Akşam güneşinde parlayan, hasat vakti gelmiş dolgun başaklar renginde saçların vardı... kokusu kaldı ellerimde.
Bulutsuz, açık bir havadaki gecede bile görmemiştim o kadar çok yıldızı, gözlerinde gördüğüm yıldızlar kadar... yılların ince çizgiler açmaya başladığı geniş bir ovanın altına saklanmış uçsuz bucaksız evrendi gözlerin ve milyonlarca yıldızı gizliyordu parıl parıl... insanın en umutsuz, en karanlık günlerini bile aydınlatırdı o yıldızlar, o parıltılar.
İki şahin gibi gerilmişti kaşların o yıldızların üstünde... sanki sonsuzlukta uçuyorlardı, gergin, mağrur... sinirlendiğin zaman bir araya geliyorlardı, kanatlarını birleştirip öyle uçuyorlardı insanın üstüne... sanki saldırmak istercesine.
Yanakların iki pamuk tarlasıydı. İki dost ailenin minik bir tepeyle ayrılmış gül renkli pamuk tarlalarıydı. İnsanın içinde kaybolası geliyordu... ve sen konuştukça daha da belirginleşen çukur vardı ki sanki mezarım olsun diye konulmuştu...
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan