Saat, 14.12…
Saat 12’yi yirmi küsur geçe yazmaya başladığım mektubun henüz giriş cümlesini dahi kuramamışken neler neler anlattım sana bir bilsen…
Kiminde büyük ünlü uyumuna, kiminde öznesine-yüklemine tutulduğum onca kelimeyi gözümün yaşına bakmadan eskittim, paramparça ettim, yazdım, sildim…
Sebahattin Ali’nin “Dışarda mevsim baharmış, Gezip dolaşanlar varmış” dizeleriyle mi didişmedim, Sezen’in “Bir güler yüzün çok mu?” dediği yerde mi ölmedim, pencerenin önünde olabildiğince güzel sesleriyle cıvıl cıvıl öten serçelerle mi atışmadım… Neler oldu neler; bir sürü şey, hatta her şey oldu neredeyse ama ben bir giriş cümlesi bile bulamadım bu mektubuma.
Birbiri ardına sigara yakıp -kenarında dudak izin kalan, boş bir fincanla uzun uzun bakışıp, fallara küstüm biraz evvel. Dudak izi var diye sakladığım fincanda çıkmayan fal; ironinin böylesi…
Masadaki takvimle atıştık bir müddet. Ben “hadi ulan hadi, geç artık da bir gün daha eksilisin şu lanet ömürden!” diye serzenirken bu defa Ahmet Kaya girdi söze yine Sebahattin’den: “Geçmiyor günler, geçmiyor” diyerek…
Sana şiirler yazdım yine, seni anlatan. Baktım yine özlem, yine hasret ve yine elem; sildim.
“Oturduk; kalem, kağıt, sen ve ben…
Ağladık; kalem, kağıt ve ben!” diye başlamıştım; ağlaya ağlaya yazdığım mısraları ağlaya ağlaya silmek zorunda kaldım. Aşka düşenin şiarıymış gözyaşı dökmek. Gözlerini düşündüm uzunca süre, o Cennet gözlerini. Bakmaya doyamadığım gözlerinde gördüklerimi, hiç kimsenin görmediği göremediği o Cennetin Firdevs katını…Tam kaleme kağıda sarılacaktım ki “Buldum ulan buldum, ne yazacağımı buldum; gözlerini…” diye başlayayım mektubuma… Gözyaşım mani oldu, yazamadım!
Kimseye müdanam olmadan erdiğim bu yaşımda, sana minnetim geldi aklıma. Minnettar olmak gibi değil de minnet eylemek gibi. Bari yüzünü göreyim diye yakarışlarım, bari buydu işte derken içtiğimiz o bir yudum kahve ve falda çıkmasa da fincanın kenarında kalan o dudak izin! Baş başa kaldığımız dudak izinle senin dedikodunu yaparken yakaladım kendimi; yine dilimi tutamamış seni ne kadar sevdiğimi, seni ne kadar büyük sevdiğimi, sana sırılsıklam aşık olduğumu falan anlatıyordum boş bir fincana. Dur dedim kendi kendime, bunu anlatayım. Olmadı. Ne yaptım ne ettimse bir araya getiremedim kelimeleri. Ben vuslat yazdıkça hasretler gelip yerle bir etti mektubumu!
Kedileri bekledim, gelsinler de bari onlardan bahsedeyim diye… Gelmediler. “Kediler gelmedi…” diyerek başladım bir şeyler yazmaya; kedilerin gelmemesine ayrı, bunu sana anlattığıma ayrı, kedilerin gelmesine de gelmemesine de ayrı ayrı bin hikaye sığdıran hasretine ayrı ayar oldum, sildim…”
Yağmur yağsa ondan bahsedecektim, yağmadı… “Günlük güneşli bir Haziran Pazar öğleden sonrasında oturmuş, bir damla yağmur yağsın da senden bana bir selam gelmiş sayayım diye beklerken…” diye başladığım satırları yağmur yağmamasına, senden bana bir selam gelmemesine, kedilerin gelmemesine, rüzgarın esmemesine, vaktin geçmemesine ve takvimin değişmemesine ayrı ayrı söverek sildim.
Elimde bir kahve fincanı, o fincanın kenarında kalan dudak izin ve “kimseye söyleme!” tembihin kalmışken; ben içimdeki derdimi, aşkımı, sevdamı, özlemimi, hasretini, yangınımı, kederimi, isyanımı, matemimi sen dahil kimseye söyleyememenin, söyleyemeyecek olmanın derin ızdırabıyla susuyorum. Bana ait olanın beni bulacağına olan mutlak inancım olmasa, inan bana çoktan terk-i alem etmiştim. Karşılaşacağımız ve hiç susmayacağımız evrende seni beklemek için çoktan yola çıkmıştım. Lakin öyle değil; biz karşılaşacağız, üstelik bu evrende ve bu hayatta karşılaşacak ve susmayacağız.
Değilse o fincanın kenarındaki kıpkırmızı dudak izin nasıl yakardı içimi bu denli. Değilse ne halta yarardı ki göğüs kafesime sığmayan yüreğimdeki binlerce sen! Değilse ne anlamı kalırdı sevda dediğin kederin!
Bu yazdıklarımı da saatlerdir yazdığım ve çeşitli bahneler çeşitli sebeplerle sildiğim kelimeler gibi siler miyim, yoksa bir anlık gaflet ve hadbilmezlikle sana gönderir miyim bilmiyorum. Bildiğim tek şey var, o da bende bâki kalan sevdan! Hava, mevsim, takvim, gün, saat, vakit fark etmeksizin mütemadi şekilde içimde yanan, yanmakla kalmayıp beni bu dünyadaki her şeyden ve herkesten soğutan ateş; Sevdaan! Bildiğim tek şey, bana Cennetin bu dünyada da görülebileceğini gösteren Cennet gözlerin. Ve gözlerine olan derin özlemin Cehennem ateşinden faksız olduğu gerçeği!
Çok isterdim gamzenden bahsedebilmeyi; olmadı. Çok isterdim yamuk parmaklarına övgüler dizmeyi, olmadı. Bir bilsen ne kadar çok isterdim; yine beyazladığını gördüğüm o hançer saçlarının her bir teline binlerce şiir yazmayı, olmadı. Dedim ya; oturduk kalem, kağıt, sen ve ben… Ağladık kalem, kağıt ve ben!
Neyse…
…
Nasıl başlayacağımı bilemediğim, ne anlattığımı zinhar hatırlamadığım bu mektubu en azından nasıl bitireceğimi biliyorum; neyse diyerek… Yokluğuna, varken yokluğuna, hiçliğimize, gözlerinde gördüklerime, gözlerimde gördüğün çizgilere, gamzene, Cennet gözlerine, bir şey olmuş olmasına, bir şey oluşunun üstünden hayli vakit geçmiş olmasına karşın hala hiçbir şey eksilmemiş oluşuna, hasretine, elemine, özlemine, kederine, şansıma, talihime, geç kalmışlığa, çıkmayan fallara, geçmeyen izlere… Duyanlara duymayanlara haykırmak istediğim her ne varsa, şairin dediği gibi “Demedim dilimin ucuna gelen her neyse!” diyecek ve koskoca bir neyse’nin derin isyanına bırakacağım kendimi.
Neyse…
Kayıt Tarihi : 2.6.2024 16:50:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Saat 16.49… Günlerden Pazar, üstelik yağmursuz, kedisiz, rüzgaraız ve kahvesiz…
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!