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü/Pür edâ pür cefâ pek küçük pek güzel” diye başlayan o meşhur “Gülnihal” şarkısının sözleri Dede Efendi'ye aittir. Bu şiirdeki arûz kalıbını da kendisinin bulduğu söylenir.
Tarihî kayıtlarda adı “Derviş İsmail” olarak da geçen merhum Hammâmî-zâde Dede Efendi çok yönlü(komple) bir sanatçıydı. Bestekârlık ve güftekârlık yanında, hat sanatıyla da ilgilenmesi buna bir delildir. Onun beste ve güftelerini sıralamaya kalkarsak sayfalarımız yetersiz kalır. Onun aynı zamanda bir de hocalık vazifesi vardı. Bildiklerini öğrencilerine aktarmada pek cömert davranmıştır. Onun öğrencileri arasında “Eyublu Mehmed Bey, Mutaf-zâde Hacı Ahmed Efendi, Yaglıkçı-zade Bursalı Ahmed Efendi, Vahib Efendi, Çilingir-zade Ahmed Ağa, Halim Bey, Dellâl-zade İsmail Efendi, Hoca Zekâi Dede Efendi, Nikogos Ağa, Azmi Dede, Hâfız Hamdi Bey, Yeniköylü Hasan Efendi” gibi isimleri sayabiliriz.
Hammâmî-zâde Dede Efendi özelde mûsikîmizin, genelde ise zengin kültürümüzün yüzakıdır. Dünya çapında tanınan mümtaz bir simadır o... Merhum Samiha Ayverdi'nin İsmail Dede Efendi ve mûsikîsinin tılsımına dair şu değerlendirmesi dikkate şayandır: “Padişah, nasıl bir nizam ve âhengin merkez yerinde oturan muvazene unsuru idiyse, derviş kişi de, vâsıl olmuş bulunduğu bir iç saltanatının muvazene ve ahengini kâinâta nakletmek ve üretmek ile vazifeli bir vasattı. Kâh hal, kâh vecd, kâh iman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikâl, çoğu defa da sanat tarîkini ihtiyâr ederdi. İşte Dede'nin de ayinleri, besteleri, kârları, murabbâları, semâîleri, nakış semâîleri, peşrevleri hattâ şarkı ve türküleri, kanla kılıçla hizaya gelmeyen beşeriyeti, bir anlatılmaz heyecan ve şevkin sıcaklığı içinde yumuşatan bir ferman değil de ne idi? Osmanlı devleti'nde daima el ele, iç içe ve bir hizâda yürüyen şiir, mûsikî ve tasavvuf, her zaman kütleyi giydirip kuşatan, süsleyip bezeyen bir millî servet ve asalet geleneği ve mîrâsı olmuş; hattâ orduların bozulduğu, sınırların daraldığı, idarenin gevşediği en buhranlı devirlerde bile, işte Şakir Ağa'lar, Ahmed Ağa'lar, Sadullah Ağa'lar kâfilesinin dokuduğu sanat tezgâhı, kütleyi yoksul ve çıplak bırakmamış; nihâyet Dede Efendi ile de, cemiyete, hâlin ve istikbalin ümid ve tesellî kaftanını biçip giydirmişti.”
Ülkemizde tez elden, Türk mûsikîsinin tartışmasız en büyük otoritelerinden biri olan İsmail Dede Efendi'nin adını taşıyan bir “Türk Mûsikîsi Enstitüsü” kurulmalıdır. Onun ölümsüz adı konservatuvarlara verilmelidir. Müzikle ilgilenenlere yerli model olarak gösterilmelidir. Batıda bu ayarda bir bestekâr olsaydı, onu yere göğe sığdıramazlardı. Bizde sıradışı değerlere hakkıyla ve lâyıkıyla kıymet verilmiyor. Adam harcamakta üstümüze yoktur. Vefanın kokusu üzerimize sinmemiştir. Çabuk unutan bir milletiz vesselam...
Mevleviliğin samimi siması, büyük bestekâr Hammâmî-zâde İsmail Dede Efendi ölümü kutsal topraklarda tatmıştır. Hac farizasını yerine getirmek için kutsal topraklara doğru yola çıkmış, hac vazifesini yerine getirmekteyken amansız bir salgın hastalığa dûçâr olmuştur. O vakitler kolera salgını o bölgeyi kasıp kavuruyordu. Bu illet Dede Efendi’ye de bulaşmıştı. Öyle ki bu illetten yakasını bir türlü kurtaramadı. Bir Kurban Bayramında dünyaya gelen Dede Efendi yine bir Kurban Bayramında bu dünyadan sonsuzluğa göçtü. Mînâ’da emaneti Hakk’a teslim etti. Allah diye atan nabzı sonsuza dek durdu; Hakk aşkıyla tutuşan ruhu gibi, bedeni de bu topraklarda kaldı. “Kendi Gök Kubbemiz”in şairi Yahya Kemal, onun ölümünü şöyle dillendirdi:
“Tâ’ûna giriftar olarak Mînâ’da / Can verdi cehennem gibi bir hummâda
Fânî ise öz bestelerin hallâkı / Doğmak, yaşamak nâfiledir dünyada”
Mevlevî bestekâr Dede Efendi bir aşk adamıydı. O, adanmış ruhların önde geleniydi. Onun en büyük aşkı Mevlâsına duyduğu eşsiz sevgiydi. Saraylarda ağırlanmış seçkin bir insan olmasına rağmen, bir tevazû abidesiydi. Türk mûsikîsinde ilklerin adamıydı. Yerli mûsikînin öncüsüydü. Onun ölümü de sıradışıdır. Mübarek topraklarda ölmek kendisine nasip olmuştur. Şair Kazım Paşa, İsmail Dede’nin vefatına aşağıdaki şiiriyle tarih düşürmüştür.
“Hazret-i Farabi-i sâni müezzinbaşı kim
Zâtına olmuşdu ilm-i mûsıkî ihsan-ı Hak
Aşinâ-yı her makam etmişdi kalb-i nigehin
Sâye-i Molla'da lutf-ü himmet-i merdân-ı Hak
Pertev-i şems-i hakikatten kılub kesb-i kemal
Zerre-i nâçiz iken oldu meh-i tâban-ı Hak
Fehm olur bundan makam-ı kurbe âheng ettiği
Hac edüb Minâ'da oldu vâsıl-ı gufurân-ı Hak
Çor tekbirin çeküb Kâzım Dedi târihini
Kebş-i cânın kıldı İsmail Dede kurbân-ı Hak “(1262)
Kaynakça: “Dede Efendi”, Yılmaz Öztuna, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1987

"ZAMANI GELİNCE BU DÜNYADAN BİZ DE GÖÇERİZ"
M. NİHAT MALKOÇ

Ölüm, yapılacak onca iş varken en hesapsız zamanda gelip buluyor biz kulları. Yoğun gündemin içerisinde adete "Sakın beni unutma! Ben de varım." diyor biz fanilere. Fakat insan ölümü nedense kendisine hiç yakıştıramıyor. Onu daima hayatın en uzağına atıyor.
Türk kültürü ve edebiyatı alanında donanımlı bir insan olan Kültür ve Turizm Bakan Yardımcımız Sayın A. Haluk Dursun da yoğun gündemi olan bir insandı. Bir programdan çıkıp başka bir programa gidiyordu. Türkiye'de kültür ve sanat içerikli etkinliklerde bulunmaktan hem keyif alıyor hem de buralarda bulunmayı kendine görev sayıyordu. Haluk Dursun Hoca, işte öyle bir program dönüşünde, mesaisini gerçekleştirirken verdi son nefesini.
Hayat ne garip, bir varsın bir yoksun... 19 Ağustos 2019 tarihinde Malazgirt ve Ahlat ziyaretlerinin ardından gittiği Van'ın Erciş ilçesinde trafik kazası geçirerek vefat eden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Haluk Dursun, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Malazgirt’te düzenlenen “IV. Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni”ne katılarak bir konuşma yapmıştı. Heyhat, nereden bilebilirdi o konuşmanın son konuşması olacağını?
Merhum Prof. Dr. A. Haluk Dursun son dönem Türk aydınları içerisinde müstesna bir şahsiyetti. 1957'de Hereke'de doğan Prof. Dr. A. Haluk Dursun, aslen Giresunluydu. Eskiden "Mekteb-i Sultanî" diye isimlendirilen Galatasaray Lisesi'ni bitirmişti. Ardından da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Son Çağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümü'nden mezun olmuştu. Yüksek lisans ve doktorasını Marmara Üniversitesi'nde, Yakın Çağ Tarihi Anabilim Dalı'nda tamamlamıştı. 2007 yılında “Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi” sahasında tarih doçenti olan Halûk Dursun, 2013 yılında Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi'nde Yakın Çağ Tarihi Ana Bilim Dalı'nda profesörlük unvanını almıştır.
Planlı okuma ve disiplinli araştırmalarla kendini çok iyi yetiştirmiş bir kültür adamı olan Haluk Dursun, aynı zamanda her dönemde aranılan bir bürokrattı. Prof. Dr. Dursun; Marmara Üniversitesi’ne bağlı Atatürk Eğitim Fakültesi'nde ve Fen-Edebiyat Fakültesi'nde Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Öte yandan Ayasofya Müzesi Başkanlığı, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Danışma Kurulu Üyeliği, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü yapmıştır. 2014’te T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı olarak atanmış ve aynı dönemde Yunus Emre Enstitüsü Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapmıştır. 2016 yılı Mart ayında emekli olan Dursun, 26 Nisan 2017’de Bakanlar Kurulu kararı ile T.C. Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu Üyesi olmuştur.
Kadim Türk kültürü, zengin Türk medeniyeti ve zaferlerle dolu Türk tarihiyle ilgili birçok konferans ve seminer veren Prof. Dr. A. Haluk Dursun, Kültür ve Turizm Bakanlığı III. Millî Kültür Şurası Kültür Politikaları Komisyonu Başkanlığı ile Kalkınma Bakanlığı XI. Kalkınma Planı Kültür Politikaları Özel İhtisas Komisyonu Başkanlığını yürütmüştür. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi ve Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Türk Medeniyet Tarihi, Türk Kültür Tarihi, İstanbul Şehir ve Kültür Tarihi ile Yakın Çağ Avrupa Tarihi konusunda birçok akademik dersler vermiştir.
Merhum Prof. Dr. A. Haluk Dursun bütün bu ilmî ve kültürel uğraşlarının yanında, kültür ve medeniyetimize ayna tutan birçok kıymetli kitaplar da kaleme almıştır. "İstanbul'da Yaşama Sanatı, Nil'den Tuna'ya Osmanlı,Tuna Güzellemesi, Osmanlı Coğrafyası'na Yolculuk, Boğaziçi'nde Kırk Yılım, Ayasofya Müzesi Kültür Envanteri, İstanbul: Şehir ve Kültür, İncir Çekirdeği: Hereke’den Çıktım Yola" adlı eserler bunlardan bazılarıdır.
Prof. Dr. A. Haluk Dursun son nefesine kadar bu aziz milletin zengin kültürüne büyük bir aşkla ve şevkle hizmet etmiştir. Oturup da emekliliğin tadını çıkarmayı hiç düşünmemiştir. Kafasında hep yeni projeler kurmuş, bunları hayata geçirmek için fırsatlar kollamıştır. Onun bu gayretleri, ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından görülmüş, takdir edilmiş, büyük bir kadirşinaslıkla karşılık bulmuştur. 1989 yılında "Elveda Boğaziçi" adlı seri yazıları nedeniyle İstanbul Mimarlar Odası'nın "Basında Uzmanlık" ödülünü kazanmıştır. 2002 senesinde "Nil'den Tuna'ya" adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği tarafından gezi yazısı kategorisinde ödüllendirilmiştir. Yine başkanlığını ve müdürlüğünü yaptığı Ayasofya'nın restorasyonuyla ilgili çalışmaları nedeniyle 2010 yılında kendisine İtalya'da Rotondi Sanat Kurtarıcısı Ödülü verilmiştir. Bu anlamlı ödüller onun çalışma ve üretme azmini ve gayretini kamçılamıştır.
A. Haluk Dursun ömrünü devlet işlerine adamış engin gönüllü bir insandı. İki yıl evvel emekli olduğu halde, kendisine tevdi edilen Kültür Bakan Yardımcılığı görevini hiç tereddüt etmeden kabul etmiştir. Çünkü o, çalışmaktan ve üretmekten haz alan bir gönül insanıydı.
Prof. Dr. Dursun millî, manevî ve kültürel meselelere vakıf; yüzde yüz yerli ve öz değerlerimizle donanmış tam bir kültür adamıydı. Bu sene KTÜ Atatürk Kültür Merkezi'nde, benim de içinde bulunduğum, Cengiz Dağcı'nın eserlerinin konu edildiği "Anadolu Mektebi Yazar Okumaları" programının açış konuşmasını yapmıştı. Malazgirt'ten girmiş, Cumhuriyet'ten çıkmış, kültürel anlamda bir ufuk turu yapmıştı. Bu; abus bir yüzle, resmi bir ağızla yapılan bir konuşma değildi. Tatlı bir sohbetti. Nefis bir konuşma gerçekleştirmişti. Bu konuşmayı yaptıktan sonra apar topar Şanlıurfa'da Göbeklitepe ile ilgili bir programa gitmişti.
Merhum Prof. Dr. Haluk Dursun; memleketini canından çok seven, nesli tükenmeye yüz tutmuş çok çalışkan bir insandı. Yerinde oturduğu yoktu. Bakanlık çalışmaları nedeniyle, Evliya Çelebi gibi yurdu karış karış dolaşıyordu. Onun bakan yardımcısı olduğu bu dönemde kültürel anlamda çok güzel işlere imza atılmıştır. Tabir caizse kültür, turizme galebe çalmıştır.
Merhum Prof. Dr. Haluk Dursun kalemi güçlü olmasının yanında çok da iyi bir hatipti. Her gittiği toplantıda konuşur; özellikle gençlere kültürümüze, tarihimize ve edebiyatımıza dair ince ve derin mesajlar verirdi. Bu minvalde yurt içinde ve yurtdışında değişik ortamlarda binlerce kez konuşma yapmıştır. Yaptığı konuşmalar muhataplarında yankı bulmuştur. Çünkü o, derdi olan bir insandı. Onun derdi kadim kültürümüzü ve medeniyetimizi genç kuşaklara aktararak onlar tarafından benimsenmesini ve içselleştirilmesini sağlamaktı.
Prof. Dr. Haluk Dursun; Türk dünyası, Balkanlar, Ortadoğu ve Avrupa gibi bölgelere; buradaki gönül coğrafyamıza da çok değer veriyor; buralardaki eserlerimizin ve tesirlerimizin devam etmesi için gecesini gündüzüne katıyordu. Bu amaçla bu bölgelerde ve ülkelerde adeta bir ömür mekik dokumuştur. Bazı ülkelere ve bölgelere önemine binaen defalarca gitmiştir.
Merhum Haluk Dursun; kaleme aldığı eserlerde daha çok gönül coğrafyamızı konu edinmiş, bizi bize anlatmıştır. Onun eserlerinden "Tuna Güzellemesi" adlı kitabını hüzünle karışık büyük bir keyifle okumuş, nostaljinin doruklarında dolaşmıştım. Yazar "Tuna Güzellemesi"nde gezdiği toprakları hatıra ve gezi yazısı karışımı bir üslûpla anlatmıştı. Kitabı okurken kadim zaferlerimizle mutlanmış, ender de olsa hezimetlerimizle kederlenmiştim. Kitap bizi adeta kolumuzdan sımsıkı tutmuş, kadim diyarları gezdirmişti bize. O esnada dört bir yanımızdan, hiç durulmayan ve akışını kesmeyen kadim tarihin nehri akmıştı. Tuna Nehri etrafında kurulmuş eski ve köklü medeniyet tablolarına ilişmişti gözlerimiz. Yaşayan zengin tarihe, kahraman ecdadımızın mirasına ve Osmanlı'nın o kutlu izlerine tanık olmuştum. Kitaptan o kadar keyif almıştım ki birkaç yıl sonra eseri tekrar okuma ihtiyacı hissetmiştim.
İstanbul'a ilk defa 1968 yılı sonbaharında geldiğini söyleyen Haluk Dursun, bütün yerli ve halis münevverler gibi bir İstanbul âşığıydı. Ömrü bu şehirde geçmişti. Bu şehrin Ayasofya ve Topkapı Sarayı gibi kadim duraklarında yöneticilik yapmıştı. Onun döneminde Ayasofya Camii'nde ve Topkapı Sarayı'nda önemli yenilikler olmuştu. "Şehir ve Kültür İstanbul, İstanbul'da Yaşama Sanatı, Boğaziçi'nde Kırk Yılım" onun İstanbul'la ilgili birbirinden kıymetli kitaplarıdır. O, "İstanbul'da Yaşama Sanatı" adlı kitabında bu sanatın güzelliklerini şöyle sıralar: "İstanbul erguvanlarının, mimozalarının açıp açmadığını izlemek; kasım sakalarının gelip gelmediğini, bülbüllerin ötüp ötmediğini gözlemek; Boğaz'da lüfer avına, mehtaba çıkmak; bir eski İstanbul tadını yakalamak için köşe-bucak dolaşmak; bir eski İstanbul Efendisi'nin sohbetine koşmak; İstanbul'un anıt ağaçlarının ölçüsünü almak; Haliç'teki son kayıkçıyı, son Bulgar sütçüyü, son İstanbul bostanlarında ne ekildiğini takip etmek; İstanbul sularını tatmak; İstanbul'da güzel sesli bir müezzinin ezanına kulak vermek gibi İstanbul'da yaşama sanatının bütün güzellikleri..." Şiir tadındaki bu enfes kitabı okuduğunuzda İstanbul'u daha çok sevecek, bu şehirde yaşadığınız halde birçok şeyin farkına varamadığınızı anlayacaksınız. İlk fırsatta İstanbul'u bu derin gözle gezmeye çalışacaksınız. İstanbul'un içinde henüz farkına varmadığımız bir İstanbul'un daha olduğunu hissedeceksiniz.
Merhum Prof. Dr. Haluk Dursun, "Nil'den Tuna'ya" adlı eserinde, asırlar geçse de hiç unutulmayan, hasreti burnumuzda buram buram tüten Osmanlı'nın gönül coğrafyasını ansiklopedik bilgilere boğmadan, sade bir üslûpla ve gönül diliyle anlatmıştır. Bu çerçevede bizleri Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Romanya, Macaristan, Moldova, Ukrayna, Arabistan, Filistin, İsrail, Afrika gibi gizemli coğrafyalara götürmüştür. Nil’den Tuna’ya geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı’nın bıraktığı köprüleri, camileri, çeşmeleri, imaretleri, sokakları, âdetleri, yemekleri ve törenleri gözümüzün önüne getirmiştir. 288 sayfalık bu kitapta, ecdadımızın zamanı aşan eserleri hatırlatılıyor bizlere. Arka kapakta belirtildiği gibi "Kudüs’ten Kahire’sine, Mekke’den Medine’sine kadar Ortadoğu’da; Üsküp’ten Kosova’ya, Elbasan’dan Tiran’a, Selânik’ten Yanya’ya, İstanköy’den Rodos’a, Estergon’dan nazlı Budin’e kadar Vardar boylarında, Rusçuk’tan Silistre’ye, Deliorman’ların Razgrad’ından Koca Balkanlar’daki Hüseyin Raci Efendi’nin Eski Zağra’sına, Dobruca’nın Köstencesi’ne, Mecidiyesi’ne kadar Tuna boylarında ve sonra Eflâk’tan başlayıp ta Kara Boğdan’a Prut kıyılarına, Dinyeper’e, Dinyester’e, Akkerman’a kadar her yerde akıp giden zamana, tarihe karışan hakikate rağmen duran Osmanlı’nın izleri var bu kitapta."
Ayasofya Müzesi Başkanlığı ve Müdürlüğü de yapan Prof. Dr. Haluk Dursun, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Kültürel Miras ve Müzeler Direktörlüğü tarafından yürütülen İstanbul Kültür Mirası ve Ekonomisi Envanteri adlı proje kapsamında "Ayasofya Müzesi Kültür Envanteri" adıyla 253 sayfalık bir eser kaleme almıştır. Kadim Ayasofya'yı müze kimliğiyle ele alan Dursun, bu önemli çalışmasında Ayasofya külliyesini, külliyenin her bir yapısını, yapıya ait tüm ögeleri birer birer ölçtürerek envanter haline getirmiştir. Bunun yanı sıra müzeye ait kütüphane ve depoda bulunan eserler de incelenmiştir. Merhum Dursun, bunu yaparken aslında kıymetli bir tarihî de kayıt altına almıştır. Böylelikle anıtsal yapıların en kıymetlisi olan kadim Ayasofya'nın hafızasını muhafaza etmiştir.
“Küçüklüğümden beri okumaya, dinlemeye, sormaya, yazmaya doyamam. Defterler tutarım, ta çocukluğumdan beri. Kapaklarında ‘Haluk’un Defteri’ yazar. Bunlar Hereke Defteri, İstanbul Defteri, Anadolu Defteri, Osmanlı Defteri, Avrupa Defteri, Orta Asya Defteri gibi alt başlıklara ayrılır. " diyen Prof. Dr. A. Haluk Dursun "İncir Çekirdeği-Hereke'den Çıktım Yola" adlı eserinde hatıralarına yer vermiştir. Bu eserle ilgili şunları söylemiştir: "İncir Çekirdeği’nde eski hatıralar var, eski hayatlar var, tabiat var ama en çok o günlere, o insanlara hasret var. Orada çocukluğumun İnciraltı Plajı’nın çakıl taşlı dibi görünen temiz denizi var. Kamışlı’nın, İkizler’in Binbaşı’nın çeşmesi, Ulupınar’ın deresi, anamın ninnisi, babamın gayreti, dedemin öksürüğü, anneannemin duası, hepsinin hoş sâdâsı var. Ve sonra kulağımda yine her birinin tarihî Hereke Camii’nden verilen sâlâsı var.”
Merhum Prof. Dr. A. Haluk Dursun özellikle gençlerin sıklıkla bulunduğu facebook, twitter, instagram gibi sosyal medya platformlarını aktif olarak kullanıyor; bunlar üzerinden, başta gençler olmak üzere, bütün muhataplarına ulaşıyordu. Böylelikle bir anlamda gençler ona gelmezse o gençlere gidiyordu. Bu çerçevede son yıllarda bakanlık çalışmaları vesilesiyle gittiği yerlerdeki izlenimlerini özellikle facebook sayfasında takipçilerine günü gününe aktarıyordu. Bu kısa tadımlık yazılar keyifle okunuyor, büyük bir ilgi ve beğeni topluyordu. Sosyal medya üzerinden, yarınımızın teminatı gençlere şöyle sesleniyordu: "Gençler, danışın. Önce aklınıza; sonra gönlünüze; en sonunda da sizi hesapsız, kitapsız, menfaatsiz, gönülden seven büyüklerinize danışın. Şükrü ihmal etmeyin. Allah’a şükredin, insanlara teşekkür edin."
"Her nefis ölümü tadacaktır"(Ankebut 57) diyor Rabbimiz. Mühim olan bâkî kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmak. A. Haluk Dursun ağabey bunu başardı. Allah rahmet eylesin.

GARİB OZAN BİR IŞIKTI
M.NİHAT MALKOÇ

Bir ozan geçti bu fâni dünyadan… Sazıyla, sözüyle örnek kişiliğiyle bir karakter heykeliydi O…Garib Ozan adıyla namı yayılan Mehmet Sait Şimdi, içindeki sevgiyi bütün çıplaklığıyla kelimelere aksettiren şiirler yazmış bir söz eriydi. O, öncelikle bir ozandı. Yani şiirlerini saz eşliğinde söylerdi. Pek çok bestesi bulunuyordu. Vatanını canından aziz bilenlerin, özellikle milliyetçi camianın sevilen sesiydi. Gece gündüz demeden inandığı yolda çalışıp durdu. Sazıyla, sözüyle ve özüyle… Bir şiirinde şöyle haykırıyordu içinde korlaşan yangını:
“Zalimler akıllı, sevenler mazlum, / Dünyada son kalan, deli biz miyiz?
Kavuşsak olmuyor, ayrılsak zulüm, / Tanrı'nın en kötü kulu biz miyiz?
Peki, kimdi Garib Ozan mahlasıyla meşhur olan ve yüreklere taht kuran kıymetli dava adamı Mehmet Sait Şimdi:
“1958 yılında Mardin'de doğmuştu.1984 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesini bitirmişti..TEK Genel Müdürlüğü,İnşaat Dairesi Başkanlığı’nda Jeoloji Mühendisi olarak çalışan Şimdi, evli ve iki çocuk babasıydı. 1975 yılından beri çalışmalarını profesyonel olarak yürüten Sait Şimdi, ülkemizin değerli halk ozanları Reyhanî, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova gibi sanatçılarla sahne, âşıklık ve şiir konusunda uzun bir süre pratik ve teorik çalışmalar yapmış ve Türkiye genelinde Garib Ozan olarak tanınmaktaydı. 7 Ocak 2004 tarihinde ani bir rahatsızlık sonucu yaşama veda etmiştir. Asıl adı Mehmet Sait Şimdi’dir.”
Şiirlerinde âşık tarzının bütün özelliklerini görmek mümkündü. Hece ölçüsüyle yazardı şiirlerini. Şiirde söz yapısına ayrı bir önem verirdi. Kafiye ve ölçüde ısrarcıydı. Şiirin içeriği kadar şeklinin de mühim olduğunu bilir ve yazdıklarında buna riayet ederdi. Aşağıdaki şiirinde aşkın biraz da hasret ve kahır çekmek olduğunu bakın nasıl ifade ediyor:
“Ben sana vurulmadan / Hasretle sarılmadan
Küsmeden darılmadan / Aşk olur mu bir tanem”
Garib Ozan kırk küsur yıllık kısa hayatına pek çok başarılar sığdırmış ender şahsiyetlerden birisiydi. Davasının yılmaz neferiydi. Bütün mesaisini bu uğurda harcamayı görev addederdi. Kısa ömrüne şu başarıları sığdırmış mümtaz bir şahsiyetti:
1987 Müzik Magazin Şarkı Sözü yarışmasında birincilik, 1987 Müzik Magazin Beste Yarışmasında final, “Gazete” gazetesinde Şarkı Sözü yarışmasında mansiyon, 1990 Devlet Bakanlığı Çocuk Şarkıları Yarışmasında mansiyon, 1992 Malatya Kayısı Festivali Beste Yarışmasında mansiyon, kazanmıştır. Ayrıca Türk Sanat Müziği formunda bestelenmiş 15 adet şiiri vardır. Bunlardan üçü TRT denetimi neticesinde onay almıştır. Özgün, Türk Sanat Müziği,Arabesk gibi formlarda bestelenmiş ve yayınlanmaya hazır otuz tane beste çalışması bulunmaktadır.
Garib Ozan şiirlerinde katıksız sevgiyi anlatmıştı. Fakat onun aşkı üç günlük sevdalara hiç mi hiç benzemezdi. Namus ve arın hâkim olduğu ömürlük sevdalardı yelken açtığı… Ailesine ve çocuklarına çok düşkündü. Günümüzdeki gündelik ilişkiler ona göre aşk değil, duygu sömürüsüydü. Bir şiirinde şöyle diyor yüreğinin sahibine:
“Bu tatlı sevdayı kim ne bilecek, / Gönülde sımsıcak yaşanan gerçek,
Ne bahar isterim ne de bir çiçek, / Güllerin hepsine değer sevgilim.”
O milliyetçilik davasını omuzlamış ve otuz yılını bu yolda harcamıştır. Yurdunu canından azizi bilirdi Garib Ozan… Güzel bir işi vardı; mühendisti. Çok da başarılıydı işinde… Çevresi tarafından da sevilen ve takdir edilen bir insandı. Eğer kendini ve şahsî menfaatini düşünseydi çok daha iyi yerlere gelebilirdi. Fakat O, kendini bu milletin huzur ve refahı için davasına adadı. Geleceğimizin teminatı olan çocuklar ve gençler için çırpındı durdu. Sazını ve sözünü bu yolda kullandı. Bu yüzden pek çok eza ve cefaya kol kanat gerdi. O yıllarda adeta bir kan gölüydü memleket… Böyle bir ortamda bencil davranarak kendi istikbalini düşünmek onun gibi engin gönüllü bir şahsiyete yakışmazdı. O da kendine yakışanı yaptı. Hayatını Türk milliyetçiliğine vakfetti. Çok çileler çekti. Kendisi gibi düşünmeyen kesimlerin nefretini kazansa da doğru bildiği yolda dimdik yürüdü. Zorluklar ve engeller çığ gibi üzerine geliyordu. Fakat ümidini kaybetmedi hiç… Bunu şu şiirinde açıkça görebiliriz:
“Ne karanlık ne işkence / Güneş doğar biter gece
Çözülecek her bilmece / Sabret gülüm çok az kaldı”
Tarihe meraklıydı Garib Ozan… Kendi tarihini bilmeyenlerin gelecekteki tarihlerini başkalarının yazacağına inanırdı. Tarih şuurunun gençlere kazandırılmasının mücadelesini vermiştir. Çünkü malumdur ki geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez. Bunun acılarını yıllarca çekti bu memleket…
Çok genç yaşta aramızdan ayrıldı Mehmet Sait Şimdi, nam-ı diğer Garib Ozan… Allah sevdiği kullarını çabuk alıyor yanına… Onların daha da üzülmesini, çilelerle ezilmesini istemiyor herhalde… Kim bilir?
Bu kadar sıkıntıya göğüs geren rahmetli Garib Ozan’ı çok çabuk unuttu onun dava arkadaşları… Maalesef bu ülkemizin aydınlarının kaderi… Toplumda iz bırakan bir kişinin ölümüyle beraber methiyeler peşpeşe gelir. Fakat toprağı henüz kurumadan unutulur gider. Vefayı bir semt adı ve o semtin bozası olarak sanarız. Vefa asil bir histir. Vicdan sahibi olan bizler, ömrünü davası için feda eden bu gibi şahsiyet abidelerini gönlümüzde yaşatmalıyız. Onları gelecek nesillere model şahsiyetler olarak sunmalıyız. Sözlerimi Garib Ozan’ın M.Kemal Atatürk, Mehmet Akif Ersoy ve Nihal Atsız gibi şahsiyetlere ithafen yazmış olduğu “Onlar Işıktılar” adlı güzel şiirinin ilk dörtlüğüyle noktalamak istiyorum… Ve diyorum ki muhterem Garib Ozan sen de onlar gibi ışıktın. Sen göçtükten sonra gönül dünyamızdan bir yıldız kaydı. Allah rahmet ve mağfiret eylesin. Ruhun şâd olsun:
“Onlar Işıktılar sönmeden yanan / Vakit geldi birer birer söndüler
Akşam gittikleri yerler ışırdı / Sabah geldikleri yere döndüler”

TÜRK-İSLAM FİKRİYATININ GÖZESİ: ERGUN GÖZE
M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm yine bozdu bağlarımızı. Kırdı dallarımızı fırtınalar, boranlar... Sert esen rüzgâr sürükledi, götürdü canları toprağın kara bağrına. Bahardan bir hatıra kaldı geriye. Tebessümler asılı kaldı sisli aynalarda. Gidişler kalanların zihninde acı izler bıraktı. Gidenlerin ardından bakakalanlar acıyı azık ettiler. Derin bir uykuya daldı hatıralar… Gidenler biraz da bizleri götürdü uzak diyarlara. Geride “Süreyya” misali yıldızlar bıraktılar. Yeni bir hayatın temelini attı gidenler… Sonsuzluğun kapısından geçip menzile vardılar. Dünyadaki fanilikleri de toprak oldu onların göçüsüyle birlikte. Ayrılığın hüznünü kalanlar çekti içine. Gidenler acıyı emanet bıraktılar. Geride kalanlar hayata tutundular en zayıf noktasından. Gidenler bir daha geri dönmemek üzere ayrıldılar bu limandan; vedalaşmaya bile zaman bulamadan. Evvel gidenler gittikleri yerde daha kıdemlidirler şimdi…
Üstad’ın “Ölüm bu, güzel şey, budur perde ardından haber;/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber” dizeleri bize ölümü şirin gösteriyor. Biz kabul etmeye yanaşmasak da ölüm güzellikler ülkesine, sonsuzluklar diyarına yol almaktır. Hayatı sonsuzluk aşısıyla tazelemektir bir anlamda. Onun içindir ki ölüm sonsuz hayata açılan geniş bir kapıdır. Bu kapıdan geçmeyen yiğit çıkmadı bu güne kadar; bundan sonra da çıkmayacaktır elbette....
İnsanlar vardır bir çınar misali dimdik yaşar ve öylece eğilip bükülmeden emaneti sahibine teslim ederler. Onlar ki sadece Hakk karşısında eğilirler. Onların; peşinde koştukları, varını yoğunu uğruna feda ettikleri davaları vardır. Bir ömür boyu aynı çizgide yaşarlar; eğilip bükülmezler. İşte vasıflarını belirttiğim bu insanlardan birini daha ebediyete uğurladık.
Tarihler 13 Kasım 2009’u gösterdiğinde bir kalp durdu Babıâli’de… Türk basınının muhafazakâr kalemlerinden Ergun Göze, Hakk’a yürüdü. Hak bildiği yolda yürüyen ve kalemini adeta bir hançer gibi kullanan Ergun Göze artık yok aramızda. Türk basın hayatının onurlu kalemlerinden biriydi Göze… Fikir hayatımızın gözelerinden biri daha kurudu ne yazık ki!... Koca bir çınar devrildi sessizce… Fırtınalı bir hayat sükûnetle son buldu.
O, milliyetçi muhafazakâr bir kalem olarak biliniyordu. Doğru bildiğini söylemekten çekinmedi hiçbir zaman… Hak ve hakikat davasının emrine verdiği kalemi bir kılıç kadar keskindi. İmanlıydı, ihlâslıydı ve büyük bir vatanseverdi O… Anadolu’nun bağrından, Sivas’tan kopmuş bir seldi Ergun Göze… O, önüne engel olarak dikilen şer güçleri büyük bir cesaretle ezmesini bilmiştir. Sözünü hiçbir zaman muhataplarından sakınmamıştır. Nefes aldıkça kimseye minnet etmemiştir. Ömrünce mal mülk peşinde koşmamıştır. Onun için varsa yoksa hak ve hakikat davasıydı. Gerisi teferruattan ibaretti bu dünyada.
Onun heyecanı hiçbir zaman eksik olmazdı. Çünkü sırtladığı Türk-İslam ülküsü bu coşkuyu ve heyecanı diri ve iri tutuyordu. Polemikçiliğiyle de tanınıyordu. Çoğu meslektaşı menfaat rüzgârının esiş yönüne göre sürekli cephe değiştirirken o, aynı noktada sabit ve daim duruyordu. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmeyi zül ve onursuzluk sayıyordu.
Dost canlısı bir insandı Ergun Göze… Dostlarıyla aynı havayı teneffüs etmek için zaman ve mekân engel değildi hiçbir zaman… Çok geniş bir dost halkası vardı Göze’nin... Peyami Safa’dan Necip Fazıl’a, Fethi Gemuhluoğlu’dan Aydın Bolak’a kadar çok geniş bir dost çevresi vardı. Muhabbet konuları memleket meseleleriydi. Futbol ve magazin lakırdıları dillerinden ve gönüllerinden fersah fersah uzaktı. Memleketteki kısır döngü ve idealsizlik onu fazlasıyla üzerdi. Memleketteki ahlakî çöküş onun içinde bir yaraya dönüşmüştü.
Merhum Ergun Göze aslında İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukattı. Avukatlık görevini uzun süre sürdürmüştü. O zamanın barosuyla mücadeleleri meşhurdur. Bu arada basın yayın işlerini de yürütüyordu. Çok geniş bir ilgi ve bilgi alanı vardı onun. Edebiyattan musikiye kadar pek çok güzel sanatla yakından ilgilenirdi. Geleneksel sanatlara alakası çok büyüktü. Bunları yayılması ve yaşatılması için kalemini her fırsatta kullanırdı.
Ergun Göze’nin Tercüman’ı benim de severek okuduğum ve her fırsatta aldığım bir gazeteydi. Kemal Ilıcak’ın Tercüman’ı o zamanlar sağın büyük gazetelerindendi. Tarihî bir misyonu omuzlamıştı bu güzide gazete. Bir mektep vazifesi görüyordu muhafazakâr çevrede. Bu gazetenin üç büyük atlısı vardı: Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra… Göze’nin “Köşebaşı” köşesi ilk okuduğum kısımdı. Çünkü onun parlak düşüncelerine katılmadığım pek olmazdı. Onun meseleler karşısındaki tavrı benim düşüncelerimle örtüşürdü çoğu zaman…
Ergun Göze son nefesini verdiğinde 78 yaşındaydı. Fakat kendisini hayattan hiçbir zaman soyutlamamıştı. İlerleyen yaşına rağmen, geleceğin imanlı nesilleri için yapması gerekenler vardı. O, çok büyük zorlukları aşarak bugünlere gelmişti. Günümüz gençliğinin bu acı tecrübeleri yaşamaması için onların yolundaki engelleri bertaraf etmekle meşguldü.
Ergun Göze, Babıâli’de geçen elli yılını “Yaşasın Hatıralar” adlı eserde dile getirmişti. Ergun Göze, “Gazetecilik, yazı hayatı bir mikrop gibi insanın içine girdi mi, bir daha çıkmaz. Ben de, gazeteciliğe bir fikir içinde olduğum için, o fikrin çok saldırıya ve haksızlığa uğradığını gördüğüm için girdim” demişti. Gerçekten de Göze, inançlarının savunuculuğunu yapmıştır kaleme aldığı yazı ve kitaplarında. Düşüncelerini müdafaa etmiştir sürekli...
2009 yılında Trabzon’da, valiliğin öncülüğünde “Kitaplı Hayaller Vadisi” adlı bir kitap şenliği düzenlendi. Bu şenliğe Türkiye’nin değişik yerlerinden şair ve yazarlar davet edildi. Bunlar arasında merhum Ergun Göze’nin muhterem eşi Hicran Göze ve kızı Zeynep Uluant da vardı. Bu kitap şenliğinde ben de mihmandar olarak görevliydim. Ergun Bey’in eşi ve kızıyla uzun ve derin sohbetler yaptık o zamanlar... Ergun Bey de hasta olmasaydı bu kitap şenliğine katılacaktı. Eşinden Ergun Bey’in telefon numarasını aldım. Kendisine telefon ederek geçmiş olsun dileklerinde bulundum. Meşgul olduğu için kısa konuştuk. Fakat kendisi daha sonra beni aradı. Telefonda güzel bir sohbet ettik. Eşinin ve kızının yanımda olduğunu söyleyince “Ben de gelecektim Trabzon’a ama sağlığım elvermedi. Eşimi ve kızımı iyice gezdirin oralarda. Onlar size emanet… Daha sonra yine görüşelim” dedi. Bu benim, gazetedeki köşe yazılarını ve kitaplarını severek okuduğum Ergun Göze Bey’le ilk ve son konuşmam oldu. Çok kibar bir adam olduğunu bu konuşmamızda bir kez daha anladım.
Merhum Ergun Göze’nin bütün ailesi kalem erbabı… Eşi Hicran Göze ve kızı Zeynep Uluant birbirinden kıymetli yazılarıyla ve kitaplarıyla tanınıyorlar. Hicran Göze’nin kaleme aldığı “Mehmet Akif-Hüzünlü Bir Yolculuk”, “Kadıköylü Yıllarım”, “Maveradan Gelen Ses”, “Halide Edip Adıvar-Zor Yılların Zor Kadını” gibi eserler okuyucu tarafından sevilerek okunmaktadır. Öte yandan Ergun Göze’nin kızı Zeynep Uluant da “Hasbihaller”, “İlhan Ayverdi-Bir Hayat Bir Lügat”, “Cenap Şahabettin’in Avrupa Mektupları”, “Bir Ömür Böyle Geçti: Samiha Ayverdi”(Aysel Yüksel’le birlikte) adlı kitapları kaleme almıştır.
Ergun Göze, yaşadıkça araştırdı ve yazdı. Bildiklerini okurla paylaşmayı çok severdi O... Neticede 34 tane kitap yayınladı bugüne kadar… Bu kitaplar arasında şunlar ilk göze çarpanlardır: “Meşhurların Son Sözleri, Anadolu Sahabeleri, Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası, Köşebaşı, Peyami Safa’dan Seçmeler (F.K. Timurtaş ile beraber), Mukayeseli İslam Tarihi Kronolojisi, Dirilen Çöl, Soruşturma, Çar Tabancası (piyes), Üçüzler (piyes), İçimizden Otuz Kişi, Üniversite Dosyası (Profesörler Geçiyor), Dısişleri Kavgası, Ecevit Çıkmazı, Bulunmuş Defterden Cuma Düşünceleri, Seçmeler, Üniversite Niçin Çöktü, İslamiyet ve Teknoloji, Freud ve Freudizmin İçyüzü, Üç Büyük Muzdarip, Rusya’da Üç Esaret Yılı, Gözümle ve Gönlümle Tanıdıklarım, Peygamberimiz ve Dört Halifesi, İslam’a Selam, Peyami Safa’nın Türk Düşüncesindeki Yeri, Theodor Harzl’in Hatıraları ve Sultan Abdülhamit, Besmele Bahçesi, Kuğunun Son Ötüşü (Çanakkale Destanı).”
Ergun Göze aynı zamanda bir yayıncıydı. Yani sadece yazmıyor, aynı zamanda yazı mutfağında aşçılık da yapıyordu. O, Boğaziçi Yayınevi’ni başarıyla idare ediyor, bu yayınevi aracılığıyla Türk kültürünün temel dinamiklerini gün yüzüne çıkarıyordu. O, Boğaziçi Yayınevi’nden çıkardığı eserlerle kültür ve medeniyetimize ayna tutuyordu. Böyle bir yayınevinin varlığı büyük bir boşluğu dolduruyordu. Devletin yapamadığını bu yayınevi başarıyla yapıyordu. Boğaziçi Yayınları’nın her kitabı kültür hayatımızda ses getiriyordu.
Necip Fazıl, Peyami Safa ve Cemil Meriç gibi sağın aydınlarıyla derin dostlukları vardı Ergun Göze’nin. Bu üç münevveri, onun kaleminden okumak apayrı bir keyiftir. Bu keyfi yaşamak için onun “Üç Büyük Muzdarip” adlı kıymetli eserini okumak gerekir.
Ergun Göze tam bir entelektüeldi. O, zaman zaman bir kısım eserler de çevirdi dilimize. Fransızcayı, bu dilde tercüme yapacak kadar iyi biliyordu. Fransızcadan on tane kitap çevirmiştir dilimize. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: “Malik Binnebi’den: İslam Davası, Kur’anı Kerim Mucizesi, İslam ve Demokrasi, Cezayir’de İslam’ın Yeniden Doğuşu, Asrın Şahidinin Hatıraları; Vincent Monteil’den: İsrail’in Gizli Dosyası Terörizm”
Merhum Ergun Göze’yi yakından tanımak için onun “Yaşasın Hatıralar” adlı anı kitabını dikkatlice okumak gerekir. Ergun Bey, Tercüman gazetesinde yaşadıklarını bu kitapta 170 sayfa boyunca anlatmıştır. O, “Babıâli’de Sabah” gazetesinde genel yayın müdürü olarak görev aldığı yılları, yakın tarihin mühim dönemlerini, ihtilalleri, kalem kavgalarını Yaşasın Hatıralar’da bir bir anlatmaktadır. İyi ki böyle bir hatıra kitabını kaleme almış. Zira bu kitap sayesinde yakın geçmiş hakkında birinci ağızdan doğru bilgilere ulaşabiliyoruz.
Ergun Göze, yaşadıkça inancının peşinden gitmiştir hep… Sivri dili bir arı gibi sokmuştur muhaliflerini. İhanet içerisinde görmüştür çoğu aydınları. Bu hususta sağ ve sol ayrımı da yapmamıştır. Bu özelliği yüzünden çok da düşman kazanmıştır. Fakat onun için inançlar ve değerler her şeyin önünde gelirdi. Bunlardan taviz verilemezdi. Son nefesine kadar da o, inançlarının sıkı takipçisi olmuştur. Zira inançlarını yaşam için itici ve hayat verici bir güç olarak görüyordu. Onun inançla ilgili şu sözleri altın yaldızla yazılmaya değerdir:
“Aslında imansız yaşamak imkânsızdır. ‘Hiçbir şeye inanmıyorum’ diyen de hiçbir şeye inanmadığına inanmıştır. İnanınız. İnanmaya inanınız. İnanmak, basite alınamayan muhteşem bir kuvvettir. İnanmak, vazgeçilmez bir bilgidir. Bu dünyanın sınırlarını aşan bilgi... Öyle ise bu muhteşem kuvvet ve bilgiden mahrum kalmayınız... İnanınız! İnanmak sevgidir. Sevmeyen inanamaz. İnanmadan sevmek olmaz. İnanınız!... Sevgiye inanınız!
İnanmak fedakârlıktır… Teknoloji çarkları arasında sıkışmış insanın unuttuğu fedakârlık... İnanmadan fedakârlık olmaz... İnanınız!.. İnanmış insanın yüzündeki güzellik, fiziki sebeplere bağlanabilir mi? Hatta, renklere sığmayan bu güzellik, başka güzelliklerle kıyas olunabilir mi? İnanınız. İnanmanın güzelliğine inanınız!.. Taşlara, putlara, batıl ideolojilere inananların haline bir baksanıza… İnanışlarındaki güzellik, inandıklarının çirkinliğini bile örtecek neredeyse. İnanınız. Evet, inandığınız için birçoklarının bağımlı hale geldiği zevklerden mahrum kalacaksınız. Fakat unutmayınız, onlar da sizin tattığınız birçok ulvi zevklerden mahrum kalmaktalar. İnanınız! İnanmanın sağladığı tartışılmaz mutluluğa inanınız. İnanmak kuvvettir, bilgidir, sevgidir, güzelliktir, birliktir, samimiyettir, saadettir.”
Ergun Göze geçen yıl bir kalp ameliyatı geçirmişti. O günden beri bir türlü sağlığına kavuşamadı. Fakat hastalığına rağmen hiçbir zaman çalışmaktan da geri durmadı. Örnek bir aydın sorumluluğu içinde ülkenin karanlıklarına ışık tuttu. Çocukluğumuzun ve gençliğimizin kılavuz yazarı olan Ergun Göze, Kadıköy’deki evinde son nefesini verdi. Türkiye çok değerli bir aydınını ve güçlü bir kalemini yitirdi. Onun boşluğunu dolduracak inançta ve donanımda kalemlerin azlığı bizleri derin hüzünlere gark ediyor. Bizler bundan sonra yeni Ergun Gözeler ve yerli kültürü benimsemiş inançlı kalemler yetiştirme gayreti içinde olmalıyız.
Son dönemlerde İstanbul Merkez Efendi Mezarlığı, Türk kültürünün köşe taşlarını bağrına bastı. Bunlardan birisi de Ergun Göze’dir. O şimdi servilerin gölgesinde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Geride bıraktığı telif eserleri ve tercümeleri okurlar tarafından zevkle okunuyor. Onlar okundukça onun ruhuna da Fatihalar ulaşıyor. Bunların yanında Boğaziçi Yayınları aracılığıyla Türk kültürüne armağan ettiği eserler de onun ruhuna rahmet okunmasına vesile oluyor. Boşuna dememiş Mevlana Celâleddin-i Rumî: “Kamil odur ki koya dünyada bir eser, / Eseri olmayanın yerinde yeller eser.” Merhuma Allah rahmet eylesin.

ŞAİR ERDEM BAYAZIT’IN ZOR ZAMANLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Türk şiirinden nice kalem erbapları geldi geçti. Herkes kendi ahvalini yazdı. Daha sonra da hoş bir seda bırakıp göçtüler. Arkalarında katlar, yatlar, tapu kayıtları değil, sanat şaheserleri bıraktılar. Onlar sevgiye, aşka, hoşgörüye talip oldular. O, tok gönüllü ve engin yürekli şahsiyet abideleri, kaplarını sevgi çeşmesinin berrak suyundan doldurdular. Yazdıklarıyla zamana kayıt düştüler. Ebedilik nakışını satır aralarına kazıdılar.
Köklü Türk edebiyatının, zengin Türk şiirinin son dönemlerine damgasını vuran şairlerin başında gelen Erdem Bayazıt da hayatını şiire ve edebiyata vakfetmiş bir gönül insanıdır. Saf şiir deyince Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi ilk bakışta sayılacak isimlerden birisi de O’dur. Şiirlerinde Anadolu insanının yaşantısından, millî ve manevî değerlerinden, dünyaya bakış açısından derin izler vardır.
Ölüm konusu şairlerin hayatında derin izler bırakmıştır. Cahit Sıtkı’da ölüm kâbusa dönüşürken Yunus Emre’de ve Mevlana’da ‘dosta kavuşma anı’ olarak bambaşka hazlara aralanan nurlu bir kapı olarak görülmüştür. Şair Bayazıt da ölüme bigane kalamaz. Herkes gibi onun şiirlerinde de ölüm önemli bir temadır. O, ölüm karşısında gayet rahattır. Zira ölümün, ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğuna inanır. Bunu aşağıdaki dizelerinde görebiliriz:
“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”
Erdem Bayazıt, şiirin dikenli yollarında sürdürdüğü çileli yolculuğunda yarım asrı geride bıraktı. O gür sesli şair, bu süre içerisinde nice şiirler kazandırdı edebiyatımıza. Görüp de söyleyemediklerimizi O söyledi. Yazdıklarıyla duygularımıza tercüman oldu. Dik durmanın güçleştiği zamanlarda da O hep dik durdu. Haysiyetinden asla taviz vermedi.
Onun şiir ve edebiyat sevgisi her şeyin üzerindedir. O, bu sevgisi yüzünden Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakmış, Edebiyat Fakültesini bitirmeyi tercih etmiştir. Onun şiir sevgisi lise yıllarına dayanır. O; şiir ve edebiyat hayatına, günümüzde önemli edebiyatçılar arasında sayılan, bir kısmı aramızdan ayrılan Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan ile birlikte Kahramanmaraş’ta çıkardıkları “Hamle” dergisinde başladı.
Şairler haksızlıklara tahammül edemezler; onun içindir ki güçlülerin yanında değil, haklıların yanında olurlar. Erdem Bey de haklıdan yana tavır takınan bir hakikat savaşçısıdır. O, bir dizesinde “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini” diyerek kararlı tavrını ve rengini belirtiyordu. Yabancılaşmaya ve kültürel yozlaşmaya karşı mücadele etmekle kalmayıp bu hususta öncülük etmeyi vazife telakki ediyordu. Zira bu milleti bitirecek asıl şey özüne yabancılaşmaktır. Usta şair yukarıdaki dizenin devamını söyle getiriyordu:
“Çün defterler açılıp hesaplar soruldukta
Yetimin hakkı soruldukta yoksulun hakkı soruldukta
Milletim omuz omuza verip / Kıyama duruldukta.
Gündüzler nasıl beklerse gecenin bitmesini
Sabırla söküyorum bu tarih gecesini.”
Erdem Bayazıt, yılların yorgunluğunu üzerinde taşırken şimdi de akciğer kanseriyle mücadele ediyor. Artık O, çok sevdiği şiirlerden uzakta, bambaşka duygular içerisinde Rabbinden şifa bekliyor. En kötüsü de, şiir yazamıyor. Bırakın şiir yazmayı evden dışarı çıkıp güneşin yüzünü göremiyor. Dört duvar arasında adeta bir mahpus hayatı yaşıyor.
Böyle bir hayat herkes için zordur. Fakat gönül nakkaşı ve duygu işçisi olan şairler için iki kere zordur. Onun şimdiki ruh atmosferini bir düşünün… Ne kadar içinden çıkılmaz ve müşkül bir durum değil mi? Allah kimseyi hastalıklarla ve acılarla imtihan etmesin. Şayet böyle zor bir imtihanla karşılaşırsak bizlere Eyüp sabrı versin. Erdem Bayazıt gibi bir şairin kaleminin yazamaz oluşu biz şiir severleri fazlasıyla üzüyor. Temennimiz odur ki öncelikle sağlığı düzelir, tekrar o enfes şiirlerini yazmaya devam eder. Rabbim ona şifalar nasip eylesin.

ERDEM BAYAZIT’IN VEDAI
M.NİHAT MALKOÇ

Ömrün hasat zamanı gelince Azrail geride kalanları hüzne boğarak vazifesini ifa ediyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran S. 185) hakikati muhakkak tecelli ediyor. Ölüm bir kere yaşanıyor ama tam yaşanıyor. Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed(sav) bile ölüm yolundan geçerek ölümsüzlük makamına kavuştu. Günümüz insanı ölümü soğuk ve sevimsiz buluyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölüm aslında Mevlana’nın nitelediği gibi bir şeb-i arus(düğün gecesi) tur. Ölümü itici bulanlar; onu zihinlerden silmek, hatırdan çıkarmak için bin bir türlü yola başvuruyorlar. Fakat bu boş gayretler ölüm gerçeğini örtbas etmiyor. Ölümü başımızdan savamıyoruz. “Şimdi yapacak çok işim var, biraz eğlen sonra gelirsin” diyemiyoruz. Her gün birileri hayattan kopuyor. Bunları görmemek neyi halleder ki!...
Ölümsüz bir hayata giden yol ölümden geçiyor. Ölümsüzlük varken kim tercih eder faniliği?... İşin gerçeği bu olsa da bizler peşin hazları tercih ediyoruz. Dostlarımız elimizden kayıyor da buna müdahil olamıyoruz. İşte o dostlardan birinin ölümüne daha şahit olduk. Uzun zamandan beri kanser tedavisi gören son dönem Türk şiirinin yaşayan en büyük simalarından biri olan Erdem Bayazıt’ı âlem-i hakikiye uğurladık. Onun ölümüyle şiirimiz çok büyük bir değerini kaybetti; biraz daha eksildi bence. Şair, yazar, düşünce adamı ve eski milletvekili Erdem Bayazıt son dönem Türk şiirine damgasını vurmuş ender şahsiyetlerdendi.
Sanat hayatının 50. yılında kendisi için görkemli vefa programları yapıyorlardı. Fakat bu mutluluğu çok sürmedi. Kanser hastalığının pençesine yakalandığını o zaman içerisinde öğrendi. Bundan sonra bir daha da düzelip kendine gelemedi. Kader onu en mutlu anında acı gerçeklerle tanıştırdı. Şöhretin ve vefanın hazzını doyasıya yaşayamadan amansız hastalıkla boğuştu. Hayatında hep zorluklara göğüs germişti ve başarmıştı. Ama bu sefer ilk kez yenildi.
Erdem Bayazıt, 1970’li yıllarda yazar Rasim Özdenören, merhum Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan gibi şair ve yazarlarla “Mavera” dergisini çıkarmıştı. Yine o yıllarda “Büyük Doğu”, “Diriliş'” ve “Edebiyat” gibi dergilerde yazılar kaleme almıştı. O her dönemde mazlum milletlerin sesi olmuştu. Modern Türk şiirine geleneksel açılımlar getirmişti. Şiirlerinde yerelle evrenseli birleştirme başarısını göstermişti. İnsanî değerleri anlatmıştı.
Şair, yazar ve eski milletvekili Erdem Beyazıt, Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tabutunu sağ yanından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sol yanından da Başbakan Recep Tayip Erdoğan omuzlamıştı. Bu hazin ve bir o kadar da mağrur görüntü beni çok duygulandırdı. Büyük şair Erdem Bayazıt şanına layık bir törenle, devletin zirvesinin de yer aldığı bir cenaze merasimiyle ebediyete uğurlandı. Bu büyük şeref her faniye nasip olur cinsten değil. O bunu hak etti; Hakk da ona nasip etti. Merhum Erdem Bayazıt’ın cenazesinde vefa en yüksek düzeyde hayatiyet buldu.
Merhum Erdem Bayazıt müteşair değil, hakiki şairdi. Son dönem Türk şiirine adını altın harflerle yazdırmıştı. Onun şiirlerinde iğreti ifadelere rastlayamazsınız. Azıcık da olsa mürekkep yalamış, aydın kişiler merhum Erdem Ağabey’i bilirler. Onun şiirlerinden en az biri pek çok kişinin hafızasında mevcuttur. Umutlarımız, özlemlerimiz, aşklarımız ve sancılarımız Bayazıt’ın mısralarında ebedileşmiştir. Duyup da ifade edemediklerimizi onun dizelerinde bulabiliyoruz. O yedi güzel adamdan(Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan) biriydi.
Erdem Bayazıt, inanmış bir adamdı. Onun içindir ki ölümü metanetle karşılıyordu. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. Çünkü ölüm dostların vuslatına vesileydi. O, ölümle, ruhun tenden ayrılışıyla ölümsüzlüğe kavuşulacağının idrakindeydi. Bu bakış açısını şiirlerine de yansıtmıştı. İyi ki yaşadı ve bizlere kıymetli şiirlerini miras bıraktı. Sözlerimi onun ölüme dair dizeleriyle sonlandırırken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

ERDEM BAYAZIT ‘A VEFA
M.NİHAT MALKOÇ

İnsan yetiştirmek dünyanın en zahmetli, uzun zaman alan ve külfetli işlerinden biridir. Kolay yetişmiyor alanında söz sahibi insanlar… Türkiye’de insanlar çok konuşuyor ama genellikle az iş yapıyor. Ahkâm kesenler, icraata gelince nedense ortalıkta görülmüyorlar. İnsanları eleştirmek kolaydır, fakat eleştiriler tutarlı ve yerinde olmalıdır. Tenkit etme konusunda çok cömert davrananlar, iş övgüye ve hakkı teslim etmeye gelince çok cimrileşiyorlar. Oysa eleştiri de, övgü de yerinde ve dozunda olursa fayda hâsıl olur.
Ülkemizde, kendini yetiştirmiş, belli noktalara gelmiş insanların kıymetini sağlığında nedense bilmiyoruz. Hata yapanları hışımla eleştirenler, takdir noktasında suspus oluyorlar. Oysa eleştiri demek aşağılamak, sadece hataları görmek değildir. Tenkit, bir çeşit kritik yapmaktır. Bunun içinde övgü de olur, olumsuzlukları uygun bir dille beyan etmek de… Hangi alanda olursa olsun işini iyi yapanların, bizi özellikle dünya ölçeğinde başarıyla temsil edenlerin hakkını teslim etmeliyiz. Gayretli ve başarılı insanların farkına varmak, onların gayretli çalışmalarını taltif etmek için ölmelerini beklememeliyiz. İyi işler yapanları hayattayken onure etmeliyiz ki övgülerimiz onların gayretlerini artırsın. Hem inancımızda güzellikleri görmek teşvik edilmiştir. Hataları bağışlayabilenler bu davranışlarıyla büyürler.
Bu girizgâhı yapmamın sebebi son zamanlarda şahit olduğum bir vefa örneğidir. Türk şiirinin yaşayan en büyük şairlerinden biri olan Erdem Bayazıt’la ilgili birçok etkinlik düzenleniyor. Bilindiği gibi kıymetli şair Erdem Bayazıt bir süreden beri kanser tedavisi görüyor. Şiirde elli yılı geride bırakan Erdem Bayazıt hasta döşeğinde zor günler geçiriyor. Onuruyla yaşayan, yerli kaynaklardan beslenen, millî ve manevî değerlere saygıda kusur etmeyen ve bunlara dört elle sarılan bu kıymetli şairimizle ilgili peş peşe vefa etkinlikleri düzenleniyor. Hayata karışıp aramızda dolaşacak mecali kalmasa da, bu etkinliklere iştirak edemese de bu vefa onu fazlasıyla mutlu ediyor. Böyle faaliyetlerden kim mutlu olmaz ki!...
Yaşayan büyük şairlerimizin bence başında yer alan Erdem Bayazıt’ın, şiiri ve edebî kişiliği için bugüne kadar pek olumsuz bir eleştiri duymadım. Herkes onun şiirine dair güzel sözler sarf etti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen “Yaşayanlara Saygı: Sanat Hayatının 50. Yılında Erdem Bayazıt” adlı açıkoturumda, Bayazıt ve şiiri bir kez daha anlatıldı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen programa şairin edebiyatçı dostları ve şiir severler katıldı. Sağlık sorunlarından ötürü programa gelemeyen Bayazıt, telekonferansla teşekkür etti dostlarına. Etkinliğin kendisini mutlu ettiğini söyledi. Rasim Özdenören, Turan Koç, Ömer Erdem, Ali Haydar Haksal; şair dostları Erdem Bayazıt’i çeşitli yönleriyle ve hatıralarıyla anlattılar. Uzun soluklu edebiyat dergilerinden biri olan Yedi İklim Dergisi de son sayısını “Erdem Bayazıt Özel Sayısı” olarak çıkardı. Ben de Türkiye genelinde yayın yapan bu derginin Erdem Bayazıt Sayısı’na “Erdem Bayazıt’ın Zor Zamanları “ adlı yazımla katkıda bulundum.
Erdem Bayazıt’la ilgili pek çok özel ve resmi kurum ve kuruluş değişik faaliyetler gerçekleştiriyor. Evvela onun 50. Sanat Yılı coşkulu ve görkemli bir programla kutlanmıştı. Gazeteler ve dergiler onun 50. sanat yılına genişçe yer vermişti. Daha evvel de Eminönü Belediyesi, Türkiye Yazarlar Birliği ve Yedi İklim dergisi tarafından düzenlenen “Erdem Bayazıt Sempozyumu”nda, şair Bayazıt’ın hayatı, kişiliği ve şiirleri ele alınmıştı. Bunun yanında Üsküdar Belediyesi’nin öncülüğünde Altunizade Kültür Merkezi’nde, “Erdem Bayazıt’ın Şiirde 50. Yılını Kutlama Toplantısı” düzenlendi. Birbirinden kıymetli şiirler kaleme alan Erdem Bayazıt, yaşadıkça pek çok ödül kazanmıştır. Bir zamanlar milletvekilliği de yapan Bayazıt, şimdi çok sevdiği şiirden ve şair dostlarından uzakta günlerini geçiriyor.
Erdem Bayazıt’a gösterilen vefa örneği Türkiye’de bazı şeylerin değiştiğini gösteriyor. Aslında olması gereken yapılıyor. Bu ülkenin, işiyle özdeşleşen simalarına yaşarken değer verilmelidir. Erdem Bayazıt’a vefa, bunun başlangıcı olsun. Şairimize acil şifa diliyorum.

ERDEM BAYAZIT ‘A VEFA
M.NİHAT MALKOÇ

İnsan yetiştirmek dünyanın en zahmetli, uzun zaman alan ve külfetli işlerinden biridir. Kolay yetişmiyor alanında söz sahibi insanlar… Türkiye’de insanlar çok konuşuyor ama genellikle az iş yapıyor. Ahkâm kesenler, icraata gelince nedense ortalıkta görülmüyorlar. İnsanları eleştirmek kolaydır, fakat eleştiriler tutarlı ve yerinde olmalıdır. Tenkit etme konusunda çok cömert davrananlar, iş övgüye ve hakkı teslim etmeye gelince çok cimrileşiyorlar. Oysa eleştiri de, övgü de yerinde ve dozunda olursa fayda hâsıl olur.
Ülkemizde, kendini yetiştirmiş, belli noktalara gelmiş insanların kıymetini sağlığında nedense bilmiyoruz. Hata yapanları hışımla eleştirenler, takdir noktasında suspus oluyorlar. Oysa eleştiri demek aşağılamak, sadece hataları görmek değildir. Tenkit, bir çeşit kritik yapmaktır. Bunun içinde övgü de olur, olumsuzlukları uygun bir dille beyan etmek de… Hangi alanda olursa olsun işini iyi yapanların, bizi özellikle dünya ölçeğinde başarıyla temsil edenlerin hakkını teslim etmeliyiz. Gayretli ve başarılı insanların farkına varmak, onların gayretli çalışmalarını taltif etmek için ölmelerini beklememeliyiz. İyi işler yapanları hayattayken onure etmeliyiz ki övgülerimiz onların gayretlerini artırsın. Hem inancımızda güzellikleri görmek teşvik edilmiştir. Hataları bağışlayabilenler bu davranışlarıyla büyürler.
Bu girizgâhı yapmamın sebebi son zamanlarda şahit olduğum bir vefa örneğidir. Türk şiirinin yaşayan en büyük şairlerinden biri olan Erdem Bayazıt’la ilgili birçok etkinlik düzenleniyor. Bilindiği gibi kıymetli şair Erdem Bayazıt bir süreden beri kanser tedavisi görüyor. Şiirde elli yılı geride bırakan Erdem Bayazıt hasta döşeğinde zor günler geçiriyor. Onuruyla yaşayan, yerli kaynaklardan beslenen, millî ve manevî değerlere saygıda kusur etmeyen ve bunlara dört elle sarılan bu kıymetli şairimizle ilgili peş peşe vefa etkinlikleri düzenleniyor. Hayata karışıp aramızda dolaşacak mecali kalmasa da, bu etkinliklere iştirak edemese de bu vefa onu fazlasıyla mutlu ediyor. Böyle faaliyetlerden kim mutlu olmaz ki!...
Yaşayan büyük şairlerimizin bence başında yer alan Erdem Bayazıt’ın, şiiri ve edebî kişiliği için bugüne kadar pek olumsuz bir eleştiri duymadım. Herkes onun şiirine dair güzel sözler sarf etti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen “Yaşayanlara Saygı: Sanat Hayatının 50. Yılında Erdem Bayazıt” adlı açıkoturumda, Bayazıt ve şiiri bir kez daha anlatıldı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen programa şairin edebiyatçı dostları ve şiir severler katıldı. Sağlık sorunlarından ötürü programa gelemeyen Bayazıt, telekonferansla teşekkür etti dostlarına. Etkinliğin kendisini mutlu ettiğini söyledi. Rasim Özdenören, Turan Koç, Ömer Erdem, Ali Haydar Haksal; şair dostları Erdem Bayazıt’i çeşitli yönleriyle ve hatıralarıyla anlattılar. Uzun soluklu edebiyat dergilerinden biri olan Yedi İklim Dergisi de son sayısını “Erdem Bayazıt Özel Sayısı” olarak çıkardı. Ben de Türkiye genelinde yayın yapan bu derginin Erdem Bayazıt Sayısı’na “Erdem Bayazıt’ın Zor Zamanları “ adlı yazımla katkıda bulundum.
Erdem Bayazıt’la ilgili pek çok özel ve resmi kurum ve kuruluş değişik faaliyetler gerçekleştiriyor. Evvela onun 50. Sanat Yılı coşkulu ve görkemli bir programla kutlanmıştı. Gazeteler ve dergiler onun 50. sanat yılına genişçe yer vermişti. Daha evvel de Eminönü Belediyesi, Türkiye Yazarlar Birliği ve Yedi İklim dergisi tarafından düzenlenen “Erdem Bayazıt Sempozyumu”nda, şair Bayazıt’ın hayatı, kişiliği ve şiirleri ele alınmıştı. Bunun yanında Üsküdar Belediyesi’nin öncülüğünde Altunizade Kültür Merkezi’nde, “Erdem Bayazıt’ın Şiirde 50. Yılını Kutlama Toplantısı” düzenlendi. Birbirinden kıymetli şiirler kaleme alan Erdem Bayazıt, yaşadıkça pek çok ödül kazanmıştır. Bir zamanlar milletvekilliği de yapan Bayazıt, şimdi çok sevdiği şiirden ve şair dostlarından uzakta günlerini geçiriyor.
Erdem Bayazıt’a gösterilen vefa örneği Türkiye’de bazı şeylerin değiştiğini gösteriyor. Aslında olması gereken yapılıyor. Bu ülkenin, işiyle özdeşleşen simalarına yaşarken değer verilmelidir. Erdem Bayazıt’a vefa, bunun başlangıcı olsun. Şairimize acil şifa diliyorum.

ENVER DEMİRBAĞ GÖÇTÜ… YETİM KALDI TÜRKÜLER…
M.NİHAT MALKOÇ

Türküler, türkülerimiz… Onlar yürek aynamızdır; bu aynadan yansır sarmaşık misali bütün serencamımız… Türküler, ruhumuzu besleyen bitimsiz bir membadır. Gökkuşağı misalidir; alımızdır, morumuzdur, mavimizdir, yeşilimizdir türküler… Türkülerle uyanırız yeni doğan güne, onlardır damarlarımızda dolaşan kan niyetine... Türkülerde buluruz Âdem’le yaşıt olan hissiyatın bazen ak, bazen kara rengini… Onlar ki umutlarımızı taşır kapkaranlık ufuklara. Bazen, güneşini yitiren hüzün coğrafyamıza dolunay olurlar; bazen de içimize doğan hayat güneşinin önünü keserler. Bazen rüya, bazen hülya, bazen de gerçeğin ta kendisidirler.
Anadolu’muzun gür sesidir bu toprakların tapusu olan türküler... Bozlaktırlar, hoyrattırlar, baraktırlar, aşkla yanan yüreklerde uzun havadırlar… Bu ses dağılır Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Anamur’a kadar… Türküler, dik yokuşlarda tıkanıp kalanların nefesidirler. Sevdalılarda hasretin, cephede savaşanlarda cesaretin söze dökülen izidirler. Gönüllerimiz türkülerle can bulur, aç yaşarız da türküsüz yaşayamayız biz... Hissiyatımızın maddiyatın paletleri altında ezildiği bu çağda, türküler benim gözümde de büyüdükçe büyürler. Türkülere dair dizelere dökülen duygularım uzar gider, hissiyatım buram buram Anadolu kokar:
“Anadolu’muzun dili, gönülde harman türküler
Soframda tuzum ekmeğim, yarama derman türküler
Kerem’i nâra yandıran, yürekte Aslı türküler
Onulmaz dertlere salan, elemli, yaslı türküler
Gurbetten sılaya nâme, ruhuma akar türküler
İbrahim’in ateşinde sinemi yakar türküler
Gözlerimden süzülen yaş, sazımda teldir türküler
Buram buram hasret kokan, bahçemde güldür türküler”
“Türkülerin Efendisi” diyebileceğimiz bir gönül erinin ebediyet yolculuğuna çıktığı haberi beni türküler üzerinde düşünüp derinleşmeye sevk etti. Hayatını türkülere adayan, onların derlenip notalara dökülmesi, ses olarak kayıt altına alınması için gece gündüz demeden, hiçbir karşılık beklemeden çalışan güzel bir insanın, Enver Demirbağ’ın feci bir yangın sonucunda ölümü, küçük bir haber değeri bile taşımadı tasını ecnebilerin çeşmesinden dolduranlar için… Ruhumuzu besleyen acıyı bilmeyenler, ne bilsin yürek yangınımız olan türküleri… Onlar ne tanısın türküleri hücrelerine bile yaşatan merhum Enver Demirbağ’ı…
Geçtiğimiz günlerde hayata kötü bir sonla veda eden, Elazığ-Harput yöresi türkülerinin yaşayan en iyi icracısı olarak kabul edilen Enver Demirbağ, 1935 yılında Palu’da dünyaya gelmişti. Babasının müziğe olan ilgisi, dört çocuklu ailenin bir ferdi olan küçük Enver’i de bu alana yöneltmişti. O; Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses ve Münir Nurettin Selçuk gibi dev sanatçıları dinleye dinleye sanat müziğine ilgi duymuştu. Kardeşi Mehmet de yerel anlamda müzikle iç içeydi. Küçük yaşta evleri yanan ve daha sonra da babaları ölen bu güzel insanlara dayıları Ali Bey kol kanat germişti. Yeğenlerinin genelde müziğe, özelde türkülere olan alakalarını gören Ali Bey, onların zamanın musiki ustası Köğenkli Hafız Mustafa Süer’den ders almalarını sağlamıştı. Türkülere gönül veren Enver Demirbağ, TRT Radyosu arşivi için çok sayıda türkü okuyarak bu sahada çok mühim bir kaynak kişi olmuştur.
Kendini türkülere adayan, türkülerle yatıp türkülerle kalkan, açlığını bile çok kere türkülerle yatıştıran Enver Demirbağ, yalnız yaşayan bir kişiydi. O; bir ara evlenmiş, evliliği ancak altı yıl devam edebilmişti. Evliliğinden çocuğu da yoktu. O’nu dünyaya bağlayan tek şey özel anlamda Harput türküleri, genel anlamda bütün türkülerdi. O, bütün yalnızlıklarını yüreğinde harmanlayarak gönül telini titreten türkülere sıkı sıkı tutunup öylece yaşıyordu.
Hayat böyledir işte, bir varsın bir yoksun bu gök kubbe altında… Türkülere sevdalanan, içindeki katıksız saf sevgiyi türkülerin kanatlanması için rüzgâra dönüştüren Enver Demirbağ da hoş bir seda bırakarak göçtü bu dünyadan. O’nun göçüşüyle birlikte Harput türküleri de yetim kaldı. Bundan sonra O’nun geride bıraktığı plaklar hayat verecek türkülere. Adını yeni nesil pek bilmese de O, Türkiye’nin en önemli tenorlarından biriydi. 1970’li yıllarda Türkiye’nin beş büyük tenorundan biri kabul ediliyordu. O’nu da Kazancı Bedih gibi elim bir yangın sonucu kaybettik. Uzun yıllardan beri felçli bir halde yalnız yaşayan Enver Demirbağ, elektrik sobasından çıkan yangın sonucu bu dünyadan göçtü.
Harput yöresinin musikisini geçmişten alıp bugüne taşıyan ve yöre ağzını en iyi kullanan kişi olarak kabul edilen Enver Demirbağ’ın birçok türküsü TRT repertuarında bulunmaktadır. O, Harput türkülerinin yaşayan en büyük üstadıydı. Bugüne kadar 70’e yakın plak dolduran Enver Demirbağ, Elazığ türkülerini tartışmasız en iyi okuyan bir sanatçıydı. On yıl evvel geçirmiş olduğu kısmî felç nedeniyle çok sevdiği müzik çalışmalarına zorunlu olarak nokta koymak zorunda kalmıştı. Bu hastalık hâli, yalnızlık ve ilgisizlik O’nu yiyip bitirmişti.
Son dönemlerde yalnızlığa mahkûm edilen Enver Demirbağ’ın güçlü sesi bir zamanlar Elazığ sokaklarında yankılanıyordu. Şüphesiz ki bu şehrin yaşayan değerlerinin başında geliyordu O.... Yerelden kurtulup ülke çapında yeterince tanınmasa da, müzik adına yaptığı işler çok mühimdi. 75 yaşında kötü bir sonla aramızdan ayrılan Enver Demirbağ, Harput türkülerinin sembol olmuş ismiydi. Harput türküleri konuşulurken ilk akla gelen isimlerin başında O yer alıyordu. O, Harput türkülerinin dününü bugüne bağlayan sağlam bir köprüydü.
Merhum Enver Demirbağ’ın ömrü türküler üzerine kafa yormakla geçti. O, kültürümüzün olmazsa olmazı sayılan türküleri gençlere tanıttı ve sevdirdi. Elazığ yöresi kültürünü enine boyuna irdeleyen, dört ciltlik “Harput Yollarında” kitabının yazarı merhum İshak Sunguroğlu, 1961’de basılan kitabının üçüncü cildinde, gelmiş geçmiş ses sanatçılarını saydıktan sonra sonuncu sıradaki Enver Demirbağ’ı şöyle tanıtır: “Elazığ’da bu yılın ses kahramanı olarak yetişen bir gencimiz daha vardır ki, sesi cidden çok gür ve gür olduğu kadar da tesirlidir. İsmi Enver olan bu genç, Palulu rahmetli Rüştü beyin oğlu, muhterem dostumuz Ali beyin de yeğenidir. Sesinin güzel olmasıyla beraber, kabiliyetli ve aynı zamanda müziğe çok meraklıdır. Ümit ve temenni ederim ki, Hafız Osman üstadımızın usullerine nüfuz eder ve lisanını da düzeltirse Harput ve dolaylarının yegâne ses sanatkârı olabilir.”
Türkiye, yakın zaman önce aramızdan ayrılan Enver Demirbağ’ı sanki yeni keşfetti. Zira daha evvel kimse esamisini okumuyordu. Fakat bu saatten sonra O’nu tanımanın fazla bir önemi kaldı mı? Yine de gençler tarafından tanınmasında ve dinlenmesinde sayısız fayda vardır. Sözlerini Urfalı Nâbî’nin yazdığı “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;/
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu!..” beytiyle başlayan ilahiyi bir de merhum Enver Demirbağ’dan dinlemek gerekir. Şahsen O’nun bu içten yorumu karşısında her zaman tüylerim diken diken olur; bu tesirli sözlerin harikulade yorumu adeta maveraya atar beni…
Memnuniyet vericidir ki TRT repertuarında Enver Demirbağ’ın birçok eseri vardır. Öte yandan iki CD olarak hazırlanan “Kar mı Yağmış Şu Harput’un Başına” albümü, O’nun 1961–1990 yıllarında kaydettiği, yöresinin en güzel türkülerinden oluşan bir arşiv çalışmasıdır. Bu çalışma sayesinde Harput türküleri zamanın hoyrat elinden kurtarılmıştır.
Ölüm Allah’ın takdiridir ama ölüm şekli için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değildir. Türk müziğinde çok önemli bir yeri olan bu büyük sesin böyle yalnızlığa terk edilmesi Elazığ’ın ve genel anlamda Türkiye’nin ayıbıdır. Sözüm ona hiçbir kıymete haiz olmayan vasat şarkıcılara para saçanlar, bu pir-i faniyi görmediler mi? O’nun bu felçli halini görüp de O’na kol kanat germeyi, O’nu şefkat kanatlarının altına almayı hiç düşünmediler mi? Şimdi böyle acı ve feci bir ölümün ardından O’nun büyüklüğünü, Harput türküleri için ne kadar mühim bir isim olduğunu söyleyip duracaklardır. Peki, madem büyüktü, niçin yardıma ihtiyacı olduğu bir dönemde O’na destek olmadınız? Bu mudur sizin vefadan anladığınız?...
Harput türkülerinin unutulmaz sesi Demirbağ, 09 Kasım 2010 tarihinde aramızdan ayrıldı; 10 Kasım’da Elazığ’da İzzetpaşa Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra vasiyeti üzerine Harput’taki ebedî istirahatgahına, İmam Efendi Türbesi’nin önüne defnedildi. Şimdi türkülerimiz Enver Demirbağ’a yas tutuyor. O’na Hakk’tan gani gani rahmet diliyorum.

DÜNÜ BUGÜNE TAŞIYAN KÖPRÜ İNSAN: EKREM HAKKI AYVERDİ
M.NİHAT MALKOÇ

Nice güzel insanlar hoş bir seda bırakarak geçti bu fani dünya üzerinden. Onlar ki dünyanın imarı ve ıslahı için gecelerini gündüzlerine kattılar. ‘Ben’ demediler ‘biz’ dediler nefesleri tükeninceye kadar.... İnsan, keser misali hep kendine yontsa da onların keseri millete yonttu her ne varsa… ‘Ben’ diyenler son nefeslerini verince unutulup gitti. ‘Biz’ diyerek mesaisini millete harcayanlar ise hâlâ yaşıyor hafızalarda. Zihinlerde yaşayan bu mümtaz şahsiyetlerden biri de ‘mimar, mühendis, tarihçi ve yazar’ sıfatlarını bir bedene sığdırabilme başarısını göstermiş insanlardan biri olan çok kıymetli merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’dir.
Bu yıl, çok değerli kültür ve sanat dostu Ekrem Hakkı Ayverdi’nin 120. doğum yıldönümünü kutluyoruz. Bu sene aynı zamanda onun 25. ölüm yıldönümü… Zira o, 1899 yılında İstanbul’da, Şehzadebaşı’nda doğmuş, 24 Nisan 1984’te ise Fatih semtinde son nefesini vermişti. Yani o, bir yıl da olsa hem 19. hem de 20. yüzyılda yaşama bahtiyarlığına erişmişti. Fakat o, Osmanlı’nın çöküş yıllarında çektiği acıları ve Osmanlı’nın bir dağ gibi yıkılışını görerek üzülmüş, Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise onun keder bulutlarını dağıtmıştır. Bu yılı vesile bilerek onu yeni nesillere hakkıyla tanıtmalıyız.
Emsalsiz tarihî mirasımızı geleceğe taşıyan Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi çok kıymetli yazar Samiha Ayverdi’nin abisidir. Onlar ailece Osmanlı-Türk kültürünün ve İstanbul’un hayranıdırlar. Anne tarafları Kanûnî Sultan Süleyman’ın Budin seferinde şehit olmuş ve oraya defnedilmiş olan Gül Baba’ya kadar uzanır. Onlar Şehzadebaşı’ndan İstanbul’u hayranlıkla temaşa etmiş ve Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşk derecesinde bu Osmanlı payitaht şehrini sevmişlerdir. Onlar da Yahya Kemal’in İstanbul’a dair söylediği “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer’ dizesine gönülden katılmışlardır. İstanbul’un şifahi kültürü onların ruhunu emzirmiş, cilalamıştır. Bir zaman sonra da bütün güzellikleriyle İstanbul’un rengine boyanmışlardır. İstanbul onların ruh ikizi olmuştur. İstanbul’la adeta özdeşleşmişlerdir.
İstanbul Vefa Lisesi mezunu olan ‘mimar, mühendis, tarihçi ve yazar’ Ekrem Hakkı Ayverdi, gerçekten de milletine ve köklü kültürüne karşı emsalsiz vefa örnekleri göstermiştir. Mühendis Mektebi’ni bitirdikten sonra uzmanlaşma sahası olan restorasyon işlerine gönül vermiştir. O, Bernard Lewis’in “Tarih bir milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen millet, hafızasını kaybetmiş insana benzer.” sözünü bütün hücreleriyle benimsemiştir. Gelecek nesillerin tarih şuuruyla yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu çerçevede ecdat yadigârı tarihî eserleri aslına uygun olarak restore etmiş, kültür kurumları kurulmasında öncü olmuştur.
Bütün vaktini Türk kültürünün, Türk tarihinin imarına ve bütün güzelliğiyle, güler yüzüyle inkişafına harcayan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, Kubbealtı Akademisi ve İstanbul Fetih Cemiyeti’nin de kurucu üyeliğini yapmıştır. O, aynı zamanda Mühendisler Birliği ve Türkiye Turing Otomobil Kurumu şeref üyelerindendi. Onun Türk Tıp Tarih Kurumu ve Türk Ocağı üyesi olduğunu da unutmamak lazımdır. Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, İstanbul Fetih Cemiyeti ile bu cemiyete bağlı Yahya Kemal Enstitüsü ve İstanbul Enstitüsü’nün otuz yıl boyunca başkanlığını yapmıştır. Bu kurumlarda, zor şartlarda büyük hizmetlere imzasını atmıştır. Onun inşa ettiği ve yaşattığı bu kurumlar bugün hâlâ hizmetlerini ifa etmektedir.
Türk edebiyatının ve Türk kültürünün kıymetli araştırmacılarından biri olan merhum Mehmet Kaplan’ın Ekrem Hakkı Ayverdi hakkındaki şu ifadeleri onu daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır: “Mimar Sinan’ı bugünkü dünyaya getirsek acaba karşımıza nasıl bir insan çıkardı? diye çok kafa yorduğumu hatırlarım. Fakat karşımda bulduğum insan daima Ekrem Hakkı Ayverdi’dir. Osmanlı evliyalarının kabirleri başında gözümü yumup onları ayağa kaldırdığımda, ‘Karşıma kim çıkacak?’ diye merak ettiğim zaman bakarım karşımdaki zat Ayverdi’dir. Osmanlı efendiliğini, Osmanlı çelebiliğini temsil eden bir insanı tasavvur etmek için tahayyülümüzü çalıştırdığımızda ‘Acaba karşımıza kim çıkacak?’ diye düşündüğümüz zaman, yine daima o tasvir içinde Ekrem Hakkı Bey’in siluetini görmüşümdür.”
Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi hakiki bir Türk-İslam münevveriydi. O, hiçbir zaman Batı’ya meyletmemiş, Osmanlı terbiyesi alarak son nefesine kadar bir ‘İstanbul Beyefendisi’ gibi yaşamıştır. Onun yolu Batı hayranlarıyla ayrılmıştır. Onlara karşı daima amansız bir mücadele vermiştir. Anadolu’nun yazılmamış bir destan olduğunun ve kendi diyarının da bin bir baharı sakladığının farkına varmış basiretli bir aydındır o… Ayverdi, neslin kurtuluşu için gecesini gündüzüne katmıştır. Müslüman Türk’ün mirasını har vurup harman savurmamış, onu geleceğe taşımanın gayreti içerisinde olmuştur. O, eğitimini aldığı mimarlık mesleğini Osmanlı eserlerinin yaşatılmasında kullanmıştır. Sadece taşlarla değil, ruhlarla da uğraşmıştır. Yani o, aynı zamanda bir ruh mimarı olarak da gelecek nesillerin ruhlarını imar etmiştir.
Ekrem Hakkı Bey’in hanımı olan İlhan Ayverdi de eşi gibi kültür ve medeniyet konusunda hassastı. O, bir dil bilimci ve edebiyat öğretmeni olarak eşine hep destek olmuştur. Türk kültür ve medeniyetinin korunmasında ve ihyasında yılmaz bir mücadeleci olan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, yaptığı birbirinden kıymetli çalışmalarla geleceğe taşınması gereken çok mühim bir isimdir. Bundan yirmi beş yıl evvel aramızdan ayrılan merhum Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yazdıkları da çok önemlidir. Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserler büyük bir yekûn teşkil eder. Onun eserleri arasında şunları sayabiliriz: ‘18. Asırda Lâle’, ‘Fatih Devri Mimarisi’, ‘Fatih Devri Hattatları ve Hat San’atı’, ‘Fatih Devri Mimarî Eserleri’, ‘19. Asırda İstanbul Haritası’, ‘Fatih Devri Mimarisi Zeyli’, ‘Osmanlı Mimarisinin İlk Devri I’, ‘İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’(Ö. L. Barkan ile), ‘Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Sultan Murat Devri II’, ‘Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri III’, ‘Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri IV’, ‘İlk 250 Senenin Osmanlı Mimarisi’(A. Yüksel ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Romanya, Macaristan I’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Yugoslavya II’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Yugoslavya III’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, IV’…”
Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, Türk kültürüne yürekten sevdalı bir insandı. Bu kültürün yaşatılması için çırpınıp duruyordu. Onun ecdat yadigârı eserleri onarması bunun göstergesiydi. Onun çoğu İstanbul’da, bir kısmı da Bursa, Edirne, Havsa ve Çorlu’da olmak üzere onararak Türk kültürüne kazandırdığı eserleri sıralamaya kalksak inanın sayfalarımız yetersiz kalır. Onun aslına uygun olarak gerçekleştirdiği restorasyonlardan bir kısmı şunlardır: İstanbul’da Zeynep Hanım Konağı, Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Kütüphanesi, Harbiye Nezâreti ve aynı binanın İstanbul Üniversitesi olarak düzenlenmesi, Topkapı Sarayındaki bazı kısımlar, Bâlî Paşa, Sultan Selim, Mesîh Paşa, Lâleli, Ayasofya, Dâvûd Paşa Camileri, Gazanfer Ağa, Kuyucu Murad Paşa ve Hasan Paşa Medreseleri, Beykoz İshak Ağa Çeşmesi, Edirne’de Selimiye Camii, Üç Şerefeli Cami, Eski Cami, Yıldırım, Muradiye ve Süleyman Paşa Camileri ile Çelebi Bedesteni, Havsa’da Sokullu, Çorlu’da Süleymaniye Camileri…
Engin bir bilgiye ve birikime sahipti Ayverdi... Fakat ne kadar bilgili ise bir o kadar da tevazu sahibiydi. Bilgiliydi ama bilgi hamalı değildi. Kültür, sanat, edebiyat, hak ve hakikat adına ne bilirse onu muhataplarıyla paylaşırdı. İlimde kıskançlığı bir afet olarak addederdi.
Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’nin dil hassasiyeti de her şeyin üzerindeydi. Türkçenin sevdalılarının başında geliyordu o… Türkçenin aydınlık geleceği için kafa yoruyordu. Onun Türkçeyi çok iyi kullandığını eserlerinde müşahede ediyoruz. Zira Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle eserlerine nakşederdi Ayverdi... Dilin kullanımı konusunda ifrat ve tefrit sınırlarından daima uzak dururdu. Her işinde olduğu gibi bu işte de orta yolu tutardı. Onun eserlerindeki kelime hazinesinin zenginliği iyi bir okuyucunun hemen dikkatini çeker. . Onun birbirinden kıymetli eserlerini dikkatli bir gözle ve açık bir şuurla okuyunca sizler de bunun farkına varırsınız. Bu arada Türkçenin maksatlı bir şekilde bozulması onu çok rahatsız ediyordu. Türkçeyi bozanları ‘hain’ olarak niteliyor, bütün gücüyle onlara cephe alıyordu.
Allah, Ekrem Hakkı Ayverdi’ye seksen iki yıl gibi uzun bir ömür bahşetmişti. Fakat o, bu ömrü boş idealler uğranda geçirmemiş, her dakikasını milletine harcamıştı. Üç ömre sığdırılmayacak işleri o, bir ömre sığdırmıştı. Zira o, kendini Müslüman-Türk kültürünün bayraktarı olarak görüyordu. O, vurdumduymazlığı en büyük düşman olarak görmüş, başta tarih, kültür ve medeniyet olmak üzere her konuda hassasiyetini göstermiştir. Millî ve manevî konular onun ilgi sahasında devamlı ilk sırayı işgal etmiştir. Hiçbir şeyi görmezden gelmemiştir. Doğru bildiklerini her ortamda yüksek sesle dile getirmiş ve her konuda iyi bir takipçi olmuştur. Onu ‘evlad-ı fatihan’ın mühim bir siması saymak gerekir. Prof. Kazım Çeçen’in “Bu zatın ilim sahasında yaptıklarını ve meydana getirdiği eserleri ancak bir enstitü yapabilirdi.” sözü gerçekten onun üstün gayretini ve büyüklüğünü gösteriyor bizlere.
O, Türk mimarlık tarihi ve Türk-İslam kültür sahasında yaptığı kıymetli çalışmalarla adını altın harflerle düne, bugüne ve gelecek zamana yazdırmıştır. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından kendisine “Fahrî Edebiyat Doktoru” payesi, Aydınlar Ocağı tarafından da “Üstün Hizmet Armağanı” verilmiştir. Onun büyük ve çileli araştırmalarla hazırladığı “Avrupa’daki Osmanlı Mimarî Eserleri” külliyatını zikretmeden geçmemek gerekir. Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içindeki Osmanlı eserleri onun sayesinde gün yüzüne çıkmıştır. Ayverdi’nin sekiz büyük ciltten oluşan ve Osmanlı mimarisinin başlangıcından Fatih Sultan Mehmet Han devri sonuna kadar olan 250 senelik bir devreyi ele aldığı külliyatı, alanında yazılmış benzersiz bir eserdir. O, bize şanı üç kıtaya yayılan ecdadımızı ve onların harikulade eserlerini hatırlatmış, bu eserlerin hamisi olmuştur. Vefanın can çekiştiği bu asırda bile o, sırf bu yüzden daima rahmetle ve minnetle yâd edilecektir. Onun kültürel mirası ayağa kaldırılacaktır.
Alperen ruhlu Fethi Gemuhluoğlu, Ayverdi’ye çok değer veriyor, ona ‘Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi’ diyerek takılıyordu. O, bütün aydınlar tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Muharrem Ergin’in onunla ilgili şu sözlerini, öneminden dolayı dikkatlerinize sunuyorum: “Ekrem Hakkı Ayverdi’nin şahsiyeti bende Osmanlı tarihinin canlı bir abidesi hissini uyandırırdı. Dik, ince, uzun boyu, yüksek alnı, derin, onurlu bakışı, konuşması, gençlere karşı sevgi ve şefkat dolu davranışı, asırlar ötesinden gelen bir yüceliği aksettiriyordu. Onu eski ahi Türkleri gibi kendi eli ile kurduğu ve onardığı o güzel tarihî binada her gördükçe içimde cedlerle karşılaşmaktan doğan bir ferahlık ve güven duygusu hissederdim. O hâlâ Türk tarihini yaratan ruhun devam ettiğinin ve edeceğinin bir delili gibiydi.”
Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, dünya malına değer vermeyen tok gönüllü bir cemiyet insanıydı. Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakıf adamıydı. O, 12 Ocak 1979’da millî irfana ve sanata hizmet etmesi için Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurmuştu. Onun en değerli varlıkları kitaplarıydı.1978 senesinde bütün mal varlığını, kitaplarını, içindeki eşya, hat, tezhip, cilt, yazı âletleri ve işleme koleksiyonlarıyla birlikte evini, kendi kurmuş olduğu Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfına bağışlamıştır. Ömrü boyunca Türk kültür ve medeniyetinin inkişafı ve ihyası için gayret sarf eden bu yüce gönüllü insan, ölmeden evvel neyi varsa bu yola feda etmiştir. O, “Vakfı kurduk. Mal varlığımı da vakfa bıraktım. Artık gözüm arkada değil” demiştir. Bugün bu güzel vakıf emin ellerde hizmetlerine devam ediyor.
Ekrem Hakkı Ayverdi gibi insanlara bugün dünden daha fazla ihtiyacımız vardır. Bugün ne yazık ki onların ömürlerini adadığı kültürel mirası milletçe har vurup harman savuruyoruz. Boş idealler uğrunda zaman öldürüyoruz. Onların yerine gelen isimler onların bıraktığı boşluğu asla dolduramıyor. Bu da bizi gelecek adına endişelendiriyor. 24 Nisan 1984 tarihinde İstanbul’da ölen Ekrem Hakkı Ayverdi, Merkez Efendi Kabristanı’nda medfundur. O şimdi kabrinde Türk-İslam âleminin bugününü görerek kim bilir ne kadar da üzülüyordur.
Ekrem Hakkı Ayverdi gibi insanlar bu ülkenin millî ve manevî sigortasıdır. O sigorta atarsa bu ülke karanlığa gömülür. Bu sigortanın atmaması için milletçe seferber olmalıyız. Zira Ayverdi gibiler çok sık gelmiyor dünyaya. Onların yeri sanıldığı kadar kolay dolmuyor. Onları çok iyi tanımalı, eserlerini okumalı ve yeni nesillere tanıtmalıyız. Onlardan ilham alarak millî ve manevî çizgide geleceğe yönelmeliyiz. Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’yi doğumunun yüz yirminci, ölümünün yirmi beşinci yılında rahmet ve minnetle anıyoruz.

MİHMANDÂR-I NEBÎ: EBÛ EYYÛB EL-ENSÂRÎ
M. NİHAT MALKOÇ

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Efendimiz “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurarak o kutlu insanların hayatlarını örnek almamızı istemiştir bizden. Zira o parlak yıldızlar İslâm’ın güneşinden almışlardır güçlü ziyalarını. Onlar “usve-i hasene” diye nitelendirilen örneğin örneğidirler. Bu büyük şahsiyetler onca çileler çekerek İslâmiyet'i yüceltmişlerdir. Onlar, ahlâkını Kur’an’dan alan zat-ı muhteremin iman aynasının akisleridirler. Onlar gönül göğümüzün sönmez yıldızlarıdır.
Peygamber Efendimizin dolunayı andıran mübarek yüzünü gören, onun eşsiz sözlerini işitme bahtiyarlığına erişen ashab-ı kiram; peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların en hayırlılarıdır. Çihâr-ı yâr-ı güzin(dört halife) ise bu kutlu insanlar kervanının öncüleridir. Bu iman ve irfan abideleri dünle bugün arasında kuvvetli ve kudretli iman köprüleri kurmuşlardır. Resulullah’ın mihmandarı olan ve İstanbul’un güzide bir semtine adını veren Ebû Eyyûb El-Ensârî bu iman yıldızların en parlak olanlarından biridir.

Peygamberimizin Müjdesine Mazhar Olmak İçin Yollara Düşmüştü O...

İslâm davasının öncülerinden ve sahabelerin seçkinlerinden biri olan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri aslen Medineli olup, burada yaşayan Hazrec Kabilesi'nin Neccaroğulları kolundandır. Asıl adı Halid, babasının adı Zeyd, annesinin adı ise Hind'dir.Hem baba, hem anne tarafından Hz. Peygamberle aynı soydan gelmektedir. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamberin ve Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicretinden iki sene kadar önce milâdî 620 tarihinde hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte Müslüman olmuştur. O, Medine'de İslâmiyet'i ilk kabul edenlerden biridir. Müslümanlığın Medine'de yayılmasında çok etkili olmuştur.
Ömrünü İslâm için sarf eden Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin Hazrec kabîlesinden Ümmü Eyyûb'la olan evliliğinden üçü erkek, biri kız olmak üzere dört çocuğu olmuştur. Erkek çocuklarının isimleri Eyyûb, Hâlid ve Abdurrahmân, kızının ismi ise Amre’dir.
Halk arasında "Eyüp Sultan" olarak bilinen Ebû Eyyûb el-Ensârî Halid bin Zeyd, Melik Esad’ın yedinci göbekten gelen çocuğudur. O, Hz. Muhammed(sav)'i evinde misafir eden ilk sahabidir. Peygamberimizle birlikte tüm savaşlara katılmıştır. Kendisi Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin bir araya getirilmesinde görev alan vahiy katiplerindendir.
İslâm'ın bayraktarlığını yapan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah Resûlü’nün vefatından sonra da İslâm’ı yayma işine çok önem vermiştir. Adeta nefesini bu yolda tüketmiştir. Hz. Ebû Bekir (632-634) ve Hz. Ömer devrinde (634-644) birçok sefere katılmıştır. Hz. Ali, halifeliği döneminde (656-661) Irak’a gittiği zaman onu Medine’de yerine vekil olarak bırakmıştır. Bu vekâlet esnasında bir ara Mescid-i Nebevî’de imam olarak görev yapmıştır.
Hadimül'l Kuran olan Ebû Eyyûb el-Ensârî, aynı zamanda hafızü'l Kur'an'dı. Peygamber Efendimizden 400'ün üzerinde hadis rivayet etmiştir. Resulullah Efendimizle katıldığı savaşların dışında Mısır, Suriye, Filistin ve Kıbrıs fetihlerine de katılmıştır. Onun ömrü harp meydanlarında ve ilim meclislerinde geçmiştir. Sohbeti doyumsuzdu. Kalemi kılıcından daha keskindi. O, bereketli ömrünü ilim, ibadet, cihat ve davet yolunda geçirmiştir
İ'lây-ı Kelimetullah uğruna ömrünü feda eden Ebû Eyyûb el-Ensârî, ihtiyarlık döneminde bile Hakk ve hakikat yolunda savaşmıştır. Katıldığı seferlerin sonuncusu, Müslümanların ilk İstanbul kuşatması olmuştur. Onun bu kuşatmadan bir yıl sonra (49/669) gönderilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğinin içinde bulunduğu rivayet edilir. “Konstantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur” müjdesine mazhar olmak için seksenli yaşlarda İstanbul yollarına düşmüştü bu büyük Allah dostu. Çünkü onun bedeni yaşlansa da Kur’an ahkâmıyla cilalanan hissiyatı hep gençti. İstiyordu ki yedi ay boyunca mihmandarlığını yaptığı Nebi’nin bu kutlu haberini o gerçeğe dönüştürsün. Bu yolda yürümek istiyordu.
Ebû Eyyûb, kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etmiştir. Cenaze namazını Yezîd b. Muâviye kıldırmış, vasiyeti üzerine surlara yakın bir yere defnedilmiştir.

İstanbul'da Bir Hakk ve Hakikat Dostu...

Nasıl ki makamları değerli kılan o makamlara oturanlardır, öyle de şehirleri kıymetli kılanlar da oralarda yaşayan insanlardır. Eskilerin, `Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn` sözü bunu öz bir şekilde ifade eder. Bu sözün mânâsı; bir makamın şerefi, orada oturandan gelir. Bugün İstanbul gönüllerimizin başkenti konumunda bir şehirse bunda o topraklarda yaşayan ve o toprağın altında yatan güzel insanların etkisi çok büyüktür. Bu şerefli insanların başında da bugün Eyüp ilçesi sınırlarında medfun olan Eyüp Sultan Hazretleri gelmektedir.
Çağları aydınlatmak için gönderilen Nebîler Nebîsinin mihmandârı olan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Osmanlı'ya asırlarca payitahtlık yapan İstanbul'un medâr-ı iftiharıdır. O, bu güzel ve eşsiz topraklara şeref ve şan katmıştır. O, İstanbul semalarını aydınlatan bir yıldızdır. "İstanbul’un fethinde bende bulunayım" diyerek Medine’den kalkıp gelen Eyüp Sultan Hazretleri bu toprağın manevî mührüdür. İstanbul'un Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra İslâm'ın dördüncü mukaddes şehri olmasında Eyüp Sultan Hazretlerinin rolü çok büyüktür.

Peygamberimizin Medine'ye Hicreti ve Ebû Eyyûb el-Ensârî

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Mekke'den Medine'ye hicret eden şanlı Peygamberimizi evinde misafir eden büyük sahâbidir; ensarın büyüklerindendir. Hicret sırasında bütün Müslümanlar Peygamber Efendimizi kendi evlerinde misafir etmek istiyorlardı. Bu hususta adeta birbiriyle yarışıyorlardı. Her konuda pratik çözümler üretmesiyle bilinen Peygamber Efendimiz bu hususta da mantıklı bir çözüm üretmişti. Peygamberimiz kendisini karşılayanlara “Deveyi kendi haline bırakınız. Çünkü, o memurdur. Emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!” demişti. Heyecanlı ve coşkulu kalabalıkların bakışları arasında devesini serbest bırakmıştı. "Kusva" adlı bu deve Eyüp Sultan Hazretlerinin evinin önünde çökmüştü. Akabe’de ilk biat eden kişi olan Halid bin Zeyd Ebû Eyyûb (Eyüp Sultan Hazretleri), peygamberimizi “Hoş geldin ey Allah’ın Resulü” diyerek büyük bir coşku ve heyecanla karşılamıştı.

Eyüp Sultan Hazretlerinin Kabrinin Bulunuşu

Bizans'ın gözbebeği İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildikten sonra, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde Peygamber Efendimizin müjdesine mazhar olmak için bu şehrin muhasarasına iştirak eden Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrinin bulunması için çalışmalar yapılmıştır. Fatih'in hocası Akşemseddin Hazretlerinin manevi keşfiyle mezar yeri tespit edilmiştir. Akşemseddin Hazretleri mezarın üzerine, biri başına biri de ayak ucuna olmak üzere, iki fidan dikip ertesi gün tekrar gelmek üzere oradan ayrılmıştır. Fatih Sultan Mehmet Han, kalbinin mutmain olması için o iki fidanı gece vakti söktürüp şu anki girişte çeşmelerin bulunduğu yere diktirmiştir. Yüzüğünü ise Akşemseddin Hazretlerinin tespit ettiği yere gömmüştür. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde Akşemseddin Hazretleri mezarın yanına gelmiş, doğruca ağacın olduğu yere değil, bir gün önce tespit ettiği yere gitmiştir. Padişahın mezara gömülü yüzüğünü alarak kendisine iade etmiştir. O sırada söz konusu bölge kazılmış, Eyüp Sultan Hazretlerinin hiç bozulmamış cesedine ulaşılmıştır. Daha sonra Akşemseddin'e : ‘Efendim o ağaçlarla ilgili neler söyleyeceksiniz?’ diye sorduklarında gülerek ‘İyi yapmışsınız o bölge de Eyüp Sultan Hazretlerinin yıkandığı yerdir’ demiştir. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Hazretleri o bölgenin çevrilmesini ve her bölgeye bir çeşme yapılmasını emretmiştir. İşte bugün gördüğümüz çeşmeler o çeşmelerdir.

İstanbul'un Manevî Çehresi: Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi

Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi İstanbul'un manevî çehresini oluşturur. Eyüp Sultan Camii ve çevresinde bulunan medrese, aşhane-imaret, hamam ve türbeden oluşan külliye Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinin hemen sonrasında inşa edilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbesini yaptırdıktan beş yıl sonra 1458 tarihinde Eyüp Sultan Câmii’ni yaptırıp ibadete açmıştır. Câmiye ilâve olarak bir medrese, bir hamam, bir imaret ve bir çeşme de inşa edilmişti.
Eyüp Sultan Camii, İstanbul'da değişik zamanlarda meydana gelen depremler ve afetler sonucunda zarar görmüştü. Bu güzel mabet en büyük hasarı 1766'da meydana gelen depremde gördü. Bu depremin sonrasında yapılan onarım yetersiz kalınca, otuz yıl sonra Sultan III. Selîm (1789-1807) tarafından yeniden inşa edildi. III. Selîm, çıkardığı fermanda önce câminin Fatih tarafından yapıldığı şekliyle aslı korunarak onarılmasını istemiş, ancak bunun mümkün olmadığı mimarlar tarafından belirtilince tamamen yıkılmasını emretmiştir. Temeli 1798 yılında yeniden atılan câmi, Mimar Uzun Hüseyin Ağa nezaretinde 28 ay gibi kısa bir zamanda tamamlanarak 1800 tarihinde bizzat sultan tarafından ibadete açılmıştır.
Bizlere on ciltlik Seyahatname'yi bırakan meşhur seyyahımız Evliya Çelebi İstanbul'un manevî ruhunu üzerinde taşıyan bu cami hakkında şöyle der: "Leb-i deryâya karib âsitâne-i Ensârî'de düz bir zeminde bina edilmiştir, bir kubbelidir. Mihrap tarafında yarım kubbesi daha vardır, lakin o kadar yüksek değildir. Caminin içinde amud yoktur. Orta kubbe etrafında metin kemerler vardır. Mihrabı ve minberi musanna değildir. Hünkâr mahfili sağ taraftadır. İki kapılı , biri sağ canibde yan kapısı, diğeri kıble kapısıdır. Sağ ve solda iki minaresi vardır . Haremin iç tarafı hücrelerle müzeyyendir. Ortasında cemaat maksûresi vardır. Bu maksûre ile kabr-i Ebû Eyyûb arasında asumana ser çekmiş iki çınar vardır ki cemaat sayesinde ibadet ederler. Bu haremin de iki kapısı var, garp kapısında taşrada büyük bir harem daha vardır, içinde dut vesair ağaçlarla yedi adet büyük çınar vardır."

Bütün Zamanlarda Ziyaretçi Akınına Uğrayan Eyüp Sultan Türbesi...

Eyüp Sultan Külliyesi'nin en mühim bölümlerinden biri de manevî öneme haiz türbe kısmıdır. Dünden bugüne İstanbul'un en çok ziyaret edilen manevî köşelerinden biridir Eyüp Sultan Türbesi. Bilindiği gibi sekizinci yüzyılda Arapların İstanbul’u kuşatması sırasında vefat eden, Hz. Muhammed’in (sav) sancaktarı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarının yeri, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul kuşatması sırasında Akşemseddin tarafından manevî keşifle bulunmuştur. Hz. Halid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarının yeri Akşemseddin tarafından tayin edilince Fatih Sultan Mehmed, bu mezar üzerine bir türbe yapılmasını emretmiştir. Türbenin inşaatına 1453'te, İstanbul kuşatmasının ilk günlerinde başlanmıştır.
Sekiz köşeli plan üzerine oturtulan türbe binasının tam ortasında Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin kabrine ait ahşap sanduka bulunmaktadır. Sandukanın üzeri, güzel yazı örnekleri ile süslü siyah atlastan yapılmış bir örtü ile kaplıdır. Bu örtü, Sultan II. Mahmud tarafından konmuştur. Sandukanın çevresinde bulunan dökme gümüş şebekeyi Sultan III. Selim yaptırmıştır. Gerek sanat ve gerekse değer yönünden önemli bulunan bu gümüş şebeke İkinci Dünya Savaşı yıllarında diğer müze eşyalarıyla birlikte Niğde'ye götürülmüş, savaştan sonra da geri getirilerek yerine konulmuştur. Türbenin asıl girişinde bulunan sedef parmaklık kapı ise Sultan II. Abdülhamid'in bizzat kendi eliyle yaptığı kıymetli bir eserdir.
Eyüp Sultan Hazretleri İstanbul'un gönül sultanlarındandır. İstanbul halkı onu çok sevdi. Bunun delili olarak da türbesinden ziyaretçiler hiç eksik olmadı. Allah rahmet eylesin.

‘YERLİ SOKRATES’ DURMUŞ HOCAOĞLU’NUN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Ayrılıkları çağrıştırır sonbahar; yaprağı dalından, arıyı balından koparır; yalnızlığın orta yerinde bulursunuz kendinizi. Ruhumuzdaki baruttan dağlara çakılan bir kibrittir sonbahar… Nedense hüzün mevsimi olarak yerleşmiştir belleklerimize. Sonbahar ki hayatın gerçek yüzüyle yüzleştirir bizi; faniliğin boşluğunda bozulur yaşamak denen büyü… Tabiat soyunur, çıkarır yemyeşil elbisesini. Sadece yaprakları değil, umutları da döker sonbaharın sert rüzgârları… Pusu kurar canların güzergâhında… Ölüme çıkar bütün merdivenler… Filmin son perdesidir, hayat şarkısının son nakaratıdır, ölüme açılan en son kapıdır sonbahar...
Her şeyi ölüme çağıran sonbahar, yine acı yüzünü gösterdi biz fanilere. Hazan hüzün getirdi gönül ocağımıza. Yine döktü dallarımızdaki son kuru yaprakları. Ölümü çağrıştıran sonbahar bir kez daha tarumar eyledi yürek bahçelerimizi. Bitti hayat kaleminin mürekkebi; eridi buzdağının görünen yüzü… Tebessümler, yerini korkulu bekleyişlere bıraktı. Ölümün donduran soğuk nefesi değdi sararan çehrelere… Güneş, mahşer günü doğmak üzere battı ufkun ötesinde. Hayat kışlasından tezkeresini aldı faniliğin idrakiyle yaşayan bir fani… Bir dost daha atıldı gerçek dostunun müşfik kollarına… Şairin dediği gibi “Gitti gelmez bahar yeli;/Şarkılar yarıda kaldı./Bütün bahçeler kilitli;/Anahtar Tanrıda kaldı.// Geldi çattı en son ölmek./Ne bir yemiş, ne bir çiçek; /Yanıyor güneşte petek;/Bütün bal arıda kaldı.”
Türk milliyetçiliğinin son dönemdeki güçlü soluklarından biri olan Durmuş Hocaoğlu hiç beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrıldı. Milletini, milliyetini ve memleketini çok seven, bu toprakların gerçek sahipleri öksüz kaldı. İnandığı gibi yaşayan ve değerlerinden asla taviz vermeyen dik bir adam; nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmeden, dimdik göçtü bu gurbet ellerden. O, giderken arkasında şerefli bir mazi ve yerli malı düşünceler bıraktı.
Bu ülkenin düşünen, münevver insanları çok büyük bir zenginliktir bizler için… Onlar karanlıkları aydınlatan ayışığı hükmündedirler. İşte tam da bu özellikleri taşıyan çok önemli bir aydınımızı kaybettik geçenlerde. Önceki gece Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, üretmek için genç sayılabilecek bir yaşta evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 62 yaşında hayatını kaybetti. Hocaoğlu, Bostancı Kuloğlu Camii’nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda defnedildi. Düşünen ve düşündüklerini her ortamda çekinmeden, yüksek sesle dile getiren merhum Hocaoğlu uzun yıllar Yeniçağ gazetesinde köşe yazıları kaleme almıştı.
Zamanı çok verimli kullanan, az zamanda çok iş yapan Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 62 yıllık hayat hikâyesine baktığımızda şu bilgilerle karşılaşıyoruz:
“1948’de Bayburt’ta doğan Durmuş Hocaoğlu, 1974’te İTÜ’den Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1982’de mühendislik mesleğini terk etti ve Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. O tarihten sonra Felsefe’de mastır ve doktora yaptı; Fizik’te ise mastır yaptı, doktorasını tez aşamasında bıraktı.
Durmuş Hocaoğlu, 1983 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başladığı felsefe kariyerinde önce 1986’da “Descartes’ın Fizik Anlayışı” isimli tezi ile yüksek lisansını, 1994'te “Türk-İslâm Düşünce Tarihinde ve Modern Fizik’te Kozmos” isimli tezi ile doktorasını ve 1986’da ise Marmara Üniversitesi’nde “Tekil Lineer Sistemler İçin Geliştirilen Bir Transformasyonun Yorumu Üzerine” isimli tezi ile fizik yüksek lisansını başarıyla tamamladı.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan ve mültidisipliner bir akademik çalışma kariyeri bulunan Hocaoğlu’nun çalışma alanları Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi olup, muhtelif dergilerde Elektrik Mühendisliği ve Fizik gibi teknik konular yanında Bilim ve Fizik Felsefesi, Tarih Felsefesi, Siyaset Felsefesi, Din ve Laiklik v.b. konularda makaleler kaleme almış; ayrıca, muhtelif akademik toplantılara tebliğler sunmuş ve tebliğ kritikçiliği yapmış, birçok gazete ve dergide sürekli yazarlık yapmıştır. “Devletçilik Bumerangı”, “Düşük Şiddetli Devrim ve Bir Entelijansiya Kritiği” ve “Laisizm’den Milli Sekülarizm’e” isimli yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır. Hocaoğlu’nun Alpaslan, Tuğrul ve Kürşat isimlerinde üç erkek evlâdı vardı.
Fikir hayatımızın kilometre taşlarından biri olan Durmuş Hocaoğlu, milletinin ıstıraplarını şahsî ıstıraplarından hep önde tuttu. “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemal/Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen Namık Kemal’ın bu çağdaki ete kemiğe bürünmüş haliydi O… Bir milleti utandırmak için değil, uyandırmak içindi bütün gayretleri. Zira bu millet son dönemlerde sanki narkoz verilerek ne yazık ki uyutulmuştur. Bu gaflet uykusunun dalalete dönüşmeden birileri tarafından sona erdirilmesi gerekiyordu. O’nun yaptığı da uyutulan ve kendi olmaktan çıkarılan şanlı bir milleti uyandırmaktan ibaretti.
O; dünyaya, mala mülke değer vermeyen Yunus gönüllü bir mütefekkirdi. Vatan ve millet sevgisi gönlünü tamamen kapladığı için yüreğinde başka sevgilere yer yoktu. İçindeki vicdan polisi gaflet uykusuna dalıp da hataya düşmemesi için daima nöbetteydi. ‘Fedakârlık’ ve ‘hasbilik’; onurlu bir insan olarak daima alnı ak, başı dik olarak gezen, çağın Dede Korkut’u olarak gördüğüm bu yiğit insanı anlatan iki güzel kelimedir. O; bazı asalak tipli insanlar gibi davasını, dünyalık elde etmek için bir merdiven olarak kullanmamıştır.
Çok okuyan ve çok düşünen bir aydın olan Durmuş Hocaoğlu’nun milletimize ve memleketimize dair çok isabetli tespitleri vardır. O’na göre bizler çok iyi dövüşen milletiz ama çok iyi düşünen, analiz ve sentezler yapabilen millet değiliz. Millet olarak düşünmüyor, düşündüğümüzü zannediyoruz. Doğrularımızla hesaplaşmaktan korkuyoruz. Kendimize toz kondurmuyor, kendimizi peygamber masumiyeti içerisinde görüyoruz. Her nedense üzerimizde bir ölü toprağı var. O’na göre Türk milliyetçilerinin en büyük meselesi bu camiadaki entelektüel azlığıdır. Bu, milletimizin meselelerinin en büyüğüdür. Bütün sıkıntılar bununla ilintilidir. O, özgürce düşünebilen ve düşündüklerini her ne pahasına olursa olsun ifade eden, Aristoteles’in “Bir düşünce adamı hiç kimseden emir almaz, belki herkes ondan emir almalıdır; sâfî bir düşünce adamı, hakikat kendisine nasıl görünmekte ise onu söyleyebilen kişidir.” düşüncesini benimsemiş, hayatı boyunca bu minval üzere yaşamıştır.
Merhum Durmuş Hocaoğlu’na göre siyaset kirleniyor; halkın ezici çoğunluğu siyasetçiye güven duymuyor, hemen hemen her siyasetçiyi birer potansiyel hırsız olarak görüyor. Bu güven bunalımından kurtulmak, en kısa zamanda güven ortamı oluşturmak gerekir. O’na göre “Ankara gitgide Bizanslaşıyor, kendi içine kapanıyor, kendi milletinden korkuyor, O’na güvenmiyor… Türkiye’nin ‘Türklerin ülkesi’ olduğu unutulmuş görünerek bir ‘mozayık ülke’ faraziyesi kuruluyor ve sonra bu tez çıkış noktası yapılarak ‘Yerlilik’, ‘Yerellik’, ‘Yeni Osmanlılık’, ‘Anayasal Vatandaşlık’ gibi ıvır-zıvır teoriler üretiliyor… Türkiye çok ciddî bir ‘demokrasi problemi’ yaşıyor… Etnikçilik cereyanları almış başını gidiyor; artık bu ülkede neredeyse ‘Türk’ olmak ayıplı bir hâl alıyor; Türkiye üzerine bin bir türlü projeler hazırlanıyor… Bir takım insanlar Türkiye’yi sahipsiz boş arazi farz ederek üzerinde yer beğeniyorlar; birtakım insanlar Türk Devleti’nin adına başkalarını ortak etmeye, Türk Devleti’nin sırtından başka devletler çıkarmaya çalışıyorlar… Türkiye, dipten ve derinden gelen bir ‘düşük şiddetli devrim’ yaşıyor; Türk Halkı, devletinden ve aydınından ümidini çoktan kesmiş, kendi kalkınma, modernleşme ve politik ergenleşme devrimini bizzat kendisi yapıyor… Türkiye’de bir ‘Kozmopolitan Müslümanlık’ anlayışı yaygınlaşıyor… Üniversitelerde eğitim, bilim bir tarafa bırakılıp bütün meseleler başörtüsüne kilitleniyor; hocalar resmen talebeleri hakkında casusluk ve jurnalcilik yapmaya zorlanıyor…” Hocaoğlu Türkiye’ye ve bu ülkede yaşayanlara dair bu acı tespitleri yaptıktan sonra “Milliyetçiler nerede?” sorusunu soruyor. Milliyetçilerin bu ciddi meseleler karşısında hazırlıklı olmadığını söylüyor. Bir anlamda kendinin de içinde olduğu kitleye dair özeleştiri yapıyor.
Merhum Durmuş Hocaoğlu, özeleştiriyi Türk milliyetçiliğinin en büyük ihtiyacı olarak görüyor; özeleştiriyi ‘en temelli bir metodoloji problemi’ olarak vasıflandırıyordu. Bununla ilgili olarak: “Ülkemizde hemen hemen herkesin yaptığı gibi kendimizi adeta peygamber masumiyeti konumuna yükselttik, hiç kendimize yönelik eleştiri yapmadık; eleştiri oklarımızın en keskinlerini hep başkalarının etine, gücümüz yettiğince de en derinine saplamaya çalıştık da kendi nazik tenimize bir toplu iğne başını dahi reva görmedik; bütün kusurları hep başkalarında aradık; hiç kendimizin de kusurlu olabileceğini düşünmedik. Üstelik kör-kör parmağım gözüne misali gözlerimizin önünde cereyan eden hâdiselerden asla dersler çıkarmaya çalışmadık… Açıkça deklare etmek ihtiyacını duyduğum şahsî kanaatim odur ki, Türk Milliyetçiliği konusunda en ziyade ihtiyaç duyulan şey, her şeyden önce ve behemehâl, bizzat Türk Milliyetçiliği içerisinden gelen, o kültür ve terbiye ile yetişmiş ve kendisini el'ân böyle nitelendiren, fakat hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyona bağlı olmayan, hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyonun adamı olmayan, bütün bunların hepsinin dışında ve üstünde, bağımsız, samimî milliyetçi entelektüellerin yapacakları seviyeli, yapıcı özeleştirilerdir… Eleştiriye tâbî olmayan, eleştiriye kapalı olan, bilgiyi ve kanaati infleksibl ve kutsal, dokunulmaz bir ideolojiye dönüştüren hiçbir düşüncenin mükemmelleşme şansı olamaz… Eleştirinin ilk ve kesin olarak uyulması zorunlu olan şartlarından birisi ve belki de en birincisi, ‘kendi doğruları’ da dâhil olmak üzere, gücü ve kudreti muktezasınca, kendisine doğru olarak sunulan her şey ile hesaplaşmaktır.”(2) diyordu.
Gerçekte fizikçi olan Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu; daha çok siyasî, felsefî ve tarihî konulardaki yazılarıyla tanınıyordu. İsabetli tespitleri olan bir kişiydi. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine tarihî ve kültürel kaygılarla karşı çıkıyor ve şu görüşlere yer veriyordu:
“AB, fikrî temelleri ve arkaik kuluçka dönemi Roma’nın son yıllarına, Augustinus’un, bütün Hıristiyan dünyasının bir ve bütün, parçalanamaz olduğunu öngören “Hıristiyan Birliği ideali”ne kadar geriye götürülebilen ve Avrupa’yı oluşturan ve ortalama olarak aynı kültür, medeniyet ve dini paylaşan Avrupa milletlerini ve devletlerini bir ve tek Avrupa devletine ve nihâî safhada da aynı “Avrupalılık” üst kimliği çerçevesinde mümkün olduğunca homojenleşmiş bir ve tek halka/millete dönüştürmeyi amaçlayan, bütün tarihin tanıdığı en kapsamlı siyasî mühendislik projesidir. Düşünce adamlarınca asırlarca diri tutulup geliştirilen bu ideal, yırtıcı milliyetçilikler ve ulus-devletler çağında Avrupalı devletlerin birbirlerine karşı galebe çalmak için giriştikleri sayısız “Avrupa iç savaşları” ile beslenmiş ve en nihayet, Churchill’in Eylül 1946’da Zürih Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma ile net bir siyasî projeye dönüşmüştür: Avrupa ya Amerikan modelli, federal, “bir tür Avrupa Birleşik Devletleri” şeklinde yeni ve radikal bir örgütlenmeye gidecek ya da kültürel, medenî, iktisadi ve askerî bakımdan çöküş yaşayacak. Bu açıdan AB’ye üye olmak isteyen herkese AB’nin, salt “ekonomik birlik” veya “ittifak” değil, bütün üye millî devletleri yutarak bir tek devlete dönüştürmeye yönelen “birlik” olduğuna dikkat ederek, şu çıplak gerçekleri hatırlatırım: -Her üye devletin millî egemenliği ve istiklâli kademeli olarak feshedilecektir.”(3)
Hocaoğlu, sözünü hiçbir zaman sakınmadı; doğru bildiği yolda yürüdü. Türk Milletinin aydınlanması için düşünce üretti ve bunları milletiyle paylaştı. Yeniçağ gazetesinde 737 tane yazı kaleme aldı. Türk Yurdu Dergisi’nde entelektüelleri uyandıran yazılar yazdı.
Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun hakikati haykıran gür sesini millet olarak ne yazık ki duymadık; birileri onun sesinin duyulmaması için yok yere cızırtılar çıkararak mevcut sükûneti bozdu. Benim “Türk Sokrates” olarak gördüğüm bu büyük mütefekkirin altın kıymetindeki sözleri arada kaynadı gitti. Oysa O’nun birçok konuda çok isabetli teşhisleri ve derin analizleri vardı. Milletinin ıstıraplarıyla uğraşmaktan kendi derdini aklının ucuna bile getirmeyen, eğilip bükülmeyen, küçük hesaplar peşinde koşmayan, doğru bildiklerini haykıran bu sıra dışı filozofu yaşarken ne yazık ki anlayamadık. Anladığını zannedenlerin önemli bir kısmı da, hayata yüzeysel baktıkları için O’nu yanlış veya eksik anladı. Oysa O, Türk milliyetçiliği için büyük bir değerdi. O’nun düşüncelerinin zamanla daha iyi anlaşılacağını, kıymetinin öldükten sonra bilineceğini düşünüyorum. Allah rahmet eylesin.
Dipnotlar: 1-2) Hocaoğlu, Durmuş, “Türk Milliyetçiliği’nin En Mühim İhtiyacı: Öz-Eleştiri”, Türk Yurdu, Sayı: Mart-Nisan-Mayıs 1999, Ankara, s. 95-10
3)Durmuş Hocaoğlu Resmi Web Sitesi,

CEMİL MERİÇ’İN AKIL DEFTERİ
M.NİHAT MALKOÇ

Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.
Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.
Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:
“Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit…. / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. /
Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. /
Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.
Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.
Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”
Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…
Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…
Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)
Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.

ZARİF BİR YÜREK: CAHİT ZARİFOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ

Şâirler yüreklerimizin tercümanıdır. Onlarla görürüz, onlarla düşünür, onlarla hayal ederiz. Bu yürek dostları olmasa nasıl ifade ederdik hislerimizi?.... Dünya onlarla güzel… Kanın ve barut kokusunun gök kubbemizi sardığı bu çağda şâirler az da olsa hayatımıza renk katıyorlar. Bize insanî hislerin ölmediğini haykırıyorlar. Katılaşan yüreklerimizi yumuşatıyorlar.
Hislerimizin soylu tercümanlarından olan Cahit Zarifoğlu’nu bundan 18 yıl evvel kaybettik. 1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başlayan hayat serüveni 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul'da tamamlandı. Bu kısa ömre çok şey sığdırdı O… Dördü şiir, biri hikâye, biri roman, biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser bıraktı bizlere...
Bir elinde birden çok karpuz tutan ender şahsiyetlerden biri olan Cahit Zarifoğlu, edebiyat dünyasında şâir olarak tanıttı kendini. Her ne kadar hikâye, roman, deneme, günlük ve tiyatro türlerinde eserler yazsa da şiirde yoğunlaştı. “İşaret Çocukları” adını taşıyan şiir kitabı onun şiirinin çıkış ve zirve noktasıdır.
O da pek çok şâir gibi Maraşlı’dır. Maraş’ın bu kadar çok ve büyük şâirler çıkarması da ayrı bir merak ve araştırma konusudur.
Onun dört tane şiir kitabı var, demiştik. Bunlar: “İşaret Çocukları (1967)”, “Yedi Güzel Adam (1973)”, “Menziller (1977)”, “Şiirler (1989)” adlarını taşıyor.
Zor şiirlerdir Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları… Vasat bir okuyucu onu anlamakta hayli zorlanır. Onun için de geniş kitlelere hitap edememiştir. Fakat bu durum onun şiirinin edebî açıdan kıymetini asla düşürmez; aksine artırır.
O,şiirlerinde sürekli bilinçaltını kurcalar durur. Bununla beraber felsefî uzantıları var şiirlerinin… Yazdığı pek çok şiirde gözle görülür bir derinlik mevcuttur. Bazen kelimeleri şifreler… Anahtar rolü oynayan mazmunu bulduktan sonra mânâ, çorap söküğü gibi gelir. Onu ve şiirlerini anlamak için okuyan kişinin belli bir fikri altyapısı olması gerekir. Bu yönüyle onu Behçet Necatigil’e benzetenler de olmuştur.
Aslında Zarifoğlu, şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Bu yönüyle anlaşılır gözükse de şiirsel derinliği çözme bakımından zordur eserleri… İlk bakışta sıradan gözükür yazdıkları… Fakat her kelimede bir derinlik ve mesaj yükü vardır. Bunu anlamak için köklü bir şiir bilgisi ve felsefi birikim gerekir. Bu demek değildir ki bütün şiirleri böyledir. Vasat okuyucunun vakıf olabileceği şiirleri de vardır.
Onun şiirlerinde ölçü ve kafiye bulamazsınız. Bu boşluğu mânâ derinliğiyle doldurmuştur. Yani kafiyenin ahenginden istifade etmemiştir. Lâkin şiirlerinde zaman zaman bir iç kafiye sezilir. Kelimeleri kullanışı ölçülüdür. Görünürde basit gözükse de yazmaya kalktığınızda zor olduğunu fark ettiğimiz şiirlerdir bunlar… Bu şiirlerin çok uzun zaman dilimlerinde yazıldığı da bir gerçektir. Bazı insanların sandığı gibi bir çırpıda yazılmamıştır bu şiirler… Bir çilenin ve fikir sancısının ürünüdürler. Dostlarıyla ve şiirle ilgili enteresan kanaatleri vardır Zarifoğlu’nun... Bunları kendisinden dinleyelim isterseniz:
“Biri benimle şiirim yüzünden ilgilenirse ve hele beğenirse, çok sıkılırım. Tepeleme bir şâir gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır. Bilmelerini de hiç istemem, zira hemen tavır alırlar. Onlar bu yönde belli bir tavır alınca da benim şâir yaşamımı etkiler. Zira, dostlarım "halktan" tabir edilen kişilerdir. Esnaf, küçük memur, şoför, balıkçı, küçük muhasebeci, işçi vs. gibi kişiler…
Ben yaşarım. Hareketli, canlı, kıvıl kıvıl yaşarım. Ve hayattan sızlandığım hemen hiç görülmez. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgâhlayan bir mekanizma vardır içimde. Aman ne de bencildir. Şiir bir tüm olarak hep kendisinde kalsın ister. Ne zaman ki doymuş bir eriyik gibi, şiire doyar ve benim içeriye habire dolduklarımı artık kabul edemez olup, gelenlerin ısrarı karşısında bir yara gibi zonklamaya başlar, o zaman izin verir, bir-iki şiir yazarım. Onun vekili gibi yaşarım...”
Bazı insanların zannettiği gibi Cahit Zarifoğlu, halktan kopuk ve içine kapanık bir insan değildir. Yüreği sevgi dolu, sıcak bir yürek dostudur. Şiirini anladığımızda şüphesiz ki onu daha çok sevecek ve kendimize yakın bulacağız. Bu, kadri bilinmemiş, büyüklüğü göz ardı edilmiş aydını ve şâiri ölümünün 18. yılında rahmetle anıyoruz. Bıraktığı boşluğu her geçen gün daha çok hissediyoruz.

CEMAL SAFİ'NİN ARDINDAN GÜFTELER YETİM KALDI
M. NİHAT MALKOÇ

"Gitti gelmez bahar yeli;/Şarkılar yarıda kaldı/Bütün bahçeler kilitli;/Anahtar Tanrıda kaldı" demişti usta şair Cahit Sıtkı Tarancı. Millete ses ve nefes olmuş sanatkârların aramızdan ayrılması bana hep bu dörtlüğü hatırlatır. Hüzünler abanır yaralı yüreğime.
Şair ve güftekâr Cemal Safi'nin ölümü de bana Tarancı'nın bu hicran yüklü dizelerini hatırlattı. Ölümlü yanım, ölümsüzlüğe galebe çaldı. İçimdeki boşluk alabildiğine derinleşti.
Cemal Safi ismi, şiirle ve müzikle hemhâl olanların aşina olduğu devasa bir isim... Son dönem şiirimize damgasını vuran Cemal Safi, gözyaşıyla karılmış hüzünlerin mahir şairiydi. Sözcüklerin ayağını yerden kesecek kadar, söz bayrağımız olan Türkçeye hakimdi.
Türk şiir binasının köşe taşlarından biri olan Cemal Safi 1938'de Samsun'da doğmuştu. Babası Mehmet Safi, annesi merhume Ayşe Safi'dir. İlköğrenimine Sakarya İlkokulu'nda başlamış, daha sonra Samsun Sanat Okulu'nun Torna Tesviye bölümünden mezun olmuştu.
Cemal Safi 1959 senesinde ailesiyle birlikte Ankara' ya taşınmış, 1971 yılına kadar, o dönemde sahibi oldukları Büyük Otel'de babasının yanında çalışmıştır. Cemal Safi evli ve üç çocuk sahibiydi. Cemal Safi'nin ilk şiirleri Orhan Gencebay tarafından bestelenmiştir. 1990 yılında "Rüyalarım Olmasa", 1991 yılında "Vurgun" adlı bestelerin güftekârı olarak iki yıl peş peşe yılın şairi seçilmiştir. Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi en etkin ve güzel kullanan şair olarak ödüllendirilmiştir. Romanya Eminescu madalyası başta olmak üzere, defalarca Hürriyet'in "Altın Kelebek", Milliyet'in "Yılın En Sevilen Şarkıları" dallarında birincilik ödüllerini kazanmıştır. Bunların yanında TRT'nin "Yılın Şairi" ödüllerine layık görülmüştür. Şiirleri İtalyanca, Rumence ve Arnavutça gibi dünya dillerine çevrilmiştir.
Cemal Safi, sayıları beş yüzü aşan usta işi şiirlerini değişik kitaplarla okuyucuya ulaştırmıştır. O, 1993 yılına kadar yazdığı şiirlerini “Vurgun” adlı ilk kitabında toplamıştır. Şairin ikinci şiir kitabı “Sende Kalmış” 2000 yılında, “Kıyamete Kırk Kala” adlı şiir kitabı 2002 yılında, "Ya Evde Yoksan" adlı şiir kitabı ise 2008 yılında yayımlanmıştır. O, 1990 yılında "Bu Gece Kalıyorum" adında müzikli bir şiir kaseti de çıkarmıştır. Cemal Safi, 1992 yılından beri her yıl, yaz aylarını geçirmekte olduğu turizm beldesi Akçay’da, ağustos ayının son üç günü gerçekleştirilen Akçay Şairler ve Bestekârlar Festivalini organize etmiştir.
Cemal Safi "Ben Sözün Şehriyim" adlı şiirinde kendisini şöyle anlatır: "Herkes beni ayrı söyler ayrı der/Ben sırrımı sezdirmeyen sihirim/Çıkışımda akışımda aynı yer/Kalpten doğup kalbe akan nehirim//Tanır beni aşk sancısı duyanlar/Tanır beni uykusuna kıyanlar/Tanır beni uğruma baş koyanlar/Sözcüklerin donattığı şehirim//Dadaloğlu, koç Köroğlu mertliğim/Nef’i, Neyzen, şair Eşref sertliğim/Kâh mizaha meydan okur dörtlüğüm/Kâh acı söz dedikleri zehirim//Nice türküm, gazelim var, şarkım var/Düz yazıdan dağlar kadar farkım var/Beni çalıp çırpanlardan korkum var/Arsız, hırsız üretmekte mahirim//Serbest bacım, aruz benim ağbeyim/Kalp rahminde duygu dölü bebeğim/Son dizemle kesiliyor göbeğim/Doğuşumla şadan olur şairim//Kaynağıyım çağlayanlar dil ise/Ben yağıyım söz sanatı gül ise/Beni duyup doğurmaktır hadise/Ben kendimi yazdırırsam şiirim."
Şiirle müziği birleştiren bir köprü olan Cemal Safi, Türk müziğinin zirve isimlerinden biri olan Orhan Gencebay'ın tabir caizse güfte fabrikasıydı. Onun güfteleri Gencebay'ın sazında ölümsüz bestelere dönüşmüştür. Gencebay'ı Gencebay yapan gizli kahraman odur. Cemal Safi'nin şiirlerinden 43'ünü Orhan Gencebay bestelemişti. Bunun dışında birçok bestekâr onun şiirlerini musikiyle buluşturmuştu. Toplamda 170 şiiri dilden tele dökülmüştü. Onun güftelerinden bestelenmiş onlarca şarkı Zeki Müren, Zekâi Tunca, Muazzez Abacı, İbrahim Erkal, Müslüm Gürses, Candan Erçetin, Uğur Işılak, Selâmi Şahin, Fatih Kısaparmak, Ahmet Özhan ve Bülent Ersoy gibi sanatçılar tarafından seslendirilmiştir.
Yazdığını yaşayan, yaşadığını yazan Cemal Safi'nin bestelenen 170 şiiri arasında "Vurgun" adlı olanı ayrı bir yere ve öneme sahiptir. "Gözlerim uykuyla barıştı sanma!/Sen gittin gideli dargın sayılır/Ben de bir zamanlar sevildim amma,/Seninki düpedüz vurgun sayılır!" diye başlayan bu güzel şiir, Selçuk Tekay tarafından bestelenmiş, başta Muazzez Abacı olmak üzere, onlarca şöhretli sanatçı tarafından plaklara okunmuştur. Bu şarkının seslendirildiği plaklar üç buçuk milyonun üzerinde satmıştır. Bu, müzikte bir rekor sayılır.
Cemal Safi'nin dillerden düşmeyen bir başka güftesi de "Rüyaların Olmasa" adlı şiirdir. "Yıldızlara baktırdım fallara çıkmıyorsun/Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa/Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun/Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa" diye başlayan usta işi bu şiir, değerli bestekârlarımızdan Zekai Tunca tarafından bestelenmiştir. Şairin deyimiyle “Rüyalarım Olmasa, 1989 yılında yapılan bütün yarışmalarda TRT, Hürriyet ve Milliyet'in açtığı o yılın bütün yarışmalarında çok açık farkla birincilik ödüllerine layık görülmüş, zirvedeki ve halkın gönlündeki yerini almıştır."
Bir söz büyücüsü olan merhum Cemal Safi iyi bir aşk şairiydi. Aşk onun şiirlerinde bütün saflığıyla gönüllere akar. Onun birbirinden güzel şiirlerinde aşkın en asil ve duru hâlini görebilirsiniz. Onun aşkında hesap kitap yoktu. O, karşılıksız sevenlerin hislerine tercüman olmuştur. Onun şiirlerinde tertemiz aşklar dile gelmiştir. O, ölümsüz aşkları anlatırken iffeti baş tacı eylemiştir. "Bilmiyorum nerdeyim, ne hâldeyim, ben kimim,/Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış./Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim,/Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış." sözleri ancak böyle saf bir yürekten çıkabilirdi.
Cemal Safi küçük aşklardan bile büyük şiirler çıkarabilecek kudretli bir kalemdi. Kelimelere ruh üfleyen bir söz sihirbazıydı o. Hem "Cemâl(yüz güzelliği)" hem de "Safi(duru, temiz)"ydi. Sözleri gönül teknesinde yoğuran ve kıvamına eriştiren usta bir hamurkârdı. Onun şiirlerinde söz kalabalığına rastlanmaz. "Ne bir eksik, ne bir fazla" şiirdeki düsturuydu. Onun, gücünü samimiyetten alan gür sesi, seven gönüllerde yankı bulurdu. Âşıklar onun şiirleriyle kendilerini ifade ederlerdi sevdiklerine. Akdeniz'in Karacaoğlan'ı varsa Karadeniz'in de Cemal Safi'si vardı. Zira o, Karadeniz'imizin Karacaoğlan'ıydı.
Cemal Safi kendi deyimiyle "Kalpten doğup kalbe akan nehir"di. O nehirde yüzenler, bir kez dışarı çıksalar sudan çıkmış balığa dönerlerdi. O, mertliğini Dadaloğlu ve Köroğlu'ndan, sertliğini maktul Divan şairi Nef'i'den, Neyzen'den ve Şair Eşref'ten almıştı. Cemal Safi'ye göre şiir kendini yazdırır. Şairlik doğuştan kazanılan bir meziyettir. Şiir zorla ve zorlamayla yazılamaz. Herkesin şair olması gerekmez. Bazı duygular şiirden çok düzyazıyla(hikâye veya roman şeklinde) yazılır. Yaşanmayan duyguları etkileyici bir şekilde yazmak mümkün değildir. O, bir mülâkatta şunları söylemiştir: "1978 yılı 17 Nisan'ında bir çift göz, bir ahu bakış öğretti aşkı bana. Öyle ki, elim ayağım tutmaz oldu. Değişmiş bambaşka biri olmuştum. Ben bende değildim sanki. Bu yoğun duygular bende dört yıl devam etti. İnanır mısınız, tam dört uzun yıl sağ elim tutmadı benim. Kara sevda deyip geçmeyin, çok zordur. Allah düşmanımı düşürmesin." Sizin anlayacağınız Cemal Safi'nin "Vurgun, Rüyalarım Olmasa, Ya Evde Yoksan, Hüzün Adres Değiştirir, Git, Ayşen, Aklım Çıkıyor, Sende Kalmış, Telefonda Sen, Ayrılık Nikâhı, Sensiz Olmadı, Yâr Olamadın" adlı birbirinden güzel ve yüreğe dokunan şiirlerini bizce meçhul olan bu ay parçası güzele borçluyuz.
Aziz Türkçemizin korunmasına ve yaşatılmasına büyük bir ehemmiyet veren Cemal Safi, şiirlerini tertemiz bir Türkçeyle yazmıştır; yaşayan Türkçeyi tercih etmiştir; tumturaklı sözlerden kaçınmıştır. Fakat bunu yaparken hiçbir zaman sıradanlığa da düşmemiştir. Cemal Safi, 2003 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey adına yapılan Türk Dili Bayramı'nda “Türkçeyi En Etkin ve Güzel Kullanan Güftekar Şair” olarak birincilikle ödüllendirilmiştir.
Cemal Safi halk şiiri tarzında yazsa da taklitten uzak durmuştur. O, şiirlerinde hep özgün imgeler kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Hece ölçüsünü kıvrak bir biçimde kullanmıştır. Zaman zaman mısra içi kafiyelerin ahenginden de yararlanmıştır. Onun şiirlerinin bestekârlar tarafından tercih edilmesinin en önemli nedenlerinden biri, şiirlerindeki ahenk zenginliğidir. Bu da müzikaliteyi beraberinde getiren önemli bir unsurdur. Şair vardır kafiyenin kölesidir, şair vardır kafiye onun kölesidir. Cemal Safi bu ikinci grup şairlerdendir.
Cemal Safi serbest şiire hiçbir zaman ilgi duymamış, daima mesafeli durmuştur. Serbest şiiri Batı'nın, özellikle de Fransa'nın bir ürünü olarak görmüştür. Bu tarzda yazılan şiirlerin çoğunun Batı'dan yapılan çevirilerin esintileri olduğunu söylemiştir. O, daima köklü halk edebiyatı geleneğinden beslenmiş, ölçüsüz ve kafiyesiz şiiri şiirden bile saymamıştır. Tarzım’’ adlı şiirinde kendi şiir anlayışını, batılı bir ifadeyle söylersek, poetikasını ortaya koymaktadır: “Geleneği yaşatmak görevim kadar arzum/Aruz sünneti arzım, hece vezniyse farzım/Zordan vazgeçemedim, kolaya kaçamadım/Ecdadıma saygımdır şiirde nazım tarzım”
Hayatını sevgi ve hoşgörü felsefesi üzerine kuran Cemal Safi, çok güzel şiirler kaleme aldığı gibi çok da güzel ve yürekten şiirler okuyan bir şairdi. O, şiiri okurken şiirde geçen duyguları iliklerine kadar yaşamaktaydı. Sahne hakimiyeti takdire şayandı. Gür bir sesi vardı. Cemal Safi büyükle büyük, küçükle küçük olabilen mütevazı bir insandı. Gurur ve kibir onun mahallesine bile uğramazdı. Her kesimden çok geniş bir hayran kitlesi ve muhabbet halkası mevcuttu. Yurdun dört bir köşesinde yapılan şiir festivallerine, şairler şölenlerine gücü ve sağlığı yettikçe gider, hayranlarıyla buluşur, onlara şiirlerinden okurdu.
Cemal Safi, hecenin yaşayan en büyük şairiydi. Tabir caizse hecenin ayaklarını yerden keserdi. Hece onunla adeta masmavi göklere kanatlanırdı. Dörtlük nazım birimini sıkça kullanırdı. O, şiirlerini daha çok halk şiirinde yaygın olan koşma nazım şekliyle yazmıştır.
Merhum Cemal Safi dünyanın var'ına hiç önem vermeyen, aşkı en büyük sermaye olarak gören bir gönül adamıdır. O, aşkı "yaşanmadan çözülmeyen sır" olarak tanımlıyordu. Ona göre aşk tarif edilemez bir duyguydu. Ona göre tahtla tacı yerle bir edendir aşk. Vahşiyi yahşi, âlimi cahil edendir. Her oyunu bozandır aşk. Kerem'i kül eyleyendir o. Ferhat'a dağları deldirendir. Muhammed(sav)'in yaratılışına sebeptir aşk. Evliyanın sözündeki muhabbet, enbiyanın yüzündeki nurdur. Mevlâna'yı döndüren de, barınağı gönül olan sevda ve aşktır.
Cemal Safi'nin şiirleri yanında sözleri de biriciktir. "Gerçek aşk şans oyunları gibi. Hayali bile mutlu edebiliyor insanı; fakat tutturabilene 'aşk' olsun." sözü bunlardan biridir.
Usta şair Cemal Safi bu toprakların yetiştirdiği yerli ve millî bir değerdi. O, ilhamını yaşadığı topraklardan ve etrafındaki asil insanlardan almıştır. Hiçbir zaman Batı'nın etkisinde kalmamış, öz değerlerini ve değerlilerini baş tacı etmiştir. Cemal Safi, çocuklarının ismini Mehmet Akif ve Peyami Safa koyacak kadar edebiyata sevdalıydı ve de bizdendi.
Şiir diliyle konuşan Cemal Safi, manevî değerlerinden beslenen, Hakk'a ve hakikate inanan, vicdan ve izan sahibi bir insandı. Onun şiirlerinde beşeri aşkın yanında ilâhî aşk da vardır. O, Rabbine olan sevgisini birçok şiirinde dile getirmişti. İşte onlardan biri de "Kâinatın Ulu İmparatoru" adlı söz abidesiydi: "Cemâline sığındım haşmet-i celâlinden,/Sana meftun gönlümü fâni sevdadan koru./Nar-ı hicranla yandım memnu aşk melâlinden,/Son olsun kâinatın ulu imparatoru." Bu güzel sözler ancak imanlı bir gönülden neşet ederdi.
İnsanlar vakti gelince birer birer aramızdan ayrılsa da ölümsüzlüğün kapısı olan ölüm ölmüyor işte. Ölümün sıcaklığını her zaman ensemizde hissetmekteyiz. Zira ölüm hep yanı başımızda. Ölümsüzlük iksiri bugüne kadar bulunmadı, bundan sonra da bulunamayacak. Hayatın kanunudur bu: "Şairler ölür, şiirler yaşar" Cemal Safi bir fâni olarak madden aramızdan ayrılsa da kaleme aldığı birbirinden kıymetli şiirleriyle gönlümüzde hep yaşayacak.
Son dönem şiirimize damgasını vuran Cemal Safi, KOAH hastasıydı. Hastalık onu yataklara düşürmüştü. Beyne pıhtı atması sebebiyle aylardır yoğun bakımdan çıkamamıştı. Bu fâni dünyaya "Elveda" diyen Cemal Safi bir şiirinde "Masallar anlatıp avutamazsın,/Talihim gözünü açtı diyorum/Ninniler söyleyip uyutamazsın,/Gönlümün uykusu kaçtı diyorum,/Müsaden olursa ben gidiyorum" diyordu. İşte öyle de sevdiklerinden müsaade isteyerek aramızdan ayrıldı Cemal Safi. 1938 senesinde Samsun'da dünyaya gelen usta şair, 2018 Nisan'ının 17'sinde, ülkemin payitahtı olan Ankara'da seksen yaşında terk-i dünya eyledi. Arkasında yüzlerce şiir, dillerde dolaşan onlarca şarkı sözü ve temiz bir isim bıraktı. Şiirimizin yüz aklarından Cemal Safi, 20 Nisan 2018 tarihinde bir Cuma günü Ankara'da Pursaklar Mezarlığı'nda toprağa verildi. Rabbim cennetine kabul eylesin. Ruhu şâd olsun.

ŞAİR BURHANETTİN AKDAĞ’IN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Şairlerin ölümü diğer insanların ölümüne benzemez. Onların ölümü koca bir gedik açar yüreğimizde. Şairin ölümüyle şiir de yara alır. Zira şairler hayatın diriltici soluğudurlar. O soluk kesildi mi yaşam da sekteye uğrar. Şairlerdir bize hayatı sevdiren ve şirin gösteren…
Şairler hayatın ve hissiyatın sözcüleridir. Düşünüp de söze dökemediğimiz duyguları en iyi onlar ifade ederler. Onlar sıradan kelimelere kanat takıp onları gönül göklerinde uçururlar. Şairler bizim güçlü yanımızdır. Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,/Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;” Yine Tarancı’nın dediği gibi onlar bahar yeli gibidirler. Onlar gidince şarkılar yarıda kalır. Bütün bahçeler kilitlenir sanki. Bu kilitli bahçeyi açmak da mümkün değildir. Çünkü bu bahçenin anahtarı, kâinatın sahibi olan Allah’tadır. Bizler o bahçenin ardında dövünüp dururuz.
Ölüm, bir güzel sözlü şairi daha aramızdan ayırdı. Şiirimiz, söz ustalarından birini daha kaybetti. Şair Burhanettin Akdağ, 25 Mart 2012’de hayatını kaybetti. Üstelik genç denebilecek bir yaşta, 58 yaşında göçtü ötelere. Dilerseniz hayatını kendinden dinleyelim:
“Karadeniz’in mütevazı ili Zonguldak’ta doğdum, gençlik yıllarımda geldiğim İstanbul’da yaşam mücadeleme devam ediyorum. Edebiyata ve şiire ilgim lise yıllarından başlar, özellikle edebiyat öğretmenim Mehtap Hanım’ın katkısını bir kez daha belirtmek isterim. Genel olarak kendi halinde bir yaşantı sürmekteyim ama bu yaşantımın en önemli ve en değerli zamanları dostlarımla bir arada sosyal ve kültürel aktiviteleri paylaşmakla geçirdiğim anlardır. İki oğlumla beraber hayatımın güzelliklerini paylaşmaya devam ederken, ticaretle uğraştığım için zaman kavramı genellikle aleyhime çalışıyor. Yine de şiir ve dostluğun, özellikle son yıllarda hayatımdaki yeri epeyce fazlalaştı. Birkaç yıldır katıldığım etkinliklerde sayıları hiç de az olmayan dostlar kazandım, sanırım ömrümün en büyük kazanımı budur. Müziğe çocukluğumdan beri düşkünüm, ortaokul yıllarımda mandolinle başlayan müzik tutkum sazla uzun yıllar devam etti. En son 2,5 sene evvel ud çalmaya karar verdim, elbette bunda en büyük etken sanat müziğini amatörce ve fasıl mekânlarıyla dost meclislerinde icra etmemdir sanırım. Pek iddialı değilim ama elimden geldiğince şarkıları çalıp söylemeye gayret ediyorum. Boş zamanlarımda hem sazla hem de udla kendi kendime yarenlik etmekten büyük keyif alıyorum.”(www. antoloji.com)
Ticaretle uğraşan, rızkını bu yoldan kazanan merhum Burhanettin Akdağ, bir gönül adamıydı. Şiirin yanında müzikle de iştigal ederdi. Mandolin, saz, ud gibi birçok enstrümanı rahatça çalardı. Müzikte “Udî Burhan Siyahî” ismini kullanırdı. Dünyaya gereğinden fazla değer vermezdi. Onun en büyük sermayesi dostlarıydı. Ölümünden bir gün evvel internetteki sayfasından şu anlamlı mesajı geçmişti dostlarına: “Merhaba dostlarım, yeni doğan güneş gibi bütün güzelliklerin yüreğinize doğmasını, bahtınızın ve ömrünüzün aydınlık olmasını Yüce Mevla’mdan niyaz ediyorum. Çekişmesiz, huzurlu günler yaşamanız dileğimdir. Selam ve sevgimle...” Onun şu dörtlüğü hayata bakış açısını da en iyi şekilde yansıtmaktadır:
“Şu fani kubbede vadem dolacak
Burhan’ım neyim var miras kalacak?
Gönülden gönüle nağme olacak
Bir udum bir sazım bir de sözüm var”
Merhum Burhanettin Akdağ, severek okuduğum şairler arasındaydı. Çünkü şiirin hakkını veren ender şairlerden biriydi. Kelimeleri yerli yerinde ve tasarruflu olarak kullanırdı. Şiirlerinde hissedilir bir derinlik mevcuttu. Gerçi onun da benim gibi basılı bir eseri yoktu; fakat internet ortamında, özellikle antoloji sitesinde 293 tane birbirinden güzel şiiri vardı. Aslında kendisinin 500’ün üzerinde şiiri mevcuttu. Şiirleri sanat değeri açısından da üst düzeydeydi. Fakat titiz bir şair olduğu için, şiirlerini kitaplaştırma konusunda acele etmiyordu. O, kırık dökük şiirlerle her yıl birkaç kitap çıkarma yarışına girenlerden değildi.
Merhum Burhanettin Akdağ, titiz bir şiir işçisiydi. Şiiri boş zamanların uğraşı olarak görmez, şiire bir mesai ciddiyetiyle özel olarak zaman ayırırdı. Çalakalem yazmazdı hiçbir zaman; mısralarını, beyitlerini ve dörtlüklerini tabir caizse nakış nakış işlerdi. Şiirlerinde daha çok hece ölçüsü kullanırdı. Fakat serbest şiire de karşı değildi. Kendisi de serbest şiirler yazardı. Fakat bana göre heceyle yazdığı şiirler, serbest yazdıklarına göre çok daha güzeldi. İsteyenler onun şiirlerine internetten rahatça ulaşma imkânına sahiptir. Doğrusu önemli bir okuyucu kitlesi de mevcuttur. Bunu şiirlerine yazılan yorumlardan da anlayabiliriz.
Şiirin büyülü semalarında kanat çırpan usta bir şair, sonsuzluğa ulaştı. Artık o, bundan sonra bedenen aramızda yok. Merhum Burhanettin Akdağ’ın yazdığı yüzlerce şiir, bundan sonra internette dolaşıp duracak. Fakat bence onun vefalı dostları, bu güzel şiirleri toplayıp bir veya birkaç kitap halinde yayınlaması gerekir. Bunun yanında kendisini yakından tanıyanların, dost halkasında bulunanların, ona dair anılarını da içeren bir biyografi kitabı hazırlamaları lazım… Çünkü bu gibi değerler zamanın insafına bırakılmamalıdır. Sözün bu noktasında onun şiir hakkındaki görüşlerinden bir kısmını dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Hayatın yorucu ve acımasız okyanusunda boğuşurken sakin bir liman gibidir şiir... Şiirle ve dostlarla geçirdiğim anlar hayatımın anlamını bir kez daha anlamama sebep oluyor. Belki hayatımda birçok şeyi yapamadım veya istediğim gibi olmadı ama en azından ömrümün son demlerine yaklaştığıma inandığım şu zaman zarfında dostlarımla bir arada olduğum için mutluyum... Herhangi bir basılı eserim yoktur. Zira kendimi henüz kitaba layık olacak şiirler yazacak kadar geliştirdiğime inanmıyorum. Şiir yolunda bir şair bile olmadığımı biliyorum, hani tabiri caizse emekleme devresindeki bebe gibiyim şiirde. Öncelikle henüz daha kendimi bile aşamadığımı biliyorum, yazdığım şiirler aslında bilinenlerin tekrarından öteye geçemiyor şimdilik. Yani açıkçası daha ‘ben’ olamadım şiirlerimle birlikte. Ne zaman ki okuyanlar altında henüz ismimi görmeden işte bu dizeler Burhanettin Akdağ’ın tarzıdır derler, ben de şiirde çıraklıktan yukarıya bir adım atmış sayarım kendimi…” (www. antoloji.com)
Şair Burhanettin Akdağ’ın şiirlerinde millî ve manevî duygular bir çağlayan misali gönüllerden gönüllere akar. O, bir asır evvel Çanakkale’de şehit olan askerlerimizin hâlâ yasını tutar. O, “Hazret-i Peygamberden, haklı övgüyü aldı /Ol Yüce Komutan ki, küffara korku saldı /Yürekli askeriyle, gönlü fethetmek kaldı /Gerçekti Feth-i Mübîn, dağa taşa kazıldı” diyerek, feth-i mübini gerçekleştirerek çağ açıp çağ kapayan Fatih’i ve o büyük fetihi hafızasının derinliklerinde capcanlı tutar. Vatana duyduğu derin sevdayı her lahza dile getirir:
“Yorgun düşmüş yıllara, çilelidir insanım
Şehidime yandığım, bağrımda kara gündür
Bir karışın uğrunda, feda olsun bu canım
Bu vatanın sevdası, yüreğimde yangındır.”
Nefes aldıkça yüreği sevgi ve hoşgörüyle pır pır atan merhum Burhanettin Akdağ’ın şiirlerinde çok geniş bir konu dağarcığı vardır. O, insanı ilgilendiren her konuda şiirler kaleme almıştır. Hayata daima sevgiyle bakmıştır. Olumsuzlukları görmemeye çalışmış, hep iyimser olmaya gayret etmiştir. Onun şiirlerinde anne ve baba sevgisi apayrı bir yer tutar. Annesinin şahsında bütün annelere şöyle seslenir: “Annem, biriciğim,/Karanlıktaki aydınlığım/Çirkini güzel eyleyen şefkatlim/Okyanus mavisi yüreğinle/Varlığım, olmazsa olmazım/Ne kadar anlamsız sensiz gülmek/Yıkılıp gider gönül kubbeleri/Eğer ki karılmazsa/Yaşam harcımın hamuru/Her şeye bedel sevgi suyunla/Vah haline şu garip dünyamın…”
Rabbimiz “Külli nefsin zâikatü'l-mevt/Her nefis ölümü tadacaktır”(Âl-i İmran 185) der. Burhanettin Akdağ da bu ilahî emre uyarak sonsuzluğa göç eyledi. Allah rahmet eylesin. Sözlerimi onun “Kim Ölür ki Ey Gönül” adlı şiirinden aldığım bir dörtlükle bitiriyorum:
“En son umut yarı yoldan dönüp de
Burhan’a yön veren rüzgâr sönüp de
Hazan vakti perde perde yanıp da
Benden gayri kim ölür ki ey gönül?”

KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN'IN SÜTKARDEŞİ: BEŞİKTAŞLI YAHYA EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ

İstanbul'un Yeraltı ve Yerüstü Zenginlikleri...

İstanbul yerüstü güzellikleri ve zenginlikleri yanında, yeraltı güzellikleri ve zenginlikleriyle de emsalsiz şehirlerimizin başında gelmektedir. Bu koca şehir, bir anne kucağını andıran müşfik bağrında nice büyük şahsiyete beşiklik etmiştir.
İstanbul'u bir İslâm beldesi hâline dönüştüren ve onu dinî değerlerle yoğuran yüksek karakterli şahsiyetler vardır. İstanbul o abidevî şahsiyetler sayesinde ilim ve irfan diyarı olmuştur. Bu şahsiyetlerden biri de yükselme döneminde yaşayan, Kanunî Sultan Süleyman'ın sütkardeşi olma bahtiyarlığına erişen Beşiktaşlı Yahya Efendi'dir.
Beşiktaşlı Yahya Efendi "Molla Şeyhzade" ismiyle de anılmıştır. İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir. Hatta Yahya Efendi'nin Yuşa Aleyhisselam'ın kabrini manevî keşif yoluyla bulduğu söylenir.

Kanunî Sultan Süleyman'ın Sütkardeşi: Yahya Efendi

Beşiktaşlı Yahya Efendi 900(1495) senesinde Trabzon’da doğmuştur. Babası Trabzon kadısı Şamlı Ömer Efendi, annesi Afife Hatun'dur. Aslen Amasyalı oldukları rivayet edilir. Yahya Efendi'nin babası Ömer Efendi Trabzon kadılığı yaptığı sırada, II. Bayezid'in oğlu Şehzâde Selim(Yavuz Sultan Selim) Trabzon Valiliği yapmaktadır. Trabzon küçük bir yer olduğundan aralarında dostluklar oluşmuştur. Öte yandan Yavuz Selim'in oğlu Kanunî, Yahya Efendi'den birkaç gün sonra dünyaya gelmiştir. Hafsa Sultân’ın sütü yeterli gelmeyince Süleymân’a bir sütanne aranmış ve Süleymân, Yahyâ Efendi’nin validesi Afîfe Sultân’dan başka hiç kimseden süt emmemiştir. Böylece Yahya Efendi'nin annesi Afife Hatun, Sultan Süleyman'ın sütannesi olmuştur. Bu durumu Yahya Efendi şu dizelerle ifade eder: “Bir kucakda virüben ikisine / Emzirir tâ iricek ikisine, / Besleyüp ikisini bir ana / İkisi dahî olur şâhâne, / Hân Süleymâna muhakkak o sehî / Pes bu veçhile redâ’andur ahî”
Yahya Efendi'nin çocukluk ve gençlik yılları babasının kadılık görevi nedeniyle, bir şehzadeler şehri olan Trabzon'da geçmiştir. Yahya Efendi, ilk eğitimini Trabzon’da Müftü Ali Çelebi’den almıştır. Şehzâde Selim tahta çıkınca Yahya Efendi de sütkardeşi Süleyman'la birlikte İstanbul'un yolunu tutmuştur. Bu yolculuğa Yahyâ Efendi tarafından şu beyitlerle tarih düşülmüştür: “Vâlid ü validesiyle Yahyâ / Pes başarlar ma’an İslâmbola pâ”

Yahya Efendi'nin Feyizli ve Bereketli İstanbul Yılları...

Yahya Efendi ile Kanunî ta Trabzon'dan sütkardeş oldukları için Kanunî, Yahya Efendi'ye daima "Ağabey" diye hitap ederdi. Trabzon'da kadılık yaptığı için yolu Şehzâde Yavuz'la kesişen Yahya Efendi'nin babası Ömer Efendi’nin Trabzon’dan sonra nerede görev yaptığı bilinmemekte, fakat Şam'a döndüğü ve Şam'da öldüğü tahmin edilmektedir.
Öte yandan Yahya Efendi, İstanbul'da yedi sene medrese tahsili yapmış, aynı zamanda Anadolukavağı’nda Haydarpaşa Çiftliği denilen yerde yaptırdığı bir çilehanede çilesini tamamlamıştır. İstanbul’daki eğitimini Osmanlı'nın meşhur şeyhülislamlarından Zenbilli Ali Efendi’nin yanında tamamlamıştır. O, İslâmî ilimlerde olduğu kadar tıp ve geometri gibi pozitif ilimlerde de söz sahibi bir kimsedir.
Yahya Efendi, hocası ölünce Canbaz Mustafa Medresesi’nde müderrislik görevine başlamıştır. Daha sonra da Hacıhasanzâde, Efdâliye, Çoban Mustafa Paşa, Mihrimah Sultan ve Sahn-ı Semân Medreselerinde bugünkü "profesör" karşılığı olan "müderris" namıyla görev yapmıştır. Yahya Efendi, yaşadığı süre içerisinde cami, medrese, hamam ve çeşmeler yaptırır; bununla da kalmaz; ağaç diker, meyve aşılar. Halkın hizmetine olan hiçbir işten kaçınmaz.
İstanbul'un manevî hayatına birçok katkıda bulunan Yahya Efendi, bu şehre geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezâdesi Şerife Hatun’la evlenmiş, İbrahim ve Ali adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya Efendi'nin tarikat olarak üveysî olduğu bilinir.
Bilindiği üzere Kanunî Sultan Süleyman, eşi Hürrem Sultan’ın telkinleriyle oğlu Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğlisi’ndeki ordugâhta boğdurmuştur. Şehzade Mustafa’nın annesi Gülbahar Hatun’u da saraydan çıkarmıştır. Bu uygulamalar Yahya Efendi ve halk tarafından tepkiyle karşılanmıştır. “Yahya Efendi Menakıbnâmesi”nde ve “Sefine-i Evliya”da anlatıldığına göre, Yahya Efendi bu hadiselerden sonra, aralarındaki samimiyete dayanarak bir ihtar yazarak dönemin padişahı Kanunî Sultan Süleyman'a gönderir. En azından Gülbahar Hatun'u tekrar saraya kabul etmesini ister sütkardeşinden. Kanunî, Yahya Efendi'nin yazdıklarından hoşlanmaz. Bunun üzerine müderrislikten azlolunur. Fakat o, bu duruma fazla üzülmez. Daha sonraki yıllarda Kanunî'yle ve diğer devlet erkânıyla dostlukları devam eder. Kınalızâde'nin anlattığına göre padişahın şeyhe altın ve gümüşten hediyeler gönderdiği, şeyhin de bahçesinde yetiştirdiği bazı ürünleri padişaha yolladığı bir gerçektir. Kınalızâde Hasan Çelebi onun Anadolukavağı'nda Yoros'ta bir mescit, medrese ve hamam yaptırdığını yazar. Yahya Efendi'nin sık sık Yoros'a giderek, dinlendiği de rivayet edilir.

Sütkardeşinden Padişaha İhtar Yahut Neme Lâzım Be Sultanım...

Osmanlı'nın yükselme devri padişahlarından biri olan Kanunî, bir cihan imparatorluğu olan devletin geleceğini düşünür. Gelecekte bu ihtişamlı imparatorluğun çökme ihtimali onu endişelendirir. Özetle söylemek gerekirse "Bu devlet ne zaman ve hangi durumda çöker?" sorusunu Yahya Efendiye bir mektupla sorar. Mektubu okuyan Yahya Efendi bu soruya kısa ve net bir cevap verir: “Neme lazım be Sultanım!”
Eline geçen bu mektubu Topkapı Sarayı’nda hayretle okuyan Kanunî Sultan Süleyman, bu cevaba bir anlam veremez.“Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mânâ mı vardır?” diye düşünür. Sonunda Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir ve der ki: "- Yahya Efendi mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al."
Yahya Efendi şöyle bir bakar: "- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim."
"- İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece 'Neme lazım be Sultanım' demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi."
Bunun üzerine Yahya Efendi cevaba dair şu ibretli açıklamasını yapar: "- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa, işitenlerde ‘neme lazım’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susarsa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa, bunu da taşlardan başka kimse işitmezse, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir..."
Bunları dinlerken ağlayan koca padişah, başını sallayarak söyleneni onaylar ve kendisini uyaran böyle bir hak ve hakikat dostu olduğu için Mevlâ'ya şükreder.

İstanbul'un Manevî Sığınağı: Yahya Efendi Külliyesi...

Yahya Efendi, mecburî de olsa, müderrislikten emekli olduktan sonra rüyasında gördüğü bir şahsın işaretiyle İstanbul'un merkezi bir yerinde, Boğaz kenarında, Beşiktaş'ta, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak kabul edilen "Hıdırlık" adını verdiği bölgede tekkesini inşa eder. Buraya dergâh kurarak ilmî ve dinî faaliyetlerini burada yürütmeye başlar.
İstanbul'un ruhanî mekânlarından biri olan Yahya Efendi Külliyesi, bir taş yığını de-ğil, maneviyat çölünü andıran Karaköy'le Ortaköy arasında adeta manevî bir vahadır. Huzurun ve tefekkürün filizlendiği feyizli ve bereketli bir yerdir. Lisan-ı hâliyle dirilere her daim ders veren bu kadim kabristan, hayatla ölümün ne kadar iç içe olduğunu haykırıyor bizlere. Bu mekân, pörsümeye yüz tutmuş İstanbul'un ruhunu dinçleştiriyor. Burası manevî gül bahçelerinin dikenleri arasında iri ve diri bir gülü andırıyor. Ruhumuzu çepeçevre kuşatan tarih, burada dile geliyor. Dünya hayatının ve tenin fani, ruhların ve ahiretin ise bâkî olduğunu haykırıyor gelip geçenlere. Kibrimizi ve enaniyetimizi törpülüyor buradaki mezar taşları.
Yahya Efendi Külliyesi, her geçen gün özünü kaybederek amansız ve anlamsız bir modernleşme yarışı içerisine giren İstanbul'un manevî bir sığınağıdır adeta. Maddenin cenderesinde sıkışan ruhlar bu mekânda inşirah bulur. Aslında bu sadece günümüzde değil, geçmişte de böyleydi. Zira Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Beş Şehir’ isimli eserinde “İlâhî mağfiret Yahyâ Efendi Dergâhı’nda âdeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki sedle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu, yahut aşk bahçesi sayılabilir.” diyerek bu gerçeği vurgulamaktadır.

Beşiktaşlı Yahya Efendi'nin Şairliği...

Mutasavvıfların çoğu ilâhî hakikatleri muhataplarına etkili bir biçimde anlatmak ve benimsetmek için şiirin gücünden yararlanmışlardır. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli bu Hakk ve hakikat dostlarından birkaçıdır. Onlar derecesinde olmasa da, Beşiktaşlı Yahya Efendi de düşüncelerini anlatırken şiirden faydalanmıştır. Bir Hakk ve hakikat dostu olan Yahya Efendi “Müderris” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yahyâ Efendi’nin şiirleri ölümünden sonra bir divan hâlinde bir araya getirilmiştir. Yahya Efendi'nin şiire, “Muhibbî” mahlasını kullanan sütkardeşi Kanûnî Sultan Süleyman’la birlikte çocukluk yıllarında Trabzon’da başladığı tahmin edilmektedir.
Bilinmelidir ki Beşiktaşlı Yahya Efendi hiçbir zaman şairanelik peşinde koymamış, mutlak hakikatleri muhataplarına iletmek için şiiri bir vasıta olarak kullanmıştır. Yahya Efendi, şiirlerinde dünya hayatını ve nefsini sürekli yermiştir. Birkaç beytini, şiirine örnek olarak vermek istiyorum: “Hep gelenler yana yana geldi gitdi dünyadan/Şimdi nöbet bana geldi döne döne yanayım.”; “Ledün ilmini ehli ve Mevlâ bilir derler/Fıkhî meseleyi ise molla bilir derler.”; “Katıdır taştan Müderris, kalbin eğer Hû deyip/İnlemezsen gayretin yok; inletir dağları Hû.”; “Ayağına olurum herkesin hâk (toprak)/Kılsın diye birisi kalbimi pâk.”

Hakk ve Hakikat Peşinde Geçen Bir Ömrün Hitamı...

Hakk'ın ve hakikatin batıl karşısında daima muzaffer olması için ömrünü adeta maneviyat ordusunda bir asker gibi mücadeleyle geçiren Yahya Efendi, 9 Zilhicce 978 (4 Mayıs 1571) tarihinde kurban bayramı gecesi vefat etmiştir. Cenaze namazı bayram namazından sonra Ebüssuûd Efendi tarafından Süleymaniye Camii’nde kıldırılmış ve dergâhın bulunduğu yere defnedilmiştir. Cenazeye devlet yetkilileri, âlimler ve halktan büyük bir kalabalık katılmıştır. Büyük bir sevgi ve muhabbet halkası içinde ebediyete uğurlanmıştır.
Beşiktaşlı Yahya Efendi'nin izi ölümünden sonra da silinmemiştir. Daha sonra II. Selim’in emriyle bu gönül dostunun mezarının bulunduğu yere bir türbe inşa edilmiştir. Yahya Efendi'nin kabrinin bulunduğu yer zaman içerisinde büyük bir kabristana dönüşmüştür. Ziya bu büyük gönül dostuna yakın olmak isteyen şehzadeler, paşalar, devlet adamları ve muhipleri özellikle ve ısrarla burada gömülmek istemişlerdir. Külliyenin yanındaki bu türbe bugün de manevî çehresinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Yahya Efendi dün olduğu gibi bugün de sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir. Allah rahmet eylesin. Rabbim Allah yolunda canıyla ve malıyla mücadele eden bu gibi yüksek ruhlu şahsiyetlerin sayısını artırsın.

BU ÇAĞIN DEDE KORKUT’U: BAHTİYAR VAHABZADE
M.NİHAT MALKOÇ

Ölümsüz bir efsane olan ölüm yine bozdu bağlarımızı… Yürek aynalarımıza düşürdü simsiyah kurşundan gölgesini. Rengârenk düşlerimizi yarıda kesti şafaklarda. Türkü harmanlarımıza ağıtların rüzgârı değdi. Gül bahçelerini kuruttu kızgın çöl fırtınaları. Bir pervane misali ateşlerde can verdi efsunlu hatıralar… Gecelerin karanlığı düştü gözbebeklerimize. Hüzün, adımıza düşen pay oldu. Ateş denizlerine barutun sayhası düştü. Ölüm, kışın bu son demlerinde bahar özlemlerimizi de acılaştırdı. Baharlara sakladığımız umutlar can evinden hançerlendi. Hayatın ölüme bakan yüzü, aynalarımıza yansıdı. İnsanlığın gündemini alt üst eden ölüm, yine oturdu gündemimize. Bir şairin daha defteri dürüldü bu hayat sahnesinde. Dünya dertlerinin sükût bulduğu yere yollandı şair. Ölümsüzlüğe soyundu mısraları dudaklarımızda kanatlanan gül yüzlü şair... Ölüm, ölümsüzlüğe açtı geniş kapılarını.
Türk dünyasında hüzün… Şiirler yas tutuyor, mısralar ağlıyor. Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının yaşayan en büyük şairi Bahtiyar Vahabzade 13 Şubat 2009 tarihinde Hakk’a yürüdü. Dünyadakilerle birlikte gökler de şairine ağladı sanki. Bulutlar toprağa değdirdi hasret yüklü altın damlalarını. O, Türk dünyasının Dede Korkut’uydu. Defalarca Türkiye’ye gelen ve pek çok ilimizdeki şairler şöleninde şeref konuğu olan Bahtiyar Vahabzade, Türkiye ile Azerbaycan arasında gönül ve kültür köprüsüydü. Türkiye’de tanınıyor ve çok seviliyordu.
Son dönem şiirimizin yüz akı Bahtiyar Vahabzade uzun ve bereketli bir ömür geçirdi. 84 yaşında aramızdan ayrılan şiirimizin aksakalı Vahapzade, bu fani dünya yurdundan beka yurduna göçtüğünde arkasında 70’in üzerinde şiir kitabı, 11 ilmi eser, 2 monografi, pek çok piyes ve yüzlerce makale bıraktı. Şiir kitapları arasında “Yücelikte Tenhalık (1978), Menim Dostlarım (1949), Bahar (1950), Dostlug Nağmesi (1952), Çınar (1956), Ceyran (1957), İnsan ve Zaman (1964), Tan Yeri (1973), Şehitler (1990), Sandıktan Sesler (2002)” öncelikle sayılabilir. O, şiirin dışında tiyatro eserleri de yazmıştır. Bunlar arasında Vicdan(1960), İkinci Ses(1968), Yağıştan Sonra(1971), Feryat(1984), Darağacı(1978), Yollara İz Düşer(1974), Cezasız Günah(1974), Özümüzü Kesen Kılıç(1998) ilk akla gelenlerdir.
Bu asrın ak saçlı Dede Korkut’u olan Vahabzade, evrensel üne kavuşmuş, şiir kitapları birçok dile çevrilmiş büyük bir şairdi. 15 kitabının Türkçe, 14 kitabının Rusça, 3 kitabının Ermenice, 2 kitabının Özbekçe, 2 kitabının Almanca, 2 kitabının İngilizce, bir kitabının da Türkmence yayınlandığını söylersek onun evrenselliği ve büyüklüğü sanırım daha iyi anlaşılır. Onun ülkemizde Ötüken Yayınları tarafından basılan “Ömürden Sayfalar”, Atatürk Kültür Başkanlığı Yayınları arasında çıkan “Vatan, Millet, Ana Dili”, Kaynak Yayınlarınca Türk kültürüne kazandırılan “Soru İşareti” adlı kitapları Türk okuru tarafından çok beğenildi.
Bahtiyar Vahabzade aynı zamanda bir siyasetçiydi. Milletinin sesine ses verebilmek, çözümsüz meselelere çözüm olabilmek için siyaset sahasına inmişti. Fakat o, her şeyden evvel Azerbaycan’ın özgürlük simgelerinden biriydi. 1980 yılında başladığı aktif siyaseti 2000 yılına kadar devam ettirmiştir. Bu süre içerisinde beş kez milletvekili seçilerek halkının hür iradesini temsil etmiştir. Fakat o, bildiğimiz fırsatçı siyasetçilerden değildi. Vahabzade her fırsatta halkının ayağına gider, onların dertlerini dinler, evinin kapısını ardına kadar halkına açardı. Onun malikânesi dertlilerin, hastaların ve mazlumların umut kapısıydı. Oradan hiç kimsenin eli boş dönmezdi. Parti liderliğine soyunsa şüphesiz ki büyük teveccüh görürdü. Fakat onun gayesi yükseklere çıkıp tafra satmak değil, halkına hizmet etmekti. Bunu milletin vekili sıfatıyla fazlasıyla yapıyordu zaten. Fakat siyasetçiliği şairliğinin gölgesinde kalıyordu.
Azerbaycanlı şair B.Vahabzade vatansever bir aydındı. Sosyal ve siyasî meselelere son derece duyarlıydı. Onu en çok rahatsız eden konu Karabağ meselesiydi. O; ülkesini bölen, topraklarını fütursuzca parselleyen Ermenilere çok kızgındı. Karabağ’ın Ermeniler tarafından işgal edilmesi onun yüreğinde derin yaralar açmıştı. Karabağ’la ilgili kaleme aldığı şiirlerinde acı ve gözyaşı vardır. Bu şiirler mürekkeple değil de sanki gözyaşıyla yazılmışlardı.
Bahtiyar Vahabzade, edebiyatın yanında tarihe de ilgi duyardı. O; Kafkasların tarihî, kültürel ve sosyal özelliklerini çok iyi bilen ve tahlil eden bir insandı. Ona göre Kafkaslar Ermenilerin anavatanı değildir. O bu görüşünü Rus arşivlerindeki belgelere dayandırmaktadır. Bu gizli belgelere göre 1828–1832 yılları arasında 40 bin Ermeni İran’dan, 80 bin Ermeni de Türkiye’den olmak üzere toplam 120 bin Ermeni Karabağ’a göç(türül)müştür. Ruslar bu toprakları Azerilerden koparmak için Ermenileri Karabağ’a yerleştirmiştir. Gün gelmiş dağdan gelenler(Ermeniler), bağdakileri(Azeriler) Karabağ topraklarından kovmaya başlamış. O, sözde medenî dünyanın Ermenileri koruduğunu, yaptıkları katliamları görmezden geldiklerini söyler. Onun bu husustaki şu görüşleri tarihî gerçeklerle birebir bağdaşmaktadır:
“İşgale maruz kalan, öldürülen biziz ama yine de suçlu sayılan biziz, cezalandırılan biziz. Her zaman adaletten, demokrasiden dem vuran medenî ülkeler niçin gördükleri bu acı olaylara göz yumarlar? Ben bunu bize karşı uygulanan manevî terör olarak adlandırıyorum. Ne yazık ki bugünkü medenî dünya Ermeni işgaline, Ermeni terörüne, hatta ASALA’ya göz yummaktadır. O ASALA ki tahminen otuz yıl evvel dünyanın kırk ülkesinde kırka yakın Türk diplomatını katletmiştir. Diplomatlık mukaddes bir görevdir. Onlar barış elçileridir; elçiye dokunulmaz. Ama bunu maneviyattan ve insanlıktan uzak ASALA bilmez.”(1)
Bahtiyar Vahabzade’de tarih bilinci her şeyin önündeydi. Milletlerin bu bilinçle ayakta durabileceğine inanırdı. Bunun yanında dil ve medeniyet de en az tarih kadar önemliydi. Tarih, dil ve medeniyet bir sacayağının birer ayağı gibiydi. Bu ayaklardan biri eksik olursa sacayağı devrilmeye mahkûmdu. O, bu konuda aydınlara da büyük görevler düştüğü düşüncesindeydi. Onun bu hususlardaki şu fikirleri zihinlere kazınmaya layık içeriktedir: “Tarihini, medeniyetini, dilini bilmeyen insan; vatanını, halkını tanıyamaz, onu sevemez. İster ülkemizde, ister Güney Azerbaycan’da, isterse de hariçte yaşayan vatandaşlarımız arasında bu meseleye ciddi önem vermek lazımdır. Ben çok arzu ederim ki bizim televizyon ve radyo kanallarımız, gazete ve dergilerimiz bu meseleye hususi dikkat etsinler. Çünkü vatandaşı vatana layık bir evlat gibi yetiştirmek sadece devletin ve hükümetin işi değildir. Hükümet dışındaki teşkilatlarımız, aydınlarımız bu istikametteki gayretlerini esirgememelidir.”(2)
Bahtiyar Vahabzade inanmış bir insandı. Vatanseverdi, milliyetçi ve maneviyatçıydı. Onun, milliyetçilikle ümmetçiliği aynı potada erittiğini görürüz. İslam dininin Türklüğün en mühim şiarlarından biri olduğuna inanırdı. Yeni nesillerin Türklük ve Müslümanlıkla mücehhez yetiştirilmesi taraftarıydı. Türklükle Müslümanlığı bir kuşun iki kanadı gibi görüyordu. Nasıl ki kuşlar tek kanatla uçamaz, öyle de Türkler, Müslümanlık inancından uzak kalamazdı; kalsa mevcut kimliğini kaybederlerdi. Çocuklarımızın millî ve manevî değerlerini öncelikle okuldan almaları gerektiğini söylerdi. Bununla ilgili şu sözleri dikkate şayandır:
“Sovyetler döneminde dinimizi elimizden aldılar. Din karşıtı görüşlerle dinimizi bize unutturdular. Ancak ben derim ki İslam ile Azerbaycancılık birbirine çok bağlıdır. İslam’dan ayrı bir Azerbaycan düşünemiyorum. Yetmiş yıl dini bize unutturmaya çalıştılar. Millî vatanperverlik hislerinin korunmasında dinî faktör çok önemlidir. Benim ulu babalarım dinine sadık oldukları devirlerde öz vatanlarına da sadık kaldılar. Resulzade atamın yükselttiği bayrağın bir şeridi İslam’ı temsil eder. Ben çok kere teklif ettim ki mekteplerimizde çocuklarımıza dinimizin esasları, kelime-i şahadet öğretilsin.”(3)
Milletleri aynı paydada birleştiren vasıta şüphesiz ki anadildir. Bahtiyar Vahabzade de anadile çok önem veren bir şair ve aydındı. Milletlerin ancak anadil etrafında bir araya gelip bir yumak olabileceklerini her fırsatta dile getirirdi. Onun “Bizi birleştiren birçok ortak değer vardır. Dilimiz, dinimiz, medeniyetimiz ve nihayet ortak vatanımız.” sözü ne kadar manidardır. Merhum şairin anadille ilgili onlarca şiiri ve otuza yakın makalesi yayınlanmıştır. Bahtiyar Vahabzade’nin anadille ilgili şu dizeleri özellikle bugünlerde ne kadar da anlamlıdır:
“Bu dil - bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır,
Bu dil - birbirimizle ehdi-peymanımızdır.
Bu dil - tanıtmış bize bu dünyada her şeyi
Bu dil - ecdadımızın bize goyup getdiyi
En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek
Goruyub, nesillere biz de hediyye verek.”
Ebediyete göçen Azeri şair Bahtiyar Vahabzade, Türk dünyasının gülen yüzüydü. O, Türk’ün titremeyen gür sesiydi. Bedeni yaşlanmıştı; fakat ruhu on sekizindeydi henüz. Hissiyatı, yaşıyla tezat teşkil edercesine her geçen gün tazeleniyordu. Fakat yaşlandığının farkındaydı. O da aynalardan kaçamıyordu bir türlü. Aynalar ömrün sefasının bittiğini, cefa yıllarının başladığını haykırıyordu gür sesiyle. Düzler, yerini dağlara ve yokuşlara bırakmıştı. Bahara, yaza ve kışa elveda demenin zamanı gelmişti. Ölümün yaklaştığını hissediyordu. Onun içindir ki “Elveda” şiirinde “Biz ki biz değiliz bize elveda.” diyordu. Fakat o “elveda” derken gözü arkada kalmıyordu. Dolu dolu geçen bir ömür, yüzlerce eser ve temiz bir nesil bırakmıştı arkasında. Söyleyeceklerini söylemiş, yazacaklarını yazmış, köşesine çekilmişti. Şu dizeler onun gençliğe ve çok sevdiği dünyaya veda edişinin kelimelerle hazin ifadesiydi:
“Diyorum; / Sefası bitti ömrümün,
Şimdi dağa çıkarım, düze elveda.
Düze duman çöker, düze kar yağar,
Bahara elveda, yaza elveda...

Şimdi özkökünden süzülen benim,
Özge budaklara dizilen benim,
Şimdi ne sen sensin ne de ben benim,
Biz ki biz değiliz bize elveda.”
Bahtiyar Vahabzade her şeyden önce bir Türk dostuydu. O, Türkiye ile Azerbaycan’ın her konuda bir ve beraber olmasından büyük keyif duyar, “Bir millet iki devlet” sloganını ağzından hiç düşürmezdi. Onun, bir şiirinde “Bir ananın iki oğlu / Bir ağacın iki kolu / O da ulu, bu da ulu / Azerbaycan-Türkiye” demesi bu sevgiyi ve muhabbeti açıkça gösterir. O yine aynı şiirin devamında Azerbaycan’la Türkiye’nin ortaklıklarını şöyle sıralar: “Dinimiz bir, dilimiz bir / Ayımız bir, yılımız bir / Aşkımız bir, yolumuz bir / Azerbaycan-Türkiye”
Türk dünyasının aksakalı Bahtiyar Vahabzade, Türkiye’yi ikinci vatanı sayardı. Türkiye’ye değişik vesilelerle sık sık gelen Vahabzade, bu ülkeden uzak kaldığında içinde büyüyen hasret, yüreğini yakardı. Sovyetler zamanında Türkiye’ye gidiş gelişler yasaklanınca ve sınırlar kapanınca bundan en çok rahatsızlık duyan Vahabzade olmuştur. Bu dönemde mesafeler uzasa da, vuslat tehir edilse de içindeki Türkiye sevdası hiçbir zaman küllenmez.
Bahtiyar Vahabzade’nin Türkiye’ye ilk geliş izlenimleri duygu yüklüdür. Onun Türkiye sevdasının büyüklüğünü göstermek için dilerseniz bu izlenimleri aktaralım öncelikle: “Dedemin, babamın ve amcalarımın ağzından Türkiye hiç düşmezdi. Ben şimdi soyumdan gelen arzuların, hayallerin ülkesi olan Türkiye’ye gidiyorum. Sabah erkenden kalkıp tıraş oldum. Otuz beş yıldır hasretini çektiğim, ismini zaman zaman andığımda bütün bedenimi titreten, koluma kuvvet, ayağıma takat, gözlerime ışık veren bir şehre, İstanbul’a gidiyorum. Ümitlerim, bayrağım, kaybettiğim tarihim, geçmişim, ana dilim, şerefim hepsi sendedir; önünde boyun eğdiğim, zorla elimden alınan adımın sahibi, namusumun, izzet ve şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum, düşünen beynim, yardımcım, dayanağım sensin.”(4)
Şair Bahtiyar Vahabzade bir duygu insanıydı. Şiirlerinde soyut ve derin bir dünya gizliydi. Kolay anlaşılırdı; şiirleri ustacaydı. Çok güçlü bir şairdi o… Üslûbunu konuşturan bir sanatkârdı. Zengin bir kelime hazinesine sahipti. Derin bir şiir bilgisi vardı. Geçmişini çok iyi bilir, değerleri için canını verirdi. Şiirlerinden birçoğu bestelenmiştir. Onun güftelerinden biri olan “Ellerini Çekip Benden” adlı türkü hepimizin ruhuna işlemiştir. Gerçi bazı kaynaklar bu türkünün söz ve bestesinin Azeri besteci Elekber Tegiyev’e ait olduğunu söylerler:
“Ellerini üzüp menden
Yarım bir baş gider oldu
Can deyip can eşiderdik
Bu ayrılık neden oldu

Öz eşgimle dileyimle
Ayrı düşdüm illere men
Ancağ sennen ayrı gezen
Ürek değil beden oldu”
Özelde Azerbaycan’ın ve genelde Türk dünyasının büyük evladı, aziz şairi Bahtiyar Vahabzade, Türkiye ile alâkasını hiç kesmedi. Türkiye, onun yüreğinin bir tarafında bütün haşmeti ve muhabbetiyle daima yer eyledi. Sürekli edebiyatımızı takip etti. Türkiye’deki güzel gelişmeler yüreğine su serpti, gönlünü bayram yerine çevirdi. O, Türk şairleri arasında en çok Mehmet Akif’i sevdiğini ve beğendiğini söylerdi. Onu Türk dünyasının en büyük şairi olarak görürdü. Akif’in şiirlerinde Müslüman-Türk ruhunun derin akislerini görür ve onları okumaktan büyük keyif alırdı. Onun din ve maneviyat eksenli şiirlerini zevkle okur, onlardan etkilenirdi. Şiirlerindeki dinî havayı biraz da Akif’e borçludur dersek yanılmış olmayız. Onun beni en çok etkileyen şiirlerinden biri de “Allahü Ekber” adını taşıyan şiiridir. Bu şiir Akif’in duygu coğrafyasından derin izler taşır. Bu şiirin bir de hikâyesi vardır. Dilerseniz bunu kendisinden dinleyelim: “1977 yılında İstanbul’da sabahleyin ezan sesiyle uyanmıştım. Minareden işittiğim ‘Allahu Ekber’ sesi beni sihirledi. Bütün bir gün bu sesin etkisinden kurtulamadım ve bu sesin sihrinden ‘Allahu Ekber’ şiirim yarandı.”
“Allah’a yücelen ulu bir yolun
İlkin pillesidir Allahû Ekber
Hakk’a dananların yüzüne değmiş
Hakk’ın sillesidir Allahû Ekber

Göklerin nidası yücelip yerden
Daim halâs eder hayırı şerden
Kudret-i Kamil’in minarelerden
Gelen nağmesidir Allahû Ekber”
Şair Bahtiyar Vahabzade, SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarına kavuşmasına çok sevinmişti. O, ömrü boyunca Türk birliğini ve Türk kökenli devletlerin kültürel bütünlüğünü savundu. Fakat Türk kökenli cumhuriyetler bu birlik ve beraberliği bir türlü sağlayamadı. Daha doğrusu bazı kesimler bu yakınlaşmadan rahatsızlık duyduğu için buna yönelik çabalar sürekli engellendi. Merhum Vahabzade’nin en büyük arzusu özellikle Azerbaycan’la Türkiye arasında dil birliğinin sağlanmasıydı. Zira Türkiye Türkçesiyle Azerbaycan Türkçesi pek çok konuda ortak özelliklere sahipti. Bakma ki birileri bu dillerin farklı diller olduğu safsatasını ortaya atmış, bunun çirkin propagandasını yapmış; Azerice ve Kırgızca gibi ifadelerle bu dilleri Türkçeden başka dillermiş gibi göstermiştir. Oysa hepsi Türkçe ağacının dallarıdır. O bu dillerdeki ortak kelimelerin bir araya getirilerek dil birliğinin sağlanmasını istemiştir. O, Türk kökenli Cumhuriyetleri birbirinden uzaklaştıracağı ve birbirinden koparacağı gerekçesiyle Türkiye Türkçesindeki dayanaksız özleşme çabalarına da karşı çıkmıştır. Türkiye’de İngilizce kelimelerin sıkça kullanılmasına, bunların dile sokulmasına öfkelenmiştir. Bunu şu sözleriyle açıkça ve cesaretle ifade etmiştir:
“Bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduktan sonra bir taraftan yavaş yavaş ortak dile gitmeyi düşünüyoruz, diğer taraftan ise siz, Türkiye Türkleri, hepimiz için ortak pek çok kelimeyi dilinizden kovuyor, uyduruk sözler üretiyor, aramızda uçurum yapıyorsunuz. Bunu nasıl anlayalım? İşte benim hayretimin sebebi budur. Sizin yazdığınız gibi ben de Ankara’nın, İstanbul´un sokaklarından geçtiğim zaman, bu şehirlerin Londra mı, New York mu, yoksa İstanbul mu olduğunu anlayamıyorum. Reklamlar, dükkânların ve bazı idarelerin adları, hatta uçakların üzerinde ´Türk Hava Yolları´ yerine ´Turkish Airlines´ yazılıyor. Türk Hava Yolları’nın dergisinin adı ‘Skylife’. İşte ben buna hayret ediyorum.”(5)
Günümüzde her biri bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri yetmiş yılı aşkın bir zaman boyunca Rusya’nın ekonomik, sosyal ve kültürel sömürgeciliğine maruz kaldı. Doğrusu zor bir süreçten geçtiler; büyük sancılar yaşadılar. Bu dönemde Rus politikasına karşı çıkanlar işkencelere maruz kaldı. Türkiye böyle bir süreç geçirmedi çok şükür… Buna rağmen dil ve kültür alanında büyük bir yozlaşma yaşandı Türkiye’de. Dilde sözde özleşme çalışmalarıyla Türkçeyi kuşa çevirdiler. Bu da Türk kökenli kardeşlerimizle olan kültürel bağlarımızı zayıflattı. Oysa eski kelimelerin çoğu Türk kökenli cumhuriyetlerle ortaklık teşkil ediyordu. Bu hususta Bahtiyar Vahabzade’nin şu görüş ve teklifleri dikkate değerdir:
“Aydınlarımız şimdiden çalışmaya başlamalılar. Azerbaycan Türk’ü, Türkiye’de bugün konuşulan bazı kelimeleri anlamakta zorluk çekiyor. İlim adamlarımız ortak dil hususunda çalışmalar başlatırken, diğer taraftan kullandığımız ortak kelimeler dilden atılıyor. Azerbaycan’da ‘okul’ kelimesini bilen çok azdır. Bunun yerine niçin ‘mektep’ kelimesi kullanmıyoruz. Mektebe, muallime dönmeli. Benim atam mektep demiş, okul dememiş. Bu alanda yapılabilecek bir diğer çalışma da ortak dil projesidir. Ortak bir lügat hazırlanmalıdır. Türklerin kullandıkları ortak kelimelerin işlerliği artırılmalıdır. Biz bugün Azerbaycan Türkçesi’nde ‘dilekçe’ yerine ‘eriza’ kelimesini kullanıyoruz. Bu güzel bir kelime değil. Bu kelimenin yerine ‘dilekçe’ kullanılmalıdır. Aynı şekilde size yabancı dilden geçmiş ‘anahtar’ kelimesi var. Bizde bunun karşılığı ‘açar’ kelimesidir. Özbeklerin, Kırgızların ve Kazakların kullandığı bu kelime niçin bütün Türk dillerinde ortak olmasın? Bu mesele bir iki yılın işi değil. Biz bunu şimdiden başlatmazsak, gelecek nesil bizim yüzümüze tükürecek.”(6)
Azerbaycanlı Bahtiyar Vahabzade sadece bir şair değildi. O her şeyden evvel büyük bir aydındı. Üniversite hocasıydı; bir profesördü. Uzun yıllar Bakü Devlet Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı dersi okutmuştu. O; bu süre içerisinde Azeri, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen diye ayırmadan binlerce gence Türk kültürünü, Türk edebiyatını ve Türk dilini sevdirmişti.
Hemen her şairin muhakkak bir anne şiiri vardır... Anne şiiri yazmamak sanki bir eksikliktir şairler için… Bazı anne şiirleri ise hafızlara kazınmıştır. Bunlardan birisi de Bahtiyar Vahapzade’nin kaleme aldığı, adeta gözyaşıyla yazılmış hissi veren “Annem Öldü mü?” adlı şiiridir. Bu şiirde şairin hüzne banılmış duyguları adeta kanatlanır. Şair bu şiirinde bir dizi acıklı soru sorar ölen annesine. Fakat bu soruların muhatabı çoktan toprak olmuştur. Şair cevap alamayacağı soruları sıralarken hüznü içine gömer. İşte bu şiirden bir dörtlük size:
“Derdimin gamımın ortagı sendin
Niye yüz çevirdin ya niye benden? ...
‘Derdin bana gelsin’ hani diyerdin
Niye dert ekledin derdime ya sen”
Ebediyete uğurladığımız yirmi birinci yüzyılın büyük şairi Bahtiyar Vahabzade, zengin Azeri edebiyatı zincirinin Genceli Nizamî’den, Seyyid Nesimî’den, Fuzulî’den, Hüseyin Cavit’ten ve Ahmet Cevat’tan sonraki son altın halkasıydı. O, Azerbaycan’la Türkiye’nin ortak değeriydi. Artık aramızda değil ak saçlı gönül adamı, sözlerin sultanı, gönüllerin mihmanı Bahtiyar Vahabzade… Onu yaşatmak ve adını ebedileştirmek boynumuzun borcudur. Türkiye’de büyük caddelere, parklara, kültür merkezlerine ve okullara onun adını vererek yaşatmalıyız. Bütün kitaplarını yeniden basarak bir külliyat haline getirip Türk okuyucusuna sunmalıyız. Bizler onun şiirleriyle büyüdük; torunlarımız onu yarına taşıyacaklar. Türk dünyasının büyük şairi Bahtiyar Vahapzade’ye Allah’tan rahmet diliyorum.
Kaynakça: 1–2–3.
4. Bahtiyar Vahabzade, Ömürden Sayfalar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000
5. Bahtiyar Vahabzade, Vatan-Millet-Ana Dili, AKM Yayınları, Ankara 2000
6.Erdal Karaman, Bahtiyar Vahabzade ile Dil Kültür ve Tarih Üzeri
ne Söyleşi, Jurnal Of Caucasian Studies, Number l Fail 2004, s. 13.

TÜRK ŞİİRİNİN BEYAZ KARTALI: BAHAETTİN KARAKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ

“Varsın seni ömrünce ateş rüzgârı sarsın
Şair sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın!
Faruk Nafiz Çamlıbel
"Kahramanmaraş'ın her kilometre karesine bir şair düşer" dersek acaba abartmış olur muyuz? Maraş, sözün tam anlamıyla bir şairler ve yazarlar yatağıdır. Yüreklere ilham veren bu kadim topraklar, çok sayıda şair kazandırmıştır edebiyatımıza. Başta Necip Fazıl olmak üzere Karacaoğlan, Sünbülzâde Vehbi, Abdurrahim Karakoç, Ali Akbaş, Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Âşık Mahzunî Şerif, Hayati Vasfi Taşyürek, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rüştü Şardağ, Ertuğrul Karakoç, Hilmi Şahballı, Celalettin Kurt, Arif Eren, Mevlâna İdris, Osman Sarı, Kenan Seyithanoğlu, Tayyip Atmaca, Yasin Mortaş, Âdem Konan, Ahmet Süreyya Durna, Asuman Soydan Atasayar, Bahtiyar Aslan, Coşkun Çokyiğit, Duran Boz, Fatih Okumuş, Hasan Ejderha, Haşim Kalender, İnci Okumuş, Mahir Başpınar, Mehmet Gözükara ve Yaşar Beçene Maraş kökenli şair ve ediplerimizdir.
Sütçü İmam'ın memleketi Kahramanmaraş deyince daha çok Karakoç kardeşler gelir aklımıza. Başta Bahaeetin, Abdurrahim ve Ertuğrul olmak üzere, Maraşlı Karakoç kardeşlerin beşi de şiire bir ömür gönül vermiştir. Bahaettin Karakoç, şair Abdurrahim Karakoç'la Ertuğrul Karakoç'un ağabeyiydi. Bahsimize konu olan Abdurrahim ve Bahaettin Karakoç, Türk şiir çınarının Maraş'taki güçlü kökleridir. Ne yazık ki bu derin köklerin ilkini, yani Abdurrahim Karakoç'u bundan altı sene evvel kaybetmiştik. Şiir çınarımızın Maraş'taki köklerinden bir diğeri olan Bahaettin Karakoç'u da 17 Ekim 2018 tarihinde kaybettik. Şimdi şiir dünyamız bu iki büyük duygu erinin hüznünü iliklerine kadar yaşıyor.
Şiirimizin aksakalı Bahaettin Karakoç 1930 senesinde şuara diyarı Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü(Celâ) Köyü'nde doğmuştu. Karakoç, tabir caizse şiire karasevdalıydı. O, şiirimizin ihtiyar delikanlısıydı. Bahaettin Karakoç, Türk şiirine kazandırdığı kıymetli şiirlerle tanınmaktadır. O, yaşayan Türkçenin en büyük şairlerinden biriydi. Kelimeleri gönül teknesinde itinayla yoğurarak yepyeni terkipler meydana getiren merhum Karakoç, az sözle çok şey anlatma becerisi inkişaf etmiş müstesna bir kalemdi.
Bahaettin Karakoç eğitim hayatında önce Adana Düziçi Köy Enstitüsü'nde, sonra da Hasanoğlan Köy Enstitüsü Sağlık Bölümü'nde okudu. Uzun süre Kahramanmaraş'taki sağlık kuruluşlarında sağlık memuru olarak çalıştı. 1982 yılında emekli oldu.
Şair bir aileden gelen Bahaettin Karakoç, Latince dahil dört dil bilen ve bölgenin önemli şeyhlerinden biri olan şair Ümmet Karakoç'un büyük oğluydu. O, annesinin ninnilerini zamanla unutsa da babasının kendisine okuduğu şiirleri hiçbir zaman unutmamıştı. Tabir caizse şairlik on(lar)da irsiydi. Fakat Diyarbakır kökenli şair Sezai Karakoç'la herhangi bir akrabalık bağı yoktu. 1951 yılında Hatice Hanım’la evlenen Karakoç dördü kız, beşi erkek olmak üzere dokuz çocuk babasıydı. Dilerseniz onu bir de kendi ağzından dinleyelim:
"Bahaettin Karakoç, en belirgin çizgisiyle Ümmet Karakoç’un oğludur. Bunun üzerinde özellikle duruyor, bu hususu bilhassa vurguluyorum. Çünkü, benim için babam, yalnız biyolojik bir olgu değildir. Fikir ve sanat bakımından vücudumun uzuvlarında, genlerimde yazılı ne varsa, gün ışığına çıkmasına sebep babamdır. Dolayısıyla, ben, Ümmet Karakoç’un Fatma’dan doğma oğlu; Ekinözülü, eski adıyla ‘sıladan ayrılmışların yurdu’ olan Celâliyim. Orada doğdum. Bir tarafta Salavan dağları, bir tarafta Kabaktepe, bir tarafta Binboğalar, bir tarafta Engizek... Bu dağların orta yerinde dünyaya gelmiş, doğayla iç içe büyümüş bir köy çocuğuyum.
Şiire ilkokul üçüncü sınıfta başladım. O sırada, gezici başöğretmenler, müfettişler ve okul başöğretmenimiz şiirimi alırlar ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca çıkarılmakta olan büyük boy ve resimli İlköğretim Dergisi vardı, oraya göndererek yayımlatırlardı. Bunların şiir olduğunu da bilmiyorum; manzumeydi. Manzum şeylerdi, ama biz şiir diye yazıyor, şiir budur diye gidiyorduk. Teorik ve pratik olarak fazla bir bilgimiz yoktu anlayacağınız. Pratiğimiz parmak hesabı, hece ve bir de ses olarak redif, kafiye ve ayaklardan ibaretti; bunlarla yürütüyorduk. Ben ilkokuldan on iki yaşında mezun oldum. Bu süreçte, en ciddi şiirim, Behçet Kemal Çağlar’ın çıkardığı Yurt dergisinde yayımlandı. Bu şiir, köyüme ait bir güzellemeydi ve o zamanlar bayağı tutmuştu. Çok hatıralarım da var; ama bunlara girmeyelim, çünkü o konuda bir iki soruya cevap verdim mi sayfalar dolar."
Bahaettin Karakoç, hayatını okumak ve yazmak temeli üzerine inşa etmişti. "Beyaz Kartal", "Türk Şiirinin Dede Korkut’u" ve "Türk Şiirinin Türkmen Dervişi" ona halk tarafından verilen lâkaplardan birkaçıdır. O, şiirlerinde zaman zaman “Ekinözülü Rahmanî”, “Erzinli Gezgin Ozan”, “Özer Semercioğlu", "Karakoç" takma isimlerini kullanmıştır. Şiir dışındaki metinlerde ise “Said Yaylalı”, “Baha Deliormanlı” takma adlarını tercih etmiştir.
Bahaettin Karakoç, kendisinin belirttiği gibi 1942 yılında henüz 12 yaşındayken “Cela Köyü” adlı ilk şiirini Yurt gazetesinde yayımlamıştı. Hemen her şair gibi o da ilk şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmıştı. Zaten yaşadığı coğrafyadaki şairler ve şiir severler de bu ölçüye fazlasıyla meyilliydi. Fakat zaman içerisinde heceden uzaklaşarak serbest şiirlere yöneldi. O dönem heceyle yazdıklarını benimsememiş olacak ki bunları şiir kitaplarına dahil etmedi.
Merhum Bahaettin Karakoç edebiyat âleminde çok sevilen bir isimdi. O, dergilerin ve gazetelerin kültür sanat sayfalarında sürekli aranan isimlerin başında geliyordu. Onun, başta şiir olmak üzere edebî metinlerinin yayımlandığı yayın organları şunlardır: "Köy Postası, Genç Kalemler, Orkun, Tohum, Ozan, Varlık Yıllığı, Büyük Türkiye, Hareket, Adımlar, Elif, Zeren, Töre, Hisar, Türk Edebiyatı, Doğuş, Nilüfer, Millî Kültür, Kubbealtı Mecmuası, Kardeş Kalemler, Cemre, Kültür ve Sanat, Ihlamur, Erciyes, Martı, Çağrı, Seviye, Mefkûre, Elbistan’ın Sesi, Yeni Elbistan, Ortadoğu, Sabah, İstiklâl, Bayrak...vb."
Kültür, sanat ve edebiyat dergilerinin aranan imzalarının başında gelen Bahaettin Karakoç, aynı zamanda kendi dergisi olan Dolunay'ı 16 sene boyunca çıkarmış bir isimdir. Derginin ismini kullanarak 16 yıl aynı isimle "Dolunay Şiir Şöleni'ni tertip etmiştir.
Bahaettin Karakoç velût bir kalemdi. Şiir yazmak onun için nefes almaktan farksızdı. Onun şiir türünde kaleme aldığı kitapları yayım tarihlerine göre şöyle sıralanabilir: "Mevsimler ve Ötesi (1962), Seyran (1973), Sevgi Turnaları (1975), Ay Şafağı Çok Çiçek (1982), Kar Sesi (1983), Zaman Bir Beyaz Türküdür (1984), İlkyazda (1984), Bir Çift Beyaz Kartal (1986), Menzil (1991), Uzaklara Türkü (1991), Güneşe Uçmak İstiyorum (1993), Güneşten Öte (1995), Beyaz Dilekçe (1995), Leyl ü Nehar Aşk (1997), Aşk Mektupları (1999), Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman / Ay Işığında Serenatlar (2001), Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004), Ben Senin Yusuf’un Olmuşum (2006), Gündemde Yine Aşk Var (2008)"
Bizde ekseriyetle şairlerin dirisi değil, ölüsü makbuldür. Fakat şair Bahaettin Karakoç istisnadır. Zira o, yaşarken kıymeti bilinmiş ender şairlerimizden biridir. Verimli bir kalem olan Karakoç, yazdıklarıyla birçok ödüle lâyık görülmüştür. Bunlardan bazıları şunlardır: "1962 İsa ve İshak hikâyesiyle Akşam-TKB Edebiyat Yarışması 2.’lik Ödülü, 1983 Kayseri Sanatçılar Derneği Yılın Şairi Ödülü, 1986 Bir Çift Beyaz Kartal’la Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülü, 1991 Beyaz Dilekçe şiiriyle TDV Münacat Yarışması 1.’lik Ödülü, 1993 Kazakistan Büyük Abay Ödülü, 1997 Malatya Konulu Şiir Yarışması 1.’lik Ödülü, 2004 Tarsus Belediyesi Karacaoğlan Onur Ödülü, 2008 ESKADER Şiir Ödülü, 2011 Bursa B. Belediyesi Evliya Çelebi Ödülü, 2011 İLESAM Edebiyat Üstün Hizmet ve Başarı Ödülü"
Merhum Bahaettin Karakoç son dönem Türk şiirini ayağa kaldıran müstesna bir söz işçisiydi. Onun dili kullanmadaki ustalığı bütün şiirlerinde kendini gösterir. Muhafazakâr bir insan olan Bahaettin Karakoç serbest tarzda özgün ve modern şiirler kaleme almıştır. O, şiirlerini kaleme alırken bir kuyumcu titizliğiyle ve sabırla hareket etmiştir. Şiirlerini bir kalemde değil, uzun zaman dilimlerinde yazmış, olgunlaşmaları için bir süre demlenmeye bırakmış, sonra tekrar şiirlerin üzerinde derinlemesine çalışmalar yapmıştır.
Merhum Karakoç üslûp sahibi bir şairdi. Şiir yazarken kimseye öykünmezdi. Açılan yollardan gitmez, kendi yolunu kendi açardı. Şiirlerine baktığımızda hepsinin de özgün dizeler olduğu görülür. Bu dizeler benzersiz imgelerle ilmek ilmek örülmüştür.
Şiir yazma işini fazlasıyla ciddiye alan Bahaettin Karakoç'un binlerce şiiri yüzlerce dergi ve gazetede yayımlandığı hâlde o, 1960'a kadar hiç kitap yayımlamadı. Ancak "Bu tarzda daha önce yazan olmadı, bu artık benim şiirim" dediği zaman 'Serenat'ı yayımladı.
Ünü ülke sınırlarını aşan merhum Bahaettin Karakoç, şiir şölenlerinin daimi onur konuğuydu. Büyük küçük, uzak yakın demez, iki eli kanda da olsa çağrıldığı her şiir şölenine giderdi. Buna başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, yurt dışı da dahildi. O, ilerleyen yaşına rağmen dünyanın dört bir yanına gider, kendisini ve şiiri sevenlere yakın durur, destek olur, onları şevklendirirdi. Belli bir fikrin borazanlığını yapmaz, herkese eşit mesafede dururdu.
Bahaettin Karakoç gösterişten uzak, inanmış bir insandı. Hâliyle ve kâliyle tam bir Anadolu evlâdıydı. O, çok sevdiği peygamberine naatler, Yaratan'ına da münacatlar yazan inanan güçlü bir kalemdi. Onun aşağıya aldığımız "Beyaz Dilekçe" isimli münacatı bugüne kadar bu alanda yazılmış şiirlerin en güzellerinden biridir: "Rahman ve Rahim olan adına sığınarak/Açtım iki elimi; kor gibi iki yaprak//Bir edep ölçeğinde umutlu ve utangaç,/İşte dünya önümde; benim ruhum sana aç//Kâinatı yarattın, donattın, rızık verdin,/Kimine sonsuz körlük, kimine ışık verdin//Kainatta ne varsa hepsinin zikrinde sen,/Hamd ve şükür sanadır, her şey seninle esen//Çalı bile kendine sığınan kuşu itmez,/Sen gafursun, azizsin, senin keremin bitmez//Benden önce esirge Muhammed ümmetini,/Esen gitsin her kervan, en sona ula beni//Her Müslüman bir kartal, vurulur da pes etmez,/Oruçtan tat alanlar, kemik peşinde gitmez//Bezm-i Elest'te sana secde eden ruh için;/Verdiğin söze sadık, doğru giden ruh için;//Hiç kimseyi vatansız, milletini devletsiz,//Gönülleri sevdasız, şehirleri mabetsiz;//Bayrakları rüzgârsız, ocakları ateşsiz,/Bırakma ulu Rabbim, asi kul değiliz biz"
Bahaettin Karakoç, aşkın mahremiyetlerini ortalığa saçmayan katıksız bir aşk şairiydi. Onun birbirinden kıymetli şiirlerine baktığımızda aşk temasına apayrı bir önem verdiğini görürüz. Bir mısrasında "Aşk yaşanır, anlatılmaz.” diyen Karakoç aslında ömrünün kahır ekseriyetini sevginin tutku derecesi olan aşkı anlatmaya ayırmıştır. Aşağıya aldığım dizeler bu konuda bize bir fikir verebilir: “Aşktır hayatımın özgül ağırlığı,”, “Aşk ile pişmişlerin kapısında aşınmayan eşik benim”, “Beni boğarsa sevgisizlik boğar/Sevgi ışık ışık diriltir”, “Aşk bir kurşun gibi gezer kanımda,” , “Aşk uğruna esrik gezen/Şol duraksız âşık benim”, “Aşk yoksa dünyamızda dünya da yalan/Ben anamdan âşık doğdum/Yüreğim talan”
Bahaettin Karakoç 88 yıllık uzun ve bereketli ömrüne şiir, edebiyat ve sanat adına çok şeyler sığdırdı. Arkasında birbirinden güzel mısralar, beyitler, dörtlükler ve bentler bıraktı. Devran döndükçe ve zaman yaşlandıkça onun şiirleri gönüllerde demlenecek ve okuyanlara doyumsuz tatlar verecektir. O, geride bıraktığı söz abidesi şiirlerle hep yaşayacaktır.
Bahaettin Karakoç, ilerleyen yaşına rağmen enerjisi hiç tükenmeyen hayat dolu bir insandı. Öyle ki ölümünden bir gün evvel, 16 Ekim 2018 Salı günü memleketi Kahramanmaraş’ta Büyükşehir Belediye Başkanlığınca düzenlenen “Uluslararası 5. Kitap ve Kültür Fuarı”na katılıp kitaplarını imzalamış, daha sonra evinde hastalanarak Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kardiyoloji Bölümüne kaldırılmış, gece yarısına doğru da hayata gözlerini yummuştu. Yani o, son nefesini verene kadar edebiyatın peşinde koştu.
Hazan vakti ölüm yine bozdu bağlarımızı. Ötelerden uzanan bir el, gönül bahçemizi tarumar eyledi.Türk edebiyatının Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç, şiirimizde derin izler bırakarak bir sonbahar günü sessizce uçmağa vardı. "Yarına hükmüm geçmez, heybemde azığım yok/Ecel pusuda bekler ve benim acelem var// Yarın için tapum yok, Hakk’tan gayri kapım yok!/Hamurum mayalandı ve benim acelem var!/ Yüzü ak gitmek için bu günden acelem var!" diyen Bahaettin Karakoç beyaz atlara binerek ötelere yollandı. O, bir şiirinde "Kartalca yaşayıp ölmek isterim." diyordu. Son dönem şiirimizin en büyük ustalarından biri olan Türk şiirinin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç'a Allah'tan rahmet diliyoruz.

BİR GÖNÜL SULTANI: AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ

M. NİHAT MALKOÇ

İnsanlar vardır, zifirî karanlıklarda insanlığa ışık olmuşlardır. İnsanlar vardır, uçurumun eşiğindeki çaresizlere el uzatıp onları sahil-i selâmete taşımışlardır. İnsanlar vardır, cehennemin dikenli yollarında ayakları kanayarak yürüyenleri, taşları yakuttan olan gül kokulu cennet yoluna sevk etmişlerdir. İnsanlar vardır, hayatın dik yokuşlarında soluksuz kalanlara soluk olmuşlardır. İnsanlar vardır, isarın zirvesine erişerek kendi nefislerini başkalarına tercih etmişlerdir. İnsanlar vardır, manevî erzakını bitirenlere umut olmuşlardır. İnsanlar vardır, dünyevîleşmenin batağına saplanıp kalanlar için kurtuluş olmuşlardır. İnsanlar vardır, yürekleri buz tutanlara güneş olmuşlardır. İşte bu insanlardan biri de Hakk ve hakikat dostu Azîz Mahmûd Hüdâyî'dir. Bu yazımızda bu büyük insanı anlatmaya çalışacağız.

Asıl adı "Mahmûd" olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri 1541 yılında Şereflikoçhisar'da doğmuştur. Fazlullah bin Mahmûd'un oğludur. İlk eğitimini babasından almıştır. Çocukluğu Sivrihisar'da geçmiştir. İlk tahsilini de burada yapmıştır. Daha sonra ilmini ilerletmek için İstanbul’a gelerek Küçük Ayasofya Medresesi’ne girmiştir.

“Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. "Hüdâyî" ismini ona Şeyhi Üftâde Hazretleri vermiştir. 87 yıl ömür süren bu gönül sultanı sekiz Osmanlı padişahı(Kanûnî Sultân Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, I. Mustafa. II. Osman-Genç Osman, IV. Murad) gören ender şahsiyetlerden biridir. Eminönü ve Üsküdar'da olmak üzere hayatının üçte ikisini İstanbul'da geçirmiştir. Kadılık ve müderrislik yapmıştır. Vazifesi gereği Bursa’da, Edirne’de, Mısır’da ve Balkanlar’da bulunmuştur.

Nefis terbiyesinde zirve şahsiyet olan Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin Cüneyd-i Bağdadî'nin mübarek soyundan geldiği ve "Seyyid" olduğu rivayet edilir. O; mutasavvıf, âlim ve şairdir. Celvetiye tarikatının kurucusudur. Vicdanını bir yalınkılıç gibi kuşanan bu büyük Allah dostu; eserleri, sohbetleri, irşat, vaaz ve nasîhatlarıyla haklı bir şöhrete kavuşmuştur.

Hüdâyî'nin çok zeki bir insan olduğunu fark eden Nâzırzade onunla özel olarak ilgilenmiştir. Tefsir, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük yol almıştır. Kâmil bir mürşid olan Azîz Mahmûd Hüdâyî, Nâzırzade Ramazan Efendi’nin muîdi(asistanı) olmuştur. Hüdâyî, hocası Ramazan Efendiye yardım ederken, bir yandan da Küçük Ayasofya Camii şeyhi Muslihuddin Efendi’nin sohbetlerine devam etmiş; tasavvuf yolunda ilerlemiştir. Hocası Nâzırzade'nin Edirne’deki Sultan Selim Medresesine tayini üzerine onunla Edirne’ye gitmiş ve onun yardımcısı olmuştur. Nâzırzade Ramazan Efendi, Edirne'de müderrislik yaptıktan sonra Şam ve Mısır'a kadı tayin edilince talebesi Azîz Mahmûd'u da oraya götürmüştür.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında III. Murad Han bulunmaktaydı. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin emriyle tayin edildiği Küçük Ayasofya Camii Tekkesi’nde sekiz yıl şeyhlik yaptı. Bir yandan da Fâtih Camii’nde vâizlik yaptı, tefsir ve hadis okuttu. Kanûnî’nin kızı Mihrimah Sultan’dan torunu Ayşe Sultan'la da evlendiği rivayet edilen Hüdâyî burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Daha sonra Üsküdar’da Hüdâyî Dergâhı’nın bulunduğu yeri 1589'da satın aldı. Bu araziye bir dergâh inşa eyledi. Burada binlerce talebe yetiştirerek İslâm'ın hizmetine sundu. 1599 yılında Fâtih Camii vâizliğini bırakarak Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde perşembe günleri vaaz vermeye başladı. Sultan Ahmed Camii’nin açılışında (1616) ilk hutbeyi okudu ve her ayın ilk pazartesi burada vaaz verdi.
Üftâde'nin Yolunda Bir Gönül Sultanı...

Hüdâyî otuz üç yaşında iken, hocası Nâzırzâde ile Bursa'ya gelmiştir. 1573’te Bursa Ferhâniye Medresesi’ne müderris, Câm-i Âtik Mahkemesine nâib olarak atanmıştır. Bursa’daki görevi esnasında gördüğü bir rüya üzerine müderrisliği ve kadılığı bırakarak Şeyh Muhammed Üftade’ye intisap etmiştir. Bunun ibretli bir hikâyesi vardır. Şöyle ki: "Hüdâyî, Üftâde'ye talebe olmak arzusuyla yanına gidince şu cevabı alır: "Yazıklar olsun ey Kadı Efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmûr bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?" buyurdu. Bu sözler ve yaptığı hata Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye çok tesir etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samimi ifade üzerine Üftâde tane tane buyurdu ki: 'Ey Bursa kadısı! Kadılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kadılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa sokaklarında, 'Ciğerci! Ciğerci!' diye diye bağırarak satıyordu." Hüdâyî, Üftâde'nin rahle-i tedrisinden ve çilelerden geçerek manevî kemalâta ermiştir.

Bereketli Bir Ömrün Meyveleri....

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin 19’u Arapça, 7’si Türkçe olmak üzere tasavvuf, tefsir, fıkıh, siyer alanlarında, nasihat ve vaaz türlerinde eserleri bulunmaktadır. Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin Arapça eserleri şunlardır: "Ahvâlu'n-Nebiyyi'l-Muhtâr aleyhi Salevâtullahi'l-Meliki'l-Cebbâr", "Câmiu'l-fazâil ve kâmiu'r-rezâil", "el-Es'ile ve'l-ecvibe fi ahvâli'l-mevtâ", "Fethu'l-bâb ve refu'l-hıcâb", "el-Fethu'l-ilâhî", "Habbetu'l-mahabbe", "Hâşiye Kuhistânî fî Şerh-ı fıkh-ı Keydânî", "Hayâtü'l-ervâh ve necâtü'l-eşbâh", "Hulâsatü'l-ahbâr fî ahvâli'n-Nebiyyi'l-Muhtâr", "Keşfu'l-kınâ an-vechi's-semâ", "el-Mecâlisu'l-va'zıyye", " Mecmûa-i Hutab", "Merâtibu's-sülûk", "Miftâhu's-salâh ve mirkâtü'n-necâh", "Nefâisü'l-mecâlis", "Şemailu’n-nübüvveti’l-Ahmediyyet’il-Muhammediyye", "et-Tarîkatü'l-Muhammediyye vesîle ilâ's-seâdeti's-sermediyye", "Tecelliyât", "Vâkıât..."
Türkçe eserleri " Divân-ı İlâhiyyât", "Ecvibe-i Mutasavvifâne", "Mirâciye", "Nasâyıh ve Mevâız", "Necâtü'l-ğarîk fi‟l-cem‟i ve‟t-tefrîk", "Tarîkatnâme", "Nasîhatü'l-mülûk li-husni's-sülûk", "Akâid Manzûmesi", "Tevhid Risalesi" adlarını taşımaktadır.

Azîz Mahmut Hüdâyî'nin Duası...

Hüdâyî "ene(ben)" değil, "ente(sen)" diyen bir hakikat ışığıdır. Ziyasını rahmanî bir güneşten alan bu ışık, nice kör karanlıkları aydınlatmıştır. Anadolu toprağında yetişen bir gönül insanı olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin sevenlerine duâsı ne kadar da güzeldir: “Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..”

Azîz Mahmud Hüdâyî Câmii

Osmanlı Döneminden kalma bir mabet olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii, İstanbul'un Üsküdar ilçesinde yer almaktadır. Caminin olduğu yere "Azîz Mahmûd Hüdâyî Mahallesi" adı verilmiştir. 1589 yılında yapımına başlanan cami, 1595 senesinde ibadete açılmıştır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu olan Ayşe Hümaşah Sultan tarafından, üçüncü eşi Azîz Mahmûd Hüdâyî adına yaptırılmıştır. Cami zaman içerisinde eskimiş, 1855 senesinde Sultan Abdülmecid tarafından tamir ettirilmiştir. Son olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restorasyon çalışmaları yapılmış ve 23 Mayıs 2014’te yeniden ibadete açılmıştır.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii önceleri bir tekke olarak inşa edilmiş olsa da daha sonra camisi, imareti, türbesi, kütüphanesi, hünkâr mahfeli, çeşmesi, derviş hücreleri, şeyh evi, fırını ve hamamı yapılmıştır. Azîz Mahmûd Hüdâyî 'nin kabri külliyenin bahçesindeki türbededir. Aynı türbede Azîz Mahmûd Hüdâyî 'nin oğullarından Evliya Mehmet Muhtar Efendi, Mustafa Ebrar Efendi, Ali Murtaza Efendi, Abdülvahit Efendi, Ahmet Sıddık Efendi ile kızları Ayşe Hanım, Fatma Zehra Hanım, Zeynep Hanım ve torunu Fatma Zehra Hanım medfundur.

İstanbul'un en çok ziyaret edilen camilerinden olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii'nin giriş kitabesinde 1855'te Sultan Abdülmecid tarafından tamir edildiğine dair şu beyitler bulunmaktadır: "Hazret-i Abdülmecid han-ı ila yevmi’l-hisab/Ömr-ü şevketle Hüda tahtında kılsun kâmyab//Pir Mahmud Hüdaînin uluvv-i himmeti/Asitanın iyledi ma’mure ve zerrin kubab(Hazreti Abdülmecid Han tarihi hesaplattı/Allah onu yüce ömrüyle tahtta muradına erdirsin//Pir Mahmûd Hüdâyî'nin yüksek yardımı/İstanbul'u bayındır ve altın bir halk eyledi"

Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin Şairliği

Hakk ve hakikat dostu Azîz Mahmûd Hüdâyî hem bir âlim hem de iyi bir şairdir. O, ilmî ve tasavvufî eserlerinin yanında şiir ve ilâhîler de yazmıştır. O, divan edebiyatına vakıf olmasına rağmen şiir alanında Hoca Ahmet Yesevî ve Yunus Emre gibi mutasavvıf şairlerin yolundan yürümeyi tercih etmiştir. Tasavvufî halk edebiyatı alanında hikemî, tasavvufî ve ahlâkî konuları içeren pek çok şiir yazmıştır. Duygu ve düşüncelerini şiir diliyle ifade etmiştir. Aslında o, bu tarz şiirler yazarak dinî, tasavvufî ve ahlâkî malumatları geniş kitlelere aktarmaya çalışmıştır. Bu şiirlerin büyük çoğunluğu Divân’nda bulunmaktadır.

Vahdet-i Vücûd anlayışını benimseyen Hüdâyî, kaleme aldığı eserlerde ve şiirlerde bunu başarıyla yansıtmıştır. Bu şiirlerdeki derinlik ve içerik zenginliği kendisini belli eder.

Azîz Mahmûd Hüdâyî ömrünü Rabbine iyi kul olma gayreti içerisinde geçirmiştir. Bununla kalmamış, bu yolda birbirinden kıymetli talebeler de yetiştirmiştir. O, Allah'ı dünyanın içindekilerden daima üstün tutmuş, onunla hemhâl olmuş, dünya malına, dünyevî makam ve mevkilere hiçbir zaman değer vermemiştir. Bu görüşünü şiirlerine şöyle yansıtmıştır: "Neyleyeyim dünyayı/Bana Allah’ım gerek./Gerekmez mâsivâyı/Bana Allah’ım gerek//Ehl-i dünya dünyada/Ehl-i ukbâ ukbâda/Her biri bir sevdada/Bana Allah’ım gerek//Dertli dermanın ister/Kullar sultanın ister/Âşık cânânın ister/Bana Allah’ım gerek/Bülbül güle karşı zâr/Pervâneyi yakmış nâr/Her kulun bir derdi var/Bana Allah’ım gerek//Beyhûde hevâyı ko/Hakk’ı bula-gör yâ hû/Hüdâyî’nin sözü bu/Bana Allah’ım gerek"

Dünya kurulalı beri nice kere dolup boşalmıştır. Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu fani dünyadan. Her gelen burada bir gurbet hayatı yaşayıp ömrün ahirinde asıl yurduna göçmüştür. Bazıları bu yalan dünyada hoş bir seda bırakırken, bazıları da zulmüyle anılmıştır. Onlardan geriye sadece mezar taşları kalmıştır. Onun içindir ki dünyadan vefa ummak kuru bir hayaldir. Bunu Hüdâyî Hazretleri bir şiirinde "Yalan dünya değil misin?" nakaratıyla bakın ne veciz bir şekilde ifade ediyor: "Kim umar senden vefâyı/Yalan dünya değil misin?/Muhammedü’l-Mustafâ’yı/Alan dünya değil misin?//Yürü hey bî-vefâ yürü,/Sensin hod bir köhne karı/Nice yüz bin erden geri/Kalan dünya değil misin?//Kastedip halkın özüne,/Toprak doldurup gözüne,/Ehl-i gafletin yüzüne/Gülen dünya değil misin?/Eğer, şâh u eğer bende/Her kişiyi salan bende/Kimse mekân tutmaz sende/Vîrân dünya değil misin?//Kimisini nâlân edip/Kimisini giryân edip/Âhir-i kâr uryân edip/Soyan dünya değil misin?//İşin gücün dâim yalan/Çok kişiden arta kalan/Nice kerre boşaluben/Dolan dünya değil misin?"

Hüdâyî'nin Peygamber sevgisi tarif edilemeyecek kadar büyüktür. O, ömrü boyunca Peygamber-i Zîşan'ı kendisine rehber edinmiş, onun mübarek izinden aşkla yürümüştür. Hâl ve hareketlerini nebevî süzgeçten geçirmiştir. Peygamberimize şöyle seslenmiştir: "Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh/Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh/Nebî idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre/İmâmü’l-enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllâh/Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın/Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh"

Dostun Dost'a Hicreti Yahut Bereketli Bir Ömrün Hitamı...

Hayat, doğumla ölüm arasında rüzgar gibi geçen sert bir (a)kıştır. Her şey bir paranteze sığacak kadar kısadır. Doğumla ölümü ayıran o kısa çizgiye çok şey sığdırmıştır Hüdâyî. "Buyruğun tut Rahman'ın, tevhide gel tevhide/Tazelensin imanın, tevhide gel tevhide" diyen Hüdâyî son nefesine kadar ilmi, irfanı, tasavvufu ve irşat vazifesini aksatmadan yürütmüştür. Ömrünü Allah yolunda geçiren Azîz Mahmûd Hüdâyî 1628 yılında Üsküdar'da vefat ederek çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin.

BAYRAK ŞAİRİ: ARİF NİHAT ASYA
M.NİHAT MALKOÇ

Acı Hayatın Tatlı Meyveleri...
Türk şiirinin çok mühim simalarından biri olan Arif Nihat Asya, 07 Şubat 1904 tarihinde Çatalca'ya bağlı İnceğiz Köyünde doğmuştur. Şair, doğum yerini bir şiirinde şu mısralarla açıklar: “Nerelisin diye soruyorlar: / İnceğiz köyünde doğmuşum.../İnceğiz'i Çatalca'ya,/Çatalca'yı İstanbul'a bağlamışlar... /İstanbullu olmuşum.”
Arif Nihat Asya, babası Zîver Efendi'yi, doğduktan bir hafta sonra kaybetmiştir. Asya'nın asıl adı Mehmet Arif'tir. Ailenin tek çocuğuydu. Küçük yaşta yetim kalan Mehmet Arif, dedesi İbrahim Tevfik Efendi'nin himayesinde büyümüştür. Annesi de evlenince bir anlamda hem öksüz, hem de yetim kalmıştır. Babaannesi ölünce de köyünden ayrılarak, bir çeşit göçebe hayatı yaşamıştır. Fakat o, çocuk haliyle hayata tutunmayı başarmıştır.
İnceğiz köy okulunda başlayan eğitim hayatı, sırasıyla İstanbul Gülşen-i Maarif Rüştiyesi'nde, Bolu Sultanîsi'nde, Kastamonu Sultanîsi'nde sürmüş; İstanbul Yüksek Muallim Mektebi'nde son bulmuştur. Böylece öğretmen unvanıyla eğitim ordusuna bir nefer olmuştur.
Aile kurumuna çok kıymet veren bir insandı Arif Nihat Asya... İki kez evlenen Asya'nın ilk eşi Hatice Semiha Hanım'dan iki, ikinci eşi Servet Hanım'dan da iki çocuğu olmuştur. İlk evliliğinde huzuru yakalayamayan Asya, aradığı mutluluğu ikinci eşinde bulmuştur. Bunu da “Ne şiirden, ne şöhrettendir/Mutluluk Arif'e Servet'tendir” dizeleriyle dile getirmiştir. Bu beyit ebcet hesabıyla evlilik tarihleri olan 1941'e karşılık gelir.
Arif Nihat Asya, öğretmen kökenli şairlerimizdendir. Sırasıyla Adana Erkek Muallim Mektebi'nde, Adana Erkek Lisesi'nde, Malatya Lisesi'nde(müdür olarak), Edirne Lisesi'nde, Ankara Gazi Lisesi'nde ve Lefkoşa Erkek Lisesi'nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır. Adana ve çevresinde çok sevilen Asya, Demokrat Parti'den Seyhan(Adana) milletvekili seçilmiştir. Bu, onun kendi tabiriyle mektep kürsüsünden memleket kürsüsüne geçişidir. Mecliste çok aktif faaliyetler gösterse de milletvekilliğinden haz almamıştır.
Yavuz Bülent Bakiler'in Gözüyle Arif Nihat Asya
Bundan yıllar evvel Yavuz Bülent Bakiler Trabzon'a gelerek Asya'yla ilgili bir konferans vermişti. O, konferansta kadim dostu Asya'yla ilgili çok özel hatıralar anlatmıştı. Ben de bunları not etmiştim. Bu notlarımdan enteresan bulduklarımı aktarmak istiyorum:
“Asya, sıradan bir insan değildi. Onun için de, sıradanlığı sevmezdi. O yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemiş Diyarbakır’da. Arif’i de o anma programına çağırmışlar. Fakat o, şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamış: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bilindik şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşıyım. Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususî hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malûmatlardan usandı artık.”
Bugünün tabiriyle medyadan çok şikâyetçiydi Arif Nihat Asya... O yıllarda TRT bir kez olsun onunla program yapmadı. Program yapmayı bir kenara bırakın, kendisinden bir satır bile söz etmedi. Kıbrıs’ta öğretmenlik yaptığı 1960’lı yıllarda Kıbrıs Rum Televizyonu bile kendisiyle bir program yaptı ama bizimkiler böyle bir şeyi akıl etmedi bile. Ne kadar yazık!...
Arif Nihat Asya, gülümsemesini ve gülümsetmesini bilen nüktedan bir insandı. 1940’lı yıllarda Adana’da bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm, dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda… Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice yaklaşmış onlara. Kucağındaki çocuğu olan Fırat’ı, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik savaşına. Köpek ne yapmışsa o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe köpeğin diliyle cevap vermiş.15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bunu aynen bana anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Yavuz, biz köpekle köpekçe, insanla insanca konuşmasını biliriz.”
Asya, hazırcevap bir insandı. Zamanın Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel, Malatya’da okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da Malatya’da bir lisede müdürlük yapıyor. Tabiî ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim… Fakat ikisi de farklı düşüncelerin temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul; okuldan çok hapishaneye benziyor.”diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel çok kızar ama belli etmez. Arif Nihat’ı bırakmaya hiç niyeti yoktur. Tahkire(aşağılamaya) devam ederek eleştirilerini giyimine yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde...”der. Asya kızar, hatta köpürür. Şu üstü kapalı ve kinayeli cevabı verir: “Sayın Bakan!.. Paçalarımı ağzınıza almayın.” Daha sonra müdürlükten alınarak Türkçe ve Fransızca öğretmenliğine indirilir.
Nükteleri meşhurdu onun. Eşi Servet Hanım, Kimya öğretmeniydi. O zamanlar onlu not sistemi geçerliydi. Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını Arif Nihat’a şikâyet etmişler. Bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını, oysa kendisinin genelde beşten aşağı not vermediğini belirttiler. Bunun üzerine Asya şu nükteli cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar aldık. Birden beşe kadar notlar eşimin, beşten yukarkiler de benim!..”
Lâfı gediğine oturturdu o… Aşırı makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine dair kendisine soru yönelten bir muhatabına şu cevabı vermiş: “Onlara sayın demişler, soyun anlamışlar; bayan demişler, boyan anlamışlar!..”
Arif, 05 Ocak 1975’te Ankara Numune Hastanesi’nde öldü. Yakınları onu ölümüne yakın günlerde terk ettiler. Eşi Servet Hanım’a: “Hanım şu telefon defterini getir bakalım. Bizim dostlarımız vardı bir zamanlar!.. Ne oldular şimdi?” diye serzenişte bulunmuştu.”
Şiir ve Nesirlerle Örülü Bir Koza: Arif Nihat Asya Külliyatı
Merhum Arif Nihat, Rahmeti Rahmana kavuştuğunda arkasında millî ve manevî değerlerle örülmüş zengin bir şiir hazinesi bırakmıştır. O hem usta bir şair, hem de usta bir yazar(nasır)dır. Fakat onun şairliği, yazarlığının çok ilerisindedir. Arif Nihat Asya, çok zengin bir şiir külliyatı bıraktı okuyucularına.... Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli şiir kitapları şunlardır: “Heykeltıraş(1924), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor(1945), Rubâiyyat-ı Arif(1956), Kubbe-i Hadrâ(1956), Kökler ve Dallar (1964), Kıbrıs Rubaileri(1964), Nisan(1964), Emzikler(1964), Dualar ve Âminler(1967), Kova Burcu(1967), Yürek(1968), Avrupa’dan Rubailer(1969), Köprü(1969), Aynalarda Kalan(1969), Divançe-i Arif(1970), Basamaklar(1971), Şiirler(1971), Büyüyün Kızlar Büyüyün(1976), Fatihler Ölmez(1976), Yerden Gökten(1976), Ses ve Toprak(1976), Takvimler(1976)...”
Arif Nihat Asya'nın şairliğinin yanında, yazarlığı da çok ehemmiyetlidir. Bir sanatkâr duyarlılığıyla kaleme aldığı nesirlerinde sosyal ve siyasal konuları, yurt gözlemlerini, arkadaşlarını, yakın çevresini, tarihî konuları, dinî meseleleri, aşkı, tabiatı anlatmıştır. Nesir türündeki kitapları şunlardır: “Yastığımın Rüyası(1930), Ayetler(Kanatlarını Arayanlar)(1936), Kanatlar ve Gagalar(1945), Enikli Kapı/Top Sesleri(1964), Terazi Kendini Tartamaz(1967), Tehdit Mektupları(1967), Onlar Bu Dilden Anlar(1970), Aramak ve Söyleyememek(1976), Ayın Aynasında(1976), Kubbeler(1976), Sevgi Mektupları....”
Arif Nihat'ın nesirleri usta işidir. Bu metinleri büyük bir sabırla, adeta bir kuyumcu titizliğiyle kaleme almıştır. Onun bazı sözleri bir çeşit aforizmadır. Sözün bu noktasında bunlara birkaç örnek vermek istiyorum: “Düşünülüyorum, öyleyse varım”, “Onlar asil doğmuşlar çocuğum, bize de asil ölmek kalmış”, “Benim öksüzlüğüm Hz. Adem'in ölümüyle başlar”, “Kulun olarak doğmasaydım, kendiliğimden gelir, fahrî kulun olurdum Allah'ım!”, “Dünün Arşimed'i 'Buldum' diye haykırmıştı. Yarının Arşimed'i 'Kaybettim' diye haykıracaktır”, “Bu dünya düşmanlarını da gemiye alacak bir Nuh ister”
Asya'nın Kıbrıs Günleri
Şair Arif Nihat Asya, 1960 senesinde DP hükümeti tarafından Lefkoşa'daki Celal Bayar Lisesi'nde öğretmen olarak görevlendirilmiştir. O, görev yaptığı bu okulda öğrencilere öncelikle Türklük ve tarih şuurunu aşılamıştır. Asya'nın bu bilinçlendirme gayreti okulla da sınırlı kalmıyor, Kıbrıs halkını da fırsat ve zemin buldukça hıyanetlere karşı uyandırıyordu. Bu küçük adanın Türk kesimindeki halk, kendisini çok sevmiş ve fikirlerini benimsemişti. O, Kıbrıs Türk'ünün haklı ve şanlı davasıyla ilgili 25'in üzerinde yazı yazmıştır. Kıbrıs Rubaileri adlı şiir kitabı da onun Kıbrıs'a dair yazmış olduğı çok anlamlı ve kıymetli bir eserdir.
Asya, aslında Kıbrıs'ta iki sene kalacak, gerekirse buradaki görev süresi iki yıl daha uzatılıp dört yıla tamamlanacaktı. Fakat o arada 27 Mayıs İhtilali olunca, hoca görev süresinin ilk dilimini bile tamamlayamadan geri çağrılmıştır. Fakat o, Kıbrıs'a olan ilgi ve sevgisini Türkiye'ye döndükten sonra da devam ettirmiştir. Onun Kıbrıs'la ilgili bir dörtlüğünü paylaşmak istiyorum: “Bir gün sana bir falcı gelip ikbâl açar/Bahtında, bakar ki, mutluluk dal dal açar/Gam çekme, der, üç vakte kadar koynunda/Ey yavru vatan, bütün çiçekler al al açar”
Bir Mevlevi Dervişi Arif Nihat...
Merhum Arif Nihat Asya, dindar bir insandı. Milliyetçi oluşu da onun bariz vasıflarından biriydi. Asya, arkadaşı Hakkı Mahmut Soykal vasıtasıyla mevlevî şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'le tanışmıştır. Onun müridi olmuştur. Mevlevîlikte mühim noktalara gelmiştir. Hocasıyla olan manevî dostluğunu “Senden el aldığım gün sana vermiştim izin /Hem müridi hem şeyhi olduk birbirimizin” dizeleriyle anlatmıştır. Mevlevilikte önemli merhaleler kateden Asya, aradığı gerçek huzuru da bu dergâhta bulmuştur.
O, Mevlâna'ya yürekten bağlanmıştır. Mevlevî büyüklerini de saygı ve sevgiyle anmış, onlara şiirlerinde yer vermiştir. “Kubbe-i Hadra” adlı şiir kitabı onun Mevlevîliğini açıkça ortaya koyan, bu gelenekten gelen bir adlandırmadır. Onun şu dörtlüğü Mevlâna'ya duyduğu derin sevgiyi göstermektedir: “Mâlûmumuz olmayan murâdınca göğün/Sizlerle helâlleşmeye sıram geldiği gün/Ey sevgili dostlar, beni Mevlânâ'nın/Âriflere giydirdiği hil'atla gömün!”
Arif Nihat'ın Hz. Muhaammed(sav) Sevgisi
Asya'nın Resul-i Ekrem Efendimize derin bir sevgisi ve muhabbeti vardı. O, peygamberimize yazılmış olan şiirlerin en uzunlarından biri olan 200 mısralık “Naat”ı kaleme almıştır. “Seccaden kumlardı” diye başlayan “Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!” dizesiyle biten bu muhteşem söz abidesi, bugüne kadar yazılmış naatlar içinde kendine has bir yer tutmaktadır. Bu şiir, söz incileriyle büyük bir özen ve dikkatle gergef misali nakış nakış işlenmiştir.
Naatlar genellikle kaside biçiminde yazılır. Fakat Arif Nihat Asya'nın naatı serbest tarzda(ölçüsüz) kaleme alınmıştır. Bu, aslında naat sahasında yepyeni bir denemedir, o bu denemede çok da başarılı olmuştur. Bu şiirde peygamberimize duyulan derin muhabbet, sevgi, hasret ve hayranlık vardır. Bu şiir dün olduğu gibi bugün de çok sevilerek okunmakta ve ezberlenmektedir. Bu özleyiş dolu şiirden bir bölümü dikkatlere sunmak istiyorum:
“Şimdi seni ananlar,/Anıyor ağlar gibi.../Ey yetimler yetimi,/Ey garipler garibi;/Düşkünlerin kanadıydın,/Yoksulların sahibi.../Nerde kaldın ey Resûl,/Nerde kaldın ey Nebi?... //Gel, ey Muhammed, bahardır.../Dudaklar ardında saklı/Âminlerimiz vardır.../Hacdan döner gibi gel; /Mi’râc’dan iner gibi gel; /Bekliyoruz yıllardır!”
Şair Arif Nihat'ın Resulullah Efendimize duyduğu derin sevgi ve iştiyak sadece bu şiirden ibaret değildir. O, bunun gibi daha birçok şiirinde peygamberimize olan hayranlığını ve özleyiş duygularını defaatle dile getirmiştir. Tarih düşürme sahasında bir üstad sayılan Arif Nihat Asya, Peygamberimizin doğumuna da birçok kez tarih düşürmüştür. Buna da bir örnek verelim şimdi: “Beklerken ümîd, Tanrı’nın gözdesini,/Bir sırrın, kimse açmamış, perdesini…/Vermekteymiş meğer ki 'Arş' Ebced’den/Dünyâya cihânın en büyük müjdesini// Bir mu’cize var, belki siler kuşkusunu:/Ey Asya, çağır şüphelerin yolcusunu/Anlat, ki bu âlemde “Şeriat” bir ağaç…/ Saklar kökü, tarihlerin en kutlusunu(570)”
Türk şiirinin millî ve yerli gür seslerinin başında gelirdi Arif Nihat Asya... Biz onu daha çok “Bayrak Şairi” olarak tanıdık, bildik ve sevdik. O, memleketin değerleriyle değerlenen, milletimizin dertleriyle dertlenen mümtaz bir söz eriydi. Kim bilir şimdi çok uzaklarda yine Hakk'ı ve hakikati terennüm etmektedir. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

TÜRK ŞİİRİNİN ULUBATLI HASAN'I ARİF NİHAT ASYA
M. NİHAT MALKOÇ

Millî ve Manevî Bir İklimde Geçen Bir Ömrün Serencamı
Nüfus kütüğüne göre asıl adı Mehmet Arif olan Arif Nihat Asya 7 Şubat 1904’te Çatalca’nın İnceğiz Köyü'nde doğmuştur. Babası aslen Tokat'ın Kapusuz Köyü'nden olan Zîver Efendi, annesi ise Tırnovalı(Bulgaristan) Osman kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Asya'nın en büyük talihsizliği babasını, kendisi henüz bir haftalıkken kaybetmiş olmasıdır. Babasının genç yaşta veba hastalığından ölmesi üzerine annesi Zehra Hanım, oğlu üç yaşında iken Osmanlı ordusunda görevli Filistinli bir subayla evlendirilmiştir. İkinci evliliğini yaptığı kişinin tayini Filistin'e(Akka'ya) çıkınca İstanbul'dan ayrılmışlardır. Arif'in annesinin, henüz bebeklik çağında olan oğlunu yanında götürme isteğine dedesi karşı çıkınca, küçük Mehmet Arif, annesinden uzakta, diğer akrabalarının yanında büyümek mecburiyetinde kalmıştır. Önce dedesi İbrahim Tevfik'i, sonra da ninesini kaybeden Mehmet Arif, Safranbolu'nun Yazı Köyü'nde yaşayan eniştesi Mehmet Fevzi Efendi ile üvey halası Gülfem Hanım tarafından himaye edilmiştir. Onun, doğum yeri olan İnceğiz'le ilgili kısa bir şiiri vardır. O, söz konusu kısacık şiirinde şöyle diyor: “Nerelisin diye soruyorlar:/İnceğiz köyünde doğmuşum./İnceğiz’i Çatalca’ya,/Çatalca’yı İstanbul’a bağlamışlar,/İstanbullu olmuşum.”
Önemli hadiselere tarih düşürmede mahir olan usta şair Arif Nihat Asya, ebcet hesabiyle kaleme aldığı ve doğum tarihini veren "Arif'in Doğumu - Hicrî 1321" başlıklı rubaisinde şöyle der: "Arif, gökten kovuldu bozguncu diye./Çeksin bu cezayı boynunun borcu diye!/Elbet uygun olacaktır Kovadan;/Dostlar, yazınız burcunu Kova Burcu diye!"
Balkan Savaşı başlayınca dedesi İbrahim Tevfik Efendi'yle birlikte İstanbul'a gelen Mehmet Arif, Kocamustafapaşa ve Haseki Mahalle Mekteplerini bitirdikten sonra Gülşen-i Maârif Rüşdiyesi’ne girmiş, buradan parasız yatılı olarak Bolu Sultânîsi’ne, ardından da Kastamonu Sultânîsi’ne geçmiştir. O yıllarda Kurtuluş Savaşı'nı gönülden destekleyen, bu bağlamda millî ve manevî bir hava oluşturan Kastamonu'nun iklimini gönlünce solumuştur. Kastamonu, Kurtuluş Savaşı'na katılmak için İstanbul’dan İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçenlerin uğrak noktası olduğu için Arif Nihat Asya burada mola veren vatanseverlerin toplantılarına katılmış, konuşmalarını dinlemiştir. Mehmet Akif Ersoy bunlardan biridir.
Arif Nihat Asya, I. Dünya Savaşı’nı İstanbul, Bolu ve Kastamonu’da, Kurtuluş Savaşı yıllarını ise Kastamonu’da geçirmiştir. Kastamonu Sultânîsi'ni bitirdikten sonra İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliyesi’ne giren Arif Nihat Asya, burada okurken geçimini temin etmek için bir yandan da İstanbul Postahanesi’nde ve Anadolu Ajansı’nda çalışmıştır. Asya, 1928’de Dârülmuallimîn-i Âliye'nin(Yüksek Öğretmen Okulu) Edebiyat Bölümü'nü bitirmiş ve "Edebiyat Öğretmeni" sıfatıyla ilk görev yeri olarak Adana’ya tayin edilmiştir. 1934’te askerlik görevini yapmaya gitmiş ve Soyadı Kanunu gereği “Asya” soyadını almıştır.
Arif Nihat Asya, Dârülmuallimîn-i Âliye’nin son sınıfında okurken Suadiye’de oturan, saraya mensup bir ailenin kızı olan Hatice Semiha Hanım’la evlenmiştir. Asya'nın bu evliliğinden Reha Uğur ve Kemal Koray adlarında iki oğlu olmuştur.12-13 yıl süren bu evlilik sağlıklı yürümediği için çiftler ayrılmışlardır. Aileye çok önem veren Arif Nihat Asya, ikinci evliliğini 4 Aralık 1941’de “Ne şiirden, ne şöhrettendir, mutluluğum Servet’tendir!” dediği Adana Erkek Lisesi Kimya Öğretmeni Servet Akdoğan’la yapmış, şairin ölümüne dek süren bu son evlilikten Fırat ve Murat adlı iki çocukları dünyaya gelmiştir.

Arif Nihat Asya'nın Adana ve Kıbrıs Yılları
Şair Arif Nihat Asya'nın adı Adana'yla adeta özdeşleşmiştir. Çünkü Adana onun ilk görev yeridir. Öğretmenliğin zevkini burada tatmış, hayata burada atılmıştır. İlk çalıştığı okul Adana Erkek Muallim Mektebi'dir. 1931'de bu okuldan Adana Erkek Lisesi'ne geçmiştir. Bu okuldaki vazifesi 1942'ye kadar 11 yıl devam etmiştir. Askerliğin ardından Malatya Lisesi'nde altı ay müdürlük yapmıştır. Millî Şef döneminin baskılarına boyun eğmediği için müdürlükten alınmış, aynı okulda Edebiyat ve Fransızca derslerine girmiştir. Bu vazifesinden sonra ikinci askerliğini yapmak üzere Diyarbakır'a gitmiştir. Askerlik dönüşünde 1945'te eşiyle birlikte tayin istemiş, tekrar Adana'ya dönmüş, Adana Erkek Lisesi'nde görev yapmış, Tarsus Amerikan Koleji'nde de derslere girmiştir. 1948'de Demokrat Parti'yi tutan gazetelerde yazılar yazdığı için Adana'dan Edirne Lisesi'ne sürülmüştür. Adana'yı çok seven ve adeta memleketi belleyen Asya, 1946 seçimlerinde bu şehirden bağımsız milletvekili adayı olsa da yeterli oy alamadığı için vekil seçilememiştir. 1950'de Adana(Seyhan)'dan Demokrat Parti milletvekili seçilmiştir. Dobra ve doğrucu bir insan olduğu için milletvekilliği uzun sürmemiştir.
Arif Nihat Asya, 1954'te tekrar çok sevdiği öğretmenlik mesleğine dönmüştür. Önce Eskişehir Lisesi'nde, ardından da Ankara Gazi Lisesi'nde görev yaptıktan sonra, 1959'da eşiyle birlikte Kıbrıs'a tayin edilmiştir. İki yıl boyunca Lefkoşa Türk Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği görevinde bulunmuştur. 1961'de Türkiye'ye dönmüş, tekrar Ankara Gazi Lisesi'nde öğretmenliğe devam etmiştir.1 Mart 1962'de de buradan emekli olmuştur.

Arif Nihat Asya'nın Edebî Şahsiyeti
İsmini Türk edebiyatına "Bayrak Şairi" olarak yazdıran Arif Nihat Asya, Cumhuriyet dönemi şiirimizin mümtaz şahsiyetlerinden biridir. O, şiire çocuk denilebilecek yaşlarda Birinci Dünya Savaşı yıllarında bazı destancıların Haseki'de okuyarak sattıkları harp destanları aracılığıyla ilgi duymuştur. Edebiyat dünyasına ilk adımını şiirle atan Arif Nihat'ın şairlik yönünü ilk keşfeden kişi, Bolu Sultânîsi’nden öğretmeni, dönemin Bolu Maarif Emini Mustafa Necati Bey olmuştur. Aynı Mustafa Necati Bey ileride Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı da olacaktır. Mustafa Necati Bey, talebesine "Şair" diye hitap ederek onu teşvik etmiştir. O da bu alanda kendini geliştirerek hocasını mahcup etmemiştir.
Asya, ilk yazısını Millî Mücadele yıllarında Kastamonu Lisesi'nde öğrenci iken yazmıştır. Kastamonu’da Açıksöz ile Gençlik adlı mecmualarda ilk şiirleri yayımlanmış, bu şiirlerde Mehmet Arif ve A. N. (Ayın Nun) imzasını kullanmıştır. O, sade bir dille yazarak da şiirsel derinliğin ve edebî bir üslûbun yakalanabileceğini ispat eden söz üstadıdır.
Bir ömür ısrarla yazan Arif Nihat Asya, şiirlerini ve mensur şiirlerini "Hayat, Çağlayan, Türk Yurdu, Hisar, Elif, Defne, Türk Sanatı, Devlet" gibi dergilerde yayımlamıştır. "Görüşler" ve "Başak" adıyla iki de dergi çıkarmıştır. O; fıkra, deneme ve vecizelerini "Türk Sözü, Demokrat, Yeni İstanbul, Memleket" gazetelerinde okurlarıyla buluşturmuştur.
Çok yönlü bir insan olan Arif Nihat Asya; hem öğretmen, hem şair, hem yazar, hem de siyasetçiydi. "Fetih Marşı", "Kalk Yiğidim", "Bayrak", "Dua" ve "Naat" şiirleri millî ve manevî duygulara önem veren kitlelerin dilinde adeta pelesenk olmuştur.
Sade bir dille yazan Asya'nın şiirlerinde kullandığı başlıca temalar kahramanlık, tarih duygusu, insan, vatan sevgisi, Mevlâna, din, aşk, tabiat ve memleket güzellikleridir.
Daha çok şiir, mensur şiir, fıkra, deneme ve vecizeleriyle tanınan Arif Nihat Asya; edebiyat hayatına şiirle başlamıştır. O, şiirlerinde önce aruzu, sonra heceyi ve serbest biçimi ustalıkla kullanmıştır. Divan edebiyatının önemli bir nazım biçimi olan rubaileriyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Asya, Türkiye’nin birbirinden güzel 1675 rubai yazmış tek şairidir.
Arif Nihat Asya'nın ilk şiir kitabı 1924'te henüz Dârülmuallimîn-i Âliye'de öğrenciyken yayımladığı "Heykeltıraş" adlı eserdir. Diğer kitapları ilk yayımlanış tarihlerine göre şunlardır: "Heykeltıraş (İstanbul 1340 r.), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (İstanbul 1945), Rubâiyât-ı Ârif (Ankara 1956), Kökler ve Dallar (İstanbul 1964), Kıbrıs Rubâîleri (Ankara 1964), Nisan (Ankara 1964), Emzikler (1964), Duâlar ve Âminler (İstanbul 1967), Kova Burcu (1967), Kubbe-i Hadrâ (1967), Yürek (1968), Avrupa’dan Rubâîler (1969), Köprü (1969), Aynalarda Kalan (1969), Basamaklar (1971), Divançe-i Ârif (1971), Şiirler (1971).
Şair Arif Nihat Asya'nın özgün bir bakış açısıyla kaleme aldığı mensur şiir türünde de şu kitapları vardır: "Yastığımın Rüyası (Adana 1930), Âyetler (Adana 1936)."
Hem şiirde hem de düzyazıda üslûp sahibi, güçlü ve iddialı bir kalem olan Arif Nihat Asya'nın nesir kitapları ise şunlardır: "Kanatlar ve Gagalar (vecizeler 1945), Enikli Kapı (1964), Terazi Kendini Tartmaz (1967), Tehdit Mektupları (1967), Onlar Bu Dilden Anlar (Ankara 1970), Aramak ve Söyleyememek (1976), Kanatlarını Arayanlar (1976)."

Arif Nihat Asya, Türk Edebiyatında Anne Üzerine En Çok Şiir Yazan Şairdir.
Türk şiirinin Ulubatlı Hasan'ı Arif Nihat Asya, daha evvel de belirttiğimiz gibi henüz körpe bir kuzuyken sevgili annesinden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu ayrılığın sebebi ölüm değil, ağır hayat şartlarıdır. Annesi yaşarken annesiz büyümesi onu derinden etkilemiştir. Bunun burukluğunu bir ömür boyu yaşamış, şiir ve hatıralarında bundan sıkça söz etmiştir. Asya, annesiyle ilgili şunları söyler: “Ben hem yetim hem de öksüz büyüdüm. Benim, 1904 yılında Çatalca’nın İnceğiz köyünde doğumumdan 7 gün sonra babam Ziver Efendi vefat etmiş. Daha yedi günlükken yetim kalmışım. Annemi çok zor hatırlıyorum. Hani insanın gördüğü karışık rüyalar var ya işte öyle! Annemin yüzü sisler, bulutlar, beyaz örtüler arkasında. 1908 yılında, annemin kısmeti çıkmış. Evlenip Akka’ya gitmiş. O zamanlar Akka bizimdi. Dedem, annemin evlenmesine itiraz etmemiş; ama beni de ona vermemiş. Annem evden hıçkırıklarla ayrılmış. Dolayısıyla ben dört yaşından itibaren kimsesiz kaldım. Bu ne demektir biliyor musun? Bu bir çocuğun dipsiz bir uçuruma düşmesi demektir.”
Annesizlik acısını ve anne hasretini iliklerine kadar hisseden Arif Nihat Asya, bir ömür öksüz yaşadığı için Türk edebiyatında anne üzerine en çok şiir yazan şair olmuştur. Bazı şairler hiçbir anne şiiri yazmadığı halde onun anne üzerine yazdığı şiirlerinin sayısı 11'dir. Onun şu mısraları annesiz bir şairin yüreğindeki tarifsiz acıları bize bütün çıplaklığıyla yansıtır: "Arif’ine kimler yavrum der anne?/Beni evlât bilmez elbet her anne/Senin evin, senin dizin saadet/Nerde şimdi öyle mes’ut bir anne!/Bir mukaddes kitap gibi öpeyim/İnce solgun ellerini ver anne/Camlarımı kırdı kış âh üşüdüm/Pencereme çarşafını ger anne...”
Yine aynı Arif Nihat Asya "Anne " adlı bir başka şiirinde bir annenin çocuğuna dair içli terennümlerini şiir diliyle söyle ifade etmektedir: "İlk kundağın/Ben oldum, yavrum;/İlk oyuncağın/Ben oldum.//Acı nedir/Tatlı nedir… bilmezdin/Dilin damağın/Ben oldum./Elinin ermediği/Dilinin dönmediği/Çağlarda yavrum/Kolun kanadın/Ben oldum,/Dilin dudağın/Ben oldum.//Lâyık değildim/Lâyık gördüler/Annen oldum yavrum/Annen oldum!"
Yüreğindeki hasretle onlarca anne şiiri yazan Arif Nihat Asya, 1947 yılında, üç yaşından beri haber alamadığı ve öldüğünü düşündüğü annesinin Filistin’in Âkka şehrinde yaşadığını öğrenmiş, eşi ve kızıyla birlikte Âkka’ya annesiyle buluşmaya gitmiştir.

Arif Nihat Asya'nın Mevlevîliği ve "Kubbe-i Hadrâ"
Arif Nihat Asya, 1933'te Üsküdar Mevlevîhanesi'nin son şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'le tanışmış, geçen zaman içerisinde Mevlevilikte şeyhlik makamına kadar yükselmiştir. "Kubbe-i Hadrâ" adlı kitabındaki şiirlerin tamamı Mevlânâ ve Mevlevîlikle ilgilidir. Bu kitaptaki eserler onun en derin ve manevî yönü yüksek şiirleri arasında sayılır.
Aslında Kubbe-i Hadrâ, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin Konya'da yattığı türbedir. Yeşil kubbeli olması, "Kubbe-i Hadrâ" adıyla anılmasına sebep olmuştur.
Kubbe-i Hadrâ, Mevlânâ'dan esintilerin yer aldığı bir şiir kitabıdır. Kitaptaki mistik ve rindane duygular Asya'nın gönül dünyasını açığa vurur; okuyucuları mânâ âlemine götürür. Tasavvufi şiirlerin yer aldığı bu kitapta beyit nazım şekli kullanılmıştır. Ölçü olarak da aruz tercih edilmiştir. Bu şiirlerdeki metafizik duygular ve sonsuzluk özlemi dikkatlerden kaçmaz.
Arif Nihat Asya, bir maneviyat güneşi olan Mevlâna'ya gönülden bağlanmış, onun izini iz etmiştir kendisine. Kubbe-i Hadrâ'daki şu mısralar onun bu yönünü gösterir: "Ne şiir söyledimse hepsi onun/Eserim vâridât-ı Mevlânâ/ Ve hayâtım hayât-ı Mevlânâ."

Arif Nihat Asya'nın Naat'ı Söz Tuğlalarıyla İnşa Edilmiş Bir Abidedir
Arif Nihat Asya'nın Peygamber Efendimizi anlattığı" Naat" şiiri bugüne kadar yazılmış naatların en etkileyicisi ve de yüreğe en çok tesir edenidir. O, bu şiirini sanki bir cezbe hâlinde yazmış gibidir. Zira bu naat Hz. Peygamber'e duyulan hasreti dile getiren coşkun yürek çağlayanları gibidir. Şiirde mâzi, hâl ve istikbal adeta mezcedilmiştir.
Haklı olarak "Bayrak Şairi" olarak takdim edilen Arif Nihat Asya, aynı zamanda bir o kadar da "Naat Şairi"dir. Çünkü onun "Naat"ı en az "Bayrak" kadar derin anlamlı şiirlerinden biridir. Onu sadece "Bayrak" şiiriyle anmak ve tematik tesir alanını sınırlamak doğru değildir.
Asya, "Naat" isimli şiirinde Asr-ı Saâdet'e duyduğu özlemi üst perdeden dillendiriyor. O güzel günlerin geride kalması, yaşanan ân'ın olumsuzlukları onu kederlendiriyor. Şiirine mâzinin tasviriyle başlayan Asya, son peygamber Hz. Muhammed(sav)'in kapısına gelenlerin Müslüman olarak geri döndüklerini hatırlatıyor bizlere. Öyle ki her tarafta tevhit inancının gönülleri coşturan yansımaları var. Dudaklardan dökülen dualar Hakk katında kabule namzettir. Asya, o günleri yaşamayı çok istese de o mesut günler çok gerilerde kalmıştır.
Asya, Naat'ında Peygamber Efendimizi "Abdullah’ın yetimi, Âmine’nin öksüzü, Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülü, göklerin resûlü ve ümmetinin gözbebeği" olarak niteler. Bu şiirdeki gonca ve gül imgeleri Resulullah'ın gençlik ve orta yaşlılığını ifade etmesi açısından özgün benzetmelerdir. Şiirde günümüzden kaçış, mâziye sığınma düşüncesi ağırlıktadır. "Biz bu dünyadan nereye/Göçelim, yâ Muhammed?" dizeleri hâlden şikâyetin ve çaresizliğin ifadesidir. Peygamberimiz İslâm'ı tebliğ yıllarında işler sarpa sarınca Mekke'den Medine'ye göçmüştü. Şair Asya buna telmihte bulunarak ve XX. yüzyıl Müslümanlarının böyle bir imkânının olmadığını üzülerek belirtir. Bugünkü insanlığın gelmiş olduğu noktayı da "Kâbe'ne siyahlar/Yakışmamıştır, yâ Muhammed,/Bugünkü kadar!" dizeleriyle anlatmıştır.
Son nefesine kadar millî ve manevî değerleri şiirine temel yapan Arif Nihat Asya'nın Naat şiiri dışında Peygamberimizi anlattığı başka şiirleri de vardır. Bunlardan biri de "Müjdeler" şiiridir. O, bu şiirinde "Değil insanlara yalnız -ey çağ-/Müjdeler hem yere, hem eşyaya/Ki Muhammed gelecek dünyaya//Müjde Musa ile İsa’ya -bugün/Müjde mağdur edilen Yahya’ya/Ki Muhammed gelecek dünyaya" diyerek Resul'un kutlu gelişini muştulamıştır.

"Ne Demekmiş/“Yasak! ”/İşiniz mi Kalmadı/Yapacak?
Bugünkü gençlik pek bilmese de, ülkemizde uzun yıllar boyunca başörtüsü dramı yaşanmıştı. Kızlarımız sırf başörtüsü taktıkları, dolayısıyla da, sözüm ona, laikliğe aykırı davrandıkları için üniversite kapılarından gerisingeri döndürülmüştü. Bu anlamsız tepki ve ötekileştirme yüzünden kızlarımızın ve ailelerinin psikolojileri bozulmuş, geleceğe yönelik hayalleri tırpanlanmıştı. Bu yasakçı durum ve tutum Arif Nihat Asya döneminde de vardı ki o, bununla ilgili olarak "Başörtüsü" adını verdiği anlamlı ve iğneleyici bir şiir yazmıştır. Bu konuya da duyarsız kalmamıştır. Millî ve manevî yönü fevkalâde güçlü olan, geçmişiyle daima gurur duyan Asya, bahsi geçen şiirinde sert bir üslûpla muhataplarına şöyle demiştir:
"Ne demekmiş/“Yasak! ”/İşiniz mi kalmadı/Yapacak?//Ne diye karışırsınız/Saçımıza-başımıza,/Bizi oyuncağınız mı sandınız/Bakıp yaşımıza?//Sebebini anlatamayacağınız/Çocukça bir devrin hevesinden/Karşınızdaki en güzel portreleri/Mahrum ettiniz çerçevesinden!//Kim demiş, ki:/“Başörtüsüydü o! ”/Başımızın -renk renk-/Süsüydü o!//Altında saçlarımız,/Arkadan, ne hoş sarkardı;/Kimimizde -örgü örgü- sarmaşıklaşır.../Kimimizde, su olup akardı!//Şu, bu nâmına “Yasak! ” demiş/Bulundunuz, tez elden;/Ne olurdu, anlasaydınız biraz da,/Güzellikten, güzelden!// Siz, bizden değilsiniz,/Tanımıyoruz hiçbirinizi,/Çekin başımızdan/Ellerinizi!//Bir gericilik tutturmuşsunuz;/Gericilik değil, Türk'ün köy modasıdır bu.../Üstelik, ninemizin başımızda/Taşıdığımız hatırasıdır bu!//Dediniz: “Çıkacak başınızdan/Başörtünüz! ”/Alın -öyleyse- onunla/Yüzünüzü örtünüz!"
Arif Nihat Asya 71 yaşındayken, çok sevdiği ve ömrünün çeyreğini geçirdiği Adana'nın kurtuluş gününde, 5 Ocak 1975 tarihinde tedavi görmekte olduğu Ankara Numune Hastanesi'nde darü'l bekaya göçmüştür. Asya, öldüğünde çok sevdiği şehirlerden biri olan Mevlâna diyarı Konya'da defnedilmek istediğini belirtse de 6 Ocak 1975 tarihinde başkent Ankara'daki Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Allah rahmet eylesin.

BİR MÜZİK DEHASI ARİF MARDİN ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ

Günümüz dünyasında müzik, hayatımızın bir parçası hâline geldi. Müzik deyince aklımıza gelen büyük isimlerden biri de Arif Mardin’dir. Dünya çapında müzik otoriteleri arasında yer alan bu Türk prodüktör(yapımcı) adından sıkça söz ettirmiştir. Dünya çapında büyük başarılara imza atmıştır. Peki, kimdir yakın zamanda kaybettiğimiz bu müzik dâhisi? Onu biraz da yakından tanıyalım:
Arif Mardin, 1932 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Berklee Koleji’nde müzik eğitimi gören Mardin, Quincy Jones Bursu’nu kazandı. Kariyerine 1963 yılında Atlantic Records şirketinde Nasuhi Ertegün ile çalışarak başlayan Arif Mardin, 1969’da başkan yardımcısı oldu. Ahmet Ertegün ve yapımcı Jerry Wexler ile birçok projede birlikte çalışan Arif Mardin, 2001 yılında Atlantic Records’tan ayrıldı ve kendi markası olan Manhattan/EMI Records için çalışmalara başladı.
Mardin, şarkıcı Norah Jones’u bu dönemde büyük üne kavuşturdu. 40 yılı aşkın sürelik kariyeri boyunca 40 altın ve platin albüm ödülü kazanan Mardin, 15 kez aday gösterildiği Grammy ödülünü 12 kez kazandı. Mardin, Bee Gees, Bette Midler, Diane Ross, Aretha Franklin, Barbra Streisand, Phil Collins, Jewel, Chaka Khan ve son olarak Norah Jones gibi çok sayıda ünlü sanatçıyla çalıştı, prodüksiyon ve müzik aranjmanlarını yaptı. Müzik alanında pek çok kez onurlandırılan Arif Mardin, müzik endüstrisine önemli katkılarından dolayı Şubat 2001’de NARAS (National Recording Academy of Arts and Sciences) Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü de değer görüldü.
Bilindiği gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dünya çapında başarı gösteren Türk sanatçılarına verilen Kültür ve Sanat Başarı Ödülü’ne bu yıl müzik prodüktörü Arif Mardin layık bulunmuştu. New York’ta düzenlenen törende rahatsızlığı sebebiyle bulunamayan Arif Mardin adına ödülü oğlu Joe Mardin almıştı. Mardin artık aramızda değil… Müzik dünyasının efsanevi ismi Arif Mardin 25 Haziran 2006 günü New York’a yaşama gözlerini yumdu. Arif Mardin’in pankreas kanserinden hayatını kaybettiği bildirildi.
Ömrünün çoğunu Amerika’da geçirmesine rağmen Arif Mardin doğma büyüme İstanbulluydu. Türklüğünü her fırsatta ileri süren bir kişiydi. Yani konumu itibariyle kimliğini ve kişiliğini gizlemiyordu. Kendisini Türkiyeli diye tanıtanlara kızıyor ve bu ifadenin düzeltilmesini istiyordu. “Ben Türkiyeli değilim, Türk'üm” diyordu. Türklüğüyle gurur duyuyordu. Bu sıfatın ön planda olmasını istiyordu. Türk olmasına rağmen, kişisel başarısından dolayı önünü kesemiyorlardı. Çünkü Amerika’da müzik işi ondan soruluyordu. Evrensel müzik deyince onun adından bahsetmemek haksızlıktır. O, ünlü bir plak yapımcısı, besteci ve aranjördü. Bu alanlarda rüştünü ispatlamıştı. O, cazın yanında klasik müziğe de çok değer veriyordu. Fakat dünyanın kabul ettiği ve sevdiği müzik alanında daha çabuk yol alabilirdi. O da öyle yaptı ve dünya çapında adından söz edilen bir müzik adamı oldu. Dünyada müzik piyasalarında tanınan ve sevilen Türk müzik adamı olarak tarihe geçti. Dünya müzik tarihi onun adından bahsedecektir.
Aslında Arif Mardin ekonomi eğitimi almasına rağmen müzikte karar kıldı. Genç yaşında Amerika’ya giderek her geçen gün müzik piyasasında adından söz ettiren bir isim oldu. Sonunda Amerika gibi bir yerde ödül avcısı oldu. “Alem” dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda hayata ve müziğe dair pek çok konudaki görüşlerini dile getirmiştir. Bunlardan bir kısmını dikkatinize sunuyorum:
“Türkiye'de en beğendiğim sanatçı olarak Tarkan’ı söyleyebilirim. Dünya çapında birisi. Zaman zaman görüşürüz. Tabii Sezen Aksu’yu da unutmamak lazım. Ben kendisine milli hazine diyorum. Daha çok var ama saymakla bitmez. Caz benim için en önemli müzik türlerinden biri. Çünkü serbest çalınabilecek bir müzik. Solistlere daha çok yaratıcılık tanıyor. 10 yaşındaydım ve anneme Duke Ellington diye biri varmış dedim, çünkü ablalarım dinliyorlar. Beni bir plakçıya götürdü. 1940’lı yıllarda Beyoğlu’nda ‘Sahibinin Sesi’ mağazası vardı. 10 yaşımda oradan ilk plağımı aldım. Müzik dışında hobim var ama artık biraz dizlerim ağrıdığı için ne bisiklete binebiliyorum, ne de yürüyüş yapabiliyorum. Zaman zaman ilginç resimler, karikatürvari şeyler yaparım. Bunun yanı sıra çok kitap okurum.
Bizim İstanbul’da da evimiz olduğu için sık sık gidip geliyoruz. Türkiye’yi tabii çok seviyorum. En başında da İstanbul geliyor diyebilirim. Bütün Amerikalı arkadaşlarımı oraya götürdüğüm zaman, onlar da hayretler içerisinde kalıyorlar. Ne kadar güzel yermiş, ne kadar sıcakkanlı insanlar var, diyorlar. Onun için biz Atatürk’ü unutmayalım. Benim en önemli mesajım bu. Atatürk’ün ilkeleri benim için en önemli şey.”
Müzik ile geçen 74 yıl, 40 yıllık meslek hayatına sığdırılan 12 Grammy ödülü, 40’dan fazla altın ve platin plak... Arif Mardin, Türkiye’nin adını yurt dışında başarı ile duyurmakla kalmayıp prodüktörlüğünü üstlendiği sanatçılar ile neredeyse yarım asırlık Amerikan müzik piyasasına da damgasını vurdu. Müzik sektöründe Mardin’in tezgâhından kimler geçmedi ki... Aretha Franklin, Bee Gees, Chaka Khan, Diana Ross, Bette Midler, Whitney Houston, Phil Collins, Norah Jones bu isimlerden sadece bir kaçı.
Arif Mardin, Türk olduğu için ülkemizin adını yurt dışında duyurdu. Fakat Türk müziğine pek katkısı olmadı. Pek çok dünya müzik yıldızına şirketinin kapılarını açtı, onların elinden tuttu. Nedense herhangi bir Türk müzisyenin elinden tutup onu dünya müziğine takdim etmedi. Dünya hesabına çalıştı hep… Yine de Türk kimliğiyle dünyada ses getiren ve Türkiye’yi dünya gündemine taşıyan bu müzik dehasına Türkiye adına teşekkür ediyorum. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Her nefis ölümü tadacaktır. Bugün O, yarın bizler… Ona göre teyakkuzda olalım. Unutmayalım ki her yaprak daldan düşmeye adaydır.

ŞAİR ARİF DAMAR’IN ARDINDAN
M.NİHATMALKOÇ

Geçen zaman, sert bir rüzgâr misali önünde her ne varsa süpürüp götürüyor. Aramızdan ayrılarak gidenler, hayatımızı eksiltiyor. Yalnızlığımız her geçen gün biraz daha artıyor. Ölüm, gözlerimizin ışığını kısıyor. Bir şair daha hayata kapattı kepenklerini… 85 yaşında bir şiir çınarı olan usta şair Arif Damar, söyleyecek her ne sözü varsa söyledi ve gitti.
Türk şiirinin ana damarlarından biriydi yakın zaman önce kaybettiğimiz Arif Damar… O, 1940 kuşağının önde gelen temsilcilerinden biriydi. İlk şiiri “Edirne’de Akşam” adını taşıyordu. 15 yaşında, toplumcu gerçekçi sanat anlayışıyla yazdığı şiirlerle dikkat çeken Arif Damar, 23 Temmuz 1925 tarihinde Çanakkale ilinin Gelibolu ilçesinin Karainebeyli köyünde doğmuştu. “Arif Barikat, Arif Hüsnü, Ece Ovalı” takma adlarını kullandı. Küçük yaşlarda önce babasını, ardından da annesini yitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’ndeki öğrenimini yarım bırakarak çeşitli işlerde çalıştı. Ant ve Yeryüzü dergilerinin yayın kurullarında görev aldı. “Yön, Papirüs, Türk Solu, Türkiye Yazıları, Milliyet-Sanat Dergisi” gibi çeşitli yayın organlarında yazdı. 1959 Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazandı. 1969’da Suadiye’de Yeryüzü Kitabevi’ni kurup yönetti. 2008 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü; “Bir Gökkuşağı İnerse Nasıl” adlı şiir kitabıyla Arif Damar’ın olmuştu. Arif Damar şiir üzerinde düşünen, poetika geliştiren bir insandı. O, şiirdeki yenilikçiliğini ve şiir hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu:
“1959’a kadar Toplumcu Gerçekçilik’i savunuyordum. Şiirlerim de o tanım içine girer. Fakat ondan sonra sezgilerimle, sürrealist akımın devrimci bir akım olduğunu kavradım. Uzak çağrışım, dolaylı anlatım, imgeleme yaslanan bir şiir anlayışına vardım. O dönemde bu konu ile ilgili kuramsal bir kitap dilimize çevrilmemişti. Yalnızca bazı kitaplarda Marx’tan Engels’ten kısa örnekler sözler vardır. Örneğin Engels şiirde toplumsal mesajın bir elmanın kokusu gibi olması gerektiğini söylemiştir. Marx, Sheakespeare’i ezbere bildiği gibi Latin şairlerini de çok iyi tanırdı. Marx biçime çok önem verirdi; bir şiir için günlerce uğraşırdı.
Toplumcu gerçekçilikte ‘halk için yazmak’ diye bir şey var; ‘halk için yazmak, halkın anlayacağı şekilde yazmak’ diye bir düşünce… Oysa halk için yazmak halkın anlayacağı biçimde yazmak değildir. Yanlış anımsamıyorsam Bretch: ‘Halk için savaşan entelektüeller için de yazmak, halk için yazmaktır.’ demiştir. Bu şekilde yazılmayan şiirler için kapalı şiir diyorlar. Hâlbuki Ritsos, Neruda bizim ülkemizdeki toplumcular gibi mi yazıyor? Şimdi tekrar söylemem gerekirse; ben toplumcuyum, gerçekçiyim; ama toplumcu gerçekçi değilim!”
“Şair Cemal Süreya “Arif Damar, 1940 kuşağı şairleri içinde, şiirini günümüze dek geliştirerek sürdüren, şiirinde değişik aşamalar görülen, bu arada kendine özgü bir şiir dili yaratan sanatçı... Yerde bir kıymık güzellik bulsa, bütün dünya onu görsün ister. Hatta gidip bütün dostlarına telgraf çeker.” diyerek O’nun paylaşımcı ve yenilikçi bir şair olduğunu vurgular. Şair Arif Damar’la aynı çizgide şiir yazan ve aynı dünya görüşünü savunan merhum İlhan Berk ise, kadim arkadaşının şiire yaklaşımını şöyle değerlendiriyordu: “Biliyoruz ki, onca dağ başlarında ateş yakmasına, yıkıntılar içinde dolaşmasına, kapalı çeşmeleri açmasına karşın, bağırmaz şiiri. Hiç mi bağırmaz? Bağırır elbet, ama içten içten işler, yeraltı suları gibi yavaş yavaş baş verir. Bir soğuk demircidir sanki öyle kurumsuz, tok, insancadır.”
Mücadeleci bir insandı Arif Damar… O’nun gelecek endişesi yoktu; zira anı yaşayan bir insandı. Şiir ve yazılarında savunduğu düşüncelerinin bedelini ağır ödemiştir. Önemli bir şair olan Arif Damar, aynı zamanda düzyazılarıyla da tanınıyordu. O, düzyazılarında “Ece Ovalı” müstear(takma) ismini kullanıyordu. Şiirleri kısa olsa da, az sözle çok şey anlatan cinstendi. Yani kelimeleri tasarruflu kullanıyordu. Komünizmin ateşli savunucularındandı. Son nefesine kadar da bu görüşünde sabit ve daim kaldı. Zaman değişse de O’nun dünyaya bakış açısı pek değişmedi. Hayata bakışı evrenseldi. Bir şiirinde “Vietnam için yazmadın dedi Akşit/ Vietnam için şiir yazılmaz/Vietnam için döğüşülür/Vietnam için ölünür” diyerek komünizmi yaşam tarzı olarak kabul eden bir dünyanın dertleriyle dertlendiğini gösteriyor.
Şair Arif Damar yaşadıkça hep yazdı. Fakat daima seçici oldu. Tabir caizse şiirde sürüm yapmadı. O’nun geride bıraktığı zengin bir şiir külliyatı vardır. Kitapları arasında “Günden Güne (1956), İstanbul Bulutu (1958), Kedi Aklı (1959), Saat Sekizi Geç Vurdu (1962), Alıcı Kuş (1966), Seslerin Ayak Sesleri (1975), Alıcı Kuşu Kardeşliğin (1976, toplu şiirleri), Ölüm Yok Ki (1980), Ay Ayakta Değildi (1984), Acı Ertelenirken (1985, seçme şiirleri), Yoksulduk Dünyayı Sevdik (1988), Ay Kar Toplamaz ki (1990, son dört kitabı), Onarırken Kendini (1992), Eski Yağmurları Dinliyordum (1995, seçme şiirleri)” sayılabilir.
Arif Damar şiir emekçisi, titiz bir şairdi. O, bir röportajında “Gitme Kal” adlı şiirini altı ayda yazdığını söylüyor. Bu güzel şiirden bir bölümü paylaşmak istiyorum sizlerle:
“Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir”
Kırk bir yıllık Kadıköylüydü Arif Damar… Denizin, gemilerin, yelkovankuşlarının, martıların, ağaçların ve yaşadığı yerin şiirine ilham kaynağı olduğunu belirtiyordu bir konuşmasında. Hayata pozitif bakan bir kişiydi Arif Damar… Açık sözlüydü. Espri kabiliyeti fazlaydı. Birçok şair ve düşünür gibi O da uzun süre hapishanelerde kaldı. Bununla ilgili olarak verdiği bir röportajda, sıkıntılarla dolu geçmiş günlerine dair şunları söylüyordu:
“Askerden geldikten sonra Türkiye Gizli Komünist Partisi’ne üye oldum. O sırada Mahmutpaşa’da işportacılık yapıyordum. Sonra TKP sanığı olarak 1951’de tutuklandım. “Dayanılmaz” diye bir şiir yazmıştım. 1. Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu, gece yarısı geldi, dedi ki ‘Seni Yeryüzü dergisinde çıkan şiirini daha güzel okuyacağın bir yere götüreceğim’ Beni aldı, tabuta koydu. Çok hoşuma gitti, şiirim canlarını sıkmış diye. Oradan Harbiye Askeri Hapishanesi’ne gitmek bir kurtuluştu. Orda iki’ yıl kaldıktan sonra beraat ettim. Ben hapishanede şair olmadım, şairken hapishaneye girdim. Ahmet Arif de öyle, birlikte yattık. Bütün arkadaşlarım içerdeyken bana ‘tahliyeni iste’ diyorlar. Ben niye isteyeyim, çıksam aç kalacağım. Sonra hâkim beni zorla tahliye etti!... Sonra çeşitli yerlerde çalıştım ama polis sürekli baskı yapıyordu. Bu arada ‘Günden Güne’ kitabım yayınlandı, o da toplatıldı. Yargılandım ama beraat ettim. Bilirkişi ‘Halk bunu anlamaz suç unsuru yoktur’ dedi. Sonra ‘İstanbul Bulutu’ kitabımı yayınladım. Bu kitabımla Yeditepe Şiir Ödülünü, Cemal Süreya ile birlikte paylaştık. Bu ödülden sonra ben legalleştim. Böyle bir faydası oldu bana.”
Arif Damar, toplumsal meselelere duyarlı bir şairdi. İnsanları sevmeyi “büyük hüner” olarak görüyordu. O’nun, bir kısmını aşağıya aldığım “Dayanılmaz” adlı şiiri toplumsal gerçekliğin şiire yansımasıdır. Bu şiir nedeniyle tutuklanmıştır. Bu şiirde anlatılanlar, aslında meselelerimizin bugün de benzer olduğunu, değişenin sadece zaman olduğunu gösteriyor:
“Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana’nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir’in üzümü, fındığı Giresun’un
Samsun’un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.”
Şair Arif Damar’ın 85. doğum günü Caddebostan Kültür Merkez’inde, Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından düzenlenen bir etkinlikle kutlanmıştı. Türk şiirinin önemli bir damarı olan Arif Damar, yetmiş yıldan beri şiir yazıyordu. O’nun adeta bir şiir fabrikası olan yüreği sustu artık… Zira 20 Ekim 2010 tarihinde kalp yetmezliği sonucu İstanbul’da yaşamını yitirdi. Moda Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra son istirahatgâhına gönderildi.
Yayınlandığı Yer: Mortaka Dergisi/Kış 2011

ÇAĞIN VİCDANI: ALİYA İZZETBEGOVİÇ
M. NİHAT MALKOÇ

Bosna-Hersek, "Evlâd-ı Fâtihân" diye tabir ettiğimiz, Anadolu'dan kopup gelen insanların çileler içinde de olsa, hiçbir taviz vermeden şerefiyle yaşadığı kadim coğrafyadır. Buralar Saraybosna’sıyla, Mostar’ıyla, Drina’sıyla adeta bir yeryüzü cennetidir. Bu topraklarda yaşayan insanlar mâzilerini unutmamış, köklerinden beslenmeye devam etmişlerdir. Fakat köklerimizden rahatsız olanlar, onlara rahat yüzü göstermemişlerdir.
Yirminci yüzyılın en büyük dramının yaşandığı yerdir Bosna-Hersek. Zira takvimler yirminci asrın sonlarını gösterirken, dünya medeniyetinin beşiği olduklarını iddia edenler, demokrasinin anayurdu dedikleri Avrupa'nın ortasında vahşet denebilecek bir soykırıma imza atmışlardır. Elinde silah olmayan yaşlılar, çocuklar ve kadınlar Srebrenitsa'da soykırıma tabi tutulmuşlardır. Bu vahşeti uzaktan seyredenler, müdahalede bulunma gereği duymamışlardır.
Bütün bunlar yaşanırken Aliya İzzetbegoviç isminde bir kahraman çıkıyordu meydana. Avrupa'nın ortasında varlık mücadelesi veren mazlum milletine hürriyet düşüncesini ve bu uğurda mücadele etme azmini aşılıyordu. Kısa zamanda halkıyla sımsıkı kenetleniyordu.
Yiğit Aliya, insanların İslâm'ı konuşamadığı ve yaşayamadığı zor bir zamanda Genç Müslümanlar Teşkilatı'nı kurduğunda etrafında sadece 15 kişi vardı. Fakat o, iyi niyetle yola çıktığı için bu sayının çok kısa zamanda yüzlere, binlere, on binlere; hatta yüz binlere yükseleceğine yürekten inanıyordu. Nitekim öyle de oldu. Kartopu büyüklüğündeki kütle, çok kısa zaman içerisinde bir çığa dönüştü; önündeki bütün engelleri yerle bir etti.
Hem devlet hem de dava adamı olan merhum Aliya, bağımsızlığa koşan halkının önündeki bütün engelleri bir bir aştı. Onlara cesaret ve güven verdi. Bosna'ya sahip çıktı. Avrupa topraklarında doğup büyüyen Müslüman bir genç olan Aliya'yı tanımadan ve anlamadan Bosna -Hersek'i anlayamazsınız. O, tabir caizse Bosna'nın kara kutusuydu.
Bilge Kral Aliya; cesareti, iradesi ve dirayetiyle 78 yaşına kadar elif gibi dimdik yaşadı. Baskı ve tehditlere hiçbir zaman boyun eğmedi. Hayata ve hadiselere hep İslâm'ın hakikat penceresinden baktı. Bosna'yı Bosna yapan ruhu yaşadı ve yaşattı. O, İslâm dünyasındaki krizleri sadece görmedi, onlara çözüm yolları da bulmaya çalıştı. Kararlı bir şekilde "Köle olmayacağız" diyerek başta Avrupa olmak üzere, bütün dünyaya haykırdı.
"Bilge Kral" diye adlandırılan Aliya İzzetbegoviç gerçekten de gönül gözü açık bilge bir insandı. Millî ve manevî duyguları fazlasıyla inkişaf etmiş bu özgürlük savaşçısının felsefî bir derinliği de vardı. İslâm'ı üst kimlik olarak gören Bilge Kral Aliya, yirminci asrın önemli Müslüman düşünürlerinden biriydi. "İslâm Deklarasyonu", "Doğu ve Batı Arasında İslâm", "Özgürlüğe Kaçışım/Zindandan Notlar", "Tarihe Tanıklığım", "Köle Olmayacağız", "Geleceği Yenilemek", "İslâmî Yeniden Doğuşun Sorunları" ve "Bosna Mucizesi Konuşmalar" adlı eserleri kaleme alan Aliya'nın aforizma diyebileceğimiz birbirinden kıymetli sözleri de vardır. Aforizma niteliğindeki bu özlü sözlerden birkaçını paylaşmak istiyorum: “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lâzım.”, “Bizi toprağa gömdüler; fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”, “Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”, “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.”, “Sanat için soyunana alkış tutanlar; Allah için giyinene neden zulmeder?”, “İslâm korkakların değil, cesur ve atılgan Müslümanların omuzlarında yükselecektir.” ,“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”, “Allah'ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir.”, “Kuran ve İslâm sadece hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir.”
Doğu'yla Batı arasında sıkışıp kalan bir ülkenin lideri olan Aliya İzzetbegoviç, tarihiyle ve Müslüman kimliğiyle daima gurur duyuyordu. Zira o, tertemiz bir mâzisi olan bir milletin ve medeniyetin mensubuydu. Hıristiyan Avrupalılar, tarihin her döneminde barbarlaşırken Müslümanlar, Kur'an ahkâmından ve İslâmiyet'in merhamet sınırlarından çıkmıyorlardı. Aliya böyle bir iklimde yetiştiği için savaşın da bir ahlâkı olabileceğini düşünüyordu. Geçmişe dair keşke'leri yoktu onun. Atalarının bıraktığı tertemiz mâzi onun başını dik tutuyor; bunu şöyle ifade ediyordu: "Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına."
Bosna-Hersek'in kurucu Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç, komplekssiz bir insandı. Bu yönüyle adeta bir tevazu abidesiydi. O, acılarla büyüyüp olgunlaşmıştı. Adalet duygusu üst düzeydeydi. O, daima zalimlerin karşısında, mazlumların yanındaydı. Sakin ve soğukkanlı olsa da millet ve memleket kavramları geçtiğinde iyice hassaslaşırdı.
Dirayetli bir dava adamı olan Aliya, meselesi olan bir insandı. Fakat meselesi şahsî değil, umumîydi. O, şuurlu bir Müslümandı. Etiket Müslümanı değildi. O, davası Hakk ve hakikat olan bir liderdi. Bu yönüyle dünyevîleşmekten çok uzaktı. “Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel olan ne varsa onun adı İSLÂM`dır.” diyen Aliya, teslimiyetin zirvesiydi.
Osmanlı'yı ve Türkleri çok seven bir insan olan Aliya, Batı'da yaşasa da Doğu'ya ait bir insandı. 1994'te savaş devam ederken bir Alman dergisine şunları söylemişti: "Benim hoşgörüm Avrupa değil, İslâm kökenlidir. Eğer hoşgörülüysem öncelikle ve en çok Müslüman olduğum için, ancak ondan sonra Avrupalı olduğum içindir. Avrupa, parıldayan gerçeklere rağmen kendisini kurtarmaya kesinlikle muktedir olamadığı kuruntulara sahiptir. Örneğin, Bosna'daki bu savaş sırasında, yüzlerce kilise ve cami yıkıldı. Bunlardan bir teki bile Boşnaklar tarafından yıkılmadı, hepsi Avrupalılar tarafından yıkıldı. Türk idarecileri dünyanın en yumuşak yöneticileri değillerdi, ama tüm Hıristiyan halklar ve onların Ortaçağdan kalma en önemli anıtlarının hepsi 500 yıllık Türk idaresi boyunca ayakta kalabildi. Bu bir gerçek. Belgrat'tan fazla uzak olmayan Fruska, Gora Tepeleri'nin meşhur manastırları Türk yönetiminin 300 yılı boyunca ayakta kaldı; ama üç yıllık 'Avrupalı' yönetimine dayanamadı. II. Dünya Savaşı sırasında yakılıp yıkıldılar. Faşizm ve komünizm Asya'nın değil, Avrupa'nın ürünleridir. Ve şimdi bile Avrupa, Balkanlarda faşizmin ortaya çıkışına karşı fazla bir hassasiyet göstermemiştir. Avrupa'ya değer veriyor ve takdir ediyorum; ama kanımca kendisini olduğundan çok daha büyük görüyor." (Tarihe Tanıklığım, s. 196)
Cehaletin, milletlerin felâketine davetiye çıkardığını düşünen Bilge Kral Aliya; ruhu vatan sevgisiyle cilalanmış; bilgili, bilinçli ve duyarlı bir neslin peşindeydi. Böyle bir nesil, aydınlık yarınların teminatıydı aynı zamanda. Ancak böyle bir nesil hürriyetini kazanabilir, kazandıktan sonra da muhafaza edebilirdi. Ona göre çocukların eğitiminde anneler daima baş roldedir. O, bu hususta kadınların eğitimine özellikle vurgu yaparak İslâm Deklarasyonu'nda şöyle diyordu: “Okumamış, ihmal edilmiş mutsuz bir anne, Müslüman halkların yeniden doğuşunu başlatacak ve başarılı bir şekilde devam ettirecek oğulları, kızları büyütemez…”
Hem Doğu'yu hem de Batı'yı çok iyi tanıyan Aliya, Doğu'yla Batı arasında adeta bir köprü vazifesi görüyordu. O, hakkaniyetli bir bakış açısıyla Batılıların çarpık inançlarını eleştirirken, dünya hayatına dair sistemlerini övüyordu. Öte yandan İslâm'ı överken Müslümanları eleştiriyordu. Bu çerçevede 1997’de Tahran’da İKÖ toplantısında şunları söylüyordu: “Açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların bize faydası olmaz; ama acı gerçekler ilaç olabilir… Batı çürümüş değil; güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. İnsan hakları düzeyi yüksek ve sosyal yardım konusunda daha örgütlü. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Bunlar, Batılılardan edindiğim tecrübelerim. Batılıların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. Hakikat, İslâm en iyisi! Ama biz en iyisi değiliz. Batı’dan nefret etmek yerine, onunla rekabet etmeliyiz. Kur’an da bize bunu emretmiyor mu? Hayırlı işlerde yarışın." (Maide 48)” (Tarihe Tanıklığım, Klasik Yayınları s. 414)
Esir bir topluluktan bir millet çıkaran veya inşa eden merhum Aliya mazlum milletlere güç ve cesaret vermiştir. O, 78 yıllık ömrüne birçok güzel örnekler sığdırmıştır. Ümmetin gür sesi Aliya'yı ölümünün 16. yılında rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhu şad olsun.

VAHŞET ÇAĞININ BİLGESİ: ALİYA İZZETBEGOVİÇ
M. NİHAT MALKOÇ

Büyük adamlar, birileri imkânsızlıkları sayıp dökerken onlara büyük bir vakarla tebessüm eden kişilerdir. Büyük adamlar, kuru söylemlerle sınırlı kalmayıp onları eyleme dönüştüren aksiyon insanlarıdır. Onlar inanmışlığın ve dirayetin şahikalarıdır. Onları yaşadıkları zaman içerisinde anlamak ve anlatmak son derece zordur. Ancak dünyadan çekildiklerinde kıymetleri bilinir ve anlaşılırlar. Bu, tarihte hep böyle olmuştur.
Milletlerin darda kaldıkları zamanlarda onları çekip çeviren, top(ar)layıp bir araya getiren ve onlara umut aşılayan müstesna insanlar vardır. Onlar büyük zahmetlere göğüs gererek rahmet kapılarını zorlarlar. Şanlı geçmişlerinin izini kendilerine iz eden bu büyük adamlar, o tunçtan kapıları zorlamakla kalmazlar, büyük bir azim ve kararlılıkla ve de Allah'ın inayetiyle ardına kadar açarlar. Avrupa'nın öksüz çocuğu Bosna-Hersek'in zor zamanlarında ortaya çıkan büyük lider Aliya İzzetbegoviç de bu seçkin insanlardan biridir.
8 Ağustos 1925 tarihinde Bosna-Hersek’e bağlı Bosanski Şamac şehrinde bir beyzade ailenin ferdi olarak, Bosna'nın iki büyük nehri olan Bosna ve Sava'yı gören bir evde doğan Aliya, son asrın en büyük Müslüman düşünürlerinden ve aksiyon adamlarından biri, belki de en önemlisidir. Bosnalı Müslümanların umudu olan Aliya'nın büyük bir şerefle taşıdığı ve günümüze intikal ettirdiği ismi, doğduğu şehirde belediye başkanlığı da yapan, adalet ve dürüstlüğüyle tanınan dedesinden gelmektedir. Babaannesi ise Üsküdarlı bir Türk kızıdır.
Bilge lider Aliya'nın babası Mustafa Bey, oğlunun doğumunun ikinci yılında Saraybosna'ya taşınmak zorunda kalmıştır. Üçü kız, ikisi erkek olan ailenin en büyük ferdi olan Aliya, ilkokulu Sırp öğretmenlerin yoğun olduğu bir okulda okumak mecburiyetinde kalmıştır. Daha sonra Saraybosna'nın en itibarlı okullarından biri olan Birinci Erkek Lisesi’ne girmiştir. O zamanlar bu okulda yoğun bir komünist propagandası yapılıyordu. İstikbal vaat eden gençlerin komünist olması için uğraşılıyordu. Aliya da bu çirkin propagandaların tam hedefindeydi. Genç Aliya yine o dönemde Bergson’un "Yaratıcı Evrim", Kant’ın "Saf Aklın Eleştirisi" ve Spengler’in "Batı’nın Çöküşü" adlı eserlerini okumuştu. Gençliğin ve ergenliğin getirdiği ruh hâliyle bir arayış içerisinde olan Aliya, bu iklimin tesirinde kalarak birkaç sene boyunca bocalamalar ve savrulmalar geçirmiştir. Aliya, okuduklarının ve şahit olduklarının o güçlü tesirinde kalmışsa da, içinde hep var olan, hâl ve hareketlerinde onu frenleyen imanını hiç kaybetmemiştir. "Hatıralar" kitabında “Tanrısız bir hayat benim için tahayyül edilemezdi.” demiştir. Allah'ın olmadığı bir kâinat görüşü ona hep mantıksız gelmiştir.
Başta yönetim olmak üzere, günümüz Müslümanlarına her konuda büyük bir örneklik teşkil eden Aliya İzzetbegoviç, sağlam duruşlu ve istikamet sahibi bir insandı. O, kişiliğinin oluşmasında mühim rol oynayan ve ahlâkî temellerinin özünü teşkil eden dinî terbiyesini, takva sahibi bir kadın olan annesi Hiba Hanım'dan almıştır. Annesi, oğlu namaz sevgisi kazansın diye, onu çok küçük yaşlardan beri sabah namazlarına kaldırırdı. Annesinin merhametli ve vicdan sahibi bir kadın oluşu ve onun eşsiz örnekliği Aliya'da derin izler bırakmıştır. Daha sonra bu izler Aliya'nın çocuklarına da yansımıştır. Zira Aliya bütün yoğunluğuna rağmen iyi bir aile babasıydı. İkisi kız(Leyla, Sabina), biri erkek(Bakir) olmak üzere üç evlât sahibiydi. Kızlarından biri matematik, diğeri dilbilim okumuştu. Bugün Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan oğlu Bakir ise mimardı. Altı da torunu vardı.
1945’te, başında Tito’nun bulunduğu Partizan ordusu Saraybosna’yı alınca genç Aliya geri dönmüş; fakat bu sefer de Sırplar tarafından askere alınmıştır. Aliya, daha evvelki İslâmî faaliyetlerinden ötürü 1 Mart 1946’da 14 arkadaşıyla birlikte tutuklanarak üç yıl kalacağı cezaevine gönderilmiştir. Hapisten çıkınca önce Halida Hanım'la evlenmiş, ardından da yükseköğrenimini ikmal etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede önce Ziraat Fakültesi'nde okumuş, bu okulu yarıda bırakarak Hukuk Fakültesi’ne geçmiştir. 1956’da da Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Genç avukat Aliya, değişik kurumlarda hukuk danışmanlığı yapmıştır.
Aliya, Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra değişik işlerde çalıştı. Karadağ’da büyük bir baraj inşaatında yöneticilik yaptı. 1953'ten 1960’a kadar Niskogradnja-Put şirketi için Karadağ’da, Perucica hidroelektrik fabrikasında şantiye şefliği yaptı. 1963'te avukatlık imtihanını verdikten sonra avukatlığa dönerek büyük firmalarda hukuk danışmanlığı görevlerinde bulundu. “Put” isimli bir inşaat firmasında çalıştı. Bu arada hukuk sınavlarına girerek mahkemedeki stajyerliğini tamamladı. 1981 yılında da iş hayatından emekli oldu.
Adeta kanı kaynayan, Müslüman Boşnaklar için büyük bir aşkla ve şevkle hizmet etmek isteyen Aliya, Hasan Biber aracılığıyla Genç Müslümanlar(Mladi Muslimani) Derneği’ne girmiş, Doğu Bosna'dan gelen mültecilere yardım eden bu derneğin çalışmalarında ve yönetiminde aktif rol oynamıştır. Hatta derneğin "Mücahit" adlı dergisinde yazılar da yazmıştır. Daha sonra gelişen şartlar nedeniyle, Saraybosnalı âlim ve vâiz Mehmed Hanciç’in başkanlığını yaptığı el-Hidâye Derneği’ne geçmek durumunda kalmıştır. Aliya, Hırvatlar tarafından askere alınmak istenince Saraybosna’dan kaçıp Gradacac’a gitmiştir.
Aliya İzzetbegoviç'in dava adamlığında, daha sonra müstakil bir kitap hâline getirilerek okuyucuya sunulan "İslâm Deklarasyonu" metni çok önemli bir yere ve öneme sahiptir. Aliya İzzetbegoviç "Hedefimiz; Müslümanların İslâmlaşması, sloganımız; İnanmak ve mücadele etmek" diyerek 'İslâm Deklarasyonu'nu ilân etmiştir. Bunu yaparken deklarasyonla ilgili olarak şu hatırlatmada bulunmuştur: "Bugün kamuoyuna sunduğumuz bildiri, yabancılara ve şüphe içinde olanlara, İslâm'ın şu veya bu sistemin, şu veya bu düşünce grubunun üzerindeki üstünlüğünü ispatlayacak bir metin değildir. Bildiri, hangi tarafta olduklarını apaçık bir biçimde kalplerinde hisseden ve nereye ait olduklarını bilen Müslümanlara yöneliktir. Bu gibi insanlar için bu bildiri, onların sevgisi ve aidiyetinin ne gibi görevler yüklediği hakkında gerekli sonuçların çıkarılması için bir çağrıdır."
Merhum Aliya İzzetbegoviç'in "İslâm Deklarasyonu" adlı mühim kitabı geniş kitlelerce büyük bir ilgi görerek olumlu ve olumsuz yankılar uyandırmıştır. İktidardakiler bu durumdan rahatsız olarak İzzetbegoviç'i Avrupa'nın ortasında İslâm Cumhuriyeti kurma teşebbüsüyle suçlamışlardır. Geleceğin Bilge Kral'ı olacak Aliya, sırf bu yüzden haksızca ve acımasızca 14 yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir. Daha sonra söz konusu hapis cezası Yargıtay kararıyla 11 yıla indirilmiştir. 1988'de çıkarılan bir afla da serbest bırakılmıştır.
Zulme ve haksızlığa maruz bırakılan Bosnalıların umudu Aliya, 26 Mayıs 1990 tarihinde Demokratik Eylem Partisi(SDA)'ni kurmuş, parti 5 Aralık 1990'da Bosna'da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanmış ve neticede ülkenin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Ancak Aliya 1996' da hastalığı sebebiyle görevini bırakmak mecburiyetinde kalmıştır.
1990'lı yıllarda Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nde bağımsızlık hareketleri baş gösterdi. Bu çerçevede Bosna-Hersek, 1 Mart 1992'de gerçekleştirdiği referandum neticesinde bağımsızlığını ilân etti. Ancak Sırplar bu durumu kabullenemedikleri için Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak katliama başladılar. Vahşet görüntüsünü andıran bu savaşlarda 250 bin insan hunharca öldürüldü. Bir milyonun üzerinde insan da mülteci konumuna düşürüldü. "İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'daki en büyük katliam" olarak nitelendirilen, birkaç gün içinde en az 8 bin 372 Boşnak'ın katledildiği Srebrenitsa Katliamı bu savaşın en çirkin tablosu olarak zihinlerimizdeki yerini hâlâ koruyor.
Bosna'daki katliamın ne zaman biteceği konuşulurken 14 Aralık 1995 tarihinde ABD'nin zorlamasıyla Dayton Antlaşması yapıldı. Bosna-Hersek adına Aliya İzetbegoviç'in, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adına Slobodan Milosevic'in, Hırvatistan adına Franjo Tudjman'ın imzaladığı bu antlaşma neticesinde bu çirkin savaş sona ermiş oldu.
Dayton Antlaşması'yla Bosna-Hersek topraklarının yüzde 51'i Müslümanlara ve Hristiyan Hırvatlara, yüzde 49'u da Sırplara verildi. Ülkenin yönetimi de bu üç halk arasında paylaştırıldı. Bunun yanında Amerika Birleşik Devletleri, Müslümanlara ellerindeki silahları imha etmelerini ve ABD patentli silahları, yedek parçasız bir şekilde satın almalarını şart koştu. Bosna-Hersek, Aliya sayesinde bu antlaşmadan en az zararla çıkan ülke olmayı başardı.
"Büyük Allah'a yemin ederim ki köle olmayacağız" diyerek özgürlüğe olan inancını dile getiren Bilge Kral Aliya, sözünü hayata geçirmek için ömrünü yurdu için feda etmiştir.
Merhum Aliya İzzetbegoviç, baskılara boyun eğmeyen etkin bir siyasetçi olmasının yanında, entelektüel birikimi olan, felsefe ve edebiyata ilgi duyan donanımlı bir düşünce adamıydı. Aliya bu çerçevede, yaşadığı süre içerisinde birçok özgün eser kaleme almıştır. Bunlar arasında "İslâm Deklarasyonu", "Doğu ve Batı Arasında İslâm", "Özgürlüğe Kaçışım/Zindandan Notlar", "Tarihe Tanıklığım", "Köle Olmayacağız", "Geleceği Yenilemek", "İslâmî Yeniden Doğuşun Sorunları" ve "Bosna Mucizesi Konuşmalar" önemli bir yer teşkil eder. Mazlumların ve sessiz çoğunluğun kısık sesini bütün dünyaya duyuran bu kitaplar, dünyanın çeşitli dillerine çevrilmiştir. Böylece başta içinden çıktığı Bosna-Hersek olmak üzere, bütün mazlumların dünyadaki sesi ve o sesin güçlü yankısı olmuştur.
Bosna-Hersek davasının simgesi olan Aliya; söylem değil, eylem adamıydı. Ömrünün en güzel yılları güneşten uzak, küf kokulu cezaevlerinde geçen Aliya; halkının özgürlük savaşına öncülük eden bir yolbaşçıydı. Cesur, azimli ve inançlı bir insan olan Aliya, vakur duruşuyla Bosna Savaşı'na kör ve sağır olan Batı'nın fikrî ve siyasî hücumları karşında hiçbir zaman yılmamıştır. Aksine bu hücumların daha da üzerine gitmiştir. Böylece Batı'nın çürük ipini pazara çıkarmıştır. "Konuşmalar" kitabında bununla ilgili olarak şöyle demiştir:
“Kültür ve insanlık onların yanında değil, bizim yanımızda yerini aldı. Neredeyse bütün savaş teamülleri onlar tarafından ihlâl edildi, bizim tarafımızdan değil. Bu, Avrupa için bir başka sürprizdi. Eğer birileri kutsal şeyleri, köprüleri, kültürel anıtları tahrip ediyor, kadınları ve çocukları öldürüyorsa, Avrupa bunu yapanların ancak Bosnalılar olabileceğini düşünürdü. Neden? Çünkü kitaplarda böyle yazıyor, hayalî tasvirler yüzyıllardır yapılageliyordu. Onların gözünde biz Doğulu atalarımızla birlikte Asyalı bir tür olarak, yarı vahşi insanlarız. Pekâlâ, öyle olsak bile ne değişir? Avrupa’nın medenî bir biçimde davranmalarını beklediği Avrupa kökenli halklar savunmasız insanları öldürdüler, camileri ve köprüleri tahrip ettiler. Biz bunu yapmadık. Bu nedenle, yurtdışına gittiğimde büyük bir gurur duyuyorum. Öncelikle olağanüstü bir cesaret ve direniş örneği gösteren, ikinci olarak da sıkıntılarımızın dehşetiyle yüzleştiğinde bile onuruna gölge düşürmeyen bir halka mensup olduğum için gururlanıyorum.”
Yirminci yüzyılın, özellikle son on yılında kendinden sıklıkla bahsettiren Aliya, Allah'ın yeryüzündeki halifesi konumunda olan her insana kıymet veren ufku geniş bir aydındı. Bu yüzden onun ilgi alanına girenler sadece Müslümanlar değildi. O, bütün mazlumların davasını sırtlamıştı. İnancı ne olursa olsun, bütün mazlumlara kalkan olmuştu.
Merhum Bilge Kral Aliya, uzun sayılabilecek 78 yıllık hayatında hep örnek bir insan, örnek bir lider ve her şeyden önemlisi de örnek bir Müslüman olmaya çalıştı. Avrupa'nın orta yerinde ezilen ve hor görülen Bosna-Hersekli Müslümanlara kutlu bir iz ve rehber oldu.
Bilge lider Aliya, kutlu bir misyon ve geniş bir vizyon sahibiydi. Gönül gözü açık, basiret nazarları keskindi. O, vahşet yıllarından sonra halkına "Unutulan soykırım tekrarlanır" diyerek onları nisyana isyan etme konusunda uyarıyor, uyanık olmalarını istiyordu.
Merhum Aliya İzzetbegoviç örnek hayatıyla, İslâm'dan beslenen nuranî fikirleriyle, bir elif misali dik ve güçlü duruşuyla sadece Bosnalı Müslümanların değil, şuurlu bütün Müslümanların sevgi, saygı ve muhabbetini kazanmış kıymetli bir öncü simadır.
Sözlerimi, Bosna-Hersek'in ilk devlet başkanı Aliya'nın hapishanede tuttuğu notlardan oluşan "Özgürlüğe Kaçışım" adlı eserinde bize hatırlattığı, Siyu yerlilerinin bir duasıyla bitirmek istiyor, gönül göğümüzde bir yıldız olan çağın bilgesine Allah'tan rahmet diliyorum: “İzin ver keremli ellerime. Yarattığın şeyler dokunsun. Sesini duymam için kulaklarımı keskinleştir. Kavrayabilmem için hikmet ver bana. Her yaprağa, her taşa gizemli bir şekilde yerleştirdiğin öğretini. Kuvvet istiyorum, fakat kardeşlerimi ezmek için değil. Sadece en kötü düşmanımı -kendimi- yenmek için. Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyler için bana güç ver. Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için de cesaret. Bir de ikisini tefrik etmek için hikmet."

ŞEHİD-İ MİLLET ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN RÛH-İ MÜBECCELİNE…
M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’un Boztepe’sinde bir büyük zatın mezarı vardır. Şehrin bu yüksek ve hâkim tepesinden Trabzon’u temaşa etmeye gelenlerin ekserisi semaverden demli çaylarını yudumlar da hemen yanıbaşlarında bulunan bu büyük insanın mezarını ziyaret etmeden geri dönerler. Bu kişilerin bunu bilinçli yaptıklarını söylemiyorum. Çoğu kişi Boztepe’deki çay bahçesinin hemen yanında bir mezarın bulunduğunun farkında bile değillerdir. Oysa orada bir Hakk ve hakikat dostu, sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Bu kişi Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’dir.
Güçlü bir iradeye sahip olan Ali Şükrü Bey, İstanbul Meclis-i Mebusan’ından Birinci Büyük Millet Meclisi’ne katılan kişilerden biriydi. Bahriye Binbaşılığından emekli olan Ali Şükrü Bey, İstanbul Donanma Cemiyeti ikinci başkanıydı. İngiltere’de okumuştu.
Merhum Ali Şükrü Bey’le ilgili biyografik bilgilerimizi şöyle bir yokladığımızda O’na dair şu bilgilere ulaşabiliriz: “1884 yılında Trabzon’da doğan Ali Şükrü Bey, 1904’te Bahriye Mektebini bitirmişti. 1909’da kurulan Osman-ı Muavenet-i Milliye Cemiyeti’nin ikinci başkanı olmuştu. Donanma Dergisini çıkarmıştı. İttihat ve Terakkiye karşı tavır takınmıştı. 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Trabzon üyesi olarak seçilmişti.”
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey taviz vermeyen cesur bir insandı. Önünde onca tehlike sıralansa da hak bildiği yoldan asla dönmezdi. Makam ve mevki hırsı yoktu. İslamın değerlerine sıkı sıkıya sarılan bir kişiydi. Haksızlığa asla dayanamazdı. Meclisin en gür sesli hatiplerinden biriydi. İnandıklarını içine atmaz, boynunu asla bükmezdi. Bütün özellikleriyle Karadeniz insanının hırçınlığı, keskin zekâsı ve hakperestliği kimliğinin bir parçasıydı.
Bir dava ve aksiyon adamı olan Ali Şükrü Bey, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde(1920-1923) bir muhalefet grubu olarak ortaya çıkan, II. Müdafa-i Hukuk Grubu görüşlerini açıklamak ve yaymak amacıyla 19 Ocak 1923’te, Ankara’da, “Tan” adıyla bir gazete yayınlamaya başlamıştır. Gazetenin sahibi, grubun meclisteki sözcülerinden olan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Mesul Müdürü İbrahim Hıfzı Bey, Genel Yayın Yönetmeni ise Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay’dı. Ankara’daki Taşcıoğlu binasındaki Ali Şükrü Bey Matbaası’nda basılıyordu. Cumartesi günleri hariç, her gün çıkan gazete dört sayfa olup, fiyatı beş kuruştu. Bu gazetenin ilk sayısında Ali Şükrü Bey yayın ilkelerini şöyle açıklamıştı:
“Gazetenin büyük bir kısmını memleketin hayatî, fikrî ihtiyaçlarına müteallik neşriyata, millî, ilmî mevzulara ve bu yoldaki cereyanlara hasreylemek emelindeyiz. Çünkü bir gazete her şeyden evvel mensup olduğu muhitin ayinesi olmak mecburiyetindedir. Her Türkiyeli, hürdür, hürriyeti taarruzdan masundur. Her türlü hakkına sahiptir. Vatanın muhterem bir uzvudur… Her hususta en büyük muktedamız vatan ve milletin menafi-i âliyesinden(üstün menfaati) ibarettir. Yolumuz hak yolu, millet yoludur Tevfik Allah’tandır.”
Ali Şükrü Bey’in kararlı, inatçı tutumu başının belaya gireceğinin bir göstergesiydi. Nitekim öyle de oldu. Meclis görüşmelerinin birinde bardağı iyice taşırdı. O zaman meclisi Hasan Fehmi Bey yönetiyordu. Gerisini o dönemleri bizzat yaşayan Mahir İz’den dinleyelim: “Başkan ‘Efendim on beş kişi söz aldı, isimlerini okuyorum.’ dedi. Daha liste tamamlanmadan, gözlüklü ve Osmanlı bıyıklı genç bir zât salon kapısının sağ tarafındaki orta köşesinden haykırdı: ‘Reis Bey! Söz istiyorum. Ben üçüncü olarak söz almıştım, sekizinci sırada okudunuz, lütfen sırayı tashih (düzeltiniz) buyurunuz’ dedi. Reis ‘Efendim! Biz burada divan kâtipleri beylerle üç kişiyiz, sizden daha iyi görürüz, listede yanlışlık yoktur.’ deyince; ‘Reis Bey! Ben söylediğim sözü bilirim. Dikkat etmiştim, üçüncü olarak söz almıştım, hakkımı istiyorum.’ dedi. Reis bunun üzerine : ‘Ali Şükrü Bey! Müzakereyi ihlal ediyorsunuz, hakkınızda nizamname-i dâhiliyeyi (iç tüzük) tatbik edeceğim.” dedi. Ali Şükrü, hak istemeye devam edince: ‘Rica ederim Ali Şükrü Bey! Tıkanıklığa sebep oluyorsunuz.’ derken Ali Şükrü Bey salonu terk etmişti.” (Yılların İzi-Mahir İz- İzYayınları)
O akşamdan sonra Trabzonlu Ali Şükrü Bey kaybolmuştu, daha doğrusu kaçırılmıştı.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in şehit edilişi üzerine Ankara alarma geçmişti. O’nu öldürenlerin kim olduğu kulaktan kulağa dolaşıyordu. Ali Şükrü Bey, Topal Osman ve adamları tarafından boğdurularak öldürülmüştü. Topal Osman aslında Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşlarından biriydi. Zira Topal Osman, Trabzon havalisinde Pontosculara karşı yaptığı mücadeleyle tanınıyordu. Çoğu zaman birlikte oturur, çay içer, nargile çekerlerdi.
Ali Şükrü Bey’le Topal Osman sürekli diyalog içindeydi. Çünkü aynı yörenin, aynı iklimin insanıydılar. Birbirlerini ziyaret ederlerdi. Yine günlerden bir gün Ali Şükrü Bey, Topal Osman’ın daveti üzerine Samanpazarı’ndaki evine gitmişti. Odaya girildiği zaman orta yerde tabure gibi küçük bir şey ve karşılıklı arkalıksız hasır örme iki sandalye bulunuyormuş. Osman Ağa kapıya bakan iskemleye geçmiş, Ali Şükrü Bey de karşısındaki iskemleye oturmuş. Nargileler gelmiş. Nargileyi fokurdatırken bir yandan da lakırdı ediyorlarmış. Bu arada kahveler gelmiş. Ali Şükrü Bey kahve fincanını eline alır almaz, Kara Donlu çete efradından dördü yağlı ipi Ali Şükrü Bey’in o eğilmeyen başına geçirmişler. Ali Şükrü Bey o esnada: “Osman! Yaktın beni!” demiş ve bir eliyle oturduğu iskemlenin hasırlarına can havliyle o kadar kuvvetle sarılmış ki ölümünden sonra avucunda o hasır parçaları görülmüş…
Topal Osman, Giresunluydu. Eşkıyalıktan gelmeydi. Emri altında silahlı güçleri vardı. Düzenli ordu kurulmadan evvel elindeki silahlı adamlarıyla düşmana karşı gerçekleştirdiği mücadelelerle tanınıyor, seviliyordu. Çankaya’da resmi muhafız kıtası kurulmadan önce, orada Mustafa Kemal’in koruma vazifesini görüyordu. Yani nerden bakılsa yararlı bir kişiydi. Ama gün geldi işler değişti, çok yakın arkadaşını ısmarlama bir cinayet mantığıyla öldürdü. Fakat ‘Su testisi su yolunda kırılır’ misali birkaç gün sonra da kendisi öldürüldü. Yani Topal Osman’ın yaptığı yanına kâr kalmadı. O’nun da güvendiği dağlara kar yağdı, bu sefer de oyun kendi üzerine oynandı. Öyle ki cesedi Ankara’da Taşhan’ın önündeki meydana asıldı.
Trabzonlu Ali Şükrü Bey yüzbaşıyken istifa ederek siyasete atılmıştı. İttihat ve Terakki’ye karşıydı. Meclis’te sert muhalefetiyle dikkat çeken ‘İkinci Grup’ diye tabir edilen kesimin doğal lideri olarak biliniyordu. Hilafet’in kaldırılması, Lozan Antlaşması ve içkinin yasaklanması gibi konularda muhalefetiyle dikkat çekiyordu. Zira Ali Şükrü Bey’in dinî hassasiyetleri dikkat çekecek derecede barizdi. Meclis-i Mebusan’ın Misak-ı Millî kararlarını almasında O’nun mühim etkisi vardı. İngilizceyi çok iyi bildiği için dünya politikalarından da haberdardı. O, İsmet İnönü’nün bizi Lozan’da hakkıyla temsil edemediği kanısındaydı.
TBMM’de çok sert muhalefet eden Ali Şükrü Bey’in şehit edilişinden sonra O’nun yakın arkadaşları bile bu konu üzerinde konuşmaktan çekinmişlerdir. Çünkü ortam fazlasıyla gerilmişti. İnsanlar Ali Şükrü Bey’den yana görünmekten bile çekinebiliyorlardı.
Hunharca öldürülen Trabzonlu Ali Şükrü Bey, aslında bastırılmış duyguların bir anlamda tercümanı, halkın gür sesiydi. Başkalarının söylemeye cesaret edemediklerini O, yılmadan ifade edebiliyordu. Kendisinde ‘Kral çıplak’ diyebilecek cesaret fazlasıyla vardı.
Merhum Ali Şükrü Bey’in cenazesine kalabalık bir halk topluluğu iştirak etmişti. Aziz naaşı, rengini şehit kanlarından alan bayrağımıza sarılarak top arabasına konulmuştu. Cenaze daha sonra Trabzon’a gönderilerek bugünkü medfun olduğu Boztepe’ye gömülmüştür.
Şehit Ali Şükrü Bey, herkesin düşüncelerini özgürce söylemesi gerektiğine inanmış, kelimenin tam anlamıyla bu uğurda hayatını ortaya koymuştur. Trabzonlular olarak O’nu daha yakından tanımalı, düşüncelerinden istifade etmeliyiz. Trabzon Belediyesi O’nun adını bir caddeye veya bir yere vererek adının unutulmasının önüne geçmelidir. Zira O, Trabzon’un renkli simalarından biridir. O’nu sevmekten, O’nu yaşatmaktan korkmamalıyız. Giresunlular Topal Osman’ı bir millî kahraman olarak kabul ederek bağırlarına basarlar. Topal Osman onlar için önemli bir değerdir. Giresunlular Topal Osman’ı ne kadar önemsiyorlarsa bizler de asıl mağdur olan ve davası için canını feda eden Ali Şükrü Bey’i o kadar önemsemeliyiz.
Ali Şükrü Bey, Türk siyasetinin sembol isimlerinden biridir. O’nun Türk siyasetinde çok mühim bir yeri vardır. Geleneksel ve dinî değerlerin iyice aşındığı bu çağda, fikirlerini O’nun kadar yaşayan ve yaşatan, bunun için canını ortaya koyan kaç siyasetçi vardır?
Trabzon’un Boztepe isimli hâkim noktasından şehri temaşa eden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülüşü Cumhuriyet tarihinin ilk siyasî cinayeti olarak tarihteki yerini almıştır. O dönemde TBMM zabıt kâtibi olan Mahir İz, “Yılların İzi” adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Ali Şükrü Bey’in şehadeti üzerine, kendisi de milletvekili olan dostu Mahir İz hissiyatını, bir kısmını aşağıya aldığım, “Şehid-i Millet Ali Şükrü Bey’in Rûh-i Mübecceline” adlı şu şiirinde dile getirmiştir:
“Ey ruh-ı mübarek! Seni bir sâil-i menhûs
Şehrah-ı hakîkatde şehid eyledi ehsûs…
Bir dest-i mehîn, dest-i şakî, dest-i hiyânet
İhnak ile mahveyledi, kahreyledi, lanet.
Kaalin, kalemi rehberi olmuştu sedâdın,
Her yerde tecellî-i hakîkatdı murâdın.
Kurbân-ı fazîletsin, evet hiç şüphe yoktur,
Mağdûr-ı hakikatsin, evet; âleme Makdûr
İfnâ-yı şehâmet
Tarih ile müsbet
Sen ölmedin asla, ölemez çünki hakîkat!
Hiç görmedi hilkat.
Bir böyle tecellîsini kanûn-ı Hudâ’nın,
Makhûr-ı zebûn olduğunu ehl-i Hûda’nın
Ölmezsin evet, yâd-ı hazîninle yaşarken.
Sen sîne-yi milletde kalırsın ebediyen.
Tahlîd edecek fazlını târih-i milel de,
Destân olacak âleme her darb-ı meselde,
Bir hâdise-i mefhareti şanlı gazânın,
Her yâd-ı gam-engizi birer levha-yı nefrîn
Bir âteş-i per kîn.
Ey her sesi bir vecd-i hamiyetle hurûşân,
Fikr uğruna, hak uğruna, nûr uğruna kurbân!
Mefkûre vü dînin/Her azm-i metînin
Etvâr-ı tecellîsini ta’yîn eder ancak
İcâz ü fesâhatla o bir tek hecedir: hak!...
Ey arz-ı fecâyi’deki nâkûs-i mezâlim,
Her darbesi bir umde-i hürriyeti hâdim!
Her sayha-i şûmun
Mat’unu umûmun.”(4 Nisan 1339/Rûmî -1923)
Muhalefet dün olduğu gibi bugün de nerden baksan risklidir. Muhalif olanlar her şeyi göze alabilmelidir. Muhalif görüşleriyle tanınan Ali Şükrü Bey de bunun farkındaydı; fakat bu yolda yürümeye, doğru bildiklerini gür bir sesle haykırmaya kararlıydı. Nitekim öyle de yaptı. Neticede derin hesaplaşmaların kurbanı oldu. Fakat milletin ve Hakk’ın huzurunda büyüdükçe büyüdü. Bu millet hakikatlere ses verenleri, canını ortaya koyanları unutmadı, unutmayacak…
Trabzonlular hemen yanıbaşlarında medfun, Cumhuriyet tarihinin en büyük muhalif seslerinden biri olan Ali Şükrü Bey’i yeterince tanıyorlar mı? Bu soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değildir. Çünkü gençlerimiz, genel anlamda insanlarımız ne idüğü belirsiz magazin haberleriyle ilgilenmekten böyle ciddi meselelere yeterince zaman ayıramıyorlar.
Ali Şükrü Bey, Trabzon’un yiğit evlatlarından biridir. O, hak bildiği yolda ısrarla yürüyen, kellesini koltuğuna alabilmeyi göze alan, Karadeniz kadar hırçın ve delikanlı bir kişidir. O, bu iklimin çocuğudur. O, şimdi Boztepe’de çok sevdiği Trabzon’u temaşa etmekte. Bu Hakk dostuna Allah’tan rahmet dilerken, manevi huzurunda saygıyla eğiliyorum…

HAKK VE HAKİKAT YOLCUSU ALİ KEMAL SARAN’IN ARDINDAN
M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’da Hizmet gazetesinde haftada üç gün yazı yazan bir insanım. Kolay değil haftada üç yazı çıkarmak… Bazen konu sıkıntısı çektiğimiz de oluyor. Cumartesi sabahı, ‘Önümüzdeki pazartesi günkü köşem için bugün ne yazsam’ diye düşünürken bir yandan da Trabzon haber sitelerini dolaşıyordum. Haber sitelerinin birinde “Trabzonlu Müftü Kaza Kurbanı…” başlıklı bir haberle karşılaştım. Üzerime kaynar suların dökülmesine, canımın iyice sıkılmasına yol açan haberde şu bilgilere yer veriliyordu: “Alınan bilgiye göre, Malatya Valisi Ulvi Saran’ın babası emekli Müftü Ali Kemal Saran(76), İstanbul’da yaya olarak yürüdüğü esnada bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybetti. Haseki Hastanesi’ne kaldırılan Saran’ın cenazesinin 11 Aralık Cumartesi günü uçakla Trabzon’a götürüleceği ve burada toprağa verileceği bildirildi…” Bu acı haberi okuduktan sonra dudaklarımdan gayri ihtiyari olarak dökülen ilk cümle ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun- Her nefis ölümü tadacaktır” oldu.
76 yaşında iken İstanbul’da geçirmiş olduğu elim bir trafik kazası sonucu ebediyete intikal eden Ali Kemal Saran, Trabzon için adeta canlı bir tarihti. Bakmayın siz 76 yaşında olduğuna, O’nun yüreği 18 yaşındaki bir gencin yüreği gibi heyecan doluydu. Keza hiç boş durmazdı, daima hareket halindeydi. Canlı, diri ve güçlü bir karaktere sahipti.
Beklenmedik bir zamanda yürekleri acıya boğarak aramızdan ayrılan Ali Kemal Saran, geçen hafta yine İstanbul’da bir trafik kazasında Hakk’a kavuşan emekli müftülerden Ali Şükrü Sula’nın cenazesine katılmak üzere İstanbul’a gitmişti. Merhum Ali Şükrü Sula, yatsı namazına giderken bir minibüsünün çarpmasıyla hayatını kaybetmişti. O’nun cenaze töreninde bulunmak için Trabzon’dan İstanbul’a giden Ali Kemal Saran da ne yazık ki aynı akıbeti yaşayarak aramızdan ayrıldı. Bir hafta içerisinde Trabzonlu iki güzel insan, iki emekli müftü, iki dost Çaykaralı dünya gurbetinden asli yurt olan ahrete göçtü. Kaderin tecellisi işte… Bizim olan yaşadığımız andır. Kimin nerede, nasıl, ne zaman öleceği belli değil…
Ölüm bir hatime değil, aksine bir mukaddimedir bizler için... Yani o bir son değil, ebedi hayatın ilk basamağıdır. Ölümsüzlük ancak ten yükünden kurtulmakla gerçekleşebilir. Durum bu iken, bedenin ağırlığından kurtulup ruhun hafifliğine kavuşanlara niçin üzülürüz?
Ölüm, ölümsüzlüğe kanatlanmaktır aslında… İnsan ancak ölünce ölümsüzlüğü yakalar. Ölüme Mevlana’nın gözüyle bakanlar, onu bir şeb-i arus(düğün gecesi) olarak görürler. Ölüm ki fanilikten bakiliğe çıkan yoldur. O, ruhları fena âleminden beka âlemine çıkaran kutlu bir köprüdür. Vakti gelen, bu kutlu köprüden geçerek selamet sahiline ulaşır. Ulaşılan yerin selamet sahili mi, yoksa ateş mi olduğu yaşadığımız hayatla doğrudan ilgilidir.
Ölümden kaçmak mümkün olmadığına göre ona her daim hazırlıklı yaşamalıyız. Toplumcu şiirin en önemli ismi kabul edilen Nazım Hikmet, bir şiirinde “ibret al, deli gönlüm,/demir sandıkta saklansan bulur seni /ak taş ardında Kara Yılan’ı bulan ölüm.” diyor. Resulullah’ın ‘hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalışınız’ sözünü hayat felsefesi edinmeliyiz. Yunus’un dediği gibi ‘Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil’
Üstad Necip Fazıl Kısakürek ne güzel söylemiş ölüm için: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber.../Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...” Yüce Allah, kainatı Hazreti Peygamber’in yüzü suyu hürmetine yaratmış… O öldüyse ölüm güzel demektir.
Şair Cemal Süreya, bir şiirinde “ölüyorum tanrım/bu da oldu işte/her ölüm erken ölümdür/biliyorum tanrım/ama ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir…/üstü kalsın…” diyordu. Gerçekten de ölen kişinin yaşı kaç olursa olsun “Her ölüm erkendir”. Kişi yaşadığı günü bilir sadece... Geçen günlerin tozlu hatıraları kalır geride. Fakat takdir, bize bu can emanetini teslim eden Allah’a aittir. O verir, o alır ancak… Lütfu da, kahrı da hoştur O’nun…
Ne mutlu bir gül bahçesine girercesine sıcak bir anne kucağı misali ölümün kollarına atılanlara!… N e mutlu ölüm korkusunu ebediyet arzusuyla öldürebilenlere!... Bize bir nefes kadar, şah damarımız kadar yakın olan ölüm; faniliğimizi silip süpürüp bizi ebedileştirecektir.
Trabzon’un güzel simalarından biriydi bir trafik kazasına kurban verdiğimiz Ali Kemal Saran… O’nun hayatından bazı mühim kesitleri sizlere sunmak istiyorum:
“15 Mayıs 1934 yılında Çaykara’nın eski ismiyle Hopşera, yeni adıyla Akdoğan köyünde dünyaya gelen Ali Kemal Saran, bereketli ömrünü Kur’an hizmetine adamıştı. Muhammet ve Havva çiftinin dört çocuğunun üçüncüsüydü. Kamil Yakut Hoca’dan ve Ahmet Hoca’dan Kur’an okumayı öğrendi. Hacı Mahmut Hoca ve Hacı Ahmet Efendi’den hafızlık eğitimi almıştır. İlköğrenimini Çaykara İlkokulu’nda sürdürürken aynı zamanda köyünde hafızlık eğitimine devam etti. 1950 yılında vapurla İstanbul’a bir seyahat yaptı. Burada Kadıköy Osman Ağa Camii İmam-hatibi Hasan Efendi’den kıraat dersleri aldı. Bir yıl sonra Bursa’ya gitti ve bir süre sonra memleketine tekrar geri döndü. O yılın ramazanında Samsun’a giderek mukabele okudu. Orada başta “Büyük Cihat Gazetesi” yazarı Cevat Rifat Atilhan olmak üzere birçok kişiyle tanıştı. Ayrıca şehri ziyarete gelen, Sebilürreşat Dergisi başyazarı Eşref Edip ve Büyük Doğu Dergisi’ni çıkaran şair Necip Fazıl ile görüşme imkânı buldu. 1953’ün ramazanında ise mukabele okumak için Zonguldak’a gitti.
Saran, 1952 yılında Haranikas Medresesi’nde başladığı Arapça ve ilim tedrisatını 1956 yılında tamamlayarak Hacı Hasan Ramız Yavuz Efendi’den icazet aldı. 1957 yılında Diyanet İşleri Teşkilatı’nca açılan müftülük ve vaizlik imtihanını kazandı. 1958 yılında askerlik görevini Amasya ve Sarıkamış’ta ikmal ettikten sonra Konya Cihanbeyli Müftülüğü’ne atanarak meslek hayatına başladı. Zaman zaman Ankara’ya gittiğinde şair-yazar Osman Yüksel Serdengeçti ve Türk Yurdu Dergisi başyazarı Prof. Dr. Osman Turan’la sohbetlerde bulunurdu. 1960 yılında Ankara ve Konya’da Bediüzzaman Said Nursi ile görüştü. 27 Mayıs 1960 Darbesi sırasında izinli olarak memleketi Çaykara’da bulunan Ali Kemal Hoca, daha sonra görev yerine döndüğünde aleyhine başlatılan bir kampanya sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Çankırı’nın Orta ilçesine atandı. Ali Kemal Hoca sırasıyla Çatalzeytin, Bartın, Arsin, Pasinler, Görele, Zara müftülükleri ve Maçka vaizliği görevlerinde bulundu. Bu görevdeyken 12 Eylül 1980 Darbesi’ne de tanık oldu. Üç yıl süren Maçka vaizliği sırasında İlahiyat öğrencilerine Arapça, tefsir ve fıkıh dersleri verdi. Ali Kemal Hoca görev yaptığı yerin ihtiyacına göre cami ve mescitlerin inşası ve tamiratında, mesleki eğitim ve Kur’an kurslarının açılmasında, İmam-Hatip Okullarının yapımında öncülük etti. Ayrıca cemaat ve meşrep farklılığı gözetmeden sohbetlere katıldı, dersler verdi, öğrenciler yetiştirdi.
Saran, resmi görevi esnasında dışarıdan bitirme imtihanlarına girerek ortaokul ve liseyi tamamladı. Din görevlileri Federasyonu’nun yönetiminde birkaç kez görev aldı. 1982 yılında emekli olduktan sonra kısa bir süre tekstil ağırlıklı olarak ticaret faaliyeti yürüttü. Aynı yıl ramazan ayında Ahmet Yaşar Hoca’nın da bulunduğu bir kafileyle karayoluyla umreye gitti. Bağdat ve Basra’yı ziyaret etti. 1984-2002 yılları arasında çeşitli derneklerin davetlisi olarak gittiği Avrupa ülkeleri, ABD ve Kanada’da aralıklı olarak dini hizmetlerde bulundu. Meslek hayatı ve emeklilik dönemi boyunca yürüttüğü ilmi hizmetler, hayır işleri ve dernek çalışmalarıyla sosyal alanda aktif bir biçimde yer almanın yanında çeşitli gazete ve dergilerde makale ve köşe yazıları yayınlandı. Ali Kemal Saran’ın biri telif, ikisi tercüme, biri şiir kitabı olmak üzere yayınlanmış beş eseri bulunmaktadır.”(İz Bırakanlar-Hilal TV)
Trabzon’un gül yüzlü simalarından Ali Kemal Saran; düşünen, düşüncelerini ifade ederek insanlarla paylaşan bir insandı. O’nun, Hakk ve hakikatin emrine amade güçlü bir kalemi vardı. Geçtiğimiz yıllarda “Omuzumda Hemençe/Cumhuriyet Devrinde Bir Medrese Talebesinin Hatıraları” adlı bir hatıra kitabı kaleme almıştı. 450 sayfadan meydana gelen söz konusu kitap 2009 yılında Kurtuba Yayınları’ndan çıkarak okuyucuyla buluşmuştu. Merhum Ali Kemal Ağabey, bahsi geçen kitabının içeriğiyle ilgili olarak şöyle diyordu. “Burada yer alan hatıralar, kendimi bilebildiğim erken çocukluk dönemimden başlayarak yakın zamana kadar uzanan yaklaşık 70 yıllık bir ömrü kapsıyor. Bu uzun zaman dilimi içinde, çocukluğumun sisler içinde kalan sibyan mektebinden ve medrese talebeliğinden başlayarak, Anadolu’nun birçok yerinde yürüttüğüm müftülük görevlerine ve uzun süren emeklilik dönemimde yaşadığım cemiyetçilik tecrübelerine kadar, acı tatlı pek çok yaşanmış olay var.”
Merhum Ali Kemal Saran, güler yüzlü, hoş sohbetli bir insandı. Elinden geldiğince herkese yardım eder, düşkünlerin elinden tutup onları kaldırırdı. O, 76 yıllık ömrüne nice hayır ve hasenat sığdırdı. Şimdi ondan geriye puslu hatıralar kaldı. Hayat böyledir işte…
Bundan bir ay evvel Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde Trabzon’un fetih yıldönümüyle ilgili bir “Fetih Sohbeti” programı gerçekleştirilmişti. Trabzonlu araştırmacı- yazarlar Mustafa Yazıcı ile Hüseyin Albayrak, Trabzon’un fethini konuşmuşlardı. Öğle saatlerinde gerçekleştirilen bu programı takip edenler arasında ben de vardım. Program çıkışında değerli insan Muhammet Yavruoğlu’yu gördüm. Yanında da Ali Kemal Saran Ağabeyimiz vardı. Ayaküstü konuştuk bir süre… Sonra söz dönüp dolaştı gazeteci dostumuz Nevzat Yılmaz’a geldi. Bir trafik kazasına karışan dostumuz Nevzat Yılmaz, Bahçecik Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordu. Kısa sohbetimizde bu ortak dostumuzu ziyaret etme kararı aldık. Fakat bunun için savcılıktan izin almak gerekiyordu. Ortahisar’dan Adliye Sarayı’na kadar ben, Muhammet Yavruoğlu ve dost insan Ali Kemal Saran Ağabey yürüdük. Ali Kemal Ağabey bir ay önce Ahi Evren Kalp ve Damar Hastalıkları Hastanesi’nde önemli bir kalp ameliyatı geçirmişti. Onun için elimizden geldiğince yavaş yürümeye çalışıyorduk.
Yol boyunca hem yürüyor, hem de sohbet ediyorduk. Ali Kemal Ağabey’in olduğu ortamda sohbet malzemesi bulma sorunu olmazdı. Öyle hoş sohbetlere daldık ki yolun nasıl bittiğini anlamadık. Adalet Sarayı’na girip cezaeviyle ilgilenen savcının odasına vardık. Savcıyla tanıştık, isteğimizi ilettik kendisine. Bilindiği gibi Ali Kemal Saran Ağabey, Malatya’nın şimdiki valisi Doç. Dr. Ulvi Saran’ın babasıdır. Muhammet Yavruoğlu Bey, Ali Kemal Ağabey’i savcıyla tanıştırırken “Malatya Valisi’nin babası…” deyince Saran “Buna gerek yok, niye söyledin ki…” şeklinde serzenişte bulundu. Çünkü Ali Kemal Saran Ağabey kendini ön plana çıkarmayan, hoş tabiatlı, adeta bir toprak kadar mütevazı bir insandı.
Savcıdan izin aldıktan sonra, Bahçecik Cezaevi’ne gitmek üzere dışarı çıktık. Muhammet Yavruoğlu Bey’in amcası, karikatürist ve yazar Harun Yavruoğlu’nun babası hastanede yoğun bakımdaydı. Muhammet Bey öncelikle oraya gitmesi gerektiğini söyledi. Biz de onunla gidecektik ama bir ay önce çok ağır bir kalp ameliyatı geçirdiği için henüz nekahet döneminde olan Ali Kemal Saran Ağabey’i yormak istemedik. Bir saat sonra Atapark’ta buluşmak üzere Muhammet Bey’i hastaneye gönderdik. Ali Kemal Saran Ağabey’le Atapark’a doğru yürürken Hamza Paşa Camii’nin önünden geçiyorduk. İkindi namazını kılmamıştık henüz… Onu hatırlattım Ali Kemal Ağabey’e… O da kılmamıştı ikindi namazını… Camiye vardık. İkindi namazını orada cemaatle eda ettik. Cami çıkışında hemen bitişikteki mezarlıktaki ölülerin ruhuna Fatiha okuduk. Oradan yürüyerek Atapark’a geçtik.
Saran Ağabey bir ay önce ağır bir kalp ameliyatı geçirdiği için sendeleyerek yürüyordu. Fakat bunu mesele etmiyor, benden daha hızlı gidiyordu. Atapark’ta bir markete uğradık. Ali Kemal Ağabey oradan, ziyaret edeceğimiz arkadaşa götürmek üzere muz aldı. Epey yürüdüğümüz için yorulmuş, terlemişti. Su aldı, bana da bir şeyler almak istedi. Ben de bir soda içebileceğimi söyledim. Bana bir soda ısmarladı. Aldığı muzlardan birini ikiye böldü; yarısını bana verdi, yarısını kendisi yedi. O, paylaşmayı seven, çok cömert bir insandı.
Muhammet Yavruoğlu’yla Atapark’ta buluştuk. Fakat Bahçecik’e gidecek araba bulmakta zorlandık. Ali Kemal Saran Ağabey “Ben bir taksi tutayım, ücreti ne ise ben veririm” dedi. Kendisine buna gerek olmadığını, minibüsle gidebileceğimizi söyledik. Bir müddet sonra da minibüs geldi. Ali Kemal Saran Ağabey’le Yavruoğlu minibüsün önünde oturdu. Minibüs parasını da kendileri verdi. Nihayet Bahçecik Cezaevi’ne vardık. Sıkı bir aramadan sonra ortak dostumuz Nevzat Bey’i ziyaret ettik. Yarım saatlik ziyaretten sonra geri döndük. Ben Bahçecik’ten yürüyerekYenicuma’ya geçtim. O yüzden tekrar görüşmek üzere orada birbirimizle vedalaştık. Fakat bu benim Ali Kemal Saran Ağabey’le son görüşmem oldu. Trabzon’un en renkli simalarından biriydi. O’nu çok özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.

YİĞİT DAVA ADAMI ALİ METİN TOKDEMİR
M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm nihai kaderimizdir. Tüm insanlar bu ölüm durağına uğramak zorundadır. Öyle veya böyle muhakkak bir gün ölüm yolcusu olacağız. Nitekim Cenab-ı Hakk, Nisa Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (Nisa Suresi, 78. Ayet)
Dünya bir mezradır. Peygamberimizin deyimiyle, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Bu tarlaya ne ekersek onu biçeceğiz. Hiç kimse ebediyen kalmayacaktır bu fani âlemde. Rabbimiz bu hakikati Enbiya Suresi’nde şöyle zikrediyor: “Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar?... Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya Suresi, Ayet: 34–35).
İnsanlar ölümü düşünmemek için eğlence ve zevk âlemine sığınıyorlar. Oysa gerçeklerden kaçılmaz. Ölümden ne kadar kaçarsanız kaçın, o sizi takip edecektir. Âlemlerin Rabbi Allahü Tealâ bu konuda şu çarpıcı ifadeleri zikrediyor: “De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma Suresi, 8. Ayet)Bu ayet-i kerimeler ölüm konusunda çok hassas olmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Her an hazırlıklı olmalıyız ölüme…
Ölüm insanlık tarihi boyunca güncelliğini hep muhafaza etmiştir. Bundan sonra da güncel olmaya devam edecektir. Çünkü ölüm ölmüyor. Melekü’l-mevt daima canları kabzetmekle meşgul… Azrail ruhları ölümsüzlüğe taşıyor. Daha doğrusu ölümsüzlük diyarına bilet kesiyor. Hepimiz bu gişeye er geç uğrayacağız. Bu gişeye giden yollar çok değişiktir. Fakat bütün yollar ölüm kavşağına varır. Ölüm vakti gizlidir; iyi ki de öyledir. Bu an gizli olmasaydı, insanlar korku ve telaş içinde yaşarlardı. Sebepler ölümü sevimli kılıyor.
Yiğit dava adamı Ali Metin Tokdemir de Allah’ın emrine uyup genç yaşında Hakk’a yürüdü. Bilindiği gibi kıymetli insan Ali Metin Tokdemir 8 Aralık 1995 günü Gümüşhane-Trabzon karayolu üzerinde geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu Allah’ın rahmetine kavuşmuştu; dünyayı arkada bırakıp Yaradanına sığınmıştı. 11 yıldan beri aramızda yok…
Ülkücü camianın efsanevî isimlerinden olan A. Metin Tokdemir, 21 Haziran 1959 yılında Kelkit’te doğmuştu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamlayan Tokdemir, Eskişehir İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun olmuştu. Tokdemir çalışkan ve mücadeleci bir dava adamıydı. Otuz altı yıllık kısa ömründe çok büyük işler yaptı. Siyasete küçük yaşlarda giren bu muhterem insan, Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği ve Ülkü Yolu Derneği’nin Aydın şubesinde görev yaptıktan sonra Eskişehir Ülkü Ocakları Başkanlığı’na getirildi. Üniversite yılları siyasetle iç içe geçti.
Merhum A. Metin Tokdemir Türk-İslam ülküsünü rehber edinen ve aksiyon haline getiren kâmil bir insandı. Küçük politikalar onu tatmin etmiyordu. Büyük düşünüyordu. Onun için de küçük ve çıkarcı politikalara alet olmuyordu. Bencillik denen manevî hastalıktan çok uzaktı. Kendini Allah ve Resulü Ekrem’in davasına adayan Tokdemir, yaşadığı müddetçe Allah rızası için gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır.
Davasına yönelik görevlerini harfiyen yerine getiren A. Metin Tokdemir, Türklük âleminin lideri merhum Alparslan Türkeş tarafından Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’na getirilerek ödüllendirilmiştir. Pek çok üstün meziyetlere sahip olan Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini başarıyla yürütmüştür. Bu süre içinde küfrün bütün oyunlarını bozan Tokdemir, ülkücü gençliğin oluşmasında aktif roller üstlenmiştir.
A. Metin Tokdemir, Mevlana’nın ifadesiyle, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, ilmiyle amil bir müslümandı. İnançları için tüm zorluklara göğüs geren Tokdemir, azimli ve cesaretliydi. Çok güçlü bir hitabeti vardı. Kitleleri arkasından sürükleyecek maharetlere sahipti. Ömrü yetseydi Türkiye onu çok konuşacaktı.
Cesur dava adamı A. Metin Tokdemir, sözden çok, yaşantısıyla davasını savunmuştur. Yaşadıklarıyla gençlere örnek olmuştur. Anlattıklarıyla yaşadıkları asla çelişmemiştir. O iman, aşk, aksiyon ve karakter adamıydı. Kendi milletini ‘efendi’, diğer milletleri ‘köle’ gören anlayışa karşıydı. Bütün insanlığın, İslam âleminin ve Türk dünyasının gerçek bağımsızlığını arzuluyordu. 19–20 Ocak 1990 tarihlerinde Azerilerin Bakü’deki Azatlık Meydanı’nda Rus tankları altında ezildiği sırada, Türkiye genelinde düzenlediği Organize Tel’in Mitingleri’yle Türk milletinin gönlünde taht kurmuştu. Onun bu hareketi geniş kitleler tarafından desteklendi. Onun sayesinde Türk soydaşlarımız, haklı davalarını geniş platformlarda duyurabilme imkânına kavuştular. Tokdemir’in bu örnek hareketleri soydaşlarımızın mücadele gücünü ve azmini artırdı.
Bunun yanında onun Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptığı dönemde Bulgaristan’daki Türk soydaşlarımıza değişik işkenceler yapılıyordu. O, bu olayların üzerine yiğitçe gitti. Bulgar zulmünü Türkiye gündemine oturttu. Onun sayesinde pek çok soydaşımız rahat bir nefes aldı. Bazıları ise Türkiye’ye sığındı.
Tokdemir aydın bir insandı. İyi bir kültürel altyapısı vardı. Her fırsatta kitap okurdu. Özellikle siyaset teorileri ve analizleri üzerinde engin bir bilgi birikimine sahipti. Olayları çok iyi analiz etme becerisi vardı. Bunu hem çok okumasına, hem ileri görüşlülüğüne hem de tecrübesine borçluydu. Türk-İslâm ülküsünün içeriğini fevkalade bilir ve gençlere aktarırdı. Sıradan sloganlardan ve içi boş ifadelerden haz almazdı. Ülkücülerin aydın insanlar olması gerektiğine inanırdı. Bunu sağlamak için ocak seminerlerine ağırlık verirdi. Türk-İslâm Sentezi ifadesini sevmezdi. Onun yerine Seyyid Ahmet Arvasi’nin eserine de ad olan ‘Türk-İslâm Ülküsü’ tabirini kullanırdı. Sentez, yalından karmaşık olana, külliden cüziye, zorunludan olasıya, ilkeden onun uygulanmasına, genel yasadan bireysel duruma, nedenden etkiye, öncülden varılan sonuca giden düşünme biçimi, bireşim ve terkip demektir. Oysa ülkücülerin davası İslâm’ın ta kendisiydi. Bunu sentezi olamazdı.
Ali Metin Tokdemir müthiş bir enerji sahibiydi. Ülkemizi Edirne’den Kars’a Sinop’tan Anamur’a kadar baştanbaşa dolaşmıştı. Fakat onun yaptığı turistik gezi değildi. O insanların mefkûre sahibi olması için çabalıyordu. Gençlerin çağın bataklığına düşmemesi için uğraşıyordu. Türklüğün zilletten kurtulması için koşuşturuyordu. Etkili hitabetiyle kitleleri heyecana sevkediyordu. Vücut dilini çok iyi kullanıyordu. Hakikat adına bildiği ne varsa, yerinde ve zamanında olmak kaydıyla, onu gönüldaşlarıyla paylaşıyordu. Tabir caizse o bir deryaydı. Fakat zaman o deryadan fazlaca nasiplenmemize müsaade etmedi.
Türklüğe ve Müslümanlığa hizmet edenlerin yanındaydı hep… Tarihî kişiliklerin unutulmaması için gayret sarfediyordu. Bu davaya hizmet edenlerin hatırlanması gerektiğine inanıyor, ülkünün temel taşlarının nisyan bulutları içerisinde kaybolmaması için çırpınıp duruyordu. Onun vefası meşhurdu. İnsanların vefasızlığını içine sindiremiyordu. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz ne kadar manidardır: “Ahde vefasızlık imansızlıktır.” Bu söz sanırım bu husustaki her şeyi ifade etmek için yeterlidir. Yine onun “Unutmak tükenmektir” veciz sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bununla alakalı olarak her yıl Mayıs ayının son haftasının “Ülkücü Şehitler Haftası” olarak kutlanması fikri ondan gelmişti.
‘İnsan ektiğini biçer’ derler. O, vefa ekmişti yaşadığı müddetçe… Ülkücüler onun ektiği tohumları yeşertti. ‘Ali Metin Tokdemir’ bir abide şahsiyet olarak milletin hafızasına kazındı. Onunla ilgili olarak makaleler, ağıtlar ve kitaplar yazıldı. Önder Karayılan’ın derlediği “Ve Metin Tokdemir” kitabı da bunlardan biridir. Ülkücü kesimin çok sevdiği sanatçılardan Mustafa Yıldızdoğan A. Metin Tokdemir’in ölümünden sonra kendisi tarafından yazılan aşağıdaki şiiri besteleyerek ‘Sevmeyen Bilmez’ adlı albümünde seslendirmiş, onun müzik yoluyla da hatırlanmasına katkıda bulunmuştur:
“Dosdoğruydu ok Tokdemir,
Zafer geldi yok Tokdemir,
Senin suladığın güller
Yeşerdi bak, bak Tokdemir.

Sevda Metin, yürek Metin,
Yollar yokuş, yollar çetin
Sen vuslata erdin amma
Nesilleri sarar methin.

Ömrü çileyle bilendi,
Pes etmedi hep direndi
Garip dostu dağ gönüllüm
Hem yiğitti hem erendi.”
Merhum Tokdemir, milletiyle bütünleşen örnek bir şahsiyetti. Ülkemizin sosyal, ekonomik ve kültürel meseleleriyle ilgilenen ve bu konularda kafa yoran bir insandı. O toplayıcı ve birleştirici bir karaktere sahipti. Türk-İslam ülküsüne gerçekten inanmış ve aşkla bağlanmıştı. Şahsî menfaatlerini, davanın ruhuna engel teşkil edecek derecede öne sürmeyen ve hak bildiği yolda yürüyen Tokdemir, sadece davasının başarısını düşünmüştür. Öldüğünde eşine ve minik yavrusuna bir ev bile bırakamamıştır. O sabırlı, azimli, ahlâklı, basiretli, disiplinli ve kültürlü bir insandı. Bu özelliklere sahip olan Tokdemir, davasının ‘A Takımı’ndandı. Yani birinci derecede öncelikli meziyetlere sahipti.
A. Metin Tokdemir’in davası ‘İlay-ı kelimetullah’ ve ‘Nizam-ı Âlem’ düşüncesini cihana hâkim kılmaktı. İnandığı davasından zerre kadar taviz vermeden, ‘Nizam-ı Âlem’ ve ‘İlây-ı Kelimettulah’ uğrunda Anadolu’yu adım adım dolaşarak verdiği dizi konferanslarla Ülkücü Hareket’e ivme, heyecan ve şuur kazandıran A. Metin Tokdemir, bir ara Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Türk Cumhuriyetleri’nden gelen öğrencilerin koordinasyonu görevini üstlendi. Çünkü O, çok hamiyetli bir kişiydi. Özellikle Türk soydaşlarımızı tutku derecesinde seviyordu. Onların esareti yüreğini dağlıyordu.
Merhum Tokdemir, Türkiye genelindeki konferanslarında millet ve milliyet gerçeklerini geniş kitlelere aktarmıştır. Milliyetçiliğiyle şeref duyuyordu O…. Bazılarının düşünmeden, hesapsız kitapsız bir şekilde kınadığı milliyetçilik anlayışı gerçekte dinimizce de yasaklanmamıştır. Yasaklanan ırkçılıktır. Onu biz de tasvip etmiyoruz zaten… Biz Türk milletinden ve İslam ümmetinden olmakla gurur duyuyoruz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle, bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi şubelere, ırklara, kavimlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefliniz takvada en ileri olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat S. 13. Ayet)
Yine mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.” buyrulmaktadır. (Rum Suresi, Ayet: 22) Bu arada şanı yüce peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) mübarek sözleriyle İslam ve milliyet kavramlarına açıklık getirmiş ve ırkçılığı reddederken milliyetçiliği yüceltmiştir: “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir. Soyunu inkâr edene Allah, melekler ve insanlar lanet etsin.” Merhum Tokdemir bu gerçekleri her fırsatta dile getirerek, yanlış anlaşılmaların üzerine gitmiştir. Hakikatlerin tersyüz edilmesine izin vermemiştir.
Merhum A. Metin Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini müteakip, sırayla Yeni Düşünce, Ortadoğu, Milliyetçi Çizgi ve Hergün gazetelerinde köşe yazarlığı, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu. Onun diğer gazeteci ve yazarlardan farkı, yazdığını yaşaması, yaşadığını yazmasıdır. Bu konuda realist bir tavır içerisindeydi.
Sevgili A. Metin Tokdemir engin bir birikime sahipti. Bu tecrübelerini TBMM’ye taşıyarak Türk milletinin istifadesine sunma niyetindeydi. Bunun için 24 Aralık 1995 seçimlerinde Gümüşhane’den milletvekili adayı oldu. MHP’den milletvekilliğine talip olan Tokdemir hızlı bir propaganda faaliyetine girişti. Ölümünden birkaç gün önce, Gümüşhane Dumlupınar İlköğretim Okulu salonunda düzenlenen gecede şu ifadelere yer veriyordu. Bu sözler onun ağzından duyduğum son sözlerdi:
“Biz Türk-İslam ülküsünün erleriyiz. Davamız hak ve hakikat mücadelesidir. Amacım yıllardır unutulan ve hizmetten mahrum bırakılan Gümüşhanelilerin haklarını savunmaktan ibarettir. Nasip olur da Meclis’e girebilirsem, Türk milletinin menfaatlerinin takipçisi olacağım. Milletimizi ezilmişlikten ve itilmişlikten kurtarmak için canla başla çalışacağım. Hor görülmüş ve değerleri ayaklar altına alınmış Türk-İslam âleminin şahlanması için itici güç olacağım. İnsanımızın inanç özgürlüğünü temin etmek için var gücümle mücadele edeceğim. Söylediklerimi gerçekleştiremezsem verdiğiniz yetkiyi yine sizlere teslim edeceğim. Destek sizden, kısmet Allah’tandır. Allah bizi utandırmasın.”
Bu sözler onun siyasî duruşunu gösteriyordu aynı zamanda. Ama kısmet olmadı işte. Kaderde olmayanı yaşamak mümkün değildi. O da hayallerinin gerçekleşmesini göremeden bu fani âlemden beka dünyasına göç etti. A. Metin Tokdemir, adaylığının kesinleşmesinden birkaç gün sonra Ankara’daki Gümüşhaneliler Derneği’nin düzenlemiş olduğu toplantıya katılmak için Gümüşhane’den Trabzon’a hareket etti. Trabzon Havaalanı’nda bineceği uçakla Ankara’ya varacaktı. Fakat o güzel insan, Maçka ilçesine bağlı Başarköy yakınlarında geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu yaralı olarak Trabzon Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Oradan Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi’ne sevk edilen Tokdemir, bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak, Cenab-ı Hakk’ın ‘benim ayım’ dediği Recep ayında, 8 Aralık 1995 Cuma günü saat 15.15 sularında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Bilindiği gibi üç aylar (Recep, Şaban, Ramazan) çok mukaddes anlamlar taşır. Cuma günleri de, günlerin en hayırlısıdır; Müslümanların bayramıdır. Merhum A. Metin Tokdemir, üç aylarda ve de Cuma gününde vefat etti. Bu, Allah’ın merhuma dünyadaki manevî hizmetleri karşılığında sunduğu bir lütuftu. Hem Recep ayında, hem de Cuma günü ölmek her mümine nasip olmaz.
Merhum A. Metin Tokdemir Gümüşhane’nin ve şirin Kelkit ilçemizin medar-ı iftiharıydı. Şimdi baba ocağı olan Kelkit’te metfundur; servilerin gölgesinde serinlenmektedir. O, taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kurmuştu. Merhumun vefatı üzerine Gümüşhaneli şair Zülfikâr Yapar Kaleli, yazdığı Ağıt’la Gümüşhanelilerin acısına tercüman olmuştur:
“Çileye Metindi, mertlikte Ali,
Tokdemir’i kına soktu da gitti.
Kanadı yaralı serçe misali,
Gerili yaydaki, oktu da, gitti.

Gün olup binince ecel tahtına,
Kanmadı dünyanın saltanatına,
Bir yolunu bulup Rahman katına
İsa gibi göğe çıktı da, gitti.”
Merhum A. Metin Tokdemir toplumcu bir insandı. Sosyal tarafları ağır basıyordu. Cemiyeti teşhis ve tahlil etmede ustaydı. İnsanların ezilmesine tahammül edemiyordu. Dünyanın, uğrunda yaratıldığı insan kavramına saygı duyulmasının öncelikli bir düşünce olması gerektiğine inanıyordu. Haktan görünerek halkı ezenlere karşı mücadele etmeye ant içmişti. Dünyanın ve dünyayı anlamlı kılan insanın amacından sapması, onu rahatsız ediyordu. İnsanların samimiyetsizliği kahrediyordu bu güzel insanı. Her şeye rağmen ümitvar bir ruh yapısına sahipti. Herkes annesini sever ama O, anasına memedeki bir çocuğun düşkünlüğü derecesinde meftundu. Abisi Engin, onun en değerli varlıklarından biriydi. Fakat sevdikleriyle uzun uzun dertleşemedi. Üstelik yeni evli sayılabilecek bir zamanda Hakk’a yürüdü. Kaleli bu zorunlu yürüyüşü şöyle dile getiriyor:
“İmkân aramayıp sefil gezenden
Hele hak adına halkı ezenden,
Bu iğrenç dünyadan, kahpe düzenden
Riyakâr yüzlerden bıktı da, gitti.

Bundan geri ne söylesem nafile,
Hayata gülerdi ağlasa bile
Bakmaya kıydığı anası ile
Engin’i enginde yaktı da, gitti.”
A. Metin Tokdemir, Allah’tan başkasına kul olmayan, maneviyatı daima maddiyatın üzerinde gören, derviş ruhlu, kâmil bir insandı. Bu kısacık ömründe yılmadan yorulmadan kutlu davasının hizmetinde koştu. O, kendini Peygamberin kutlu vekili olarak gören aziz Türk milletinin bir ferdi olmaktan şeref duyuyordu. Şeyh Galip’in şu beytini ölçü edindiği için, insana çok kıymet veriyordu:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”
(Kendine iyi bak, sen âlemin özüsün. Yaratılışın özünün göz bebeği olan insansın sen…)
Cesur bir dava adamı olan A. Metin Tokdemir, gücünü davasından ve cihad ruhundan alıyordu. Kendini yenileyebilen olgun bir insandı Tokdemir… Sadece gerçekleri konuşmayı, yeri gelince de susmayı tercih ediyordu. Fakat O, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisini asla göz ardı etmemiştir. Yaşadıkça hep doğruları söylemeye, aksi halde susmaya gayret etmiştir. Onun bu özelliğini Kaleli’nin şu dörtlüklerinde bulmak mümkündür:
“Kendini aşmıştı olgun ve selim,
‘Hakkı söylemezsem tutulsun dilim
Uzun bir yoldayım helalleşelim,’
Diyerek elleri sıktı da, gitti.

Ne lüzumu var artık neden, niçine
Selâm durun, geçen devin göçüne
Yağmurlara gebe bulut içine,
Bir yıldız misali aktı da, gitti.

Gönül Mevla evi güzelce donat,
Meleklerle giden neylesin kanat,
Yağmura nazire, buluta inat,
Şimşek edasıyla çaktı da, gitti.”
Merhum A. Metin Tokdemir'i rahatsız eden konuların başında Batı hayranlığı gelmekteydi. O, her akıllı insan gibi Batı’nın teknolojisinin alınması gerektiğini savunurdu. Fakat Batı kültürüne körü körüne kucak açmaya karşıydı. Çünkü kültürler inançlarla yoğrulmuştur. Avrupalının inançlarıyla bizim inançlarımız bağdaşmaz. Bu sebeple kültür değerlerimiz de farklılıklar arzetmektedir. Tokdemir’in ölümünden duyulan acıyı yansıtan Kaleli, yazdığı ‘Ağıt’ı şöyle bitiriyor:
“Şafaklar can bulur ağarınca tan,
Can gözde olunca kurtulur vatan,
Kaldırdı başını şöyle tabuttan,
Gülümsedi son kez, baktı da, gitti.

Bir kabir dar gelir bu kutlu ere,
Mekânı gök olan sığar mı yere,
Kutlu şehitlerin kavli üzere,
Güneşe bir çengel taktı da, gitti.

Başı dumanlıdır dağlar kar iken,
Hep fatiha biçer besmele eken,
Evet, tam gülmeye sıra gelmişken,
Kaleli’yi külli yaktı da, gitti.”
Biz ölümü sonsuzluğa yolculuk olarak tanımlarız. Ebedî âleme açılan kapının anahtarını verir Azrail… Onun için ölüm asla yokluk değildir. Cennet köşelerinden bir parça olan ülkemizden kopmak üzer sevdalı yürekleri… Vatandan ayrılmayı ölümle eşdeğer görürüz biz… Bizi ancak Yahya Kemal’in şu beyti hakkıyla anlatabilir:
“Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor.
Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.”
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: Bir Ali Metin Tokdemir geçti bu fani dünyadan… O da herkes gibi kendisine takdir edilen sınırlı ömrü yaşadı. Bu 36 yıl gibi son derece mahdut bir zamandan ibaretti. Fakat yaşanan süre kısa olsa da O, arkasında hoş bir seda ve güzel hatıralar bıraktı. Onu bu sınırlı satırlarda anlatmak çok zor… Nihaî sözü; son zamanların moda tabiriyle söylemek gerekirse ‘Metin Tokdemir adam gibi adamdı.’ Allah rahmet eylesin. Rabbim bu gibi üstün şahsiyetlerin sayısını artırsın.

ŞAİR ALİ BAŞ(ÂŞIK SEZİNÎ)’IN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Her canın bu dünyadan göçüşü “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun(Her nefis ölümü tadacaktır)” dedirtir bize. Geçici dünyanın meşguliyetlerine daldığımızda bu mutlak hakikat, titreyip kendimize gelmemize vesile olur; belli bir zaman için yüzümüzü ötelere döndürür.
Ölüm, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den bugüne kadar insanoğlunun zihnini meşgul etmiş, onu derin derin düşündürmüş ve bir o kadar da üzmüştür. “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz”( Bakara:2/156) ilahî gerçeği, insanların hayatına yön vermiştir.
Herkes gibi, şairler de ölümün aramızdan çekip aldığı, bizi derin üzüntülere saldığı insanlardır. Fakat şairlerin ölümü çok sesli ölümlerdir. Çünkü onların peşinden yürüyen, tabir caizse izlerini takip eden nice sevenleri vardır. Edebiyat tarihçisi ve şair Vasfi Mahir Kocatürk, “Şairin Ölümü” adlı usta işi şiirinde hazin ve loş odalarda ölümü sevmediğini, ‘bir uçurumun bir çiğ sesiyle inlemesi’ gibi ölmeyi arzu ettiğini dile getiriyordu şu dörtlüğünde:
“Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini...”
Ölüm aslında tebdil-i mekândan öte bir şey değildir. Zira bizim inancımıza göre insan ölünce yok olmaz. İslam’da insan için yokluk mevzubahis değildir. Yunus Emre’nin “Ten fanidir can ölmez, çün gitti geri gelmez/Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” dizeleri de bu mutlak gerçeği dile getirerek, ölümün muhatabı olan bizleri ne kadar da rahatlatıyor.
Mahiyetini çok da anlayamadığımız ölüm, üzüyor geride kalanları. İşte öyle de dünya kurulalı beri ölmeyen ölüm, yine bozdu bağlarımızı, haziranın ilk günü puslandırdı gönül dağlarımızı… Hece, boynunu bükerken; koşmalar ağladı. Dörtlükleri hüzün bulutları sardı. Şiirlerin durakları, en büyük durakta, ölüm durağında duruverdi. Sözcükler buz tuttu.
“Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” demişti kâinatın gözbebeği Peygamberimiz… Nasıl ki âlimin ölümü âlemin ölümüyse, şairin ölümü de şiirin ölümü gibidir. Şairler ölünce şiir yara alır, duygular bir neferini kaybetmenin acısıyla sızlar.
Günümüz halk şiirinin güzel isimlerinden biri olan Ali Baş, erken göçtü bu fani dünyadan. Göçerken de bir “Elveda” bile diyemedi geride bıraktığı kadim dostlarına. Dostlarının yürekleri onun acısıyla yanıp tutuşmakta şimdi… Fakat ölüm, hayat kadar sahici… Kim kaçabilir ki ondan. Kim inkâr edebilir ki onu. Tek yol; sabır ve teslimiyet…
1960 yılında Kayseri’nin Pınarbaşı İlçesine bağlı Panlı Köyü’nde doğmuştu günümüzdeki Halk Şiirimizin Âşık Veysel’i kabul ettiğim Ali Baş… Milletini ve memleketini canından aziz bilip, karşılıksız sevmişti. Evli ve üç çocuk babasıydı şair Ali Baş, nam-ı diğer Âşık Sezinî… Şimdi onu hatırlatacak eşi, çocukları, dostları ve şiirleri kaldı bu dünyada…
Şair Ali Baş, şiire henüz ilkokula giderken, 10 yaşlarında başlamıştı. İlk şiir denemelerini o yaşlarda yapmıştı. İlk şiirlerinde “Garip Ali” mahlasını kullanan Ali Baş, Develili Âşık Ali Çatak ile tanışmasından sonra mahlasını Âşık Sezinî olarak değişmiştir. Daha doğrusu Develili Âşık Ali Çatak, ona bu mahlası uygun görerek onu onurlandırmıştır.
Günümüz halk edebiyatının güçlü hece şairlerinden biri olan Âşık Sezinî, bütün şairler gibi hassas bir insandı. O, halkın aynasıydı. Onun gönül aynasında memleketimden insan manzaraları yansırdı. Zira toplumu ilgilendiren her şey, onu da yakından ilgilendirirdi. Hayata toplum gözüyle bakardı. Halkın dertleriyle dertlenir, onların sevinçlerini mutluluk sebebi sayardı kendine. Onun milliyetçiliği ırka dayalı değil, sevgiye dayalıydı, halkı kuşatıcıydı.
Şair Ali Baş’ın şiirlerinde zengin bir tema çeşitliliği görülür. Onun kaleminin değmediği pek az mevzu vardır. Vatan, millet, bayrak, Türklük, Müslümanlık, aşk, sevgi, toprak, mevsimler, çiçek, kuş, Kayseri, Erciyes gibi temalar bunlardan bazılarıdır. O, ele aldığı her meseleye bizim penceremizden, yerli pencereden; millî ve manevi gözle bakmıştır.
Şair Ali Baş, cemiyetçi bir insandı. O; Âşıklar Derneği, Halk Şairleri Kültür Derneği, Âşıklar Evi, Kültür Evi, Kültür Ocağı, Ülkü Ocakları, Türk Ocakları, Aydınlar Ocağı gibi derneklerde aktif görevler alarak ne kadar usta bir teşkilatçı olduğunu göstermişti.
Merhum Ali Baş’ın çok duru ve temiz bir Türkçesi vardı(r). O; şiirlerini yazarken Arapça, Farsça ve İngilizce kökenli kelimelere meyletmemiştir. Her konuda olduğu gibi bu hususta da millî bir duruş sergilemiştir. Konuşma dilini yazı dili haline getirmenin mücadelesini vermiştir. Halkın kullandığı Türkçeyi, dizelerinde bayrak gibi dalgalandırmıştır.
Onun; Halk Şairleri Kültür Derneği, Gürpınar, Birliğe Çağrı, Küçük Dergi, Berceste, Çemen, Yeniden Diriliş, Kültür Ocağı, Erciyes, Hisar, Birliğe Çağrı, Kültür Ocağı, Anasam Anadolu, Türk Edebiyatı, Hoca Ahmet Yesevî, Kızılay, Yeşilay, Türkav, Geçit, Lâçin, Küçük Sürgün, Edebî Çıngı gibi dergilerde; Kayseri Hâkimiyet, Anadolu Haber, Kayseri Anadolu, , Kayseri Haber Bülteni, Erciyes Kurultayı gibi gazetelerde yazı ve şiirleri yayınlandı.
Şair Ali Baş’ın bugüne kadar Gönül Kuşları Nöbette (2004), Sev de Gör (2007) isimlerinde iki şiir kitabı yayımlandı. Fakat onun henüz iki kapak arasına alınamayan birçok şiiri mevcuttur. Kadirşinas arkadaşlarının bu şiirleri kitap haline getirmesini bekliyoruz.
Şair Ali Baş, her şair gibi hayata eleştirel bir gözle bakmış, gördüğü aksaklıkları hiç çekinmeden, delikanlıca bir üslupla dile getirmiştir. İnsanların seçim telaşından dolayı birçok gerçeği görmezden geldiklerini, argo tabirle gerçek gündemi ıskaladıklarını “Seçim mi Geçim mi” adlı şiirinde şöyle söyleyerek sitemlice dile getirir: “ “Hep düşündük kara kara/Seçim bizim neyimize/Kıbrıs, Bosna, Çeçen yara/Seçim bizim neyimize//Çile birdi çıktı kırka/Düşman dolu sağ sol arka/Ermeni göz dikmiş şarka/Seçim bizim neyimize//Kılıç kında pas tuttu bak/Cihat ehli yas tuttu bak/Hırsızları hırs tuttu bak/Seçim bizim neyimize…”
Her şair gibi, merhum Âşık Sezinî de şiirlerinde aile fertlerini birçok yerde anlatmıştır. Onun şiirlerine konu ettiği kişilerin başında babası gelmektedir. O, çok sevdiği babasını, babasının hayat mücadelesini ve her fani gibi acıklı ölümünü “Babamız” adlı şiirinde hüzünlü bir dille dile getirmektedir: “Eli açık idi, gözü tok idi,/Zararsız insandı gözü tok idi,/Gönül kapısında kilit yok idi,/Gelene gönlünü açtı babamız” dedikten sonra onun ebediyete göç edişini de şu dizelerle dile getirmektedir: “Yirmi üç Haziran iki bin Cuma/Bizi yetim koyup göçtü babamız/Yedi yıl bekledi sabretti ama,/Büyük imtihanı geçti babamız...”
Günümüzün başarılı halk ozanları arasında başı çeken merhum Ali Baş; Türk’e, Türklüğe, Türk-İslam ülküsüne yürekten sevdalıydı. Bu milleti ve bu memleketi karşılıksız ve bir o kadar da içten seviyordu. Hayata Türkçü bir düşünceyle, Türk-İslam ülküsüyle, alperence bakıyordu. Bu düşüncenin yurt sathında yerleşmesinde ve yeşermesinde büyük pay sahibi olan merhum Alparslan Türkeş’in ölümü, babasını kaybetmişçesine, onu derinden üzmüştü. Bu üzüntüsünü dörtlüklerine şöyle yansıtmıştı: “Beni dinle kara toprak/Aldın Türk'ün Başbuğunu/Doldu vade, düştü yaprak/Aldın Türk’ün Başbuğunu//Seksen sene çile çekti/Milyonlarca fidan dikti/Tam meyvesin verecekti/Aldın Türk’ün Başbuğunu//Üç kıtadan duyan geldi/Gözyaşları akan seldi/Tekbir sesi göğü deldi/Aldın Türk’ün Başbuğunu//Rahmet ağır ağır yağdı/Dünya Ankara’ya ağdı/O gezinen yüce dağdı/Aldın Türk'ün Başbuğunu…”
Duyguları kanatlandıran şairler; bazen karamsar dizeler karalasalar da, aslında umudun ışığını yakan insanlardır. Çünkü bu can bu tende durdukça, akciğerler soluk aldıkça umudun çerağı da sönmeyecektir. Merhum Âşık Sezinî de son nefesini verene kadar hayata dair umudunu hiç kaybetmedi; hep ümitvar yaşadı. O, şu dizelerde olduğu gibi güzel günleri hep yarınlarda gördü, hayal eyledi: “Ne güldüm ne murat aldım,/Bir gün elbet güleceğim/Gönlümü sevdaya saldım,/Bir gün elbet güleceğim//Yâr dediğim vurdu beni,/Herkes ayrı sordu beni/Bu gözyaşı yordu beni,/Bir gün elbet güleceğim//Yarınlar benim olacak,/Çilelerim son bulacak,/Sürünsem de köşe, bucak,/Bir gün elbet güleceğim//Çatladı be sabır taşı,/Zehir oldu ekmek, aşı,/Dert yıkamaz Ali Baş’ı/Bir gün elbet güleceğim…”
Malum olduğu üzere, üç kıtada at koşturan kahraman Türk Milleti, asker kökenli bir millettir. Bu millet “İ’lây-ı Kelimetullah” uğruna kıtalar aşmış, canını hiçe sayarak, mukaddes kanını toprağa akıtarak coğrafyayı vatan yapmıştır. Merhum Âşık Sezinî, şiirlerinde bu şerefli Türk ordusuna ve onun kahraman askerlerine olan derin saygı ve sevgisini her fırsatta dile getirmiştir: “Kanına yansımış gökteki hilâl,/Şahadet şerbeti içen Mehmet’im/Anadan emdiği ak sütü helâl/Vatan için candan geçen Mehmet’im//Vurulsa alnından binlerce kere/Yine de sancağı düşürmez yere/Ruhu kanatlanıp mavi göklere/Allah Allah! diye uçan Mehmet’im...”
Şairler aşkın mumunu ateşleyen gönül erleridir. Âşık Sezinî’nin şiirlerinde de aşk konusu apayrı bir yer tutar. O da bütün şairler gibi gönlünde aşka geniş bir yer ayırmıştır. Fakat onun ele aldığı aşk, iffet aynasından yansıyan ve hiçbir zaman bayağılaşmayan aşktır:
“Hep yalvardım, acımadı, beni benden aldı yâr.
Mecnûn etti, yalın ayak, beni çöle saldı yar.
Hem ağladım feryat ettim, gözyaşlarım sel oldu
Ben yüzmeyi bilmem dedim, ummanlara saldı yâr”
Günümüzde gayri meşru ilişkileri yaygınlaştırmak isteyen, tasını bizim duru çeşmelerimizden doldurmayan bazıları, “Evlilik aşkı öldürür” diyerek bu kutsal müesseseyi hedef tahtası yapmaktadır. Aslında evlilik aşkı öldürmez, derinleştirir. Merhum Ali Baş’ın eşine yazmış olduğu şiir bugün daldan dala konma heveslisi kişilerin kulağına küpe olmalıdır:
“Sensiz almak mümkün mü, bu dünyanın tadını?
Tesbih ettim dilime, ezberledim adını,
Sensin beni yaşatan, hayatımın kadını.
Sana ömür boyunca mutluluk diliyorum,
Aynı evde yaşarken hasretten ölüyorum.”
Günümüzde her yıl 14 Şubat’ta bütün dünyada “Sevgililer Günü” kutlanır. Buna dünya genelinde “Aziz Valentin Günü” de denir. Tüketim toplumunun mimarlarının ticarî kaygılarla insanların hayatına soktuğu, sevgiyi bir güne sığdırmaya, ticaret piyasasını canlandırmaya çalıştıkları bu günde herkes sevgilisine bir şeyler almanın heyecanı içerisindedir. Fakat bir şey alacak maddî gücü olmayanlar için bu gün bir eziklik günüdür. Günümüzde, bazı toplumlarda sevgililerin birbirine hediyeler aldığı, kartlar gönderdiği özel bir gün olarak devam etmektedir. İstatistiklere ve tahminlere göre 14 Şubat günü, tüm dünyada bir milyar civarında kart gönderilmektedir. Bunun yanı sıra hediye alımlarından dolayı piyasada satışlar artmaktadır. Bazı insanlar da sevdiğine alacak değerde hediyeler bulup alamazlar. Onlar için en büyük hediye gönüllerdeki katıksız sevgidir. Bunlardan biri de Âşık Sezinî’dir. O da evinin kadını, çocuklarının annesi olan kadına layık hediye bulamaz:
“Gül almaktan vazgeçtim, dikeni batar diye.
Alsam bile, koklayıp kaldırır atar diye.
Bütün armağanların yerini tutar diye,
Sevgimi veriyorum, sevgililer gülünde.”
Âşık Sezinî, heceyi çok iyi bilen ve ustaca kullanan bir şairdi(r). Onun heceyle yazdığı bütün şiirleri, özellikle koşmaları usta işidir. Bu şiirlere baktığımızda kafiye şeması, durak, uyak ve redif gibi hecenin bütün kurallarının büyük bir ustalıkla uygulandığını görürüz. Şiirlerini dikkatli bir gözle incelediğinizde hiçbir şeyin zorlama olmadığını, her şeyin doğal akışında olduğunu fark edersiniz. Üslubunun oturmuşluğu bunun en önemli nedenidir.
O, âşık tarzı şiirini modern şiirin çizgileriyle birleştirerek bir sentez oluşturma gayreti içerisinde oldu. Bunu da bir bakıma başardı. Âşıklık geleneğini, ustalarından emanet alarak bugüne taşıdı. Epik, lirik, pastoral, didaktik ve dramatik şiir örnekleriyle şiirinin renkleri ve ahenkleri geniş tuttu. Güzellemelerle gönülleri hoş etti, taşlamalarıyla zalimlerle cebelleşti.
Edebiyat âleminden, her fani gibi ebediyet âlemine göç eden Ali Baş(Âşık Sezinî) bir şiirinde “Yolcuyum giderim yârime doğru” diyordu. Öyle de oldu, o genç denebilecek bir yaşta, henüz 51 yaşında iken yârine(Allah’a) gitti. Şair Bekir Oğuzbaşaran “Sezinî mahlaslı âşık- ozandı/Türk dörtlükleriyle Türkü yazandı/Topraktan gelmişti, yine toprağa/Uzandığı zaman 1 Haziran’dı” diyerek Baş’a tarih düşürdü. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ AKŞEMSEDDİN VE TÜRBESİ
M. NİHAT MALKOÇ

“Cânı terk itmek gerek bu evde cânân isteyen
Kahrı nûş itmek gerek derdine dermân isteyen”
Akşemseddin Hazretleri
Fetih, Kokuşmuş Zamana Vurulan Altından Bir Mühürdür
Dünya tarihinin akışını değiştiren hadiselerin başında gelir İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilmesi. Bin yıllık Bizans’ın kâbusudur 29 Mayıs 1453 tarihi. 1453 yılının Mayıs’ının son Salı günü İstanbul kapılarına dayanan Sultan II. Mehmet, önündeki o zor engelleri bir bir aşmıştı. Bu, Bizans’ın düşüşü, Osmanlı’nın yükselişiydi.
Tarihin seyrini değiştiren ve köhne Bizans'ın sonunu hazırlayan bu olay, bizim için bir dönüm noktasıdır. İstanbul'un II. Mehmed tarafından fethedilmesi, zamana vurulan altından bir mühürdür. O kutlu fetih ki II. Mehmed'i Osmanlı padişahlarının en büyüklerinden biri hâline getirerek "Fâtih" yapmıştır. Fâtih böylece Orta Çağı kapatarak Yeni Çağı açmıştır. Bu sıra dışı durum, tarihin seyrini değiştirmiştir. Osmanlı'nın yükseline zemin hazırlamıştır.
Çağ açıp çağ kapatan feth-i mübin, asırları aşıp günümüze ulaşan bir idealin somutlaşmasıdır. Büyük şair Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’unun mübarek ve muazzez Müslüman beldesine dönüşmesidir. 21 yaşındaki iman ve fazilet sahibi bir delikanlının Molla Gürani ve Akşemseddin’in manevî tedrisatından geçerek dünyaya damgasını vurmasıdır. Kahramanlığın maneviyatla bütünleşmesidir fetih. İman ve cengâverlik kanatlarıyla yücelere baş değdirmektir. Hakk için hakikate boyun eğmektir fetih… Sonsuzluğa talip olmaktır.
Fatih'in Hocası Akşemseddin, İstanbul'un Manevî Fâtihidir
İstanbul'un maddeden fâtihi II. Mehmed olsa da, bu şehrin manevî fâtihi Sultan II. Mehmed'in kıymetli hocası Akşemseddin Hazretleri'dir. Çünkü o, İstanbul'u fetheden başkomutanın ruhunun hamurunu gönül teknesinde abdestle, ihlâsla ve imanla yoğurmuştur.
Akşemseddin deyip de geçmemek lâzım. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza olan Akşemseddin hem mutasavvıftı, hem büyük bir âlimdi, hem tabipti, hem de şairdi. O, çevresinde "Akşeyh" olarak tanınmıştı. O, 792(1390) yılında Şam'da doğmuştu. Babası Şeyh Hamza'nın soyu ta Hz. Ebu Bekir'e kadar uzanmaktadır. Babasının Şeyh Şehabeddin Sühreverdî'nin torunlarından biri olduğu söylenir. Rivayetlere göre yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu'ya, o zamanlar Amasya'ya bağlı olan Kavak'a gelmişlerdir.
Halk arasında "Akşeyh" olarak meşhur olan Akşemseddin Hazretleri, ilk öğrenimini ilim ehlinden biri olan babasından almıştır. Öte yandan çocuk yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. İyi bir dinî eğitim gördükten sonra da Osmancık Medresesi'nde müderris(bugünkü anlamda profesör) olarak görevlendirilmiştir. O, dinî eğitimle yetinmemiş, aynı zamanda iyi de bir tıp tahsili görmüştür. Araştırmaya ve öğrenmeye daima ilgi duymuştur. Akşemseddin dinî ve tasavvufî yönüyle tanınsa da mikrobu Pasteur’den dört yüzyıl yıl evvel bulmuştur. Bu konuda en önemli eseri Maddet’ül Hayat’tır.
15. yüzyılda yaşayan Akşemseddin, ülkelerin ve gönüllerin fâtihidir. Akşemseddin'in en büyük eseri İstanbul'u fethederek bu şehri İsyanbol'dan İslâmbol'a dönüştüren Fatih Sultan Mehmed'dir. Bunun yanında onun göz nuru sayılan ilmî eserleri arasında şunları da sayabiliriz: "Risalet-ün-Nuriyye, Def’ü Metain, Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, Malumat-ı Evliya, Maddet-ül-Hayat, Nasihatname-i Akşemseddin"

Akşemseddin'in, Talebesi Fatih Sultan Mehmet'e Mektubu
Hayata gönül gözüyle bakan Akşemseddin Hazretleri, Fatih'in hocası olmasaydı belki de İstanbul'un fethi gerçekleşmeyecekti. Bilge bir insan olan Akşemseddin'in, talebesi Fatih Sultan Mehmet'e yazmış olduğu mektubu, bugün de okunması ve ibret alınması gereken tarihî bir vesikadır. Zira o sıkıntılı zamanlarda Fatih'in yanındakilerden bazıları, o zamanki adıyla Konstantinopolis'in fethinin zamanlamasının doğru olmadığını, bunun büyük hezimetlere yol açacağını, kuşatmanın derhal kaldırılması gerektiğini yüksek sesle dile getiriyorlar ve genç Mehmed'in aklını çelmeye çalışıyorlardı. Akşemseddin bu çetin zamanlarda talebesine gönderdiği bir mektupta II. Mehmed'e hitaben şöyle söylüyordu:
"Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dâhil, gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir. Bilirsiniz, bunlar yasaktan (zordan) anlayan Müslüman'dır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar.
Şimdi sizin yapmanız gereken bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinizle, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir. Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurabilecek kimselere verilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur. Allah şöyle buyuruyor: "Ey şanlı Peygamber! Kâfirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol, yumuşak davranma. Onların varacakları yer cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir"

Hacı Bayram Veli'nin Sadık Mürididir Akşemseddin.
Akşemseddin Hazretleri, Hakk ve hakikat yolunda yalpalamadan dosdoğru yürüyebilmek için bir rehbere ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Onun içindir ki kâmil bir mürşit arayışı içerisindeydi. Bu yüzden o zamanlar Halep'te büyük bir şöhreti olan Zeynüddin-i Hâfi'ye intisap etmek üzere Halep'e gitmiştir. Fakat gördüğü bir rüya üzerine geri dönmüş ve Ankara'ya gelerek zamanın büyük mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'ye intisap etmiştir. Ankara'daki manevî eğitimini ve nefis terbiyesini tamamlayan Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî'nin halifesi mertebesine kadar yükselmiştir. Bir süre Beypazarı ve İskilip'te bulunan Akşemseddin, daha sonra bugünkü Göynük ilçesine yerleşerek irşat ve tedris faaliyetlerine burada devam etmiştir. Milâdî 1429'da şeyhi ve piri Hacı Bayram'ın vefatından sonra halife olarak irşat postuna oturmuş ve tarikatın Bayramiye kolunu sürdürmüştür.

Söz Mülkünün de Sultanıdır Akşemseddin Hazretleri
Divan şiiri Osmanlı Devleti zamanında padişahlardan vezirlere, paşalardan münevverlere kadar hemen herkesin ilgi duyduğu bir sanat dalıydı. Osmanlı padişahlarının da şiir yazdıkları, o dönemler hakkında bilgisi olanların malumudur. Fatih Sultan Mehmed'in "Avnî" mahlasıyla bir divan teşkil edecek kadar şiir yazdığı bilinen bir gerçektir. İşte öyle de Fatih'in hocası Akşemseddin Hazretleri de şiire gönül veren Hakk ve hakikat dostlarından biridir. Akşemseddin tasavvuf yoluna girdikten sonra şiire ilgi duymuş, dinî ve tasavvufî muhtevalı şiirler yazmıştır. Tasavvuf içerikli şiirlerinde Şems, Şemsî ve Şemseddin mahlaslarını kullanmıştır. Onun dinî ve tasavvufî şiirleri geniş kitleler tarafından bilinmese de okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değerdir. Akşemseddin'e ait 38 şiir Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından mecmualardan bulunup çıkarılarak ilgililerin dikkatine sunulmuştur.
Kâinata gönül nazarıyla bakan Akşemseddin Hazretleri, dünyaya geliş gayesini bilen ve bu minvalde şuurla yaşayan kâmil bir insandı. O, mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'yi çok sever ve ona derin bir saygı duyardı. Hocasına hitaben yazdığı şu anlamlı şiir, vefanın kıymetini bilenler için okunmaya değerdir: "Âşık oldum sana candan/Pirim Hacı Bayram Velî/Farıg oldum bu cihandan/Pîrim Hacı Bayram Velî//Irak mıdır yollarımız/Taze midir güllerimiz/Hub söyler bülbüllerimiz/Pirim Hacı Bayram Veli//Al yeşil zeyn olmuş üstü/Server Muhammed’in nesli/Yaratan Allah’ın dostu/Pirim Hacı Bayram Velî//Akşemseddin der varılır/Azim tevhidler sürülür/Yılda bir çağı bulunur/Pirim Hacı Bayram Veli//Sensin Allah’ın Velîsi/ İki Cihanın dolusu/Evliyaların ulusu/Pirim Hacı Bayram Velî"

Akşemseddin Hazretleri, Eyüp Sultan Hazretlerinin Kabrinin Manevî Kâşifidir
Akşemseddin Hazretleri, Osmanlı’nın yükselme döneminde yaşamış, İstanbul’un manevî fâtihi unvanını kazanmış ve Peygamber Efendimizin müjdesine nail olmuş bir Allah dostudur. Akşemseddin Hazretleri, Peygamber Efendimizi yedi ay boyunca misafir eden Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabrini keşfeden büyük bir Allah dostudur. Eğer o bu büyük Allah dostu Eyüp Sultan'ın mezarını tespit etmeseydi bugünkü Eyüp semti olmayacaktı. İstanbul büyük bir değerinin farkında olmadan yaşayacaktı. Bu bile İstanbul'a büyük bir manevî hizmettir.

Akşemseddin'in Göynük'teki Türbesi Her Yıl Ziyaretçi Akınına Uğramaktadır
Akşemseddin Hazretleri, talebesi Fatih Sultan Mehmed'in çağrısıyla, çağ açıp çağ kapayan İstanbul'un fethine bizzat katılmıştı. Askerlerin ve Fatih'in moralinin diri tutulmasında çok faydaları olmuştur. Fetihten sonra Göynük'e dönen Akşemseddin Hazretleri, Hicrî 863(Milâdî 1459) yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Kabri Göynük'tedir.
Fatih Sultan Mehmed in hocası Akşemseddin Hazretlerinin Türbesi Fatih Sultan Mehmed tarafından 1464 yılında Bolu'nun Göynük ilçesinde yaptırılmıştır. II. Mehmed'in hocası Akşemseddin Hazretleri'nin Türbesi'yle ilgili olarak TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şu bilgiler verilir: "İstanbul'un manevî fatihi kabul edilen ve Fatih Sultan Mehmed'in hocası olan Akşemseddin'in türbesi Süleyman Paşa Camii yanındadır. Kapı kemeri aynasındaki Arapça kitabesine göre 792'de (1390) dünyaya gelip 863 Rebiülâhir sonlarında (Şubat 1459) vefat eden Şeyh Akşemseddin için 868(1463-64) yılında yaptırılmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin matbu nüshasındaki bir notta türbenin harap olması üzerine hazine-i hassadan masrafı karşılanarak yeni ve güzel bir türbe yapıldığı belirtilmiştir. 1952 yılından itibaren türbenin dış mimarisi tamir görmüş, bu sırada içindeki sandukaların yerleri değiştirildiği gibi, bir tanesi de anlaşılmayan bir sebepten kaldırılarak yok edilmiştir.
Akşemseddin Türbesi, çapı 4.80 m. kadar olan bir altıgen biçimindedir ve kesme taştan yapılmıştır. Üstünü kurşun kaplı bir kubbe örter. Her cephesinde altlı üstlü ikişer pencere vardır. Kapı çerçevesi basit, sade ve Osmanlı devri Türk türbe mimarisinin klasik çağının mütevazı bir örneğidir. Son tamirde sandukaların yanlara yerleştirilmesi gibi yanlış bir işin niçin yapıldığının izahı mümkün değildir. Türbede Akşemseddin'den başka iki oğlu da yatmaktadır. Evliya Çelebi, Akşemseddin'in pek çok sayıdaki oğul ve torunlarının adlarını vererek bunların çoğunun onun yanında yattıklarını bildirir. Şeyhin sandukası Anadolu'da Selçuklu devrinde çok görülen ceviz ağacından işlenmiş sandukaların bir benzeridir. İki yan cephesinde kabartma harflerle bir hikmet ile bir hadis-i şerif yazılmıştır. Baş taraftaki aynasında rûmîlerle bezenmiş yine bir hadis-i şerif, diğer aynada ise bir hakim sözü görülür. Akşemseddin'in sandukası. Osmanlı devrinde yapılan ağaç sandukaların sonuncusu olarak özel bir değere sahiptir."( TDV İslâm Ansiklopedisi Akşemseddin Türbesi-Semavi Eyice)

Akşemseddin Hazretleri'nin Gönül Pınarlarından Süzülen Güzel Sözler
Ömrü ilim, irfan ve güzellikler peşinde koşmakla geçen Akşemseddin Hazretleri'nin birbirinden güzel, özlü söz ve nasihatleri mevcuttur. Bu sözler onun hayat tecrübelerinin birer yansıması hükmündedir. Bunlara örnek olarak şu güzel ve anlamlı sözleri verebiliriz: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükret, belâya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Kimseye kızma, etme cefa. Kimsenin nimetine haset etme. Kimseyi kötüleyip kaht etme (atıp tutma). Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebep olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı Kerim oku. Daima Allahü Tealaya hamd et. Hem Cehennem azabından endişeli ol, kork. Gücün yeterse haset kapısını kapat, hasedi terk et. Kendini başkalarına methetme. Namahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, viran eyleme. Edepli, mütevazı ve cömert ol."

ŞAİRLERİN MANEVÎ BABASI: AHMET TUFAN ŞENTÜRK
M.NİHAT MALKOÇ

Ey güzel ölüm!....Aç kollarını,indir kapındaki sürmeleri…..Paslı yürekler zımparalanmaya geliyor.Ruh gurbetten sılaya dönüyor…Özlemler,acılar ve ayrılıklar geride kalıyor.Canla cananın vuslatı var bugün….Bir gönül eri sana koşuyor…Korku ve tasa barınamaz nurlu yüreklerde..Sen olmasan nerden anlardık yaşadığımızı…
Ölüm kaçınılmaz başlangıç….Son demiyorum,çünkü inancımızda insan ölümsüzdür.Ölüm ise fanilikten bâkiliğe bir köprüdür.Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bu gerçeği defalarca dile getirmektedir:
"Her can ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân, 3/185); "Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (el-İsrâ, 17/99); Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?" (el-Enbiyâ, 21/34); "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir" (er-Rahmân, 55/26).”
Durum bu iken ahlanıp vahlanmanın ne faydası olabilir? Günümüz insanı ölümü unutmak için çırpınıp dursa da ölüm onu unutmak isteyenleri unutmuyor işte…Eskiden mezarlıklar şehrin yanı başında olurdu;insanlar görüp de ibret alsın diye….Günümüzde mezarlar şehrin en ücra köşelerine kuruluyor.Her caminin yanı kabristan olurdu…Yok artık böyle bir şey…Bugünkü medeniyette ölüme ve onu hatırlatacak hiçbir şeye yer yok.
Günümüz şairlerinden Ahmet Tufan Şentürk’ün vefatı beni ölüm üzerine, az da olsa tefekküre yöneltti. O unutmak istediğimiz hakikati bir anlık da olsa hatırlattı. Bu kutlu sancıyla âlemin suretini temaşa ettim. Dünyaya “elveda”,ukbaya “merhaba” diyen Şentürk’ü mercek altına almaya karar verdim.
1924 yılında Ermenek ilçesinin Lamos(Esentepe) köyünde doğan Şentürk, Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra bir süre Ankara Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ankara ili özel İdaresinde memuriyete başladı.1975’te Emlâk ve İstimlâk Müdürü iken emekli oldu.
Birçok dergilerde şiirler yayımlayan Ahmet Tufan Şentürk’ün şiir kitaplarından bazıları şunlardır: Sarhoş Dünya(1958),Mustafa Kemal(1965),Allah Versin(1969)Çakır Dikeni(1971),Hepsinden Güzel(1986),Sevgiyle (1988)…vb.
Şair Ahmet Tufan Şentürk bir şiirinde doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği köyü bakın nasıl tasvir etmektedir:
“Bir dağ köyünde doğmuşum
Öyle bir dağ köyü ki şehirden uzak
Sen bilmezsin, ben anlatamam
Yüksektir dağları, başı dumanlı
O dağların çocuğuyum
Benim de başım dumanlı
Dumanlı Türkan...”
O, Toroslar’ın havasını solumuş, dağlardan süzülüp gelen buz gibi berrak sularını içmiştir. Karakterinin şekillenmesinde yaşadığı bölgenin ikliminin tesiri de inkâr edilemez. Anadolu’nun köylerinde yaşayan insanlarda hile hurda yoktur. İnandıkları gibi konuşurlar. Adamına göre muamele ve çıkarı için ezilip büzülme yazmaz kitaplarında… Eğilip bükülmezler… Mevlana’nın felsefesince ya oldukları gibi görünürler, ya da göründükleri gibi olurlar. Hepsi birer şahsiyet abidesidir.
Şentürk’ün şiirlerinde pastoral unsurlar ağırlıktadır. Çünkü o tabiatla iç içe yaşamıştır. Ormanlar, çayırlar, koyunlar, ağaçlar, çiçekler, böcekler, dereler, dağlar, taşlar, kuşlar bu tabiatın ayrılmaz unsurlarıdır. Anadolu insanını bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Bunlar insanımızın ruhunun gıdasıdır. Tabiat güzelliklerinden koparılan insanın, sudan çıkmış balıktan farkı yoktur. Onun için Ahmet Tufan Bey’in şiirlerinin çoğunda tabiat tasvirlerine, köy hayatının yansımalarına sık sık rastlarız. İşte bunlardan biri:
“Ben Toroslardan gelmiş bir halk çocuğu,
Hileli, hesaplı, düzenli değil.
Dağlardan, derelerden,
Selam getirdim, güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim, direnme gücü,
Nergisler, laleler, kır çiçekleri,
Dağ yemişi, çam sakızı,
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan.
Hor bakmayın, yüksünmeyin,
Alın kabul edin, işte yüreğim,
Seven gönlümü getirdim size armağan.”
Şiirleriyle sevenlerinin gönlüne taht kuran şair Ahmet Tufan Şentürk’ü 09 Mayıs 2005 Pazartesi günü kaybettik. Ertesi gün toprağa verildi. Ünlü şairin cenaze namazına yakınlarının yanı sıra, şair, yazar ve gazeteci dostlarıyla birlikte çok sayıda vatandaş katıldı. Hayata 81 yaşında veda eden Şentürk’ün naaşı, Hacı Bayram Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından, toprağa verilmek üzere memleketi olan Karaman’ın Ermenek İlçesi Esentepe Köyü’ne gönderilerek toprağa verildi.
Günümüz insanının yozlaşması ve maddiyata teslim oluşu şâir Ahmet Tufan Şentürk’ü üzmüştür. Bu öyle bir noktaya varmıştır ki insanların samimiyetinden şüphe etmiştir. Kendisini öven ve yücelten insanların yüzüne tükürmeyi bile düşünmüştür:
“Satarlar kişiyi bir köle gibi,
Gerçek olan budur gerisi yalan,
İçlerinden neler geçer bilirim,
Ama tüküremem suratlarına,
Günde beş defa ölürüm...”
Şentürk’ün şiirlerindeki Türkçe, Anadolu insanının konuştuğu ve yaşattığı arı duru Türkçe’dir. Şiirlerinde Arapça, Farsça ve İngilizce gibi ecnebi dillerden kelime kullanmamaya azami derecede özen göstermiştir. Dörtlüklerinden mana çıkarmak için sözlüğe ihtiyaç duymazsınız. Dizelerinin içeriği basit gibi görünse de hakikatte derin anlamlar içerir. Sade söyleyiş onun üslûbunun bariz özelliklerinden birisidir. Fakat zaman zaman yöresel söyleyişlere(ağız özelliklerine) yer verir. Bu da şiirine bambaşka bir güzellik ve renklilik katar. “Döğme, geyecek, ahlat, gilik, deşirmek, talşal…” bunlardan bazılarıdır. “Bana Sor” adlı şiirinde bu tarz yöresel kelimelere çokça rastlamaktayız.:
“Gurbet nedir, hasret nedir, aşk nedir?
Çekmeyen ne bilsin, onu bana sor...
Döğme nedir, yemlik nedir, aş nedir?
Yemeyen ne bilsin, onu bana sor...”
Üstad Ahmet Tufan’ın şiirlerinde mecazlı söyleyişlere sık sık rastlanır.”Gökyüzüne bıçak atmak, yıldızları toplamak, dünyanın kirli gömleğini soymak, kara bulutları silip süpürmek, yağmur bulutlarına selam durmak…” vb. bunlardan bazılarıdır.
Dünyanın tam bir ateş coğrafyasına dönüşmesi, bütün gönül erleri gibi, onu da yürekten yaralamıştır. Filistin’de, Irak’ta, Çeçenistan’da, Bosna-Hersek’te, Osetya’da, Keşmir’de, Cezayir’de, Lübnan’da; dili, dini ve rengi ne olursa olsun çocukların ve cümle insanların bir hiç uğruna öldürülmesi yürekleri dağlamaktadır. Bu katliamları işleyenlerin bizim gibi insan olması hadisenin trajik boyutunu daha da elemli hâle getirerek bizleri adeta insanlığımızdan utandırmaktadır. İnsanlığın dili olan Şair, bu haksızlıklar karşısında olanca gücüyle haykırmaktadır:
“Size sesleniyorum cümle insanlar!
Ne olursa olsun dininiz, milliyetiniz,
Bırakın kavgayı, kini, garezi,
Atın silahları ellerinizden
Nedir bu çabanız... Öldürmek için?
Ne istiyorsunuz birbirinizden?
Suda balıklar tedirgin,
Gökte yıldızların rahatı kaçtı,
Bir gün yıkılacak ihtiyar dünya, elinizden...”
Günümüzde dostlukların çoğu menfaat üzerine kuruludur. Karşılıksız sevme ve dayanışmadan bahsetmek demode oldu. Çıkarlar aradan çıkınca maskeler düşmekte ve ruhlar tüm çıplaklığıyla gerçek yüzlerini teşhir etmektedir. Maddenin manaya egemen olduğu bu çarpık çağda bundan başkasını ummak ve beklemek saflık olur doğrusu… Manevî değerler bir zincirin halkaları gibidir; bu halkalardan biri koparsa zincir sağlamlığını ve gücünü kaybeder. Şair Ahmet Tufan, bunun farkındadır. Onun için günümüzdeki dostlukların samimiyetinden emin olamadığını belirterek dostlukları sorgulamaktadır. Çünkü insanlar, tabir caizse, en büyük kazıkları dost diye tavsif ettiği yakın çevresinden yemektedir. Şair bunu şöyle şiirleştiriyor:
“Ağamsın kardaşımsın der
Gülerek kalbime girer
Sinsice için için yer
Beni dostlarım öldürür”
Ahmet Tufan Şentürk, çocukları çok severdi. Fakat ne yazık ki o ömründe kendisine “baba” diyecek bu sese hasret yaşamıştır. Bunun ezikliğini ve boşluğunu hep hissetmiştir gönlünde… Kendisine “baba” diyen o munis sesi duyamadan göçtü bu fani dünyadan… Sokaklarda, komşularda duydu “baba” diyen sesin o gönlü mest eden nağmesini… Analar, babalar çocuklarını sevip, öpüp, koklarken o içten içe eriyordu. “Keşke…” ile başlayan “Fakat…” ile devam eden sözler boğazında düğümleniyordu. Öyle de olsa bütün çocukları kendisininmiş gibi bilip öylece seviyordu. Fakat bu ne kadar da olsa, kan bağıyla kendisine bağlı olan bir evlâdın boşluğunu dolduramazdı. Onun çocuk hasretini ve sevgisini ifade ettiği şu dizeleri ne kadar içten ve duygu yüklüdür:
“Hiçbir çocuk içtenlikle, sevecen,
Atılmadı, sarılmadı boynuma.
Benim hiç çocuğum olmadı ki? ..
Sevgilerin en kutsalı çocuk sevgisi,
Seslerin en güzeli 'Baba! ' diyen ses,
Ben hep bu türkülü sesi dinlerim.
Ben hep 'Baba! ' diyen sesi duyarım.
Bir çocuk bana doğru koşsa uzaktan,
Onu, birden sımsıcak ruhumla kucaklarım.
Gece yarısı bir çocuk ağlasa uzaklarda,
Anasından, babasından önce ben duyarım...”
O,Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devlet adamı, idealist insan olan Atatürk’e gönülden bağlıdır. Fakat asla istismarcı değildir. Atatürk’ün yepyeni ve dipdiri bir cumhuriyetin mimarı olduğuna inanmaktadır… Kendisi uzun yıllarını Ankara’da geçirmiştir. Son nefesini de bu şehirde teslim etmiştir.
Şentürk, Ankara’yla Atatürk’ü özdeşleştirmektedir. Gerçekten de Ankara şehri, Atatürk tarafından başkent ilan edilmeden evvel küçük bir Anadolu şehriydi. Başkent olmasıyla birlikte kısa zamanda gelişip serpilerek İstanbul’un ardından Türkiye’nin en büyük ikinci şehri olma payesini elde etmiştir. Onun içindir ki Atatürk Ankara’dır; Ankara da Atatürk’tür:
“Dün bu şehirde yenmiş millet kara bahtı
Bu şehir, genç Cumhuriyetin payitahtı
Bu şehir her manasıyla büyüktür
Kısaca bu şehir ATATÜRK' tür...”
O, barış ve sevginin egemen olduğu bir dünyanın özlemiyle hayallerini süslemiştir. Yunus gibi sevgi dolu, Mevlâna gibi hoşgörülü olmalıyız. O,ömrü boyunca sevginin ve hoşgörünün hâkim olması için mücadele vermiştir. Birlik ve beraberlikle her türlü zorluğun üstesinden gelinebileceğine inanmış ve çevresini de buna inandırmıştır. Yunus ve Mevlâna gibi sevgi ve hoşgörü simgelerimizin manevî atmosferinde ruhunu arındırmıştır. Sözü yine şaire bırakalım:
“Bir gün olursa eğer, olmaz dediklerimiz,
Bizden uzaklaşırsa bir bir sevdiklerimiz,
Cayır cayır yakarsa bizi, giydiklerimiz,
Yananın, yakılanın günahı benim değil...

Savaşlar sona ermiş, büyük barış olmuşça,
Hep el-ele verelim, bir olalım usulca,
Sevelim, sevilelim; Mevlânaca, Yunusça,
Sevip sevilmeyenin günahı benim değil...”
O bütün canlıları sevmiş ve cana kıymet vermiştir. Çünkü bütün mahlûkat Allah’ın eseridir. Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü”…O da cümle mahlûkata Allah’ın kudret tecellileri olarak bakmış ve değer vermiştir. Bu dünya görüşü çerçevesinde varlığın manasını ve kudret-i ilâhînin esrarını çözmüştür.
Evinde yetiştirdiği hayvanlarla gönül bağı kurarak sevginin tılsımından azamî derecede istifade etmiştir. Belki çocuk sevgisi ihtiyacının boşluğunu bunlarla doldurmuştur. Onun hayvanlarla hasbıhali, yalnızlığın ne denli zor olduğunu, insanın dertlerini açıp paylaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. O da bu eksikliğini bu şekilde gidermiştir. Hatta onları bir insan gibi muhatap kabul ederek, onlarla dertleşmiştir:
“Sevgili serçelerim, güvercinlerim,
Yarın hastahaneye yatacağım biliyorsunuz.
Gelip suyunuzu dolduramam,
Yemininizi, bulgurunuzu veremem,
Sizi nasıl sevdiğimi bilirsiniz?
Uçup gitmeyin yaban ellere,
Sakın unutmayın beni ne olur?”
Dünyanın parçalanmışlığı, değerlerin paraya endekslenmesi, ırk, renk ayrımı, zengin fakir arasındaki aşılmaz uçurumlar, vicdanı olan her insanı üzdüğü gibi, Onu da derinden üzerek sarsmıştır. İnsanlıktan, sevgi ve barıştan yana olmanın gerekliliğini vurgulamıştır. Acı ve gözyaşlarının tez zamanda bitmesini temenni etmektedir. Dünyayı yönlendiren Rusya’ya, Çin’e ve Amerika’ya göndermelerde bulunarak onları barışa ve dostluğa davet etmektedir:
“Neden parça parça dünya
Burası doğu, orası batı?
Neden ayrı dilde, dinde insanlar?
Neden beyaz, kızıl, sarı, kara
Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar

Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
İnsanlıktan, sevgiden, barıştan yana
Yeter bu acı, gözyaşları bitsin!
Bitsin bu sonu gelmeyen kavgalar
Bitsin bu korkular, bu tasalar bitsin!
Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
Çınlasın yeryüzü, denizler, gökler
Kremlin duysun, Pekin duysun, Pentagon duysun!”
İnsanların vurdumduymazlığı ve bencilliği duyarlı insanları hep rahatsız etmiştir. Çünkü farklı farklı devletlerden ve milletlerden olsak da ortak paydamız insanlık değil mi? Adam kayırma, güçlüden yana olma, iltimas gibi yolsuzluklar, bir toplumun değerlerinden uzaklaşarak çürümekte olduğunun bariz göstergeleridir. Çürük vicdanların, köşeleri tuttuğu bir ülkede hak ve hukuktan bahsetmek saflık olur. Şâir Ahmet Tufan Bey, her zaman haktan ve halktan yana olmuştur. Çünkü o içinden çıktığı toplumun değerlerini elinin tersiyle iten sonradan görme delisi değildir. Nereden geldiğinin ve nereye gittiğinin idraki içindedir. Fakat toplumdaki çürümüşlük onu fevkalade rahatsız etmekte ve şiirlerine konu olmaktadır. Her seferinde de mazlumdan yana tavır koymaktadır:
“Ya paran olacak, ya güçlü dayın,
Bende ikisi de yok...
Ya çoban olacaksın, ya sürü,
Ya koruyan olacaksın, ya korunan,
Miden sağlam olacak, vicdanın çürük,
Gözün pek olacak, yumruğun kavi,
Bende hiçbirisi yok...
Ya babandan kalacak,
Ya vurguncu olacaksın,
Oysa babamdan bana,
Bir namus, bir vicdan kaldı,
Yetmiyor ki...
Düşündüğümüzü söylemeliyiz,
Yaraşmaz mertliğe susmak,
Yiğitçe çarpmalı yürek,
Baş dimdik olmalı,
Alın dediğin ak...”
Şairlerin hemen hepsi şiirlerinde ölüme bir şekilde değinmiştir. Çünkü ölüm, şiirde evrensel bir temadır. Geçmişten bugüne dek ölüm var olmuştur, bundan sonra da var olacaktır. Ölüm var oldukça bu tema şairlerin vazgeçilmez konusu olmaya devam edecektir. Merhum Şentürk de şiirlerinde ölüm hakikatine yer vermiştir. Fakat o hiçbir zaman ölümü bir yok oluş, bitiş ve tükeniş olarak görmemiş; yeni bir hayatın başlangıcı olarak kabul etmiştir. Çünkü O,mümin bir kuldu. İnancı kâmil bir insanın ölümü her şeyin bitişi olarak görmesi mümkün değildir. Yunus’un “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” beytindeki tasavvufî düşünce onun da ruhuna ve korlaşan yüreğine su serpmiştir. Çünkü Allah, ruha ebedî yaşama hissi vermiştir. Rabbimiz hiçbir şeyi boş yaratmaz. Böyle bir his vermişse elbette onu karşılayacak bir hayat da vermiştir. Öteki dünyanın varlığının bundan daha güçlü bir delili olabilir mi? Ölüm dünyadaki hayatın sonudur ancak… Akıllı insan gidenlerden ibret alarak hayatına yön verir. Şair bu hususa da değinmektedir:
“Ne usta belli, ne çırak,
İşte burası son durak,
İbret için çevrene bak,
Güzelleri, çirkinleri.
Söyleyemezler ki bileyim,
Nicedir orda hâlleri? ..”
Onun şiirleri sade ve anlaşılır olmasına rağmen derinliğinden bir şey kaybetmemiştir. Yani sadelik şiiri sıradanlaştırmıyor aslında… Önemli olan şairin üslûbudur. Bazı şairler son derece kapalı ve zor imajlar kullanmasına rağmen beklenen derinliği ve şiirselliği sağlayamamaktadırlar. Bile bile şiiri zorlaştırmak, anlaşılmaz kılmak şaire ve şiire fazla bir şey kazandırmaz. Derinlik, gerçekte ruhumuzda yoğunlaşan duyguların kelimelerle izdivacıdır. Bunun ustalıkla yapılması şiirsel bütünleşmeyi daha tesirli ve uzun ömürlü kılar. Şentürk’te bunu görmekteyiz. Bunun en güzel delili olarak aşağıdaki dizelerde sevgilinin beninde yok olmanın kelimelerle ölümsüzleşmesini görüyoruz:
“Düşünme gücümü yitirdiğim an,
Sen düşüncem oluyorsun.
Sana koşuyorum senden kaçarken,
Anla, ne olursun? ..”
Şairlerin gönül gözleri açıktır. Onlar eşyaya ve tabiata tefekkürle bakarlar. Sıradan insanların göremediklerini görürler. Aslında aynı varlıkları görüyoruz. Fakat şairler o görünen âlemi ruh süzgeçlerinden geçirerek daha berrak ve manalı bir kisveye büründürerek diğer sıradan insanlara sunuyorlar. Şairleri farklı ve üstün kılan hususiyet de bu olsa gerek. Onların kulakları sağır, gözleri kör olsa da gönül gözleriyle görebiliyorlar. Bunu şair Ahmet Tufan Şentürk bakın nasıl dillendiriyor:
“Sevgiye dostluğa açık yüreğim,
Dönmeden sözümde durabilirim.
Kulaklarım sağır, gözüm kör olsa,
Gönül gözüyle görebilirim.

Bana tesir etmez top, tüfek, atom,
Bir bakış, bir gülüş, bir söz yetişir.
İsterim insanlar acı çekmesin,
İnanın kahrımdan ölebilirim...”
Günümüzde özellikle büyük şehirlerde maddî ve manevî kirlilik hüküm sürmektedir. Büyükler küçükleri sevmemekte, küçükler de büyükleri hakkıyla saymamaktadır. Bir, başına buyrukluk hâli yaşanmaktadır. Eğlence tek gaye olarak görülmektedir. Tüketim ve har vurup harman savurma bir çığır olarak her geçen gün şehirlerin üstüne kâbus gibi çökmektedir. Şehirlerin suyu su, havası hava değil… Hayatın doğallığı kaybolmuş… Dostluklara ve davranışlara varıncaya kadar her şey yapmacık ve suni… Bu durum şairi rahatsız etmekte ve kendince kurtuluş reçeteleri aramaktadır:
“Evlerden, sokaklardan, caddelerden
Süpürdüm pislikleri, kötülükleri
Temiz olsun diye içilen su, solunan hava
Kekik kokulu, nergis kokulu, çam kokulu
Dağ rüzgârları üfledim var gücümle
Büyük kentlerin üstüne...”
Onun şiirlerinde sevgiliye duyulan aşk ve iştiyakın akislerini görmek mümkündür. O da diğer insanlar gibi gün gelmiş sevmiş, gün gelmiş gücenmiş, gün gelmiş nefret ettiği de olmuştur. Bazen öyle sevmiş ki muhatabının çirkinliklerini bile göremeyecek şekilde gözleri perdelenmiştir. Sevdiğine kusur bulanların gerçekte basiretlerinin bağlı olduğuna kanaat getirmiştir. Bunu “Körler pazarında ayna gibisin” teşbihini kullanarak ifade etmiştir. Hatta “Altının kıymetin sarraflar bilir” diyerek kendi görüşünden ve yârinin güzelliğinden emin olduğunu dile getirmiştir. Sevenin, küçük hataları göremeyeceğine delildir bu aynı zamanda… Sözü şairimize verelim:
“Söz söyleyen varsa güzelliğine
Benim gözlerimle görsünler seni
Körler pazarında ayna gibisin
Altının kıymetin sarraflar bilir
Benim gözlerimde görsünler seni.”
Ahmet Tufan Hoca, bir halk adamıdır. Bolluk ve bereket içerisinde büyümemiştir.Hayatın bütün zorluklarını bizzat tecrübe etmiştir.Karın tokluğuna yaşamıştır.Zaten öyle zenginlik,şan-şöhret gibi beklentileri de olmamıştır hayattan…Dedim ya o bir halk adamıdır.Halkın içinde yer bulmuştur kendisine…Yüzde beşlik mutlu azınlıktan değildir O!… Bundan da asla şikâyetçi olmamıştır.
Bir gün turistik bir lokantaya yolu düşmüştür şairin… Bakmış ki etraf ensesi ve cebi kalın adamlarla dolu… Cebinde de beş lirası var. Madamlar, matmazeller,hanımlar, hanımefendiler cirit atıyor etrafta…. Sosyete olduklarını ispat etmek için Türkçe bile konuşmuyorlar.Rakı, şarap, viski, şampanya,votka su gibi tüketiliyor.Onun da tek bir derdi var: O da aç karnını doyurmak….Fakat ne mümkün!...Bu turistik lokantada karnını doyurmak bir maaşı tüketmeyi göze almayı gerektiriyor.Bu manzarada açlığını bile unutuyor ve bu durumu bir şiirinde şöyle dile getiriyor:
“Utanın nasırlı ellerim, utanın
Bitkin sızlayan dizlerim
Boşuna taşımışım seni, boşuna başım
Midemi aldatmışsınız, kandırmışsınız
Bir öğün yemeği bile karşılamıyor
Yazıklar olsun maaşım...”
Onun şiirlerinde zaman zaman tasavvufî söyleyişlere de rastlanır. Bu atmosfere girdiği şiirlerinde, geçmişteki hadiselere göndermeler yaparak telmih edebî sanatını ustalıkla kullanmıştır. Aşağıdaki dörtlüklerde Hz.Adem’in Cennetten uzaklaştırılışı, Seyit Nesimi’nin bir idrak kazasına kurban gidişi ifade edilerek, şiire derinlik ve ufuk kazandırılmaktadır:
“Âdem’im, Cennet'ten kovulan ben'im,
Seyit Nesimi’yle soyulan ben'im,
İçip sarhoş olan ayılan ben'im,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”
Bu hususta tasavvuf edebiyatının büyük şairlerinden olan Yunus Emre’nin tesirinde kaldığı da apaçık görülmektedir. Aşağıdaki dörtlükte ifade edilen mana, Yunus’un “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içerü” söyleyişiyle paralellik arzetmektedir:
“Buyruğumda değil ayağım, elim,
Söyleten kim bilmem, söyleyen dilim,
Beni benden aldı; ben, ben değilim,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”
Merhum Şentürk ,“Tahterevalli” isimli şiirinde Doğu milletleriyle Batılıların mukayesesini yapmaktadır. Şarkın geri kalmışlığını, Batının ilmen ilerlediğini belirtmektedir. Bunu ironik bir anlatımla dile getirerek kırıcı olmaktan sıyrılmaktadır. Doğunun geri kalmışlığını kağnıyla, Batının gelişmişliğini ise füzeyle sembolize etmektedir. Fakat bütün geri kalmışlığına rağmen Doğu toplumlarının hissi manada Batı’nın metalik kültür ve medeniyetine galebe çaldığını, bunun insanî değerlerin yaşanması ve yaşatılması açısından mühim olduğunu dile getirmektedir:
“Bir uçta doğu, bir uçta batı,
Bir uçta kağnı, bir uçta füze,
Bir uçta yumruk, bir uçta atom,
Sırtımız kavi, yüreğimiz pek,
Merih'te balayı, yerde diskotek.
Devir füze devri yavrum;
Yok ikisinin ortası,
Yok orta halli,
Tahterevalli, tahterevalli...”
O şiirlerini bazen serbest tarzda, bazen de heceyle yazmıştır. Fakat onu hece şâiri olarak nitelendiremeyiz. İlle de serbest yazma veya heceyle yazma diye bir saplantısı ve sabit fikri yoktur. Her iki tarzda da mükemmel şiirler vücuda getirmiştir. Zaten şiirin güzelliğini sağlayan unsur serbestlik veya heceye bağlılık değildir. Bazen serbest yazılan şiirlerde de bir iç ahenk ve armoni bulunabilmektedir. Hecenin kalıplarını zorlayarak yazılan kimi şiirler ise sıradan olmaktan kurtulamamaktadır. Mühim olan elbise değil, elbisenin içindekidir. Kafiye, ölçü veya serbest tarz şiirin elbisesidir. Önemli olan neyi nasıl anlattığımızdır. O da bu anlayışın temsilcisi olmuştur. Bunu şiirlerinden yola çıkarak söyleyebiliyoruz. Aşağıdaki dörtlükler onun halk şiiri tarzında yazdığı eserlerine en güzel örnektir:
“Düşündüm, düşündüm; nerdeyim, neyim?
Bir anda kendimden geçtim bu akşam.
İsterseniz bana delirmiş deyin,
Gölgemin peşinden koştum bu akşam...

Yudum yudum içtim yıldızı, ayı,
Elimle kapattım bin bir sarayı.
Kırıp gönlümdeki gerilmiş yayı,
Göklerde bir yelken açtım bu akşam...”
O bütün insanları karşılıksız sevmişti. “Arkamdan” adlı şiirinde ölüme dair duygu ve düşüncelerini açık ve samimi bir dille ifade etmiştir. Yaşının ilerlediğini, yolun sonunun göründüğünü, geride bıraktıklarının kendisi için bir kıymet ifade etmediğini, cenaze adına anlı şanlı törenler istemediğini, vefasızlık edenleri peşinen affettiğini, 'Hani nerde, bunca dostlarım? ' diyerek yakınmayacağını, birkaç kişi tarafından defnedilmesinin yeterli olacağını, şayet alacaklıları varsa ölmeden gelip almasını, borçlu gitmek istemediğini, birileri ağlarsa kemiklerinin sızlayacağını, insanların mutluluğunun ve tebessümünün onun ruhunu cennette yaşatacağını dile getiriyor:
“Nasıl olsa yolun sonu göründü,
Aceleye, telâş etmeye gerek yok.
Alın, neyim varsa sizlerin olsun,
Dünya malında gözüm yok...

Nasıl olsa bir gün ölüm gelecek,
Hangi haldeyken bulacak beni?
Şöyle elim tutar, gözüm görürken
Bekliyorum gelmesini...”
O,bahar mevsiminde,güneşli bir günde ölmeyi istiyordu.Öyle de oldu…Baharın yazla kucaklaştığı bir zaman diliminde bu fâni âlemden bâki âleme kanatlanıp uçtu.Geride yüzlerce şiir ve binlerce yürek dostu bıraktı.Fakat cenaze törenine dostlarının önemli bir kısmı katılmadı.Varsın olsun…Bu musalladan nice Ahmet Tufanlar gelip geçecek….Bî-vefanın vefa ummaya hakkı olmasa gerek…Herkes yaşadığı hayat üzere ölecektir.Öldüğü hâl üzere dirilecektir.Ölümüne dair düşüncelerini kendisinden dinleyelim:
“İstemem gözyaşı, acı ve tasa,
Mevsimlerden bahar olsun isterim.
Güneşli güzel bir günde,
Kim duyarsa, kim severse, kim isterse
Gönüllü gelsin gelirse...”
Sözlerimi Ahmet Tufan Şentürk’ün yürek dostlarından biri olan şâir Ali Altınlı’nın vefasızlığı zemmeden dizeleriyle noktalarken şâirlerin manevî babası Ahmet Tufan Şentürk’e Allah’tan rahmet,geride kalan dostlarına sabır diliyorum.:
“Gördüm oğul narasını, nasıl sessiz atar imiş;
Gözyaşları büklüm büklüm, ciğerlere akar imiş;
Dostlar dostu son deminde, nasıl böyle satar imiş;

Gelmeyenler hep gelecek, yatacaklar boydan boya;
Ceylanların gözyaşları, seksen yıllık bir babaya...”

ŞAİR AHMET SANCAK'TAN DOLUNAY ŞİİR DİNLETİSİ
M. NİHAT MALKOÇ

Uzun yıllardan beri Almanya'da yaşayan ve orada iş yapan şair Ahmet Sancak'ın adı Trabzon'da hak ettiği derecede bilinmese de, aslında yaptığı işlerle bu şehirde ses getirmeye devam etmektedir. Sancak, gurbette kazandığı paralarla Trabzon'a modern bir plaza yapmıştır. Kendisi, benim gibi, Köprübaşılıdır. Yani köylüm sayılır! Kısa zamanda kurumsallaşarak önemli bir marka hâline gelen Taka gazetesini Trabzon'a yine o kazandırmıştır. Daha sonra Taka gazetesini babasına devretmiştir. Bunun yanında Taka Radyosunu kurmuştur. Ardından Trabzonlu kıymetli şair Yaşar Bedri Özdemir'le "Santa" film şirketini faaliyete geçirmiştir. Soyadından da anlaşılacağı gibi bir eğitimci ve gazeteci olan Zeki Sancak'ın da abisidir.
Bir duygu insanı olan Ahmet Sancak sadece ticarî alandaki işlerle yetinmemiş, içinde besleyip büyüttüğü sanat ve edebiyat aşkıyla bu alana da hızlı bir giriş yapmıştır. Sancak, ilk edebiyat eseri olan "Ört Üstüme Sesini" adlı şiir kitabını 2014 senesinde okurlarının ilgisine sunmuştur. Şiir alanındaki bu ilk eser, okurların büyük beğenisini kazanmıştır.
Üretmeyi ve yeni şeyler denemeyi seven Ahmet Sancak son olarak da "Dolunay" isimli bir şiir albümüne imza atmıştı. Şimdi bu güzel şiir albümüyle konuşuluyor kendisi.
Daha evvel İstanbul ve İzmir gibi metropollerde şiir dinletileri ve imza günleri gerçekleştiren Ahmet Sancak, geçen hafta(14 Temmuz 2018 Cumartesi) memleketi olan Trabzon'da Ortahisar Belediyesi'nin Çok Amaçlı Salon'unda Trabzonlu sanatseverlere güzel bir şiir dinletisi sundu. Kıyı dergisinin düzenlediği şiir dinletisine Trabzon'un meşhur seslerinden Apolas Lermi, şair Yasmin Korkut ve Tuğçe Varış sesleriyle iştirak etti. An geldi düet yaptılar, an geldi hoş nağmelerle kulakların pasını sildiler. Böylece örneğine az rastlanan güzel bir dinleti gerçekleşmiş oldu. Programın sonunda Taner Eyüpoğlu sahneye çıkarak birkaç türkü söyledi. Üç saat süren bu şiir ve müzik ziyafeti salondakilerden tam not aldı.
Şair Ahmet Sancak başarıyla icra ettiği şiir dinletisinde hatıralarına da sıkça yer verdi. Gençlik çağında Almanya'dan Türkiye'ye kesin dönüş kararı verdiği bir günde üç çocuğunun annesi olan eşiyle tanışıp kararından vazgeçmesini anlattı kendisini dinlemeye gelen sanat dostlarına. 30 yıllık hayat arkadaşına yazdığı şiiri paylaştı şiir severlerle. Memleket hasreti kokan şiirler okudu gece boyunca. Apolas Lermi'nin yeni kasetinde okuduğu "Karayemiş Ağacı" şiirinin hikâyesini de dinledik Sancak'tan. Bu şiirleri dinleyince gurbetin ve hasretin ne demek olduğunu bir kere daha anladık. Çünkü hepsi de yaşamdan izler taşıyordu.
Ahmet Sancak memleketi olan Trabzon'a aşk derecesinde bağlı bir insan. Yani o da sıladan ayrı yaşayamayanlardan. Bu yüzden her sene birkaç kez geliyor Trabzon'a. Dilerseniz onu biraz daha yakından tanıyalım. Bir gurbetçinin oğlu olan Ahmet Sancak "Ört Üslüme Sesini" adlı şiir kitabının son kısmında hayatıyla ilgili olarak şu duygu ve düşüncelere yer veriyor: "Dağların arasında muhalefet ruhuna onay veren bir vadi vardır: Köprübaşı. Yaz sonuydu, ekinlerin biçim ayları. Ahmet Sancak'a dünyanın ihtiyacı vardı. Bu nedenle doğmayı tercih etti. Anasız babasız geçen bir çocukluk, ilk gençlik yılları. Almanya bir umut kapısı, bir acı lokma, bir hüzün yolculuğu. Doğduğumuz topraklar ekmek vermeyince, mahsul yetmeyince, zanaat yetmeyince mıknatıs gibi çekti aldı yurdumun işgücünü Avrupa. Ailesi de birçok Karadenizli gibi gurbeti ateşten gömlek yaptı kendine. Ateş deryasını mumdan kayıklarla geçmeye çalıştılar. Dağları yemyeşil, yemyeşil otlakları, rengârenk çiçekleri kartpostallarda, türkülerde değil, yürekleri dağlayan hüzün obasında yaşadı. Gün geldi on beşlilerin dramına nazire olsun diye bu çelimsiz delikanlı on beşinde Kapıkule-Frankfurt yolculuğundan sonra Höchst Çocuk Hastanesi Kliniğinde sanatoryuma alındı."
Ahmet Sancak ta çocukluğundan beri gurbet hayatının hüznünü ve acısını iliklerine kadar yaşamış bir insan olduğu için buna dair duygu ve düşüncelerini şiirlerine de yansıtmıştır: "Denizde karayel fırtınası/yüreğim korsan/boynumda halat yarası/kıyıda hüzün/hasretimi öpen deniz/yaban ellere köle miyiz?/yok mu bizim ülkemiz?"
Ahmet Sancak doğal olan ve öyle de görünen bir sanat dostu. Artık iş dünyasının sıkıcı ortamından uzaklaşıp şiiri ve sanatı kendine adeta bir sığınak olarak seçmiş bir kalem ve kelâm erbabı. Sadî’den, Hayyam’dan, Galip’ten, Fuzuli’den, Haşim’den, Yahya Kemal’den, Nazım’dan, Aragon’dan, Rimbaud’dan, Hugo’dan, Baudelaire’den, Geothe’den, Nietzsche’den, Brecht’ten, Mörike’den, Trakl’dan, Hutten’den, Hölderlin’den, Heine’den, Rilke’den, Schiller’den gelen mirasın bekçisi olmaya karar vermiş bir kelime işçisi. Şiirlerinde yukarıda saydığımız isimlerin seslerinden ve renklerinden esintiler var. Çünkü o, şiiri evrensel bir sanat dalı olarak görüyor. O, insanlığın sesi olmaya soyunmuş bir sanatkâr. Dini, düşüncesi, rengi ve milliyeti ne olursa olsun bütün insanlara kardeş gözüyle bakıyor. Şiirlerindeki duygular sınırları aşıyor, bu yönüyle de bütün insanlığı kucaklıyor.
Şair Ahmet Sancak'ın şiir kitabının yanında, birbirinden güzel şiirlerden oluşan bir de şiir albümü var. 2017'de çıkan "Dolunay" şiir albümü çok geniş bir duygu dünyasına hitap etme özelliği taşıyor. Albümde "Bir Rüya, Naz Deniz, Ört Üstüme Sesini, Dolunay(Nanni), Dolan Gözler, Derdi Güzel Adam, Hatıralar, Eski Yaralarım, Hayat, Sonsuza Yürüyüş, Dolunay(Enstrümantal), Sonsuza Yürüyüş(Enstrümantal)" adlarını taşıyan birbirinden güzel 10 şiir ve iki enstrümantal eser bulunuyor. Şiirlere Aysun Kalmik vokalist olarak ayrı bir güzellik katıyor. Dolunay isimli bu güzel albümün müzik direktörlüğünü Hüseyin Köroğlu, sanat yönetmenliğini ise Yaşar Bedri Özdemir üstlenmiştir.
Köprübaşılı Ahmet Sancak'ın ilk şiir kitabı olan "Ört Üstüme Sesini" birçok farklı duyguya yer veriyor. Maviağaç Yayınları arasında şiir severlerin beğenisine sunulan kitapta "Ört Üstüme Sesini, Siyah Hırkam, Hayat Üç Renk, Bütün Hayat, Son, Kurban Olmak, Dargın Liman, Hüzün, Ölüm Gözlerimde, Yürek, Toprağım, Katil, Ne Güzelmiş, Ölü Kalpler, Tutsak, Gurbet, Gurbet Gözyaşı, Sabıkalı, Kederli Adam, Geride Kalan, Çiçek Pazarı, İnanma, Sana mı Layık, Denizine Küsen Martılar, Hüzünlü Şarkılar, İki Büyük Yenilgi, Liman Kızı, Bu Sahilde, Taka, Bugün Ahmet'im Bayım, Madur Dağı, Kar Çiçeğim, Nemli Gürgen, Anne, Öksüz Kız, Mevsim Soğuktu, Bülbülün İntiharı, Bir Şartla, Aşk, Korkak Adam, İadesiz, Özgürlük, Satılık Kalpler, Kuzuymuş, İnatçı Eşek, İnatçı Keçi, Işık, Gora Güzeline, Adresim Değişti, Şar Dağı'nın Kızı, Uzakta, Kaptan, İnci, Bu Şehirde, Ağlıyoruz İkimiz, Çoban Kavalı, Zalim Ayrılık, Bitlisli Müslüm Baba, Kendime, Yaşama Hızım, Kederli Orman, Cin Ahmet, Tahta Gemi, Bulut, İlham, Ayrılık, Vona Liza-I, Vona Liza-II, Affetsene, Iskalanan Hayat, Dolunay, Düşler Anısı, Diken Yarası, Hüzünlü Takalar, Buz Kapı, Taka Hüznü, İnsanlar, İki İnsan, Alsancak Limanı, Anımsa Beni, Zamansız Ölüm, Benim İçin Üzülme" adlarını taşıyan birbirinden güzel 82 şiir okurlara takdim ediliyor.
Ahmet Sancak "Ört Üslüme Sesini" adlı şiir kitabında okurlarını farklı duygu iklimlerinde gezdiriliyor. Bu sıra dışı yolculukta özgün imgeler ve berceste ifadeler dikkat çekiyor. Bazılarını paylaşmak isterim: "sarılır uyurdum o sese, kan yaşı döktüm, saçlarımda bıraktığım parmak izlerin nerede kaldı, ört üstüme sesini, aşk mezbahası, gerçek aşk kurban olmaktır zaten, hüznüne ibadet eder oldum, yarama tuz gibisin, mezar taşımdan öp beni, bir elimde güneş bir elimde dolunay yürüyorum karanlığa, özlemin tuzdur yaraya, hasretimi öpen deniz, hüzün eski bir sabıkadır bende, adresini kaybeden mektuplar geçiyor kıyıdan, denize kim döktü dolunayı, acılar musluğunu açık bırakmak, yüreğimde ustura kesiği, dolunay örtmüyor artık hüzünlerimi, yüreğim mavi bir uçurtma olmuş, bizde verilen gönül geri alınmaz, bedenler ayrı ruhlar aynı şehirde yaşadı, kalbime yeni mezarlar açtım, hatıralardan öp beni, ılık gözyaşlarıma yenildim, kurt karanlıktan şair dolunaydan ilham alır...vb."
Ahmet Sancak bu, hiç yerinde durmaz. Girişken bir kişiliğe sahip olan Sancak hep arayış içerisindedir. Yarın ne yapacağını kendisinden başka kimse bilmez. Ancak onun şiirlerinden hoşlananlara şunu müjdeleyim ki Sancak'ın "Aşk Ölümsüz" adlı yeni şiir kitabı ve "Ölümsüz Şarkılar" adlı yeni şiir albümü yolda. O, bu yeni şiir kitabının ve şiir albümünün öncekilerden çok daha iyi olacağını söylüyor. Bir hemşehrisi, bir köylüsü olarak kendisini tebrik ediyor, nice güzel eserler bekliyorum ondan. Her zaman yolun açık olsun şair...

BİR KALEM EFENDİSİ: AHMET KABAKLI
M.NİHAT MALKOÇ

Son dönem aydınlarımızın en yerlilerinden biri olan merhum Ahmet Kabaklı, 1924 senesinde Elazığ’da dünyaya gelmişti. Babası Ömer Efendi, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan, kendi hâlinde, halim selim bir insandı. Fakat Ahmet Kabaklı, babasını iki buçuk yaşlarındayken kaybettiği için babasız büyümek zorunda kaldı. Annesi Münire Hanım, oğluna hem annelik, hem de babalık yaparak örnek bir anne ve mürebbi portresi çizdi.
Ahmet Kabaklı, ilk ve orta öğrenimini memleketinde tamamlamıştı. Evvelâ Elazığ Numune Mektebini bitirmişti. Elazığ Lisesi'nden mezun olduktan sonra ise Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na kayıt yaptırmıştı. Onun eğitim hayatında ilk öğretmeni(mürebbisi) annesi Münire Hanım olmuştur. Annesinin kendisine anlatmış olduğu masalların, efsanelerin ve türkülerin izleri belleğinden hiç silinmemiştir. Onun milliyetçi ve mukaddesatçı bir şahsiyet kazanmasında Türkçe öğretmeni Cemile Hanım'ın tesiri de büyüktür. Değişik dönemlerde öğrencisi olduğu Cahit Okurer, Cemil Meriç, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi hocalardan fazlasıyla etkilenmiştir.
Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nu bitiren Ahmet Kabaklı, ilk görev yeri olan Diyarbakır'a atanmıştır. Burada halk tarafından çok sevilmiş ve benimsenmiştir. Bunun bir işareti olarak da Halkevi'nin çıkardığı Karacadağ Dergisi'nin yöneticiliğine getirilmiştir.
Çalışkan ve hareketli bir insan olan Ahmet Kabaklı, Diyarbakır'da öğretmenliğin yanında kültürel etkinlikler de düzenlemiştir. Askerlik için bu şehirden ayrılırken büyük bir kalabalık tarafından uğurlanmıştır. Vatan borcunu Manisa'da ifa ettikten sonra Aydın'a Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği vazifesiyle atanmıştır. Orada matematik öğretmeni Meşkûre Hanım'la tanışmış ve evlenmiştir. Öğretmenlik görevini yaparken, aynı zamanda Ankara Hukuk Fakültesi'nde okumuş ve burayı da bitirerek avukatlık unvanına sahip olmuştur.
Merhum Kabaklı, 1956 senesinde, zamanın etkili gazetelerinden biri olan Tercüman'ın açmış olduğu fıkra yarışmasında birinci olarak, adı geçen gazetede yazma hakkı elde etti. Aydın'da görev yaparken MEB tarafından bir seneliğine eğitim stajı yapmak için Paris'e gönderildi. Paris'ten döndükten sonra İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü'ne öğretmen olarak tâyin edildi. Hukuktan mezun olduktan sonra İstanbul Barosu'na bağlı bir avukat olarak avukatlık mesleğini sadece bir yıl icra etti. Çok sevdiği öğretmenlikte karar kıldı. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda görev yapmaktayken 1975 senesinde kendi isteğiyle emekli oldu. Fakat yine de öğretmenlikten kop(a)madı. Emekli olduktan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda edebiyat dersleri vermeye devam etti.
Ahmet Kabaklı'nın kültür hayatımıza hizmetleri çoktur, bunları saymakla bitiremeyiz. O, 77 yıllık hayatını bu milletin kültür ve medeniyetine gönüllü hizmet etmekle geçirmiştir. Yazarlıktan ve öğretmenlikten kazandığı parayı katlara ve yatlara değil, kültürel hizmetlere tahsis etmiştir. Onun içindir ki uzun sayılabilecek ömründe mal mülk sahibi ol(a)mamıştır. Fakat servetine servet ekleyenlerin adları unutulmuş, onun ismi unutulmamıştır. Ahmet Kabaklı'nın adı, cadde ve sokaklara, kültür merkezlerine, birçok ilköğretim okuluna ve liselere verilmiştir. En önemlisi de gönüllere girmiştir. O, bu millete karşılıksız hizmet ettiği için bu vefalı millet de onu unutmamıştır. Bundan sonra da unutulacağını sanmıyorum.
Ahmet Kabaklı, 1972 senesinde, bugün 471. sayısına ulaşan Türk Edebiyatı dergisini yayımlamaya başlamıştır. O, bu derginin kurumsallaşması, aynı zamanda kültürel hizmetlerin düzenli ve devamlı yürütülmesi için 1978 yılında bir grup arkadaşıyla Türk Edebiyatı Vakfı'nı kurmuştur. Türk Edebiyatı dergisi bugüne kadar binlerce şiir ve yazı yayımlamış, bu şiir ve yazıları yazanlara adeta mektep olmuştur. Günümüzde önemli eserlere imza atan kalem erbabının yetişmesinde bu güzide derginin katkıları çok büyüktür. Bu arada Türk Edebiyatı Vakfı tarafından organize edilen Çarşamba Sohbetleri 1978 yılından beri devam ediyor. Öte yandan söz konusu vakıf, bugüne değin yüzlerce kitabın yayımlanmasında öncülük etmiştir.
Merhum Ahmet Kabaklı, henüz bebek denebilecek yaşta babasını kaybettiği için zor bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Fakat o, bu zorlukları hayatın cilveleri olarak görmüş ve onlara katlanmıştır. Onun çocuklar için yazdığı tek eseri olan Ejderha Taşı'nda bu çocukluk yıllarının izlerini takip edebiliriz. Kitabın adı da enteresandır. Zira bu ifade Elazığ yöresinde sıkça kullanılır. Bu, o yöreye ait bir efsanedir. Bu, Elazığ'da yassı bir tepe üzerinde, Harput'a bakar gibi sırtı ve başı havaya kalkmış devimsi kara bir taştır. Hoca, o yörenin hayatını ve inançlarını yansıttığı için kitabına bu ismi uygun görmüş. Kitapta on tane hikaye vardır.
Ahmet Kabaklı deyip de geçmemek lâzım. O, bir Harput delikanlısıydı; Göllübağ'ın solmayan gülüydü. Bu milletin son dönem içerisinde yetiştirdiği, kalem namusuna sadık ender aydınlarından biriydi. İyi bir Türk milliyetçisiydi o. Milliyetçilikle Müslümanlığı aynı potada yoğurmuştu. Tabir caizse o, yaygın ifadeyle Ağrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslümandı. Hadiselere geniş ufuklardan bakabilen, yazdığını bizzat yaşayan, yaşadığını yazan az sayıdaki aydınlardan biriydi kendisi. Bağnazlığın mahallesine bile uğramazdı. Yüreği vatan ve millet sevgisiyle doluydu. Şahsî çıkarlarını millî çıkarların önüne koymaktan hicap duyardı. O akademisyen değildi; ama nice akademisyeni cebinden çıkaracak kadar bilgi birikimine sahipti. Onun ömrü öğrenmek ve öğretmenle geçmişti. Zira o hocaların hocasıydı.
Kabaklı Hoca, Alperen ruhlu bir insandı. Alpti; çünkü yalınkılıç kıtalar dolaşan, gittiği yerlerde adalet dağıtan cengaver bir milletin evladıydı. Erendi; çünkü mensup olduğu milletin en büyük vasfı Allah yolunda ölmeyi yaşamaya tercih etmesiydi. Ömrü boyunca mazlum, masum ve mağdurların yanında, zalimlerin karşısında oldu. Güçlüden değil, haklıdan yana tavır takındı. Hakk'ın safından hiç ayrılmadı. O, Türk dünyasının yeni Dede Korkut'uydu.
Merhum Ahmet Kabaklı'nın öğrencisi ol(a)madım ne yazık ki... Fakat kendisiyle tanışmak ve konuşmak nasip oldu. Üniversitede öğrenciyken Türk Edebiyatı dergisinin Trabzon temsilciliğini yapıyordum. Dergiyi öğrenci arkadaşlarıma tanıtıyor, abone olmalarını sağlıyordum. Yaz tatilinde İstanbul'a gittiğimde Türk Edebiyatı Vakfı'na uğramıştım. Vakıfta biraz bekledikten sonra Ahmet Kabaklı kapıdan içeri girmişti. Vakıf görevlisi bayan, beni Hocaya tanıtmış, o da tebessüm ederek bana karşılık vermişti. İşleri yoğun olduğu için kısa bir süre ayaküstü sohbet etmiştik. Bu kısa zaman içinde bütün özelliklerini ve güzelliklerini sohbete yansıtmıştı. Türk Edebiyatı dergisine hizmetimden dolayı teşekkür etmişti bana. Daha sonraki yıllarda, Ahmet Kabaklı sağken Türk Edebiyatı dergisinde birçok yazı ve şiirim yayımlandı. Bu şiirlerden birini(Zaman Kırıntıları şiirimi) Kabaklı Hoca'ya ithaf etmiştim.
Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı iyi bir gazeteci idi. Uzun yıllar birçok gazetede köşe yazarlığı yapmıştır. İlk yazısı 1946'da Son Saat gazetesinde yayımlandığında o henüz 22 yaşında bir delikanlıydı. İlk yazısı “Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?” adını taşıyordu. Onun en büyük özelliği, bir yarışma neticesinde köşe yazarı olmasıdır. Tercüman gazetesindeki köşe yazarlığı böyle başlamıştır. Staj için Paris'te bir yıl kaldığı zamanda bile gazetedeki yazılarına ara vermemiş, gazetecilik sevgisi ağır bastığı için şartlarını zorlamış, Paris'ten yazılarını göndermeye devam etmiştir. Tercüman'da uzun yıllar yazdıktan sonra, çok kısa bir dönem de olsa, Yeni Haber gazetesine geçiş yapmıştır. Tekrar Tercüman'a dönmüş, 1991 yılında ise Türkiye gazetesine geçmiştir. Onun gazetelerdeki köşesinin adı “Gün Işığında” idi. Yazdığı gazeteler değişse de, köşesinin adı hiç değişmemiştir. O, millî ve manevî bakış açısıyla yazdığı yazılarında karanlıkta kalan ruhlara adeta güneş olmuştur.
Bir koltukta birçok karpuz tutma mahareti olan Kabaklı; öğretmendir, yazardır, gazetecidir, edebiyatçıdır, yayıncıdır, idarecidir, teşkilatçıdır, şairdir, hukukçudur... Hepsinden önemlisi de o bir gönül insanıdır. Büyük Türkiye idealiyle doğan ve ölümüne kadar bu idealini bütün hücrelerinde yaşayan ve yaşatan bir dava adamıdır. Leyla'sını ve Mevlâ'sını arayan insandır o. Milletin değerlerinin ve değerlilerinin savunucusudur.
77 yıllık hayatının 55 yılını yazarlıkla geçiren Kabaklı; başta kendi dergisi “Türk Edebiyatı” olmak üzere “Bizim Türkiye, Hisar, İstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera, Pınar, Kültür ve Sanat” gibi dergilerde kalem oynatmıştır. Hayattan emekli olmadan, yazma fiilinden emekli olmamıştır. Yazmış olduğu deneme, makale, inceleme, fıkra türlerindeki yazılarının toplamı yirmi bini aşmaktadır.
77 yıllık ömrü boyunca kelimeleri söz tarlasında ekip biçen merhum Ahmet Kabaklı, Türk dilini en güzel ve en doğru kullanan gazeteci yazarların başında geliyordu. Onun Türkçe hassasiyeti herşeyin üstündeydi. Türkçeye büyük bir aşkla bağlıydı. Hoşgörülü bir insan olsa da, dil yanlışlarına hiç tahammülü yoktu. Bu hassasiyetinden dolayı 1995 yılından itibaren Türk Dil Kurumu asıl üyeliğine getirilen Hoca, burada da büyük hizmetler gerçekleştirmiştir.
Kalem gibi dik duran, değerlerinden taviz vermeyen ve fikir namusunu herşeyin önünde tutan Ahmet Kabaklı'nın kaleme aldığı eserler önemli bir yekûn teşkil eder. “Kültür Emperyalizmi, Müslüman Türkiye, Mehmet Akif, Yunus Emre, Mevlâna, Ejderha Taşı, Ecurufya, Sohbetler 1-2, Temellerin Duruşması 1-2, Güneydoğu Yakından, Şiir İncelemeleri, Doğudan Doğuş, Mabet ve Millet, Bizim Alkibiyades, Sultanü'ş Şuara Necip Fazıl, Şair-i Cihan Nedim, Türk Edebiyatı 1-2-3-4-5 onun güçlü kaleminden yansıyan bilgi harmanlarıdır.
Ahmet Kabaklı'nın çok değerli bir eseri olan “Türk Edebiyatı” isimli beş ciltlik edebiyat tarihi kitabı hem öğrencilik, hem de öğretmenlik yıllarımda daima başucu kitabım olmuştur. Bugüne kadar yazılan edebiyat tarihleri içerisinde çok farklı ve mühim bir yerde duran bu kitap, bu sahada çalışan, bu alana ilgi duyan insanlara çok büyük hizmetler etmiştir.
Büyük emekler verilerek hazırlanan “Türk Edebiyatı” adlı bu beş koca ciltlik eser, Türk edebiyatını sözlü dönemden alarak 2000'li yıllara kadar getirmektedir. Kitaptaki bilgiler herkesin anlayacağı bir dille ve üslûpla anlatıldığı için okurları sıkmamaktadır. Akademik dille yazılan kitaplar belli bir kitleyi ilgilendirdiği halde, bu eser akademik camia dahil olmak üzere, edebiyata ve kültürel birikime ilgi duyan geniş bir insan topluluğuna hitap etmektedir. Bu kıymetli kitap, kendini aydın kabul eden herkesin kütüphanesinde mutlaka bulunmalıdır.
Merhum Kabaklı; usta bir yazar olduğu gibi, iyi bir kitap koleksiyoncusuydu. O, çocukluğundan ölümüne değin binlerce kitap satın almış, bunları her fırsatta okumuş, gözü gibi korumuştur. Bu kitapların 16.695'i, yazarın kanunî mirasçıları tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağışlanmış, bu ve diğer kitaplardan müteşekkil “Ahmet Kabaklı Halk ve Çocuk Kütüphanesi” Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü tarafından Fatih'te açılmıştır.
Milletin kıymet hükümleriyle kıymetlenen Ahmet Kabaklı vefalı olduğu için, yaşarken de, öldükten sonra da sevdiklerinden vefa görmüştür. 1996 yılında Aydınlar Ocağı ve 55 gönüllü kuruluşun oluşturduğu kültürel teşekkül tarafından kendisine “Şeyhülmuharririn” unvanı verilmiştir. O, bu mânâlı unvanı alan son insan, yani son şeyhülmuharririndir.
Ömrü boyunca sayısız ödül ve plaketler alan, birçok devlet yetkilisiyle birebir dostluklar kuran Ahmet Kabaklı, tevazusundan hiçbir şey kaybetmemiştir. Daima halka ve Hakk'a yakın durmuştur. Halk tabiriyle hiçbir zaman “ne oldum delisi” olmamıştır. Bulunduğu mevki ve konumların hakkını vermiş, liyakata asla halel getirmemiştir.
Günümüzde Türk Edebiyatı Vakfı Başkanlığını Ahmet Kabaklı'nın yeğeni Servet Kabaklı yapmaktadır. O da amcası gibi yazardır. Ahmet Kabaklı'nın bir diğer yeğeni de Türk Halk Müziği sanatçısı Esat Kabaklı'dır. O, “Göllübağ'a Selam” adlı şiirinde, amcasının ölümü nedeniyle duyduğu acıyı şöyle anlatmıştır: “Göllübağ'a kara haber ulaştı/Duyanların dimağları dolaştı/Ömrü billah vatan için çalıştı/Şeyhülmuharririn Hakk'a yürüdü/Ağlamaktan kirpiklerim çürüdü//Biz gideriz Kabaklı'nın dalından/Hakk'ı seven ayrılmasın yolundan/Arıya da faydası yok balından/Millet için hep çalıştı, didindi/Ben diyem ki cennettedir o şimdi.”
Merhum Ahmet Kabaklı'nın Taner isminde bir oğlu ve ondan olma iki torunu vardı. Kabaklı, 2000 yılında kalp rahatsızlığı geçirdi, ameliyat oldu. Her şey planlandığı gibi gittiği bir sırada hastanede enfeksiyon kaptı. Kabaklı, akciğer enfeksiyonundan kurtulamayarak Rahmet-i Rahman'a göçtü. 48 yıllık eşi Meşkûre Hanım, kendisinden 47 gün evvel vefat etmişti. Ahmet Kabaklı, 10 Şubat 2001 tarihinde İstanbul Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Sultan Mezarlığı'nın Piyer Loti Tepesinde, eşinin yanında toprağa verildi. Türk kültürüne hizmetleri unutulmayacaktır. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

EVVEL GİDEN AHBABA SELAM OLSUN ERENLER!...
M. NİHAT MALKOÇ

…Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocamın Aziz Hatırasına…

Anadolu çocuklarının bilindik tedirginliği ve çekingenliğiyle üniversite kapılarında bulduk kendimizi. Henüz ana kucağından ve gönül sıcağından ayrılmışken fırtınalar abandı gönül coğrafyamıza. Sevinçle keder arası bir hissiyatın hamallığını üstlenmişti yorgun bedenim. Ayaklarım bedenime, beynim duygularıma söz geçiremiyorken senin şefkat ikliminde soluklandık. Odandaki karaltılar sevgi ve dostluğun siluetini çiziyordu gönül tuvaline. Gökkuşağı gibi bütün ana ve ara renkleri içinde barındırıyordun. Sadece karanlıklara ve karalıklara kapalıydı yürek kalelerinin kapısı. Sevgi çiçekleri boy atmıştı yürek tarlalarında. Bozkırları bile yeşertmeye muktedirdi tebessüme banılmış bakışların.
Seninle göz göze geldiğimizde, fırtınalar kopmuştu benliğimde, şimşekler çakmıştı beynimde. Kırılan dallarım kımıldayarak hayat belirtisi göstermişti en umarsız zamanımda. Kanayan yarama kapı kapı dolaşarak aradığım merhemdin. ‘Doktor iyi hastanın ayağına gelir’ halk deyişini canlandırıyordu yosun kokulu, küf yeşili zaman. Bakışında bir harikuladelik vardı besbelli. Bu bir ana bakışı kadar sıcak, baba bakışı kadar otoriterdi. Cesaretin, çelikleşen iradenin, kararlılığın, Mevlana’ca hoşgörünün, Yunus’ça bakışın izleri vardı çehrende. Ait olmadığımız bir yerde bize kapılarını açmıştın ardına kadar. Bahçelerinde bin bir özenle büyüttüğün gonca güllerden koklatmıştın bize. Mecnun’un kızgın çöllerde aradığı Leyla, Ferhat’ın uğruna dağları deldiği Şirin, Kerem’in yüreklerini yakan Aslı’ydın benim için.
Irmaklar kadar akışkan, deryalar kadar engin, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibiydi yüreğin. Nice gönüllere kazınmıştı adın. O gönüllerden biri de ben olacaktım belli ki… Ahmet’tin, adın gibi övülmeye değerdin, beğenilmiş bir kuldun, Allah’a şükredendin. Efendimizden almıştın adını. Zira o resul-i kibriyanın gökteki adı Ahmet, yerdeki adı Muhammet’ti. Hilmi’ydi ikinci adın, adın gibi yumuşak huyluydun, Eyüp’çe sabrın vardı tahammülsüzlüğün bir sarmaşık misali gönüllerimizi sardığı bu kokuşmuş zamanda. İsminle müsemmaydın. Müftü olan babandan almıştın Türk-İslam terbiyesini. İmamoğlu soyadı ne de yakışırdı sana. Birbirinden anlamlı adını ve soyadını ne kadar da güzel taşırdın benliğinde.
Karanlıkları kovmak, cehaleti boğmak, sevgi olup yağmak için doğmuştun. Kırık kalplere aşk ve sevgi götüren muhabbet katarıydı kırılgan yüreğin. Köprüydün dünü bugüne, bugünü yarınlara bağlayan. Ortaçağ karanlığını silen tılsımlı silgiydin. Mazlumların güçlü kolu, yolunu kaybetmişlerin yoluydun. Âmâlara göz, sağırlara kulaktın. İçindeki denizlerde devasa gemiler bilgi limanlarına sefer üstüne sefer eylerdi. Ücra köylerde dalgalanan şanlı bayrağın alıydın sen, peteklerimizin balıydın sen, karanlığa küfretmek yerine, çıra olanların emsaliydin sen. Aşk kokardı hecelerin, aydınlıktı gecelerin, müşterekti acıların. Bir mumdun yandıkça etrafı aydınlatan, göklerimizde Süreyya’ydın karanlık gecelerde. Alnın açıktı, başın dikti. Bir nesil geliyordu arkandan. İrfan ordusunun muzaffer komutanıydın. Senin de korku bilmez Serdengeçti’lerin, Genç Osman’ların, Ulubatlı Hasan’ların, Fatih’lerin, Sultan Süleyman’ların, söz sultanı Baki’lerin, Fuzuli’lerin vardı. Peşinde koştuğun ideallerin vardı.
Seni tanıdığım güne selam olsun. Beni sana götüren yollar güllerle dolsun. Yağmurlar yıkasın gönül bahçelerini. Bulutlar gölgelesin yürekleri yangın yerine çeviren kızgın ağustosları. Sıcakların, yerini eylül yağmurlarına bıraktığı zamanda tanıdım seni. Bütün enerjisini gül bahçeleri için seferber eyleyen bir bahçıvandın. İlgiye, bilgiye ve bakıma muhtaç gül bahçelerin vardı senin. En zor zamanlarda bile gönül heybende sakladığın bir tutam umudun vardı senin. Tipi ve boranlarda en güvenli limandın bizler için. Yarınlara ışık saçan bir meşaleydin. Ağrın Dağı’nın tepesinde bembeyaz kar, Karacaoğlan’ın kalbinde yaşattığı yârdın. Arıydın her çiçekten bal alan. Petektin bin bir sabırla ve tahammülle oluşan. Nakıştın Anadolu’yu çağrıştıran, âşıkların dillerinden düşmeyen yanık bir türküydün sen…
Bozkırlarda boy atan, yarınlara programlanmış fidanların vardı senin. Meyveye durmaya hazırlanan ağaçların vardı hazanlara ve hüzünlere rağmen. Tohumların filizlenmişti toprakta, fide olmuştu, boy vermişti, çınarın gölgesinde meyveye durmuştu bazıları. Bütün dillerin anası ve atası sayılan sevgi diliyle konuşurdun sen. Bu dilde ortaya dökerdin bütün hünerlerini. Gönül evlerinin maharetli mimarıydın, kükreyen bir aslandın cehalet karşısında.
Bir tohumda sepet sepet meyvelerin hayalini görürdün sen. Kelimelerdi en büyük silahın. Doğrusunu söylemek gerekirse usta bir silahşordun de. Karakışlarda bahar sıcaklığını yaşatırdın bizlere. Menzili aydınlık ufuklar olan apaydınlık ve düz bir yol açtın bize. Yürüdük uygun adım peşine. Bilgi okyanuslarında devasa gemiler yüzdürdük. En zor zamanlarda yine sendin kılavuz kaptanımız. Atlaslara sığmazdı gönül ülken. Tasalı günlerimizde akan gözyaşlarımızı silen bir mendil olurdun. Korkularımıza sığınaktı sevgi zırhıyla korunan gönül kalen. Başımıza taç, yolunda yürüdüğümüz amaç, yaralı gönüllerimize ilaçtın sen. Damarlarımızda kandın, vücudun motoru candın, içimizde besleyip büyüttüğümüz bir bitimsiz heyecandın. Müspet ilimlerin kapısını açan altın anahtardın sen.
‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlardı sözlerin. Altı sene boyunca Almanya’da bir eğitim neferi olarak zamanı kıymetlendirmiştin. Oradaki Türk çocuklarının göz göre göre ellerimizden kayıp yitip gitmesine gönlün razı olmadığı için en güzel yıllarını onlara ayırmıştın. Bizim yaban ellerdeki bahçelerimizi sulamak için mesafeleri bir bir aşmıştın. Bu aydınlık yolda mesafe alabilmek için çocuklarının hasretini bile içine gömmüştün.
Hocaların hocası güzel hocam, seninle tanıdık asırları aşıp günümüze ulaşan eski edebiyatımızı. Gazelleri, kasideleri, rubaileri, senin güzel sunumunla sevdik. Hoca Dehhanî’yle başlayan Divan edebiyatını Şeyh Galip’le sonlandırdık. Eski metinleri bulmaca tadında çözdük. Aruz veznini bir hamur gibi yoğurduk günlerce. Zafer tablolarıyla dolu şanlı tarihimizi ve ciltlere sığdırmakta zorluk çektiğimiz eski kültürümüzü sen sevdirdin bizlere. Korkularımızı yendik verdiğin güvenle. Resmiyetin soğukluğu hiçbir zaman girmedi amfilerimize. Öğretmenden çok dosttun, babaydın, kol kanat geren bir hamiydin sen.
Toprak kokardı, buram buram Anadolu kokardı çatlamış ellerin. Trabzon’un Köprübaşı kazasından çıkmıştın kutlu hayat yolculuğuna. Doğup büyüdüğün topraklara âşıktın. Türkülerimizdeki millî sestin sen. Aç ruhlarımızın gıdasıydın sen. Gönül bahçemizde solmayan güldün; Hakk ve hakikatten gayri yalan yanlış yazmayan kalemimizin siyah incisi, vicdanımızın sesiydin. Düşmana şahin bakışlıydın; dostun bağında bir barış güverciniydin. Tebessümünle beslenirdi yakın dostların. Varlığın ve ağırlığın hissedilirdi hep… Sevgiye açılan el, hakikati terennüm eden dildin. Asırlık Osmanlı çınarında kırılmayan daldın; âşıkların sazında hiç kesilmeyen teldin. Gönül kitabının altın işlemeli kapağıydın.
Nice eğriler senin tezgâhında doğruldu. Sevgisizler senin aşk okyanuslarında sevgiye yelken açtı. Nice hoşgörüsüzler nezaket öğrendi senden. Seni model alan ben, öğretmen olma aşkıyla ve şevkiyle yanıp tutuşuyordum. Ecnebi değerleri boşayıp yerli değerlerle gönül izdivacı yapmaktı arzum. Yabani ağaçlara yerli aşı yapmaktı asıl hedefim. Ayrık otlarını gönül bahçelerinden koparmaya and içmiştim. Sendin hayallerimin ışığı, kutlu yolculuğumda kılavuzumdun sen. Bil ki şimdi ben de senin izinde yürüyen bir aydınlık yolcusuyum.
Saçını süpürge ettin uyuyan bir nesli ayağa kaldırmak için. Böbreklerin bile çalışma tempona ayak uyduramadı. Zor günlerin dostluk örneklerinin en güzelini eşinden gördün. Bir yastığa baş koyduğun hayat arkadaşın böbreğini bile paylaştı seninle. Hayatını borçlu olduğun insan bunu hiç getirmedi dile. Fakat sen yine hep koşturdun, pusularda gafil avlanan bir nesli kurtarmak için. Yorgun vücudun her geçen gün koptu senden. Sınıftı, öğrenciydi, dersti seni hayata bağlayan. Gücünü talebelerin tebessümlerinden aldın hep. Gülen bir yüz yetti emeğinin karşılığını almak için. Okuldan koptuğun gün bittiğin gündü besbelli. İçindeki hüzün harmanı o zaman abandı yüreğine. Fakat hiçbir zaman yalnız kalmadın; okulu eve taşıdın sen. Gayret iltifat ve vefa görmeliydi. ‘Vefalı olan vefalı bulur’ kaidesince sen de vefa gördün hep. Vefa çiçeğini suladın ömrünce. Vefa ağacının leziz meyveleri tattın. Bunu çoktan hak ettin sen.
Serencamımız toprakla vuslattır elbet. Birileri geliyorsa birileri de gidecek. Hayatın kanunu doğum-ölüm üzerine kurulmuştur. Vaktini bilmesek de hepimizin Hakk’la randevusu mutlaktır. Güzel insanlar yağız atlara binip göç ediyor her geçen gün maneviyatı kirlenen dünyamızdan. Öpülecek eller çekiliyor aramızdan. Büyük ruhların boşluğu kolay dolmuyor. Hayatta büyüyenler olduğu gibi küçülenler de oluyor. Büyükler büyüklükleriyle, küçükler küçüklükleriyle iz bırakıyorlar. Birilerine rahmet, birilerine lanet okunuyor. Dünyayı aydınlatanların kabirleri aydınlanırken, dünyayı karartanların da kabirleri kararıyor. Herkes eylemlerinin karşılığını mükâfat veya ceza olarak görüyor. Hak bir şekilde yerini buluyor.
Mehtap, ışığını biraz daha kısıyor geceden. Büyük ruhların göçüşü de büyük oluyor. Kara haber tez duyuluyor her zaman olduğu gibi. Senin Hakk’a vuslatın da büyük oldu sevgili hocam... Hayatta ilk kez üzdün bizleri sen. Hakk’ın divanına yüz sürdün, göç eyledin sen; biz can dostlarına bir elveda bile demeden. Gönül hüzünlenince kalem de coşar elbet. Duygulara kem vurulmaz bu demlerde. İşte ben sustum kalemim konuştu bu hüzün havasında. Dile geldi kelimeler. Senin güzelliğine, ölümünün ruhlarımızda bıraktığı hüzne vurgu yaptı heceler:
“Manevi erzakını doldurmuş çıkınına
Gönüllü asker olmuş ruhların akınına
Ölümüne kalemler, cümle kitap ağladı
Hüzün süvarileri yürekleri dağladı
Terk eyledi fenayı ruh kanatlanıp uçtu
Erken giden yolcuya gök kapısını açtı
Seneler akar durur, özlemin ateş olur
Sevgin büyür gönülde yıldızlara eş olur
Göç etti Ahmet Hilmi dünya denen gurbetten
Ten toprağı öpmeden beden kurtulmaz dertten
Takatin kesilmesin mukaddes seferinde
Hocaların hocası rahat uyu yerinde!...”
Âh hocam, ölümün zamanı olmaz ama sanki biraz erken mi göçtün ne!... Gerçi bütün ölümler erkendir aslında. Hayat her zaman kısadır. Dünya her şeye rağmen yaşanılasıdır. Ölüm ‘keşke’leri çoğaltan hazan ve hüzün mevsimidir. Fakat yine de söylüyorum bir elveda deme fırsatın olsaydı keşke… Son kez bir daha hasret giderebilseydik. Ölüm en büyük derstir biz fanilere. Son dersini böyle vermeseydin keşke… Yine ‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlayıp Hindistan’dan çıksaydık keşke… ‘Keşke’leri çok kullandığımın farkındayım elbet. Ne olurdu bu kadar ‘keşke’leri kullandırtmasaydın bize keşke!.... Bizleri bir cami avlusunda değil de yine her zaman olduğu gibi bir amfide toplayıp son dersini verseydin keşke!...
Âh güzel hocam âh!... Ne büyük bir yağmurla göçüp gittin aramızdan. Gökler bile ağladı zamansız ayrılığına. Şemsiyeler bulutların giryelerini tutamadı bile. Rahmet olup taştı gök boşluğundan inen elmas yağmurları. Sana rahmet ve mağfiret dilemek için semaya yöneldi bütün eller… Çok sevdiğin baba topraklarına yol almak üzere tabutunu omuzladı can dostların. Gidişinle bir yanımız eksik kaldı elbet. Boğazlarımızda düğümlendi sözler. Başka ne diyelim ki, “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…” Sözün bittiği bu noktada karmaşık hissiyatıma şair Cahit Sıtkı Tarancı “Sanatkârın Ölümü” adlı şiiriyle tercüman oldu:
“Gitti gelmez bahar yeli,
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli,
Anahtar Tanrı’da kaldı.

Geldi çattı en son ölmek,
Ne bir yemiş ne bir çiçek.
Yanıyor güneşte petek,
Bütün bal arıda kaldı.”

KERKÜK TÜRKÜLERİ VE ABDURRAHMAN KIZILAY’IN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ

Aşkın dili, sevdanın gonca gülü, yürek mektebidir türküler… Türküler katıksız aşkın saza ve söze dökülmüş hâlidir. Coğrafyanın vatana dönüşmesinde türkülerin rolünü inkâr edemeyiz. Bizim yürek sızımızdır türküler… Türküler yürek yangınlarımıza bazen su, bazen de benzin olurlar. Balkanlardan Toroslara kadar yurdumuzu çepeçevre saran türküler, bizi biz yapan değerlerin başında gelir. Ana sütü gibi ak ve bir o kadar da temizdirler. Türküler mevzubahis olunca ressam şair Bedri Rahmi Eyüboğlu ne güzel söylüyordu: “Şairim!.. Şiirin hasını ayak sesinden tanırım/Nerde bir halk türküsü duysam, şairliğimden utanırım”
Türküler deyince Kerkük’ün hatırası düşer yâdıma. Âh Kerkük, âh Kerkük türküleri… Sizden süzülen hüzün, yüreklerimizin pusudur. Kerkük, yüreğimizde her dem büyüyen acıdır. Kanayan bir coğrafyanın yüreklere akan selidir Kerkük türküleri… Kimse duramaz bu coşkun selin önünde. Tarihin gözyaşlarıdır türkülerin bağrına dolan… Kerkük’ün katmerleşen acıları dile gelir yürek burkan türkülerde… Tezene tele değince sanki bir şeyler batar yüreğimize.
Dinledikçe içimizi yakar Kerkük türküleri. Çünkü onlarda yaşanmışlık vardır, acı tüter o türkülerin ateşinde. “Altın hızmav Mülayim/Seni haktan dileyim/Yaz günü temmuzda/Sen terle ben sileyim/Gün gördüm günler gördüm/Seni gördüm şad oldum” diye başlar bir Kerkük türküsü… Abdurrahman Kızılay’ın gür sesi gök kubbede yankılandıkça bir şeyler kopar gönül otağımızdan. Bin yıllık kederler buğulandırır gözlerimizi… Aslında siyasiler, devlet adamları değil; gerçekte türküler çizer vatanın hudutlarını… Ancak türkülerin yiğitçe söylendiği topraklar vatan olur. Türkülerin çizdiği hudutları bozanlar, huzuru da bozarlar bir anlamda…
‘Türkülerin dili, nağmelerin gülü’ olarak kabul ettiğim Abdurrahman Kızılay’ın ölüm haberini duyunca dudaklarımdan bu satırlar gayri ihtiyari döküldü. O’nun ölümüyle birlikte Kerkük türküleri de yetim kaldı. Ne yazık ki Kerkük türkülerinin yaşayan en büyük icracısı Abdurrahman Kızılay da her fani gibi hayata gözlerini yumdu. 70 yaşında aramızdan ayrılan Kızılay, aslen Kerküklüydü. 1974 senesinde Türk vatandaşlığına kabul edilmişti. O, birçok Kerkük türküsünü derleyerek müzik arşivimize kazandırmıştı. ‘Altın Hızma’ ve ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’ türkülerini bir de O’ndan dinleyince farkı kolayca fark edersiniz.
Asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim olan Kızılay’a, uzun yıllar Kerkük Kızılayı’nda gönüllü olarak çalıştığı için ‘Kızılay’ soyadı önerilmiş, kendisi de bu soyadını şerefle kabul etmişti. Onun biyografisine baktığımızda yetmiş yılda çok güzel işler yaptığını görüyoruz:
“1940’da Kerkük’ün Musalla semtinde doğdu. Asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim. İlk ve orta eğitimini Kerkük’te tamamladı. Çocuk yaşlarda halk müziğine ilgi duydu. Başta Abduvahit Küzecioğlu, İzzettin Nimet, Reşit Küle Rıza olmak üzere Kerküklü ünlü ustalardan ders aldı. Türkiye’de Kerkük hoyrat ve türkülerinin sevilmesine öncülük edenlerden biri oldu. İlk türkülerini, 1959 yılında Bağdat Radyosu’nun günde yarım saatlik Türkmen programında okudu. 1950’lerin ortalarından itibaren, Kerkük Kızılay’ında gönüllü olarak çalıştı. Türkiye’de ‘Altun Hızma Mülayim’ türküsü ile tanındı. 1960 yılında 6 yıl Ankara Devlet Konservatuarı Kontrbas Bölümü’nde eğitim aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra 1966’da Kerkük’e döndü. Baas Partisi’nin iktidara gelmesinden bir ay önce tekrar Türkiye’ye geldi. Seneler sonra 2003 Eylül’ünde baba toprağına adım atabildi. 1974’te Türk vatandaşlığına kabul edildi. Soyadı olarak, Kızılay’ı seçmesinin nedeni, yıllar önce Kerkük Kızılay’ında kuruma verdiği hizmetlerdi. Abdurrahman Kızılay, evli ve iki çocuk babası idi.”
Bir coğrafyayı vatana dönüştüren Kerkük türkülerinin tartışmasız en büyük sesi olan merhum Abdurrahman Kızılay, asıl memleketi olan Kerkük’le Türkiye arasında bir dostluk ve kardeşlik köprüsü kurmuştu. Güçlü ayakları olan bu kültür köprüsü, bu iki kardeş memleketi biraz daha birbirine yaklaştırmıştı. Zira Kerkük’ü, Kerkük türkülerini ve hoyratlarını O’nun gür sesiyle daha bir sevdik, benimsedik, yüreğimizin başköşesinde ağırladık. O türkü ve hoyratlar, içimizdeki yalnızlığı ve acıyı katmerleştirdi. Kerkük’ün acıları acılarımız oldu.
Kerkük türkülerinin ve hoyratlarının icracısı merhum Abdurrahman Kızılay, 1960’da Türkiye’ye gelmiş, kontrbas eğitimi almak için Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na girmişti. O’nu hoyrat ve türküleriyle tanıyoruz. O, halk müziği yanında ud ve klasik müzik dersleri alıp sanatındaki seviyeyi yükseltmeye, geliştirmeye çalışmış bir sanatçıdır. Merhum Kızılay, Türkiye’de ve Türk dünyasında yakinen tanınır ve sevilirdi.
Kerkük türküleri, bu ateşli coğrafyada yaşayan acılı insanların iç yangınının dışa vurumudur. Bu türküler Türkiye’de Abdurrahman Kızılay’ın sesiyle tanındı ve çok sevildi. O, ülkelerinde parya durumuna düşen Kerküklülerin acılarının tercümanı oldu. Çünkü O, Kerkük’e ve kendini Türk olarak görenlere ve bu uğurda çalışanlara gönülden sevdalıydı.
Kızılay, Kerkük türkülerini dünden alıp bugüne ve yarına taşıdı. Kendisi, Kerkük ve Kerkük türküleri deyince akla ilk gelen isimlerdendi. O’nun adı, özü ve sözüyle tartışmasız Türk olan Kerkük’ü çağrıştırırdı. Zira O, ömrünü bu yanık türkülere ve hoyratlara adamıştı.
Kerkük bin yıllık Türk yurdudur. Misak-ı Millî sınırlarımız içinde yer alan bir toprak parçasıdır. Fakat dünyaya yeni bir şekil vermek isteyenler bu toprakları bizden kopararak orada yaşayan soydaşlarımızı acılara sürüklemişlerdir. Kerküklü kardeşlerimiz yaşadıkları acıları, türküleriyle ve hoyratlarıyla dile getirmişlerdir. Abdurrahman Kızılay da bu türkü ve hoyratlara ses olmuştur. Kerküklülerin bu coğrafyayı vatanlaştıran, acılarına ve yürek yaralarına tercüman olan yüzlerce türküsü vardır. Bu köklü Türk toprağına Kürtleri yerleştirerek kirli bir oyuna giren dünyanın yeni aktörleri Kerkük’e dair kaç tane Kürt türküsü ve hoyratı gösterebilirler? Bu bile o coğrafyanın Türk damgası taşıdığını açıkça gösterir. Değerli usta gazeteci Cengiz Çandar, bir vakitler bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştı:
“Altın Hızma Mülayim, adeta vakarın millî marşıdır. ‘Vakarı müzik hâline getir!…’ diye bir komut verilse, bundan ancak ‘Altın Hızma Mülâyim’ çıkardı. Türküyü derleyen, yaşı 70’e doğru yol alan Kerkük’ün evlâdı Abdurrahman Kızılay’dır. Bu türküyü O’nun ağzından dinlemek bir başka olur. Ama biz ilk gençliğimizde Ruhi Su ile onu sevdik. Sonraları Müslim Gürses’in hançeresinden dinlediğimizde de heyecanlandık. ‘Altın Hızma Mülâyim’in Kerkük türküsü olduğunu işittiğim günden beri bilirim, O gün bugündür de Kerkük’e karşı içimde bir sevgi, tuhaf bir saygı ve en önemlisi de merak var. Kerkük’ü görmeden bu dünyadan gitsem, gözüm açık gidecekmişim gibi duyguya kapılmışım.”(Cengiz Çandar/Radikal/17.02.2007)
Abdurrahman Kızılay ile Mehmet Özbek’in “Mum Kimin Yanan Kerkük Türküleri” isimli çok güzel bir albümleri vardır. “Mum Kimin Yanan Kerkük Türküleri” bir yürek yarasının söze ve saza dökülmüş hâliydi. Bu albümde Abdurrahman Kızılay ile Mehmet Özbek 15 türküye ve hoyrata yer vermiştir. Bu albümü dinledikçe Kerkük gelir gözlerimin önüne; farkında olmadan kirpiklerim ıslanır. Kendimi Kerküklü soydaşlarımla et ve tırnak gibi bütünleşmiş hissederim. O güzel coğrafyanın güzel insanların acıları yüreğimin göğünü hüzün rengine boyar. Bin yıllık bu Türk coğrafyasının elimizden çıkması beni fazlasıyla üzer.
Abdurrahman Kızılay, Kerkük için yaşadı ve bu Türk toprağını baş tacı etti. O’nun türkülerinde ve sözlerinde Kerkük dile geldi; udunda Kerkük tele geldi. Acılar paylaşıldıkça azaldı, mutluluklar paylaşıldıkça çoğaldı. Yakın zamana kadar Abdurrahman Kızılay ve Mehmet Özbek’in hazırlayıp sunduğu “Dost Bağının Bülbülleri” programı Türkmeneli TV’de yayınlanıyor, çok da beğeniliyordu. Bu güzel program buram buram Kerkük kokuyordu.
Abdurrahman Kızılay, bir müzik adamı olmasının yanında büyük bir dava adamıydı. Dünya coğrafyasının değişik bölgelerine dağılmış olan Türklerin bir ve beraber olmasını herkesten ve her şeyden çok arzuluyordu. O, uzun yıllardan beri Türkiye’de, Ankara’da yaşamasına rağmen yüreğini Kerkük’te bırakmıştı. Kerkük’ün derdi O’nun en büyük derdiydi.
Kerküklü usta sanatçı Abdurrahman Kızılay, 12 Aralık 2010 Pazar günü Ankara’da yatmakta olduğu 29 Mayıs Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Kızılay, 15 Aralık 2010 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Cebeci Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bu güzel sesi, bu güzel simayı hiç unutmayacağız. Kerkük türküleri yaşadıkça O da hep yaşayacak. O’na Allah’tan rahmet, Kerküklülere ve milletimize başsağlığı diliyorum.

ABDURRAHİM BALCIOĞLU’NUN ARDINDAN...
M.NİHAT MALKOÇ

Kültür hayatımızı aydınlatan yıldızlar birer birer çekiliyor gönül göklerimizden. Onlar çekildikçe manen karanlıkta kalıyoruz. Işığımız kör karanlıklar tarafından perdeleniyor. Gün ortasında olsak da önümüzü görmekte zorlanıyoruz. Bizi anlayan ve bizi bize anlatan gül kokulu kalemler tükendikçe kalabalıklar ortasında gittikçe yalnızlaşıyoruz.
Hakikatlerin tercümanlığını yapan kalemler arkamızda birer dağ gibi durdukça yarınlara dair güvenimiz ve umutlarımız diri ve iri kalıyor. Fakat gün geliyor ki kalemin mürekkebi tükeniyor. Bu kalemlerin mürekkebi tükenince bir daha doldurulamıyor. Onların tükenmesi doğrusu gücümüzü eksiltiyor. Bu gül kokulu kalemlerden biri olan Abdurrahim Balcıoğlu da aramızdan ayrıldı. O, Arvasi’nin deyimiyle “ölümün öldüğü diyar” a yürüdü.
1928 yılında, Akseki’nin Yarpuz beldesinde doğan Abdurrahim Balcıoğlu, 84 yıllık ömrünü Hakk ve hakikat uğrunda mücadeleyle geçirmişti. Yerli(millî ve manevî) kültürü aksettiren eserleri, “Serdengeçti, Tarla, Hisar, Türk Edebiyatı, Töre, Bizim Anadolu, Son Havadis, Hür Anadolu, Yeni Düşünce, Ortadoğu” gibi dergi ve gazetelerde yayımlanmıştı.
Abdurrahim Balcıoğlu özüne sadık, Hakk ve hakikat yolunda yürüyen, değerlerinden asla taviz vermeyen, haysiyeti ve davası için yaşayan vakur duruşlu bir insandı. O hem yazar, hem de şairdi. Fakat o, şiir ve düzyazılarında hayali sevgilileri değil, mutlak hakikatleri yazdı. Bu yazma faaliyetini ömrünü sonuna kadar da ısrarla sürdürdü. Çünkü son nefes, sahibine teslim edilmedikçe tebliğ vazifesi de bitmezdi, o bu şuurla hareket eden muttaki bir insandı.
Gazeteci, şair ve yazar Abdurrahim Balcıoğlu, şiirini davasının emrine sunmuş bir kalem eriydi. Onun içindir ki şiirlerinde duygudan çok, düşünce vardır. Onun şairliği hakkında merhum Ahmet Kabaklı “Rahim Balcıoğlu, renkli bir hayat ve üstün bir gayretle, (düzenli bir okul hayatı görmediği halde), kendi kendisini yetiştirmiştir. Millî ve manevî duyguları tok bir edayla söyleyen şair-yazar, bilhassa şiirlerinde bir duygu cihanı yapmayı başarmıştır.” derken; merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu da “Rahim Balcıoğlu, sert ve haşin mizaçlı bir seciye... Eğrisi, büğrüsü olmayan bir kalem” değerlendirmesini yapmıştır.
Şair ve yazar Abdurrahim Balcıoğlu, kalemini susturmak isteyenlerle çetin mücadeleler etmiştir. “Kerpiç Saray(1962), Düş Taşları(1966), Acılı Zamanlar(1989), Yakarışlar(1994)” adlarındaki şiir kitaplarının yanında “Ekmek Göçü(1971), Demirperdeyi Aralıyorum(1970) başlıklı röportajlarına, “Terleyen Duvarlar(1975), Kaçak(1963) adlarında iki romanı ile “Büyük Mehmetçik Fevzi Çakmak”(1987), “İnsanlığın Ruh Mimarları”(1991), “Osman Yüksel Serdengeçti”(1992) isimli araştırma eserlerine imza atmıştı.
Merhum Abdurrahim Balcıoğlu dünyaya ve onun içindekilere gereğinden fazla kıymet vermedi. O, şeref ve haysiyeti için yaşadı. Hiç kimsenin karşısında iki büklüm olmadı. Çünkü kimseye diyet borcu yoktu. Arkasında güzel bir isim bırakarak bu fani dünyadan göçtü. Sözlerimi Mehmet Nuri Yardım'ın ona dair duygu ve düşünceleriyle noktalamak istiyorum:
“Şiirlerinde millî, hamasî duyguları, gür bir ses ve civanmert edayla seslendiren Balcıoğlu, Torosların havasını solumuş yaşayan bir Köroğlu’dur. Meydan kime ait olursa olsun, o hakikatin süvarisidir. Sanatını dörtnala koşturur. Kimseye eyvallahı yoktur. Bu yüzden kıyılarda dolaşır, tenhalarda bulunur. Serdengeçti’yle aynı çorbaya kaşık sallayan, Necip Fazıl’a yoldaş olan müstağni ve vakur adam, Karacaoğlan’dan getirdiği edâyı şiirine aktarırken, Mevlânâ’dan feyz alıp Yunus’a kulak verdi. Yetmedi, Yesevi’ye gönül düşürüp tasavvuf deryasına daldı. Divan şiirini binbir hevesle, destanları derin nefesle, halk hikâyelerini engin bir sesle okudu. Âkif’i, Yahya Kemal’i, Sâmiha Ayverdi’yi, Ârif Nihat Asya’yı anlayarak, kavrayarak, belki de ağlayarak okudu. Şiir yazacak gençlerin zora talip olmasını bekledi. Beceremeyenlere Osmanlı tokadını, "Kuş tüyü yataklarda yatıp uyumasını beceremeyenler, deve dikeni üzerinde horlar" sözüyle aşketti.”()

ŞAİR ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN ARDINDAN…
M. NİHAT MALKOÇ

Ölümle birlikte hayatın kepenklerini kapatırız farklı bir boyuta geçene kadar... Fakat insana verilen sonsuz yaşama arzusunun elbette bir karşılığı vardır ötelerde. Lezzetleri acılaştıran ölüm, en büyük adalettir aslında... Zira hiç kimseyi ıskalamaz. Makamımız, mevkimiz, şöhretimiz, zenginliğimiz her ne ne olursa olsun o, vakti gelince mutlaka uğrar kapımıza. Efendi-köle ayrımı yapmaz. Ölen kişi bir yanımızı da alır götürür beraberinde, ortak hatıralar toprağa taşınır bir anlamda. Dünyadaki kişi, ölen dostuyla birlikte ortak paylaşımlarını da toprağa gömmenin derin acısını ve sızısını yüreğinin derinliklerinde hisseder. Bu durum, geride kalanların acısının katmerleşmesi neticesini de beraberinde getirir.
Ölüm, diriler için bir ayna hükmündedir. Ölümlere üzülmemiz biraz da kendi akibetimizi bu aynada görmüş olmamızdandır. Bu trajik merasimlerde fani yanımızla yüzleşiriz. Aslında hayata maddi pencereden baktığımız için ölüm karşısında vaveylâlar koparırız. Oysa ölüm dediğimiz şey, ölümsüzlük kapısının eşiğidir. Mevlâna'nın “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...” deyişi, ölümle manevî anlamda ölümsüzlüğe kavuştuğumuzun işaretidir. Ölümden kaçış mümkün olmadığına göre onu bütün hücrelerimizle özümsemeliyiz.
Ölüm ölmüyor, bu kutlu kervan sürüp gidiyor. Görünen o ki ahiret sabahına kadar da bu yol ve bu yolun yolcuları hep var olacaklar. Yakın ve uzak çevremizde hemen her gün birilerinin ölümü, bizi ölüm konusunda düşünmeye, bu hususta tefekkür etmeye zorluyor.
Bir gönül insanını daha ebediyete uğurladık. Bir can daha vuslata erdi. Mütevazi kimliğiyle ve gür sesiyle adından söz ettiren şair Abrurrahim Karakoç'u kaybettik. Aslında gerçekte kaybedilen bir şey de yok, o sadece tebdil-i mekân ederek en sevgiliye kavuştu.
Türk halk şiirinin, adından sıkça söz ettiren en gür seslerinden biri olan üstad Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932'de Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesine bağlı Cela köyünde dünyaya gelmişti. Babası Ümmet, İstiklal Savaşı gazilerindendi. Karakoç, ailenin beş erkek çocuğunun ikincisiydi. İlkokulu köyünde bitiren Karakoç, eğitimine devam edememiştir. Çünkü o zamanki mevcut şartlar bugünle kıyaslanamayacak kadar kötüydü.
Karakoç ailesi şiire adanan insanlarla doludur. “Şairlik bu ailede irsiydi” dersek sanırım yanılmış olmayız. Zira şairin dedesi Karakoçoğulları sülalesine mensup '”Balcı Fakı'” olarak tanınan Mehmet Efendi bu ailenin şair ruhlu insanlarının ilkidir. Okuma yazmayı sonradan öğrenen baba Ümmet Karakoç da dahil olmak üzere, aile fertlerinin hemen hepsinin şiirle bir şekilde ilişkisi vardır. Fakat ülke genelinde şöhret kazanan ve şiirleri geniş kitlelerce okunan isimler olarak Abdurrahim Karakoç’la, ağabeyi Bahaettin Karakoç’u görüyoruz. Soyadı benzerliği olmasına rağmen Sezai Karakoç’la herhangi bir akrabalık ilişkileri yoktur.
Türk halk şiirinin köşe taşlarından biri olan, şiir alanında güzel örnekler bırakan Abdurrahim Karakoç, bir konuşmasında hayatına dair ayrıntıları şöyle dile getirmiştir:
“Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek neresi var?' diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç, şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince: Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, 'bilimsel' cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar v.s. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.”
Merhum Abdurrahim Karakoç, Anadolu insanının sesi ve yüreğiydi. Bu güzel coğrafyanın vicdanı onda atıyordu. Acıları, hüzünleri, sevdaları Anadolu insanıyla müşterekti. O, baştan ayağa kadar her şeyiyle yerliydi, bizimdi, bizdendi. Hiçbir zaman geçici bir heves uğruna ecnebi akımlardan etkilenmedi. Zamana uyup politik davranmadı. Mevlana’nın tabiriyle olduğu gibi göründü, göründüğü gibi de oldu. Bu samimi duruşu sayesinde hep sevildi, sayıldı ve hürmet gördü. Fakat her insan gibi onu da sevmeyenler ve fikrine saygı duymayanlar da vardı. Zaten herkesin sevdiği insan olmak ne mümkündür, ne de gereklidir.
Karakoç'un halk tarzındaki şiirlerine tamamen millî ve İslamî renkler hâkimdi. O şiiriyle bir çeşit tebliğ vazifesini de görüyordu. Zira düşüncelerini şiirine başarıyla yansıtıyordu. Halkımız onu daha çok, Musa Eroğlu’nun bestelediği “Mihriban” şiiriyle tanısa da o, duygu ve fikir yoğunluğu bakımından bunun çok daha fevkinde şiirler kaleme almıştır. Fakat sığlığımızın bir yansıması olarak ona “Mihriban Türküsünün Şairi” der geçeriz.
Merhum Abdurrahim Karakoç şuurlu bir Türk milliyetçisiydi. Fakat o hiçbir zaman ırkçılığa meyletmedi. Türk-İslam ülküsünü en iyi idrak eden vatan sevdalılarından biriydi kendisi... Onun düşüncesini ve hayata bakış açısını öğrenmek isteyenlerin oğlunun adını öğrenmeleri bile yeterlidir. O, oğluna “Türk İslam” adını koyacak kadar bu davaya yürekten sevdalı biriydi. 1990 öncesinde Türk kökenli milletlerin Rus ve Çin zulmü altında yaşaması, onu derinden üzmüştü. Bu derin üzüntünün akislerini şu mısralarında görmek mümkündür:
“Bilir misin gardaş Türk illerinde / Havada yıldızlar dağda kar üşür / Tutsak soydaşların türkülerinde / Dört mevsim ötede bir bahar üşür // Ezanlar buz tutmuş minarelerde / Yaylalar dermiş ki töremiz nerde / Yolların hasretle bittiği yerde / Her dağ yamacında bir mezar üşür // Ses verir aktıkça ağlarcasına / Göl olur gözyaşı gönül tasına / Her sabah kuşların uyanmasına / Her köyün bağrında bir pınar üşür // Kara pas bağlamış ozan dilleri / Ayıya in olmuş Bozkurt illeri / Ulu Tanrısına açmış kolları / Kökü Türklük olan bir çınar üşür”.
O, halk şiirimizin yaşayan tartışmasız en büyük üstatlarından biriydi. Fakat geleneksel halk şairleri gibi saz çalıp söylemezdi. Modern şiire yönelişin yaygın olduğu günümüzde halk şiirine ve onun millî ölçüsü olan heceye nefes aldırmıştır. Geleneksel şiirin kalıplaşmış imgelerinin yanında, şiirimize dil değmemiş imgeler ve özgün söyleyişler kazandırmıştır. Halk şiirnin konu ve tema dağarcığını zenginleştirmiştir. O, Türkçenin doğru ve yerinde kullanımı konusunda çok hassastı; kullandığı kelimeleri adeta kanatlandıran, onlara hayat veren ince bir dil işçisiydi. Bazı şiirlerinde Karacaoğlan gibi sevdalara tutunurken, bazı şiirlerinde de Yunus Emre gibi sevgiyi ve uhrevî hissiyatı bayraklaştırdı. Çoğu kere de Şair Eşref gibi açtı ağzını yumdu gözünü; fakat hicvederken bile edep dairesinden çıkmamak için gayret etti. Çünkü onun engin ruhunun beslendiği kaynaklar buna müsaade etmiyordu.
Usta şair Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinde hiciv apayrı bir yer teşkil eder. Onun şiirlerinde nükte, hiciv ve ironi başköşede oturur. Usta işi şiirlerinin çoğunda bu hiciv havasını soluruz. Abdurrahim Karakoç, tabir caizse günümüzün Dadaloğlu’suydu. En az onun kadar cesur ve yiğitti. Hele söz konusu “millet, memleket, İslam” gibi millî ve manevî değerler olduğunda yerinde duramazdı; hemen rengini belli eder, tavrını kararlı bir biçimde koyardı. Kalemini bir kılıç gibi kullanan merhum Karakoç’u en çok üzen kesim, memleketin kaymağını yiyip de bu ülke için hiçbir şey yapmayanlardır. Onların pişkinliğine tahammül edemez. Şiirlerinde en büyük hedef tahtası onlardır. Çünkü onlar yetim hakkı yerken bile küstahlıklarını sergilemekten hiç utanmazlar. Şair, her fırsatta onları eleştirir, fırsat kollayarak sözü gediğine oturtur: “Devletliler çıkıp devlete kondu / Büyük putlar büyük servete kondu / Hak, hukuk, insanlık sepete kondu / Kaç melekten(!) korkup kaçtık sayamam.”
Karakoç, “Vur Emri” isimli kitabına aldığı şiirinde “Kör dünyanın göbeğine /Hak yol İslâm yazacağız/Kuşların göz bebeğine /Hak yol İslâm yazacağız” diyecek kadar İslam’a sadık bir memleket evladıydı. Aynı şiirin devamında “Herkes duyacak, bilecek / Saklanmaz gayri bu gerçek / Yaprak yaprak, çiçek çiçek / Hak yol İslâm yazacağız.” diye kararlılıkla devam ediyordu sözlerine. Zira o, özü sözü bir insandı; dürüsttü, mertti. O; hileyi, hurdayı, üçkâğıtçılığı ve aldatmayı bilmezdi. Onun takıyyeyle de işi yoktu. Namık Kemal’in “Bâisi şekva bize hüzn-i umumîdir Kemal! Kendi derdi gönlünün billâh gelmez yadına” beyti sanki Karakoç için söylenmişti. Zira o, şahsî dertlerini hiçbir zaman memleket meselelerinin önüne koymazdı. Her işte Allah rızasını gözetir, hayatını tevhit temeline oturturdu. Bir ara çok kısa süre de olsa politikaya giren şair, bu kulvarda aradığını bulamamış, politikayı baş üstünde tuttuğu değerlerle bağdaştıramamıştır. Politik macerasının kısa sürmesi hakkında kendisine soru soranlara o şu cevabı vermiştir: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım”
Merhum Karakoç, bir ömür boyunca aleme maskara olmamak için rızkı peşinde koşsa da dünyaya mal biriktirmek için gelmediğinin bilincindeydi. O, kanaatle oturduğu sofradan hep şükürle kalktı. Allah'a layık kul olmak için gayret etti. Kimseyle şahsî meselesi olmadı, zira meseleleri milletinin dertlerine şamildi. Dünyadan göçünce arkasında ne katlar, ne de yatlar bıraktı. Fakat kat ve yat sahiplerinin esamisi okunmazken onun sevenleri milyonlarla ifade edilir oldu. O, mirasını ve sermayesini şu dizelerde dile getirmektedir: “Ne payem oldu, ne sayem/En doğruya varmak gayem/Düşüncemdir tek sermayem/Alan yoktur satamadım”
Merhum şair Abdurrahim Karakoç, ardında birçok ölümsüz eser bırakarak her fâni gibi bu imtihan dünyasından ayrıldı. Eserleri arasında “Hasan'a Mektuplar(1965), Hasan'a Mektuplar ve Haberler Bülteni(1967), El Kulakta(1969), Bütün Şiirleri(1973), Vur Emri(1975), Kan Yazısı(1978), Şiirler(1981), Suları Islatamadım(1988), Dosta Doğru(1988), Gökçekimi(1991), Yasaklı Rüyalar(şiir), Akıl Karaya Vurdu(şiir)” sayılabilir. Onun “Düşünce Yazıları(makaleler-1990)”, “Beşinci Mevsim(1990)”, “Çobandan Mektuplar(deneme)” adında fikir yazılarından oluşan düzyazı türünde kitapları da bulunuyordu.
Aramızdan ayrılan Karakoç, hafızalarımızda şair kimliğiyle yer alsa da, o aynı zamanda güçlü bir yazardı, milletinin mutluluklarıyla mutlu olan, dertleriyle de dertlenen bir düşünce ve dava adamıydı. Uzun yıllar boyunca gazetecilik yapmış, Yeni Düşünce ve Vakit gibi birçok gazetede köşe yazmıştı. O, bir zamanlar Ülkücü dünya görüşünün yayın organı olan haftalık Yeni Düşünce gazetesinde ses getiren yazılara imza atıyor, gündemi belirliyordu.
Şair Karakoç, son nefesine kadar dik ve asil duruşunu bozmamıştır. Her zamanda ve her zeminde doğru bildiklerini söylemekle kalmamış, o gür sesiyle adeta haykırmıştır.
Merhum şair Abdurrahim Karakoç “Size Bıraktım” başlıklı şiirini sanki bize veda eder gibi hüzünlü, biraz da sitemli bir dille yazmıştır: “Talipli değilim şöhrete, şana,/Makamı, rütbeyi yük etmem cana/Dostluk, sevgi, şefkat yetişir bana,/Dövüşü, kavgayı size bıraktım//Çokta değil, hakta buldum huzuru,/İstediğim alın teri, göz nuru /Benliği, kibiri, iğrenç gururu /Faizi, bankayı size bıraktım.//Hiç biriniz telaş etmesin boşa/Doyacak gözünüz toprağa, taşa.. /Beni inancımla koyun başbaşa.. /Topyekün dünyayı size bıraktım”
“Sarı saçlarına deli gönlümü /Bağlamışım, çözülmüyor Mihriban /Ayrılıktan zor belleme ölümü /Görmeyince sezilmiyor Mihriban” diye başlayan o ölümsüz türkünün sözlerinin sahibi Abdürrahim Karakoç artık aramızda değil… O, her fâni gibi, can emanetini çok sevdiği Hakk'a huzurla teslim etti. Fakat o, düşünce ve duygularıyle hep içimizde yaşayacak. Çünkü kişiler ölse de, düşünceler halka halka sonsuza dek yaşamaya devam eder.
Her doğan gün aslında ömür ağacından kopan bir yapraktır. Merhum Karakoç, bunu en iyi anlayan insanlardan biriydi. “Bir el yapar, bin el bozar/Gün alçalır, gölge uzar/Önü kundak, sonu mezar/Her yarış ecele doğru.” ifadeleri bu görüşümüzü doğrular içeriktedir.
Türk-İslam ülküsünün yılmaz savunucusu Karakoç’a Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun. Sözlerimi onun hayat felsefesini dile getiren bir dörtlüğüyle bitiriyorum:
“Ben milletimin uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun imanı, bin eğriyi düzeltir,
Zulüm Azrail olsa, hep Hakk'ı tutacağım
Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.”

Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 16:08:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!