SARI KIZ – KARA KIZ
Hayat aslında uzun metrajlı, renkli, gerçek bir macera filmidir. Filmi sabırla sonuna kadar seyretmeyi ve yaşamayı başaranlara ne mutlu. Bu film bazı şanssız durumlarda henüz yarılanmadan hatta daha başlar başlamaz kopabilir. Dünyaya gelirken hiç kimsenin doğacağı evi, kendisini sahiplenecek aileyi, kaderini seçme imkanı yoktur. Sevgi dolu sıcacık bir evde, sevecen, dürüst, merhametli bir ailenin ellerine doğmak, her çocuğa kısmet olmaz. Biz şanslı çocuklardık, annem ve babam üzerimize titrerler, imkanları nispetinde her ihtiyacımızı karşılamaya çalışırlardı. Yıllar sonra çocukluk günlerimi düşünüyorum da anılar film şeridi gibi gözümün önünden akıp gidiyor. Ömrüm boyunca acı, tatlı ne çok anı biriktirmiş, hepsini sırtıma yüklemişim. Hatırladığım kadarıyla çok hareketli bir kız çocuğuydum. Ağaçlara, duvarlara tırmanır, bayırlardan kayar, her yere koşarak gider, evde bile çeşitli oyunlar yaratırdım. Durduğum yerde duramaz, içim içime sığmazdı. Eşek arılarının yuvalarına bile arkadaşlarla gidip kâğıt yakıp dumanını yuvanın ağzına tutardık. Arılar kaçarken biz de başka yöne kaçardık. Sanırım bunları hep annemin dikkatini çekmek, kendimi beğendirmek, beni daha çok sevmesini istememden kaynaklanıyordu. Babam bana sarışın olduğum için SARI KIZ, ablama da esmer olduğundan KARA KIZ derdi. Biz beş kız kardeştik, annemin ilk çocuğu erkekmiş ama iki aylıkken vefat etmiş. Babam o zaman askerdeymiş, (İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dört yıl askerlik yapmışlar) annem on yedi yaşındaymış. Çocuğun ateşinin olduğunu kayınvalidesine söyleyince sabah hastaneye götürürüz demiş. Çocuk saatlerce ağlamış ve daha sonra ebediyen susmuş. Annem ve babam çok üzülmüşler ve onun yerine bir oğlan olsun diye beş kızı sıralamışlar. Annem, ilk göz ağrısı olduğundan ablama çok düşkündü, küçüklerle de çok ilgilenirdi. Ben ortanca olduğum ve her işimi kendim becerdiğim için çocuk aklımla annemin beni biraz dışladığını zannederdim. Ablamı çok severdim ve çok güzel anlaşır, hiç kavga etmezdik. Henüz iki kardeşken annem ve babam bizi hep bir örnek giydirir, aynı miktarda harçlık verir, ayrım yapmazlardı. Annem her gün saçlarımızı başka model tarar, mutlaka kolalı kurdeleler takardı.Üçüncü, dördüncü, beşinci kardeşlerim de ailemize katılınca, annem işleri bitiremez, yetiştiremez olmuştu. O zamanlarda kimsenin evinde buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, elektrikli süpürge, doğalgazı bırakın tüplü ocaklar, çeşit çeşit temizlik maddeleri, hazır çocuk bezleri bile yoktu. Çamaşır, bulaşık elde yıkanır, is çıkaran gaz ocaklarında yemek pişirilirdi. Bizim evde o zamanlar (1950 li yıllar) elektronik eşya olarak sadece radyo, ütü ve manyetolu telefon vardı. Annem günlük işleri yapmaya çalışır, büyük çamaşırları yıkamaya ayda bir kez çamaşırcı kadın gelirdi. Annemiz bütün bu işleri yaparken okuldan gelince ablam ve ben küçük kardeşlerimizle ilgilenir, annemin işlerini bitirmesini beklerdik. Ne yazık ki annem yatana kadar işleri bitmezdi. Mudanya’da iki katlı, deniz manzaralı, müstakil, şirin bir evimiz vardı. Hepimiz o evde doğmuşuz. Giriş katında soba yanan, oturma odasında kardeşlerimize bakardık. Bir gün annem sobada kor olan ateşleri kürekle alıp pirinç mangala koydu. Ben de annemi mutlu etmek için eşarpları elime alıp mangalın etrafında dans etmeye, dönmeye başladım, henüz okula başlamamıştım. Annem “Yapma kızım, düşersin yanarsın maazallah” dedikçe ben oyunuma devam ettim. Öyle çok dönmüşüm ki birden mangalın içine düşüverdim. Annem hemen kucağında emzirdiği kardeşimi bırakıp beni kaldırdı. Ateşler halının üzerine döküldü ve halıdan dumanlar çıkmaya başladı. Kadıncağız bana mı baksın, halıdaki ateşleri mi toplasın şaşırdı; “ALLAHIM, yangın çıkacak” deyip elleriyle ateşleri toplamaya çalışmasını hiç unutmadım. Ben korkumdan, kolumun yandığının farkına bile varmadım. Annem ateşleri toplayınca beni soydu, üzerimde hırka olduğundan sadece kolum, dirsekle bilek arası yanmıştı, tabi ki hırkam ve elbisem de yandı. Annem kolum yandığı için beni sarılıp öptü ağlayarak; “Çocuğum sana yapma demedim mi, niye söz dinlemiyorsun?” dedi. “Ama anne, ben seni eğlendirmek istedim “ dedim. “Aferin kızım çok güzel eğlendirdin” dedi, sonra kolumu tutup öptü:
“Öpeyim de çabuk geçsin” dedi O gün annemin beni de çok sevdiğini, endişeyle bana sarılıp ağlamasından anlamıştım ve kolumdaki yanığın acısını bile duymuyordum, çok mutluydum. Babaannemi çağırdılar o bir şeyler sürdü, iki üç gün sonra izi bile kalmadı.
Mutfağımız ikinci kattaydı, annem kışın yemekleri ve tabakları tepsiyle alt kata, sıcak odaya taşırdı. Ablam ve ben İlk Okul’dan henüz gelmiştik, kardeşlerimizle ilgileniyorduk. Annem elinde tepsiyle güler yüzle odaya girdi, hepimize kahve pişirmiş. Biz misafirmişiz gibi; “Hoş geldiniz efendim, nasılsınız, çocuklar, beyefendiler nasıllar?” deyince çok hoşumuza gitti.
Ablam ve ben katıla katıla gülmeye başladık. Annemden hiç böyle bir davranış görmemiştik ve çok sevindik. Kahvelerimizi içtik, evcilik oynar gibi mutlu olduk. O günkü mutluluğumu hiç unutmadım, annemin de her zaman öyle olmasını isterdim. Ne yazık ki beş çocukla uğraşmaktan, annem bir daha bize kahve pişirmeye, bizimle evcilik oynamaya vakit bulamadı. Sabah kahvaltısında sobanın üzerinde ekmekleri kızartır, maşanın üzerinde sucukları pişirir sırayla hepimize verirdi. Biz de kedi gibi sıramızın gelmesini uslu uslu beklerdik. Babam yemek konusunda çok titizdi, eve geldiğinde yemeğinin hazır olmasını isterdi. Anneme; “Hanım her işi bırak, önce yemeği pişir” derdi. İş yeri yürüme mesafesinde olduğundan her gün öğle yemeğine gelirdi. Yine bir gün babam öğle yemeğine geldi, masa hazırdı ve yemeğimizi neşeyle yedik. Yemekten sonra babam işine gitti. Annem bana yemek tenceresini mutfağa götürmemi söyledi. Sevgiye aç bir çocuktum, annemin bana sarılmasını, beni öpüp sevmesini istiyordum ama işlerden başını kaşıyacak vakti yoktu. Tencereyi ocağın üzerine koydum, mutfaktan çıktım. Sofadan, mutfağa giden uzun bir koridor vardı, annemden gizli o koridora bacaklarımı ve kollarımı açıp tavana kadar tırmanır sonra da inerdim. On yaşlarındaydım sanırım, bu hünerimi anneme gösterip aferin almak istiyordum. Ahşap merdivenlerde annemin terlik seslerini duyunca hemen sıçrayıp koridorun tepesine kadar çıktım. Annem, içinde tabaklar, bardaklar, kaşıklar, çatallar olan koca tepsiyle önüne baktığından, beni görmeden altımdan geçti. Geçer geçmez kendimi yere bir attım. Ahşap döşemelerden “GÜM” diye ses çıkınca annem korkusundan tepsiyi elinden bırakıverdi. Şangır, şungur porselen tabaklar, bardaklar kırılıp hepsi bir yana dağıldı. Şaka yapmak isterken, buna sebep olduğum için bende çok korktum. Düştüğüm yerden bir müddet kalkamadım. Annem arkasını dönüp benim yaptığımı anlayınca; “ Buraya gel çabuk, sakın kaçma” deyince ben yerden fırladığım gibi kaçmaya başladım. Annem de arkamdan koşuyor, ayakkabılarımı alıp sokak kapısını açtığım gibi sokağa fırladım. Annemin sokağa çıkmayacağını biliyordum. Pencereden bana parmak sallayıp; “Sakın eve gelme, yoksa çok kötü olur” dedi. Akşama kadar babaannemin bahçe duvarında oturdum. Annemin arada bir tülün altından, beni gözetlediğini görüyordum. Hava kararmaya başlayınca babam geldi, beni dışarıda görünce;
“Sen niye bu saatte dışarıdasın kızım ?” diye sordu. Ben de anneme şaka yapmak istediğimi söyleyip olanları anlattım. Elimden tuttu, birlikte eve girdik. Ben babamın arkasına saklandım. Babam; “ Annesi, İnci sana şaka yapmak istemiş, söz verdi bir daha yapmayacak” deyince annem hiç ses çıkarmadı ama birkaç gün benimle konuşmadı. Bu olay bana güzel bir ders oldu. Hayatım boyunca bir daha hiç kimseye şaka yapamadım.
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,