Boylu boyunca kapılar alnımda kahır
Yaprak düşünce nem tutuyorum
Bir zeminin tozunda yüzler bulmaktır
Zor değil kapı koluna dokunan bilir
Babalarını evde bekleyen
Çocuklardan anlıyorum
Çocukluk, o derin ırmak çağrısı
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
Devamını Oku
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
kutlarım güzel bir şiir okunası bir şiir
VI
Günler nasıl başlar nasıl biter anlayamazdım! Bir sigara sarımı ve içimi kadar kısa gelir, bana gündüzler yetmezdi. Gecelerden çalardım hep. Sabahlara kadar roman okurdum.
Hayat o kadar hızla ve her şeye rağmen bal tadında yaşanırdı.
Merdivenler iner miydi çıkar mıydı? Ya yokuşlar? Onlar ne yapardı? Kaldırımlar olduğu yerde, olduğu gibi beklerdi. Ne bir yere gider, ne iner ne çıkardı.
Biz öyle değildik. Hele ben… Şermin bana ‘Kıpçık!’ derdi. Aşağı yukarı ne anlama geldiğini kestirebiliyordum. Çok kıpırdadığım zamanlarda beni tutar, kucağına oturtur, hareketsiz bırakırdı çünkü ama tam anlamını öğrenmek istiyordum. O, Selanik göçmenlerindendi. Annem babam ya da ablam o sözcüğü hiç kullanmazdı. Bir keresinde sordum da: “Çok kıpırdayan… Çok hareketli... Ele avuca sığmayan… Senin gibi…” demişti gülerek.
Ben hiç uslu olamamıştım. ‘Şeytanın arka bacağı!..” derdi annem bana… Bir ben değil ki hepimiz yaramazdık. Biz çocuktuk. Hem artık ben sokak çocuğu olmuştum. Sokakta oynamasına izin verilen…
Bazı komşular korkarlardı şerrimizden. Pencerelerinin önlerine, sokağa taşan kenarlıklara koydukları çiçekler zarar görmesin, top falan isabet etmesin de dalları yaprakları kırılmasın diye demir kafesler yaptırırlardı. O kadar kıymetliydi ki çiçekleri o şekilde korurlardı. Balkon gibi kullandıkları teraslarında da çepeçevre çiçek saksıları vardı. Merdivenlerinin her basamağında da… Lale, sümbül, gül… Saymakla bitmez! Herkes birbirinden bir dal alarak çoğaltırdı. Kimse çiçeğe para vermezdi. Fakat herkes için çiçek, vazgeçilmezdi.
Neler neler anlatıyor bana Antalya sokakları… Hele hele Giritli mahallesi… Eskiye dair… Ey gözümün nuru şehir! Ey O/nur/lu mahallem!..
Yalnız değildim ben bu sokaklarda. Arkadaşlarım vardı. Üstleri başları, saçları kaşları toz içinde, yüzlerinde ter izleri… Taşlı tozlu sokaklar bizimdi o zamanlar. Top oynadığımız sokaklar tamamen bizimdi akşamlara kadar! O kırdığımız camlar bizim değildi ama. Nasıl kızardı o evin sahipleri, ‘şangır’ diye aşağıya iniverince! Ya sapan taşı gelirdi, olurdu ya… Ya da top… En çok da top kırardı camları. Kıranın vay haline!.. Bir ellerinde top bir ellerinde bıçak!
“Bakın, keserim topunuzu ha! Bir daha atmayın bu tarafa!..”
Topumuzu mu? Yani o meşin yuvarlağı mı yoksa bizi mi? Topumuzu ha!.. Gözlerimiz fal taşı gibi açılırdı!.. Onun hiddetten, bizim korkudan…
Göz… Göz çukuru… Çukurova…
Antalya… Antalya çocukları… Antalya ovası…
Hey gidi Muratpaşa Mahallesi… Tabakhane Sokak…
Hey gidi çocukluğum!..
Hey!..
Onur BİLGE
V
Ben de düşe kalka oynuyordum o güzelim sokak oyunlarını. Yaralanıyor bereleniyor yine aynı şevkle kaldığım yerden devam ediyordum. Fakat sonraki benimsemeler, toprağın benimsemesi gibi olmadı. Onun gibi yar olmadı, olamadı sevenler, sevilenler. Biteviye yaralandım berelendim. Bu yaralar öylesi yaralar değildi bir süre sonra varlıkları unutulup kabukları yoklanacak… Hiçbiri kabuk bağlamadı, halen kanamada, acımada, sızlamada…
Oyunların da tadı kalmadı. Oyun içinde oyun varmış. Matruşka gibiymiş insanlar. Hiçbir görüntüleri gerçek değil. Hiçbir yüzleri tek ve asıl değil. Gerçek yüzlerini kat kat gizlediler. Yedi kat katmanla gizlenmiştiler. Ne kadar büyük ve süslü görünüyorlardı! Küçüle küçüle bit kadar kaldılar! Yaralarımın kabukları gibiydiler. Yapıştılar mı bırakmıyorlardı. Koparıp attıkça tekrar yapışıyorlardı ve her keresinde daha da küçülüp sonunda yok oluyorlardı. Hiç ses çıkarmıyordum. Derin bir sükût içinde seyrediyordum olup biteni ve izliyordum yok olmalarını…
Çocukluğumda hayat ne kadar renkliydi! Etraf ne kadar sesli! Yoldan geçen tatar arabalarının gürültüsü, seyyar satıcıların zor anlaşılan bağırtıları, çocuk sesleri… Evlerden gelen kahkahalar, birbirine karışan konuşmalar… Kapılardan pencerelerden taşan ve yayılan radyo sesleri… Köpek havlaması, kedi miyavlaması… Oduncuların eşeklerinin anırması… “Oduncu geliyoru!..” diye seslenmeleri odun satan kadınların… Oyunun ortasında, Şermin’in: “Onur’cuğum gel arık!..” dediğini sanışım… Yüzümü buruşturarak eve dönüşüm… Değilmiş, oduncuymuş. Haydi, tekrar düzlüğe! Oyuna devam!..
Gecelerde sarhoş naraları… Halkpazarı’nda satıcıların birbirine karışan sesleri… Tellal Hafız gibi bağırışları… Meyve sebze sandıklarını, tezgâhları zangır zangır zangırdatan kaba ve yüksek sesler…
O kadar istediğim halde bir kere bile yalınayak oyun oynayamadım sokak arkadaşlarım gibi… Ayağıma çivi batarmış. Diken batarmış. Cam kesermiş Maazallah! Bahçede yalınayak dolaştım ama. Ne çok özgür! Ne çok şen!..
Kaleiçi’nde yüz yüze evler vardı, fısıl fısıl dedikodu eden. Cumbalarından el uzatılsa birbirlerine değecek kadar yakın… Pencerelerden konuşulur, araya takılan iplerle birbirlerine yiyecek içecek verilirdi. Bir evden diğerine sıra sıra ipler uzanır, çamaşırlar o arada kurutulurdu. Saçakları değdi değecek!.. Eski Rum evleri… Karşı karşıya otururken saçları birbirine karışan insanlar kadar samimiydiler. Ara sokakların loşluğuna loşluk, karanlığa karanlık katarlardı.
***
VI
Güneşler doğup batıyor, günler ağarıyordu. Kirlenip kirlenip ağarıyordu mahkûmdu her şey… Dağlar taşlar, ağaçlar perdeler ve perdelerle beraber kadınların saçları… Kirlenmeye, sular, insanlar… Her şey kirleniyordu zamanla. En çok da beyazlarda seyredilebiliyordu kirlilik… Evlerin, kireçlerine çivitler katılmış bembeyaz iç ve dış badanalarında, ap ak perdelerde, beyaz Frenk gömleklerinde ve iç çamaşırlarında… En çok kışın kırmızı çamurda, diğer mevsimlerde taşlı tozlu düzlükte oynayan çocukların giysilerinde… Akşama kadar sokaklarda koşturan çocukların sırtlarında beyaz diye bir renk kalmıyordu. Oyun sonrasında eve dönünce bunun acısı çıkıyordu ama ne gam! Oyun, yeryüzündeki en güzel şeydi!
Oyun olsundu da isterse yara bere olsundu! Hayatı soluk soluğa yaşamak ne güzeldi! Faytonların arkalarına takılmak, özellikle kollara gelme olasılığı yüksek kamçının acısını göze alarak… Koşmak, hep koşmak gelirdi içimden! Eve kapatıldığım bebeklik zamanlarımın hıncını almak istercesine… “Aman üstün kirlenmesin!..” diye hiçbir yere dokundurtmayan anneme, ablama ve Şermine inat!
Ben topraktan yaratılmıştım. Tamamım topraktı ve suydu… Toprak da su da beni isterdi. İşte işin aslı buydu! Onlar beni çağırır ben onları isterdim, onlara koşarım. Yağmurlarda ıslanmak, su birikintilerine girmek… Topraklara bulanmak isterdim, öyle ki sadece gözlerimin akı açıkta kalsın!
Nefes nefese oyun oynamak ne kadar güzeldi! Kıran kırana!.. Koşmak da güzeldi, arada sırada düşmek de öyle… Yeri öpmek yani… Yani özellikle avuç içlerinin ve dizlerin yaralanması… Avuçlarım patlar, ateş gibi yanardı ama olsun! Yaralanmak da güzeldi. Hem avuç içleri kabuk bağlamazdı. Çabuk iyileşirdi. Dizlerimden kandil kapağı kalkardı ama olsun, kalkan deriyi hemen yerine kapatır, oyuna devam ederdim. Annem sakın duymasın! Duyarsa içeriye alırdı. Arkadaşlarımdan, oyunumdan mahrum kalırdım!
Çocukluğumda, yarasız beresiz kaldığımı bilmiyorum! Mutlaka bir yerim yaralıydı. Ya elimi falan kesmişim ya düşmüşüm ya da taş falan gelmiş. Umurumda bile değildi! Bir süre acırdı, dişimi sıkardım, dayanırdım; sonra acımaz olurdu. Tentürdiyot dayanılır gibi değildi ama bir de üflemek vardı neticede… Onun yakması da geçiciydi. Zamanla acının tadına alıştım. Hatta dizlerimdeki yaralar kabuk bağladığında, yavaş yavaş kabuklarını kaldırmaktan, birazcık acımalarından hoşlanır oldum. Varlıklarını hissetmedikten sonra bana ait olmalarının ne anlamı vardı!
Bana ait bir şeyler olmalıydı ve ben onları hissetmeliydim. Ya sevgilerini ya yergilerini… Annem babam gibi… Ablamla Şermin gibi… Arkadaşlarım gibi… Hep iyi olacak ve iyi davranacak değillerdi ya… Severken kanadımı kolumu kırabilirlerdi mesela… Sevgi olsundu da varsın yarı yerim olmasındı! Yarı yerim kalsındı!..
Sevgi oldu zamanla. Belki de ben öyle olduğunu sandım. Öyle olduğuna inanmak istedim. Ona koştum! Kıyasıya oynamak için sevginin oyununu… Doyasıya oynamak için özgürce… Gözlerim mi bağlıydı, kör ebe ben miydim? Yoksa sobede yumulan? Hep koştum sevginin ardından… Kovalamacada da ebe bendim. Hep saklandı ilgiler, sevgiler, aşklar… Hiçbirini bulamadım. Bulamadım da sobeleyemedim de… Körebede kimi yakaladıysam elimde kaldı. Elimsendede elim hiç kimsede olmadı, olamadı, kalbimse hiç yerinde kalmadı. Çelik çomak oynamaktı ya yaşamak… Bir külah dondurma misali… İki yalamada bitiverdi. İşte öyle bitiveriyordu hayatlar. Ölenler, kütükten düşürülüyordu.
***
III
Giritli kızları, kadınları vardı etrafımızda… Yerlilerden çoktular. Dantel konusunda uzman sayılırlardı. ‘Tire’ dedikleri ağ iplerinden boy perdeleri örerlerdi. Her biri farklı bir desen taşırdı ve kimse kimseye örnek vermek istemezdi. Çoğu iki kanatlı olan bu perdelerde insan figürleri, ağaç, çiçek, kuş desenleri bulunurdu. Örüldükten sonra ve her kirlendiklerinde kazanlara atılır, küllü sularla kaynatılır, iyice ağartıldıktan sonra, son sularına karıştırılan, kesme şekerlerden daha büyük, üzerlerinde öküz başı resmi bulunan, beyaza mavimsi bir renk veren çivitlerle renklendirilirlerdi. Böylece daha beyaz görünmeleri sağlanırdı. Bu iş çok zahmetliydi ama sık sık tekrarlanması gerekiyordu. Çünkü evlerde sigara içiliyordu. Soba yakılıyordu. Sobalarda daha çok çam odunları, tahta parça parçaları yakılıyor, tutuşturmak için çıralar kullanılıyor ve bunlar çok is çıkarıyordu.
Şarampol, çukur bir yerdeydi. Denizden esen rüzgârlardan nasibi çok azdı. Onun için özellikle kışın sis içinde kalırdık. Akşam olmadan, sobalar yakılmaya başlanmadan çamaşırlar toplanır, pencereler kapatılırdı. Pencerelerdeki perdeler de kapatılırdı. İşte o canım perdeler de insanlar ve diğer eşyalar gibi ise maruz kalırdı. Karbon monoksit solumak zorunda kalırdı onlarla birlikte… Sobalar tüter, küller havaya savrulur, is çıkar, bunların varlığı en çok, grileşen perdelerden anlaşılırdı.
Hava kirliliği canlılığı yavaş yavaş yok etmekteydi. Verem insanlar arasında hızla yayılmış, son raddeye gelmişti. Verem Savaş Dispanserleri kurulmuştu. Gezici ekipler, mahalle mahalle köy köy gezerek röntgen cihazlarıyla verem taraması yapıyor, BCG aşısıyla halkı bu illetten korumaya çalışıyordu. Fakat doğadaki canlılar korumasızdı. Zamanla hava kirliliği de verem gibi son derece arttı ve şehirler yaşanmaz hale geldi. Fabrika bacaları, diğer kimyasallar, egzoz…
Kuşlar birer birer yere düşmeye başladılar. İki katlı ahşap evlere misafirliğe gittiğimizde annem:
“Balkona çıkma! Pencereden sarkma! Düşersin!.. Sonra küçücük bir mezar olursun!..” diye ikaz ederdi. Kuş ölülerine rastladığımda, balkonlardan düştüklerini zannederdim.
Sık sık salalar verilirdi. Duyunca, ölenin ruhuna Fatiha gönderdiğimiz… İnsanlar en çok veremden ölürdü. Çocuklar zatürreeden… Ölüler çıkardı sallarda… Üstleri renk renk, el tezgâhlarında yünden dokunmuş Giritli kilimleri olurdu ve onlar çoğu zaman hayır için camilerde bırakılır ya da bir fakire verilir, eve getirilmezdi. Sanki o kilimlerle ölüm evlere tekrar gelecekti. Kilimler geri gelmezdi ama ölümler yine gelirdi. Taş olurdu gidenler. Kalanlar da taş… Öylesine hareketsiz kalırlardı. İlkin çırpınarak, bağırarak telef ederlerdi de kendilerini, sonra… Sonra ağlayamaz, kıpırdayamaz hale gelirlerdi. Taşlaşırlardı. Heykelleşirlerdi adeta.
Tertemiz, billur gibi sularımız vardı bir zamanlar bizim… Ağızlarımızı musluklara dayar ya da çamurlu ellerimizi şöyle bir durulayıp, avuçlarımızdan kana kana içerdik. Verem mikrobu alırmışız ama umursamazdık. Oyun çocuğuyduk biz. Bütün mahallenin çocuğu bir yerde oynardık. Her an temas halinde, soluk soluğa…
Giderek hareketsiz kaldı sular. Atıklarla bulandı, ağırlaştı, kokuştu… Bazıları o halleriyle akıp karıştı diğer akarsulara… Bizim okulun arkasından, mezarlığın kuzeyinden bir çay geçerdi. Yazın bütün çocuklar onda çimerlerdi. Giderek o da kirlendi, uçuk maviye çalan bembeyaz dantel perdeler, tellenmiş sarı ahşap kapılar, pencereler, merdivenler ve eşikler gibi… İnsanlar gibi…
***
II
Evlerin tek şenliği, çocuklar ulaşıp da kurcalamasınlar, karıştırmasınlar da bozulmasın diye duvarlara monte edilen, iki dik açılı demir el üzerine konan dikdörtgen bir tahta parçasından ibaret, kenarları dantelli beyaz keten örtülü raflara konan, evin en değerli eşyası olan cereyanlı radyolar… Sabah uyanır uyanmaz kulakları burulan, yatma vakitlerine kadar susturulmayan parazitli nesneler…
Bin dokuz yüz elliler… Her şey için şarkıların türkülerin yapıldığı devirler… Fasulyenin iki buçuk liraya çıkışına, kıza görücü gelen Ali’ye Veli’ye, Hasan’a Hüseyin’e… Ayyaşa sarhoşa, hastaya, ölüye diriye… Hastane önündeki incir ağacına, ezan sesine, ezan sesi değil de burçak yasına varana kadar yakılan türküler… Şarkı türkülü, ağıtlı bozlaklı zamanlar…
Her şeye dair söylenecek bir şeyler vardı. Her ile ait… Herkese ait… Ya çok küçük ya ön dişleri çürük ya da değişeceği için dökük olduklarından, kim bilir belki de o ruh halinde olmadıkları, olamadıklarından diğerleri gibi keyifle ıslık çalamayan tüm çocuklar için… Her türlü duygunun veya duygusuzluğun dillendirilebildiği yazılı yazısız eserler vardı dillerde…
Şarkılar türküler söylenirdi, Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi bu şehirde de… Kâh neşeli kâh hüzünlü… Bazen güldüren bazen öldüren şarkılar türküler… Bazıları ağlatırdı bazıları oynatırdı. Öyle bir oynatırdı ki Konya’nın kaşık sepetlerindeki kaşıklar bile oynardı! Öyle ağlatırlardı ki eşikteki de beşikteki de ağlardı! Bizim gurbet ellerimizde yiğitlerimiz, toprak altlarında yitiklerimiz vardı. Özlendikçe yürekler közlenirdi. Közlendikçe harlanır harlanır, ciğerler dağlanırdı!
“Al yeşil bayrağı gelin mi sandın! Yemen’e gideni gelir mi sandın!..” diye dört bir yanlarından yaş döken analarımız bacılarımız vardı. Sonra Korelilerimiz… Kore gazilerimiz… Her mahallede asıl adları anılmaz olmuş bir iki Koreli vardı. Bunlardan biri bitişik komşumuzun oğlu Mehmet, diğeri asıl adını hiç duymadığım, halen bilmediğim, yazın her gün ama her gün, öğle sonları arka ve ön sokağımızdan geçen, geçerken:
“Didi kaymak var!.. Kaymak kaymak!.. Şekeri çuvaldan!..” diye bağıran, dudaklarının arasında mutlaka Bafra sigarası olduğu için ne dediği zorla anlaşılan, yarı boyalı arabasını itmekten kamburu çıkmış, mavi pantolonlu beyaz gömlekli genç adam… Kolları ilerde, bedeni öne yatmış, omuzları yukarıya fırlamış, bacakları bükük, ayakları arkadan gelen, o haliyle beynime nakşedilen, kavurucu yaz günlerinde imdada yetişen, alabileni bir süreliğine de olsa keyiflendiren, serinleten; alamayanı mahzun eden en güzel anılarımın arasına kaydedilen insan...
Yağmur yapraklarını yıkayınca ortaya çıkardı ağaçların, çiçeklerin, otların asıl renkleri… O zaman ne güzel görünürdü bitkiler… Yeşilin kaç tonu olduğunu o zaman sayabilirdim. Yaprakların, çiçeklerin, çakıl taşlarının gerçek yüzlerini o zaman görebilirdim. Taşlar topraklar, evler, duvarlar yıkandıkça yüzleri başkalaşırdı. Üzerlerinden sular aktıkça tertemiz gülerler gülerlerdi. Hele çiçekler… Karanfiller, menekşeler… Hele güller ne kadar çok gülerlerdi! En çok çimenler sevinirdi. Çimenler arasında gelincikler, papatyalar… Yerinden kalkmayan kayalar vardı aralarında… Kuzey tarafları yemyeşil yosun bağlayan… Oyun oynarken yorulduğumuzda oturduğumuz… Üstlerindeki mantarları sıyırıp döverek kına yapıp, avuçlarımızı kınaladığımız… Yağmur yağınca, sanki bir onlar ağlardı. Yalnızlık onlara bile koyardı.
Bir al bakara gül tomurcuğu vardı anılarımda… İnadına acı yeşilin içinden belirip gelen… Kazara kolum değmişti de bükülmüştü. Annem ne kadar kızmıştı bana! Bir bezin kenarını bir parmak enliliğinde yırtarak ona sargı yapmıştı. ‘Bi sıyırdım bez’ derlerdi o şeride… O da işe yaramamıştı. O tomurcuk hiç açamamıştı!.. Kararıp kalmıştı, kurumuştu dalında. Hep içimde bir yara olarak capcanlı kaldı ve kanadı durdu ama.
***
Şehir
Boylu boyunca kapılar alnımda kahır
Yaprak düşünce nem tutuyorum
Bir zeminin tozunda yüzler bulmaktır
Zor değil kapı koluna dokunan bilir
Babalarını evde bekleyen
Çocuklardan anlıyorum
İnsana eşyaya
Ve ıslık çalamayan tüm çocuklara
Türküler söylenirdi bu şehirde
Ağaçların rengini hatırlamam tek
Ama bir tomurcuk vardı düşümde
Ve kadınlar ağarırdı tütün kokan perdelerde
Soramadım hiç neden ölürdü kuşlar
Zannederdim bir balkondan atladılar
Adamlar ölürler ki bu dünyada sabır
Taş gibi bir durumdur hareketsiz
Ilık sulardan geriye kalanlar ayrılır
Irmaklara koşarken beyaz ve sessiz
Bir dem var ki hüzzamdır apaçık
Terli fanilasında büyür çocukların
Kollarım toprak ister ki yar’a konsun
Ama düşünce daha bir güzeldir yara
Ellerim barut olur patlar bir ışığa
Lambalar kanar ve geriye ne kalırsa
Bu şehrin nüfusundan düşülür
Ayık ve kalibreli sesler titretir
Semt pazarlarında karpuz kabuklarını
Ki ben yalınayak süslerim sokakları
İki sokak arası çamaşır ipiyle tutunur
Ve taze saçaklar besler karanlıkları
Bir sarımlık günden bu yana
Merdivenler ne aşağı ne yukarı
Uslu kaldırımlara nispet örtülür
Demir çiçeklerin korkulukları
Şehir göz çukurlarımın olduğu ismi
Şehir asma tavanlarda lale bahçesi
Sır duyumlar içerlenirken kulaklarıma
Yalnız değilim biliyor beni
Top oynayan sokak ve akşamlar
Büyürken adamın kırık bir cam için gözleri
Ama korkuyordu çocuklar
Atıf Emre Özdemir
HEY GİDİ ÇOCUKLUĞUM!
I
Çocukluğumu anımsıyorum her fırsatta… Şehrin sokaklarında dolaşırken neler neler canlanıyor hayalimde… Yerini dizi dizi apartmanların aldığı o güzelim Şarampol sokaklarının birbirine sımsıkı sarılarak sıra sıra sıralanan Giritli evelerini nafile arıyorum. Ancak anılarımda bulabiliyorum onları ve gün boyu kapatma lüzumu hissedilmeyen, dostluğa, komşuluğa, misafirliğe açık, apaçık; herhangi bir nedenle kapandığında, gece gündüz, zamanlı zamansız teklifsizce çalınabilen, güler yüzle, sıcak karşılama sözleriyle hemen açılıveren boyalı boyasız büyük yürekli küçük kanatlı, ahşap kapılarını… O kapılar istisnasız dost kapılarıydı. Dargınlıklar uzun sürmez, kin güdülmezdi. Kırgınlıklar geçiciydi. Tülbent kuruyuncaya kadar… Üç günden fazla sürmez, sürmesine izin verilmezdi. Barıştırmak için zemin hazırlanırdı, içten içe barışmak arzusu içinde olanları. Küskün bakışlarda güller açardı o zaman. Ne kadar istekli oldukları, sevgiyle kucaklaşmalarından, birbirlerinin arkalarını sıvazlamalarından ve tatlı sitem sözleri ederken gülüşmelerinden anlaşılırdı.
Şimdi kahrediyorum her aklıma geldiğinde. Giritli mahallesinin daracık sokaklarına sıra sıra dizilen, gelinen gidilen, cıvıl cıvıl sıcakkanlı insanlarla dolu tek katlı gecekondularının isli tozlu havası burnumda tütüyor. Ah o kapılar! Maziye dönünce yüz yüze geldiğim, sokaklar boyunca dizili, dost kapılar…
Kapıların ardında rutubet kokusu, tahta kokusu… Kapılar… Boyasızsa zemin tahtalarıyla birlikte tellenen oda ve sokak kapıları… Sarı boyayla renklendirilen, kirlendikçe tekrar tellenen ve boyanan… Ellerinin sarılarından ne yaptıkları hemen anlaşılan kadınlar… Akşama kadar sokaktan içeriye girmeyen, üstü başı, yüzü gözü toz toprak, ezanla ter içinde eve dönen, yorgunluktan girişe yığılıveren, sonra kalkıp, iştahla yemek kokularının geldiği yere yönelen çamurlu ayaklı çocuklar… Mutfaktan sesleri gelen, kendileri gelemeyen:
“Basma!.. Yıka ayaklarını! Üstünü çırp da gir içeriye! Akşama kadar canım çıktı ev temizleyeceğim diye!..” diyen anneler…
Lastik ayakkabıların içinde terlemekten börtmüş, vıcık vıcık çamurlu ayaklar havada, emekleyerek geçilen koridorlar… Evlerin arka duvarlarına sabitlenen boruların ucundaki sarı musluklardan öfkeli öksürüklerle akan şehir şebekesinin suları… Yorgun ayaklarda aniden rahatlama hissi ve tam anlamıyla ortaya çıkan metal tokalı lastik ayakkabıların izleri… Sarı tahta boyalı arka kapı eşiklerine bırakılan küçük ıslak ayak izleri… Çaput kilimler, yolluklar… Gümüş rengi kapı kolları… Küllerle ovularak parlatılan… Yemeğe başlamak için beklenen babalar… Çoğu hızarcılık yapan, üstleri başları bıçkı tozu içinde, saçlarına kaşlarına kadar toza bulanmış gün yanığı tenli, yorgun argın eve dönen babalar…
Sonra boyunları bükük, kaşları düşük, dudakları kıvrık, yumrukları sıkık, ağlamaklı yetimler… Onların babaları uzun süredir gittikleri yerlerden dönmedi, dönecek de değiller…
***
güzel ve etkileyici bir şiir
tebrikler
tebrikler
Bu şiir ile ilgili 12 tane yorum bulunmakta