Saat, 14.12…
Saat 12’yi yirmi küsur geçe yazmaya başladığım mektubun henüz giriş cümlesini dahi kuramamışken neler neler anlattım sana bir bilsen…
Kiminde büyük ünlü uyumuna, kiminde öznesine-yüklemine tutulduğum onca kelimeyi gözümün yaşına bakmadan eskittim, paramparça ettim, yazdım, sildim…
Sebahattin Ali’nin “Dışarda mevsim baharmış, Gezip dolaşanlar varmış” dizeleriyle mi didişmedim, Sezen’in “Bir güler yüzün çok mu?” dediği yerde mi ölmedim, pencerenin önünde olabildiğince güzel sesleriyle cıvıl cıvıl öten serçelerle mi atışmadım… Neler oldu neler; bir sürü şey, hatta her şey oldu neredeyse ama ben bir giriş cümlesi bile bulamadım bu mektubuma.
Birbiri ardına sigara yakıp -kenarında dudak izin kalan, boş bir fincanla uzun uzun bakışıp, fallara küstüm biraz evvel. Dudak izi var diye sakladığım fincanda çıkmayan fal; ironinin böylesi…
Masadaki takvimle atıştık bir müddet. Ben “hadi ulan hadi, geç artık da bir gün daha eksilisin şu lanet ömürden!” diye serzenirken bu defa Ahmet Kaya girdi söze yine Sebahattin’den: “Geçmiyor günler, geçmiyor” diyerek…
Sana şiirler yazdım yine, seni anlatan. Baktım yine özlem, yine hasret ve yine elem; sildim.
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta