'Hayattan caymayı anlayabiliyorum, ama yazıdan caymayı anlayamıyorum.”
-Murathan Mungan
Yazının erişilmez ve uğrunda savaşılacak bir safiyeti olduğuna inandık hep. Başka türlü olsa yazamazdık. Kanımca yazıdan caymamak için en önemli neden budur. Belki de “sanattan caymamak” demek daha doğru olur, çünkü toplumsal ve kurumsal baskılardan kurtulmayı sağlayan; insanın kendisini özgürce ifade edebildiği tek alandır o.
”En baskıcı dönemlerde bile insan yalnızca toplumsal boyutuna indirgenemez” diyordu Adorno. Sanat, özellikle baskı altında iken gerçek bir kurtuluş arayışına; zaman geçtikçe de “plastik imaj çağı”ndan hızlı bir kaçış çabasına dönüşmekte. Günümüzde ise bu çabayı baltalayan tehlike oldukça büyük: Şöyle ki, sınır tanımaz kapitalizm küresel sermaye hareketlerini de denetleyerek ülkeleri hegemonyası altına alıp bundan yeni bir “kültür endüstrisi” ve “sürü psikolojisi” doğuruyor. İnsan ve metadan yola çıkarak yaygınlaştırılmış bir tüketici tipi yaratmayı amaçlıyor. Böylelikle pop-kültürün hileli pazarlıklarını kolayca oluşturuyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan bir biçimde kültür-sanat yozlaşmasından; sanat dünyasını salgın bir hastalık gibi saran 'aynılaştırma' girişimlerinden söz edilmeye başlandı. Çokuluslu şirketlerin dolaylı-dolaysız baskılarını incelemeyi şimdilik bir kenara bıraksak bile, “popüler marka – medya – politika” üçgeninde boğulmakta olan sanatçının bu üçlüyle yapacağı hesaplaşmayı gözden kaçırmamak gerekir. Kültür erozyonu ve yozlaşma konuşuluyorsa eğer, yeterince direnmediği takdirde yazarın da bu süreçte diğer sanatçılar gibi ötekileşmesi ve yalnızlığa itilmesi kaçınılmazdır. Yazara dayatılan bir tür 'kimliksizleştirme' operasyonudur bu. Ancak bireye ve onun yaratıcılığına bütünüyle hükmedilemediğini de görüyoruz. Dolayısıyla Adorno yerinde bir tespitte bulunuyor, çünkü sanat emekçisi karşımıza özgürlük duygusu - başkaldırı ve direniş‘in sesi olarak çıkıyor. Çözüm arayış mücadelesi daima sorun yaratan bir güce karşı verildiğine göre, güç orada durduğu sürece sanat da kendisini korumaya çabalayacak, düşünen bir varlık olan insana “insanı anlatan, insanı konuşan” olmayı sürdürecektir. Süreci iyi anlamak için eytişim (diyalektik) kurallarını anımsamak yeterlidir.
Bilinçli düşünce tam bu noktada devreye giriyor ve insanın kulağına salt içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmadığını fısıldıyor. Bireysel savunma mekanizmaları, sanatın eteklerine tutunan kişiyi devasa bir çarkın dişlileri arasında öğütülmekten az da olsa koruyor. Baskı altında kimliğini yitirmesi planlanan “sanat öznesi” sisteme bu fırsatı vermiyor; yok edilmeyi onaylamıyor. Özellikle de küreselleşme sürecinin hız kazanmasından sonra düzenin yarıştırmacı, aynılaştırmacı ve aynı zamanda elemeci anlayışına karşı durmayı biliyor. Sanatın özünden aldığı kuvvetle hayattan caymamaya çalışıyor. “Hayattan cayanlar” ise küsenler, kırılanlar ve erken yenilenlerdir. Horace McCoy bu gerçeği 1930’lu yılların ortalarında fark ederek “Atları da Vururlar”ı kaleme almıştı. Simon de Beavoir’e göre ABD’nin ilk varoluşçu eseri olan roman, 1929’da yaşanan Büyük Buhran (“Great Depression”) sırasında dibe vuran değerleri muhalif ve eleştirel bir tavırla irdeler; yarışma metaı olmaya zorlanan ve günün koşullarınca dayatılan boyutlara indirgenen bireyin sancılarını anlatır… Ne yazık ki süreç günümüzde de hızlanarak devam ediyor. O yılların salon yarışmaları - küresel sermayenin bilgisayar tuşlarıyla yön değiştirmesine benzer bir biçimde - ekranların açma kapama düğmeleriyle artık oturma odalarımıza kadar giriyor. “Özne”nin giderek “nesne”leşmesine tanık oluyor; böylece “histerik sermaye”nin (S. Zizek) akışkanlaşması ve sınırların kalkması sonucunda kimlik kaybına uğrayan “karton bebekler”in sisteme koşulsuz teslim oluşlarını izliyoruz. “Atlar”ı ilk bakışta sırf ekonomik koşullar vuruyormuş gibi gözüküyor. Oysa insan, pek de farkında olmaksızın, kendisini vuruyor. J.Kristeva’nın da vurguladığı gibi (“Ruhun Yeni Hastalıkları”, Ayrıntı Yay. 2007) , öznel-kişisel bir “içeri” oluşturamayanlar ilk yıkılanlardır: Sahip oldukları insanlık duygusunu yitirenler akıl yürütme gücünü de kaybediyor. Yenidünya düzeninin (Novus Ordo Seclorum) bilinçli bir uzantısı hayatlara damgasını vuruyor. Kazanmak için rekabet eden, kazanamadığında ise kaçan; ya da bu süreçte türettiği ruhsal sorunlara sığınan özne, bir anlamda kendisini imha ediyor. Yapay çağın olabildiğince yapaylaştırılan insanı, üstesinden gelemediği çatışmaların faturasını ödemeyi sürdürüyor. Ve elbette yaratmak yerine tüketmeye yönlendirildiği için, bu karmaşa sırasında bir türlü filizlendiremediği sanatsal incelikleri horlayarak yok sayıyor. Uğradığı ihanetin hıncını, kendisiyle birlikte onları da aşağılayarak alıyor. Burada bir parantez açarak, doğrudan sistemle olan hesaplaşmadan söz etmediğimi vurgulamak isterim. Söz konusu olan sorun, sistemden kaynaklanan ama sistemle birebir değil de kişinin kendi iç ben’iyle yaptığı hesaplaşma olup; sistem-birey çatışmasından sonra gelen birey-iç ben çatışma evresine dairdir. İnsan, sonuç olarak çoğulculuğun terk edildiği ve köktenci bir demokrasi anlayışının(!) egemen olduğu yeni düzene uyum sağlayamadığı için bedeli kendisine ödetiyor. İşlevsel olmayan bir organın körelmesi (dumura uğraması) gibi kendisini imha ediyor. Sürece sanatsal açıdan bakıldığında ise kişinin ürettiği sağlıksız savunma mekanizmalarına bağlı olarak “kitsch”leşmenin ve modaya uymanın (“trendy” olmak) yaygınlaştığını saptıyoruz. Yeni ve geçerli olan yasa, “Öl, ya da uyum sağlayarak yaşa! ” şeklinde olup, yapısalcılıktan kurtulmaya çabalayan bireyin yapay kurallar tuzağına düşmesinin de bir kanıtı, bir göstergesidir.
..
Tıpkı sanatın toplumları etkilediği gibi, toplumsal değişim de sanatı etkiler. Post modernizmin egemenliğini ilan edişini izleyen dönemlerde ve 11 Eylül’ü takiben, özellikle de Auschwitz’ten sonra artan güvensizlik duygusuyla kendini kendiliğine dayayan sanat, şiir sanatı da dâhil olmak üzere, yepyeni arayışlara girdi. Öyle bir zaman dilimiydi ki bu, güvensiz toplumlar ve bireyler kendilerine birer sığınak arıyordu. Sonuçta arayışlarını gerçek dünyanın dışındaki alternatiflerde buldular. Mistisizm ve inanç ögelerinin ön plana çıkması dönemin en belirgin özelliklerindendir. (Burada bir parantez açarak, şiirde mistik ve dinsel ögeleri başarıyla kullanan, kendi poetikasını oluşturabilmiş güçlü şairleri hariç tuttuğumu özellikle belirtmeliyim.) Mistisizm derken, Batı toplumlarında eksik kalan bir şeyleri tamamlamak adına farklı kültürlerde girişilen alternatif arayışlardan söz ediyorum.
Gelinen bu zaman aralığında birey toplum içinde yalnızlaşmış ve korkuyordu. Öte yandan şair de, başkaldırmanın gereklerini bildiği halde, kendini korunmaya muhtaç hissetmeye başladı. Toplum mühendisliği projeleri, sözü edilen psikolojiyi kolaylaştırmak yerine aksine zorlaştırdı ve yaygınlaştırdı. Sanat emekçisi, yabancılaşma-sürüleşme-aynılaşma süreçleriyle baş etmekle yükümlüyken, bilinçdışına zorla dayatılmış olan paranoya ile de savaşmak mecburiyetinde kaldı. Çoğu kez de yenildi ve teslim oldu. Böylece kültürel sermayesinin harcanmasına göz yumdu. Sanatın ve şiirin içine itildiği kısır döngünün temel nedenlerinden biri budur.
Sanat ne için var?
Bu soruyu sıkça sorar ve sonra da çeşitli yanıtlar ararız. Ama sanatın ana hedeflerinden birinin hayata yepyeni ve derinlikli bir bakış açısı, yorumlama yeteneği kazandırmak olduğunu da yadsıyamayız. Kısacası ‘sanat, insanı hayata dokundururken, düşüncede yeniliği yaratmaktır’ da denilebilir ki kitleleri peşinden sürükleyen, toplumda derin izler bırakan, ileriye doğru atılmış adımların toplamıdır. Ancak günümüzde sıkça rastlanıldığı gibi, sanatçı yaratma işlevini sanki korkularının arkasına gizlenmek, onlarla birlikte kapalı bir alana kısılmak zorundaymış gibi sürdürüyor. Kendisine bir tür oto sansür uyguluyor. Söylemek istediklerini, paranoyak duygulanımların da etkisiyle, sosyo-ekonomik-kültürel yapının yeni iklimine uygun bir tavırda, lafı evirip çevirip dolandırarak ve günlük gereksinimlere uygun bir biçimde söylemeye çalışıyor. Ya da tam aksi uçta konuşlanıyor; bir anlamda Gösteri toplumu (Guy Debord) ile özdeşleşip, sermayeyi de arkasına alarak daima ortalıkta olmak, medyatik bir figüre dönüşmek istiyor. Yaratma eyleminin kaderini adeta ısmarlama sanatın kucağına bırakıyor. Demek ki çevre faktörü ve sosyolojik koşullanmalar çok önemli.
Çocuklar büyürken sosyalleşme (sosyalizasyon) denilen bir süreçten geçer ve bu yolla kişiliklerinin temel yapısını oluştururlar. Sanat emekçisi için ise süreç hiç bitmez. Yaratmak ve etkilemek için özgür olmak, aynı zamanda özgün bir sanat ortamından hayat boyu beslenmek, özgül ağırlığını korumak zorundadır o. Oysaki günümüzde tam tersi gerçekleşiyor ve biçimlendirmesi gereken sanatçı biçimlendiriliyor. Özgün imgeler, bireylerde yarattıkları farklı çağrışımlarla farklı yorumlamalara yol açabilecekken, karşımıza çıkartılan kalıplaşmış ve simgeleşmiş imgeler (ki buna ‘biçimlendirilmiş imgeler’ de diyebiliriz) , artık eserin form, anlam ve biçemi ne olursa olsun, aynılaşmanın birer göstergesi, birer kanıtına dönüşüyor. Birileri hep aynı hikâyeleri anlatıp duruyor. Diğerleri ise dinliyor. Farklı hikâyesi olanlar bu işten karlı mı zararlı mı çıkıyor diye sorgulandığımızda, fark edilenlerin olduğu kadar çoğunun da hiç fark edilmeden yok olduğunu görüyoruz. Böylece sanatın varlık nedeni ve felsefesi çürüyor. Toplumsal yapılandırmalarla adeta çürütülüyor. Şairden konuşuyorsak eğer, o da varoluşçuluk sorunsalını evrensel bir dille sorgulayacağı, düşünce dünyasına yeni sayfalar ekleyeceği yerde kalemini derinlik öğesiyle özdeşleştirmeyi umduğu yeni moda mistik dalgalanmalara bırakıyor. Bir bakıma kolaycılığa kaçıyor. Örneğin, doğmalara, inanç sistemlerine veya dünyanın herhangi bir köşesinde filizlenen, kendisine tamamen yabancı olan hayat görüşlerine sarılıyor ki bugün şiirde giderek yaygınlaşmakta olan bir eğilimdir bu.
..
“Kendi acısını bile
Duymayan
Derin bir yanık gibi
İşliyor
Zaman”
- Kenan Sarıalioğlu
..
“Söktüğümüz sözcükler
Söylememiz gereken
Azalıyor günler gibi…”
- (Eugène GUILLEVIC)
Kültürel birikimden, çevreden, özellikle de doğumundan itibaren oluşturduğu bilinçdışından beslenen şairin yapıtları bu öğelerin zenginleşmesi ya da fakirleşmesiyle doğru orantılı bir biçimde etkilenecektir de. Etkileşim içte ve dışta olmak üzere iki şekilde kendini gösterir; bireysel üretimde ve günümüzde giderek daralan okur kitlesindeki olumsuz yansımalarıyla.
Kültürel ortamda kuraklık egemense, örneğin dil fakirleşmişse veya yazın sanatına gösterilen ilgide bir azalma varsa şiirin niteliğinde de kaçınılmaz bir tökezleme olacaktır. Şairin kendini besleyerek şiir damarının kurumasını engellemeye çalışması alınacak önlemlerden sadece biridir. Öte yandan okur kitlesiyle iletişim kurulamıyorsa eğer, bu kez şair işe yaramazlık duygusu ile büyük olasılıkla şiire küsecektir. Başka bir olasılık ise daha kolaycı bir yolun seçilmesi, koşullara boyun eğerek yeni ve sığ okur kitlesinin gereksinimlerini karşılar türde şiirler üretilmesidir. Böylelikle şiirin temelleri dinamitlenmiş olacaktır.
..
(Şiir ve Resim İlişkisi)
Şair ressamlar, ressam şairler, şiir resimleyenler, resmi şiire dökenler sanat tarihi boyunca karşımıza çıkmışlardır. Oldukça eski bir gelenek olan ve çoğunlukla kutsal kitapların görsel anlatımına dönüşen metin resimleme, özellikle 19.YY’ da doruk noktasına ulaşmış ve 20.YY’da da devam etmiştir. (Örneğin Max Ernst – Paul Eluard ortak çalışmaları.) Bu demektir ki ressamlarla şairler çağlar boyu birlikte çalışmışlar ve ayrıca pek çok şair resimle, ressamlar şiirle ilgilenmiştir. Kısacası bu iki sanat dalının bir tür kan akrabalığı vardır.
Şiir ve resim zıt kutuplar gibi birbirini tamamlar. Öyle iki âşıktır ki bunlar, biri huylu diğeri huysuz; tuhaf bir şekilde aralarında uyum sağlamayı becerip birbirlerinden kopamazlar. Zıtlıktan anlaşılmaz bir büyü doğar. Hayatın sırrı büyük olasılıkla bu şifrede gizlidir, çünkü artı ve eksi kutuplar adeta bütünleşir ve kaynaşırlar. Bu yüzden ressamlarla şair ve hatta müzikçiler hep birbirine yakın durmuş, şairler şiirlerinin resmedilmesinden hoşnut olmuşlardır. Pek çok örnekte ise şair ve ressam aynı kişidir. Onlar, kutuplar arasındaki dengeyi kendi içlerinde kurmayı başarabilmiş kişilerdir. Öyle ki şiir ateşi yükseltirken, resim sağaltıcı olmuştur.
Konuya ilişkin birkaç örnek:
Michelangelo (XVI. YY) , heykeltıraş, ressam, mimar, şair.
..
Şiir, zekâ ülkelerinde uzun ve üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir.
-Balzac
Şiirin oluşturulmasındaki başlıca etkenlerden biri de hiç kuşkusuz zekânın işlevsel kılınması, zihinsel yeteneğin şiirde beceriyle kullanılarak aklın (us) öne çıkarılması eylemidir. “Her baktığımızı şiir eden de akıldır” diyordu Nurullah Ataç. Ancak tek başına zekâ, nitelikli şiir “yapmaya” ya da doğurmaya yetmez. Şairin iradesi, kararlılığı, çalışma azmi, birikimi, dil bilinci, donanımı; bunları içe sindirmişliği, duruluğu, öngörüsü, yaratıcılığı, yerine göre mizah ve ironi gücü, derin bakışlılığı, matematiksel ve müziksel ritim kavrayışı ve daha pek çok “geliştirebilir” anlamdaki değişkenin yanı sıra zekâ, akla dönüştüğü sürece önemli bir değer, şiire eklemlenebilir bir sermayedir yalnızca. Şairin içindeki şiire uyanışı gerçekleştiren; hem köklerinin uzandığı ilkellik, naiflik ve masumiyet öğelerini koruyan, hem de bilgelikten uzak düşen depolanmış bilginin bu safiyeti ezmesini engelleyen bir tür yaratıcı araçtır. Denge kurucudur, terazidir, şiiri eksenine oturtandır. Yeri geldiğinde bir güvenlik aygıtı; şair söyleminin omurgası sayılabilecek ve şiirin sıkıca tutunduğu bir payandadır. Ancak unutulmamalı ki akıl şiirin tek hükümdarı olmayıp sadece kullanılabilir bir öğedir. Üstelik zekâdan yola çıkıp akla varmak da yetmez. Ve elbette şiiri yalnızca akıl üzerine kurarak onu abartmamak da gerekir. Burada Melih Cevdet Anday’ın bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum. İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur.
Şair, post modern dünyada “kapatılmışlık duygusu”na kapılmış; bu duyguyu derinden yaşadığı halde olup bitenin ayırdına varamamış olan insanın çemberlerini kırmaya; ona daha geniş bir özgürlük alanı açmaya doğuştan güdülenmiş biridir. Kendi uyanışı ile diğerlerini uyandıran ve onların yaşamlarına dokunan birisi… Sezgi kanallarını zekâsından süzdüğü aklın yardımıyla açacaktır, çünkü aklın temel görevlerinden biri zekâyı bilinç ekranına yansıtmak suretiyle düşünceyi iğdiş eden tüm öğelerin yenibaştan yapılandırmasıdır. Antonio Negri’ nin siyasal çözümlemelerinde de belirttiği gibi, sahici bir cezaevinin dışındaki yaşamda insana “yeni özgürlük alanları” sunmak; her ne türden olursa olsun – siyasal veya öznel - iktidar ile insan arasındaki köprüleri yeniden kurarak onu yalnızlığından kurtarmak için çaba göstermek şarttır. O halde şair bu görevi neden üstlenmesin? En azından sorunun kendi payına düşen ucundan tutamaz mı? Şairin büyü gücünün yaratıcı zekâyı değerlendirme becerisiyle doğru orantılı olduğu varsayılırsa, bu özellik aynı zamanda şiirin kalıcılığını, etkileme alanının genişlemesini sağlayarak işlevselliğini de artırmaz mı? Arife Kalender bir yazısında şöyle diyordu:
“Şiirin bir ‘taşma’ eylemi olduğunu düşünürsek; Bu ‘taşmalarda’ şairin zekâsı, gözlemleri, şiir ve genel kültür birikimi, dil bilinci, düş gücü, yaşam biçimi kendisini ele verir. Bu nedenle yaşama değen, ondan somut izler taşıyan şiirin kendi ömrünü uzattığını söylemek yanlış olmasa gerek.” (“1940 Sonrası Şiirimizin Uçları”)
..
Bunaldı kadın! ...
Eski yatılı okulun teknik yöneticisi, müzmin bekar, hayata illallah, Tacittin Zübük Efendi gibi çok yakında “YETERİNG LAN! ! ! ! ” diye bağırmak üzeredir…
Aman yanlış anlaşılmasın. Ürktü falan sanmayasınız sakın. Sadece konuşamadığı için dili şişti, o kadar. Dostları tenzih ederek, kendini dünyanın kralı sayan aerodinamik makinelerden; “aman efendim, sepet efendim, saygıdeğer hanımefendi üstadım” diye çığıran müsvedde-i baklava ve asit oranı yüksek yağ efendilerinden; ortaya çıkma cesareti bulamayıp da karanlık gölgelerde yalancı rumuzlar altında dönerci bıçağı ile ahkam kesenlerden; sosyal terapi salonlarında mastürbasyona son hızla devam edenlerden resmen ve ilanen bıktı artık. Bıktı, bıktı, bıktı.…
Uyarıdır:Rahat bırakın, sıkmayın, ellemeyin kadının özgürlüğünü! ! !
Daha nelerden bıkmadı ki? Hatun kılığına girmiş, insan benzeri had safhada ukala bir “homo sapien” (“neanderthal” bile olabilir pekala) soruyor kadına; neden yalnız yaşıyormuş efendim? İnsan içine çıkmalı, hayata karışmalıymış, falanmış feşmekanmış; camekanmış! ...Sana ne oluyor zilli teneke? Kaşındığın her halinden belli de sana batan nedir, onu anlamak zor işte.Yalnız yaşadığını nereden çıkardın hem? Ayrıca kadının unuttuğu hayatı öğrenmeye senin ömrün yetmez sanal dünyanın dandik üretimi; çabuk tüketilmeye müstahak, aynaya sureti düşmez “homo erectus” ey! ... O sana hiç soruyor mu, bastıramadığın kompleksler altında paspaslanmış ne biçim bir cahil hıyarto olduğunu, ha? ...
..
Sosyo-ekonomik ve politik pencerelerden bakıldığında bireyin çıkarları ile küresel sisteminkiler arasındaki tutarsızlığı fark etmemek olanaksız. Sahte değerler ve sahte haberler servis ederek, özellikle de kitle iletişim araçlarıyla kamuoyunu yönlendirmek artık sıradanlaşmıştır. Böylece gerçek hayatta hiç olmayan ama olması istenen rol ve insan modelleri yaratılmakta, öte yandan da bireyin sıkıntıları küresel sistemce ve bilinçli bir biçimde göz ardı edilmektedir.
Post-Kant’çı ahlâk tartışmalarında, örneğin Stirner’in Kant değerlendirmelerinde bireyin vicdanına bir ‘ahlâk bekçisi’ yerleştirildiğinden söz edilir. Günümüze gelindiğinde ise bireyin aklına taklit edilmesi beklenen kopyalar istiflendiği görülür. Baudrillard’a göre iletişim araçlarıyla, özellikle de gündelik haberlerle oluşturulan; tarihin yok olmasına da hizmet eden bir ‘tezgâh’ aracılığıyla yepyeni iktidarlar kurulmaktadır. Kişisel özgürlükler başkalarının uygulamaya koyduğu toplum mühendisliği projelerince yönlendirilmekte ve birey sürekli olarak ‘simülatif” (taklitçi) bir yaşam tarzına doğru güdülmektedir. Birey-özgürlük ilişkisine müdahale eden post modern öğelerin egemenliklerini ilân ettiği, bireyin köleleştirildiği bir çağa gelinmiştir artık. Tüm yaşama alanlarını bir eğlence parkına (Disneyland’a) benzeten yazar, “Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir dünyada değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir” der ki burada aslında gerçeği sorgulamaya başlamıştır. (“Sanal Evren ve Haber Dünyası” – Baudrillard) Sorunsala Hegel’ci bir bakışla yaklaşıldığında ise tarih ve yapının düşünceyi oluşturmadaki rolü öne çıkar. Tarih bilinci yok edilmekte ve ana yapı bozulmaktayken, bireyin kendiliğine kavuşmasını beklemek hayal gücünü fazlasıyla zorlamak demektir. Diyalektik mantığın kurucusu olan Hegel, tarih ile yapının düşünceyi oluşturmadaki rolüne değinmenin yanı sıra efendi-köle diyalektiğinin anlaşılmasında ‘öteki’yi de dikkate alarak, öz farkındalığın oluşmasının altını kuvvetle çizmiştir. Aynı şekilde, kesin itaati zorunlu kılan ‘çağdaş akılcılık’ da özgürlüğü kısıtlama etmenidir, çünkü altında dayatma, yönlendirme ve güdüleme yatar. Stirner, Sartre, Foucault ve daha pek çok düşünür birey-özgürlük ilişkisini sıkça irdelemiş; bireysel özgürlüğün olmadığı yerde iktidarın etkisinden kurtulmanın, tam anlamıyla özgürleşmenin olanaksızlığından söz etmişlerdir. Oysaki etkin direniş gösterebilmek için, “Hiçbir şey benden üstün değildir! ” diyen felsefeci yazarın da işaret ettiği gibi ‘kendiliğin’ oluşturulması önkoşuldur. (“Meselemi Hiçe Bıraktım”- Max Stirner)
Felsefi-sosyolojik-ideolojik yaklaşımları birbirinden çok farklı da olsa, bu düşünürler bireyin özgürleşme olgusuna sıkça yoğunlaşmışlar; bireylik, kendilik, biriciklik, öz farkındalık gibi kavramları önemsemişlerdir. Temelde mülkiyetçi bir görüşe sahip olan Stirner dahi, “Özgürlük, insanın kendi yararına uygun olan şeyleri gerçekleştirmek için bir araç olarak değil, liberalizm için istenir olmuştur; özgürlükle özgürlük için ilgilenilir olmuştur… En yüksek değer veya en yüce hedef olarak özgürlük bireye hiçbir şey sağlamaz” diyerek özgürlüğün herkese mal olabileceğini ama kendiliğin-biricikliğin kişiye özel olduğunu belirtmiştir. Yazara göre ‘ben’ varsa özgürlük vardır. Baudrillard ise sınırları çağın değişimlerine uyumlu olarak genişletmiş, analizini K. Marx’ın değerlendirmeleri doğrultusunda ve bir adım daha ileri götürerek, liberalizm ile kapitalizmin de boyunu aşan küresel gücün etki alanına yönelmiş; böylece oldukça isabetli bir tespitte bulunmuştur. “Küresel güç (bu gücü kapitalizm olarak nitelendirmek pek doğru değildir) günümüzde artık yalnızca kendi kendisiyle boğuşmak durumundadır. Bundan böyle bu güce komünizmin hayaleti değil kendi hayaleti kafa tutacaktır”. (Baudrillard – agy.)
Şurası bir gerçek ki iktidarlar çağlar boyunca vardı. Onlara boyun eğenler ve eğmeyenler de… Üstelik sanat ile iktidar arasındaki ortak yaşamsal bağı (symbiyotik bağ) ve sanatın çoğunlukla iktidar tarafından desteklendiği gerçeğini, kısacası aradaki çıkar ilişkisini görmezden gelmek mümkün değildi. Buna rağmen gücü elinde tutan iktidara boyun eğmeyen insan, sonuçları başarılı olsun olmasın, topluca ya da bireysel olarak bağımlılığa karşı çıkma girişimlerinde bulunmuştur. Peki, günümüzde konuyu tekrar güncelleştiren, özellikle de bireysel özgürlüğe dikkat çeken unsur nedir?
Biliyoruz ki sözde demokratik ve aşırı küreselleşmiş dünyamızda değerler sistemi kökünden sarsılırken, birey bir çarkın dişileri arasında öğütülmekte, aynılaştırılmakta, duyarsızlaştırılmakta; kısacası negatif başkalaşım’a uğratıldığı için zamanla kendi ben’inin kölesi olmakta, kendi isteği ile kişisel hapishanesine çekilmektedir. Bilinci artık buğulanmıştır. Özüne yabancılaştığı için kendisine bile yaklaşamamakta ve iktidar tarafından biçimlendirilen yapay bir ben’in kölesi olmaktadır. Konuyu önemli kılan işte bu gelişmedir. O halde toplum içinde yaşamını sürdürmek ve süreçten büyük ölçüde soyutlanmak zorunda olan insan ne yapmalıdır? Felsefi irdelemelerle sorulara yanıt arayan veya sanatla uğraşan birey, ne sürekliliği ne de diyalektik çözümleme yeteneği kalmış bu düzenden, küresel güç ağının baskısından nasıl kurtulacaktır? Edebiyatçı/şair yolunu nasıl çizecektir? Diyelim ki insan tarihsel bir varlık olarak irdelendi (Wilhelm Dilthey yaklaşımı) veya Husserlci bir yaklaşımla varoluş- öz tartışmasına girişildi ya da gerçekçi bir felsefi anlayışla bilgiden yaşama mı yoksa yaşamdan bilgiye mi geçtiği tartışıldı. Yani yaklaşım ontolojik, epistemolojik, ahlâki veya her ne olursa olsun, insanın iktidarla olan ilişkisi, ona karşı duruşu, onunla kurduğu bağın yapısı ve niteliği yine de temel sorunsaldır. Çünkü birey kendisinden doğacak eserleri ancak özgürlüğün geçerli olduğu ortamda, kendisini özgür hissettiği bir ruh haliyle yaratabileceği gibi başkasına ait eserleri de yine bu özgür ortamda değerlendirebilir. Diğer bir deyişle kölelik, dayatmacılığa teslimiyet ve uymacılık seçimi kısıtlar. Özgür olmayanın seçim hakkı da yoktur. Yaratma, çözümleme ve yorumlama kapasitesinin olmadığı gibi… “Köle gibi yaşayan köle gibi düşünür” (kölelik ahlâkını içselleştirme) diyen Afşar Timuçin de sağlıklı düşünme yolunun aslında özgürlüğe açılan kapıdan geçtiğini ima etmektedir. (“Evrensel Değerler Çerçevesinde Sanatın Felsefi Derinliği”- Afşar Timuçin)
..
Günlük yaşamlarımızdaki tekdüzelik, kanımca sanatın yeterince filizlenememesinin en önemli sebeplerinden biri. Aslına bakarsanız her devirde böyleydi. Ancak tarih boyunca savaş, baskılar, zulüm ve genelde felaket olgusu insanın dünyasını derinden sarsmakla birlikte, yarattığı doğal tepkiler sayesinde sanat toprağına yeni tohumlar atıyor ve yepyeni akımların doğmasına neden oluyordu.
Bugün de değişen pek bir şey yok. Ancak şimdilerde sorunumuz daha büyük. İletişim olanakları artıyor ve olağanüstü hızlanıyor. Böylece sanatsal ürün; üzerinde fazlaca düşünülmeksizin, süratle tüketiliyor. Gelişmelere paralel olarak, düşünsel dünyamızda da bir tür kısırlaşma ve “aynılaşma” tehlikesi ile karşılaşıyoruz. Benzer kalıplarda yaşamaya başlıyor ve kendimizi benzer düşünceler içerisinde buluyoruz. Bilgiyi bir yerden alıp süratle başka bir yere aktarırken yaratıcılığımızı beslemekten uzak düşüyor ve yoksun kalıyoruz. Hayaller bile adeta birbirinin kopyası oluyor. Sonuçta alelade bir zincirin halkalarına dönüşüyoruz. Daha da ileri giderek, “hızlı düşünme-hızlı iletişim-hızlı üretim ve hızlı tüketim” sürecinde sanat dilinin bütün olanaklarının artık yeterince kullanılmadığını görüyoruz. Gücünü dilden alan yazın sanatında ise, ne yazık ki, bu sorun daha da belirgin hale geliyor.
Fotoğrafa biraz da dil açısından bakalım. Toplumsal ölçekte dilin ortak olması aranılan bir özelliktir. Anlamda buluşmayı sağlar. Dil, kişiler ve kitleler arasındaki iletişimsizlik duvarını ortadan kaldırır. Ancak tam burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Acelecilik ve hızlı üretim kaygısından dolayı ortak kullanım alanı daralmışsa ve o alan zenginliğini yitirmişse eğer; işte o zaman dil, bağdaşık (homojen) ve kısır bir malzemeye dönüşebilir. Derinliği, çeşitliliği kaybolur; sıradanlaşır, aynılaşır ve sonuçta yazarı da kısıtlar hale gelir. Böyle bir durumda, sanat toprağı verimli olmaktan çıkar.
Şöyle düşünelim isterseniz. Bir bahçede yalnızca elma ağacı dikiliyse, elmalar ne kadar güzel görünüşlü ve lezzetli olursa olsun, sonuçta “yanında başka türler taşımayan birbirinin benzeri elmalar” olmaktan öteye gidemezler. Oysaki büyük olasılıkla dağ başlarında soyları halen tükenmemiş farklı tat ve aromalara sahip bitki türleri mevcuttur. O halde, bütün mesele onlara ulaşabilmekte…
Demem o ki, dünyada ve sınırlarını giderek yitiren ülkelerde küresel kültürün hızla yaygınlaşması sonucunda ortaya çıkan elma bahçelerinden şiddetle kaçınmak lazım! Sanatın aynılaşmasından söz ediyorum. Dolayısıyla, diğer sanatçılar gibi şair de bütünüyle kullanılmayan imkanları değerlendirerek kendi dilini yeniden yaratma çabası içinde olmalı ve aynılaşma tuzağından kurtulma kaygısı taşımalıdır. Bu ise çok zor ve zahmetli bir iştir. Hem özüne olan bağlılığını bir 'ben hegemonyası” yaratmamak endişesiyle asgariye indirerek muhafaza edecek; hem de aynı zamanda aynılaşmamış, özgün bir dil yakalayacak ve yaratıcılığını bu yeni dilde sürdürecek. Söz konusu süreçte, kendisini sıkı bir denetim altına alsın; hatta sürekli azarlasın ve paylasın demek istemiyorum tabii ki. O takdirde, ortaya oldukça yapay, zorlama ve özentili bir anlatım dili çıkma ihtimali de belirir. Hatta zamanla kendisine yabancılaşabilir bile.
..
Görsellik deyince akla önce resim, heykel, sinema, bale, tiyatro gibi görsel sanat dalları geliyor. Edebiyat ve özellikle de şiirin bu sınıflamadaki yeri ise oldukça alt sıralarda… Örneğin resim öncelikle göze; şiir ise sanat eseri ile alıcı (reseptör) arasındaki kanallar açıksa eğer, doğrudan zihne hitap eder. Birinin çizgi, desen ve renklerle yaptığı işi diğeri soyutlama ve imgelem gücüyle başarır. Her ikisinde de alınan uyarılar sonuçta beyne ulaşır. Resim ilk anda duyumsanmanın ötesinde elle dokunulabilen, boyutları fark edilen bir öğeyken şiir aslında var olmayan (hayalî, kurgusal) bir görüntüyü kişiye göre biçimlendirip yeniden hayaller inşa eden, ya da var olan hayallerle buluşmak suretiyle onun karanlık odalarına sessizce sızandır. Bu bağlamda şiirin kişisellik, birebirlik ya da mahremiyet olarak nitelendirilebilecek bir özelliğinden; kendisine özgü karakter yapısından söz edilebilir. Görsel ve plastik sanatlarda obje göz aracılığıyla izleyiciye ulaşırken şiir okura dil kanalıyla dokunur ve oradaki görüntü belleğini canlandırır. Tüm sanat dalları değişik rotalar izleseler de esasta çok farklı değildirler. Yalnızca bazıları birbirine daha yakındır. Can Yücel şiirlerinin Burhan Uygur tarafından resimlendirildiği ”Rengâhenk”in (İKSV Yay. 2007) önsöz yazısında Ferit Edgü şöyle diyordu (“Yücel ve Uygur: Şiirin Resme Dönüşmesi”) . “Sanatlar arasında kardeşlik var mıdır? Varsa hangi sanatlar hangilerinin kardeşidir? Kan bağından değil, sanatların yapısından, sanatların dilinden söz ediyorum.” Birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirilen ”Rengâhenk” şiir ve resim çalışmalarının aynı kitapta buluşması, sanatlar arası kardeşliğe ve şiirin görsel olarak yorumlanmasına verilebilecek somut örneklerden biridir.
Aslında tüm sanat dalları, yapıtlarla oluşturulan 'üst-dil' sayesinde anlam yaratır. Seyirci, dinleyici ya da okur açısından algılama yöntemlerinde derin farklılıklar olduğu söylenemez. İzleyici ilk aşamada bir “ayna” görevi üstlenir. Farklılığı yaratan ana unsur, onun bu sürecin devamında ileriye doğru yansıttığıdır. Suya atılan taş ve yarattığı halkalara benzer bir durum… Diğer bir deyişle, kişi eserden aldığı her ne ise, ona kendinden de bir şeyler katarak eylemin devamına bizzat varlığından bir iz, bir damga bırakır. Sonuçta her birey kendi fotoğrafını çeker. John Berger “görme biçimi” diyor buna. Görme biçimine, ikinci bir boyut olan “görme hızını” da eklemek gerekir, çünkü insan belleği dille kıyaslandığında görüntü motoru açısından daha donanımlı olup gördüğünü okuduğundan çok daha çabuk algılar. Peki gelişmiş bir dil okuma motorunu hızlandırabilir mi? Elbette evet…
Şiire geri dönersek eğer, onun doğası itibariyle bu alanda oldukça yavaş kaldığını biliriz. O halde dil, bir araç olarak zenginleştiği oranda şiirin görsel yapılanmasına ve okurda yarattığı algılama /çözümleme /özümleme kapasitesine katkıda bulunacaktır. İç görsellik olarak adlandırılabilecek bu nitelik bir bakıma anlama ulaşmanın başlıca yollarından biridir. (Çağımızı soğuran yapay görsellikten ayrı tutmak için özellikle iç görsellik kavramını kullanıyorum.) Üzerimize yığılmış, önceden tanımlanmış, “depolanmış gerçeklik” ten (J. Baudrillard) değil, kendimizden de ilave ederek yaratılan bir olgudan ve bunun üstyapısını hazırlayan geçişlilik, değişim, dönüşüm ve başkalaşım süreçlerinden söz ediyorum. İçinde yaşadığımız “plastik imaj çağı” ne yazık ki “değerli” saydığımız bilgilenme alanının (ki “yaratıcı gerçeklik zemini” de denilebilir buna) kirletilmesine ve işe yaramaz plastik bilgiyle (“junk”la) doldurulmasına neden oluyor. Öyle ki, bu değişim sürecinde dilin erozyona uğraması, toplumların ve dolayısıyla sanat emekçisinin zamanla adeta dilsizleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Dünyayı yönlendiren güçler, yarattıkları “plastik kamuoyu, plastik edebiyat ve plastik medya”dan da geri dönüşümlü bir kuvvet alarak (“feedback”) , yalnızca ilişkileri ve kurumları yönetmekle kalmıyor, bireylerin hayal dünyalarına ve zihinsel fotoğraf albümlerine de hükmediyorlar artık.
(Burada bir parantez açarak şiirde görsellikten söz ederken, özgürleşmenin sınırlarını alabildiğine zorlayan “görsel şiir”e dokunmadığımızı vurgulamak isterim. “Görsel şiir” özellikle günümüzde zaman ve mekânın iç içe geçtiği; şiirdeki gizli matematiksellik, müziksellik ve armonizasyonun görsel alanda açığa çıkartılıp geometrik bir tasarım, mimari ve mühendislik ustalığına dönüştürüldüğü arenadır. Orada yapıt, teknik bilginin de yardımıyla, “konvansiyonel” yöntemlerin dışına taşar; “düz” şiirde pek az kullanılan yazı dışı araçlardan da yararlanarak - figür, renk, desen, grafik, fotoğraf, müzik, şiirsel mimari, dilde resimsel somutluma gibi - okurun zihnine yepyeni anlamlar yükler.)
***
..
Son yıllarda, yoğunlaştırılmış yapay bir kültür damarlarımıza sürekli pompalanıyor. “Komprime” haplara da benzetilebilir. İlacımızı alıp mışıl mışıl uyuyoruz. Uyutuluyoruz aslında. Geçmişte ise tabular hâkimdi. Hani şu durmadan eleştirip isyan ettiğimiz yasaklar. Ancak, doğru veya yanlış, değerlerimizin bir kısmını böylece koruyabildik. Muhafazakârlık savunuculuğu yapacak değiliz elbette. Aksi halde, sanatta özgürlükçülüğün hakkı yenmiş olur. Yaratıcılar, avangardlar (öncüler) ve hatta sıra dışı uçlarda olanlar (marjinaller) her devirde mevcuttu ama sanat böylesine “kitsch”leşmemişti henüz. Ne de insan...
Günümüzde içi boşaltılmış putların sayısı giderek artıyor. Ne yazık ki 'imaj'lara tutuluyor, vitrinlere, makyaja, camlara âşık oluyoruz. Dünya sayılı markaların oluşturduğu piyasaların ve çokuluslu şirketlerin avuçlarında zıplıyor artık. İnsan markadır bugün. Alelacele kotarılmış, fiyakalı bir biçimde sunulan ve kendi çarpık talebini bir ejder gibi kükreyerek, homurtuyla yaratan emeksiz bütün işler birer marka. Yazın sanatının markası ise giderek çürümekte… Kaos’unu yitiren sanatın “konformist”,“ dev bir akım içerisinde kayboluşunu izliyoruz. Sanatı katlederken yaşamın iskeletini dik tutan vazgeçilmez değerleri de yok sayan bir moda bu! Kalıcılığını yitiren unsurlar gelirgeçer beğenilere bırakıyor yerini. Sabun köpükleri ve balonlar uçuşuyor etrafımızda. “Trend”ler ve “trendy”“ olmak günün modası haline geliyor.
Tarih boyunca bunca uygarlığı biz yaratmamış mıydık? Ve şimdi her şeyi yok ediyoruz. Ne yazık ki edebiyatın da diğer sanat dalları gibi giderek süflileştiğinin farkına varamıyoruz. Var olanı yıkıp daha güzelini yapmaya, yanlışı sıfırlamaya; kaosun gücünden yararlanmaya itirazım olamaz. Ancak değerli ve vazgeçilmez olanı; hiç değilse insan malzemesini ve onun yaratıcılığını koruyabilseydik… İnsan olmazsa kim sağlayacak yeniden yapılanmayı? Yıkıntıyı kim kaldıracak ayağa? Bilmediğimizi bilmiyor olduğumuz gibi, öğrenmek için merak da duymuyoruz artık. Meraksızlık ise araştırma yeteneğimizi köreltiyor. En temel güdülerimizden biri törpüleniyor. Ve sonuçta beyaz camdan ve boyalı basından bize sunulan popüler-kültür uydurmacalarını, geleceği yok ettiğimizin farkına dahi varmaksızın, “komprime haplar” gibi yutuyoruz. Kalemlerimiz ağlıyor; düşünce tembeli dilsizlere, fikir haymatloslarına dönüşüyoruz.
Yepyeni ve insanlığın gelişimini engelleyen bir düzenin sanata yansımasıdır bu. Belki de “Novus Ordo Seclorum”un (“Yeni Dünya Düzeni”) bilinçlice planlanmış bir uzantısı. Oysaki gerçek kazanım bireyin kendisine, yaşadığı topluma ve dünyasına kattıkları ile doğru orantılıdır diye öğrenmiştik. Bu düzen ise yaratıcılık gücünü bastırıp yalnızca kopyalamayı öğütlüyor. Taklidi onurlandırıyor. İnsanı ucuzlatıyor. Yaşamanın tek başına bir sanat olduğunu unutturuyor böylece.
İşgal altında ve istilâya uğramış bir kültürün bireyleri nerede durur? Binlerce yıldır genlerine işlemiş şifreler bozulunca ne yapar, ne ederler? Aidiyet ve sahiplenme duygularını yitirmiş kişilerin kendilerine, topluma, geçmiş ve geleceklerine yabancılaşmaları nasıl önlenir? Ya alabildiğine yalnızlaşmaları? Tek başına kalmış ve toprağından sökülmüş bir fidan yaşama sanatından ayrı düşmez mi? Bizi yeni bir tür ilkelliğe (yazın sanatındaki kısırlaşmaya) getiren bu süreci sorgulamıyor ve yukarıdaki soruları nedense kendimize hiç sormuyoruz.
..
Biri var, biliyor musunuz? Hep konuşur içimde. Ben de onunla…
Ama belki konuşmaz da, ben öyle sanırım. Çok konuşan kişi ben de olabilirim pekâlâ. Dil’in gücünü hissettiğim ilk günden beri onunla diyalog halindeyiz. Gençlik yıllarımda buna bir ad verilir ve ”muakale” denirdi. Şimdi ne diyorlar bilmiyorum. Bir “iç ses”ten söz ediyorlar. Ben ise 'içseslilik”ten ve karşılıklı söyleşmeler sonucunda gerçekleşen dışın içselleşmesi ve iç’in yeniden dışsallaşması sürecinden söz ediyorum.
Düşünün bir kere. Lisanımız olmasaydı eğer, ne yapardık? Düşünce dilden akar. Tıpkı duygu gibi. Beyinde oluşan kavramları sözcüklere çevirir ve onları yaşam nehrinde bir yolculuğa çıkartırız. Dolayısıyla dil, zaman içinde güçlü bir donanım silahına dönüşür. Ek olarak, kişiler arasında köprüler oluşturur. Dil hem dışarıdaki 'öteki' alemle, hem de kendi 'iç' dünyamızla konuşmayı sağlar. O ki, konuşurken farklı yöntemler kullanabilir. Yazar, çizer, renklere dönüşür, oynar; beynin kıvrımları arasında dolaşan kendi eş-ben’leri ile bir dansa tutuşur bazen. Bakarsınız şiir olur, felsefî kuyulara dalar; engin denizlere yelken açar; uçmayı ve araştırmayı dener. Kimi zaman arzu olur, tutku olur, hayalî elbiseler giyer üstüne. Sanal âlemdeki yolculuk da bunlardan biridir kanımca.
Sonuç ise hiç değişmez. İster sanal, ister gerçek dünya; isterse içlerimiz olsun, hepsinin yolları mutlaka dilde kesişir. Aslına bakarsanız dışarıda olup biten– günlük dert ve zorunluluklar dışında – bizi fazlaca ilgilendirmez. Genellikle kendimizi dinler, kendimizle savaşır ve hatta pek itiraf etmesek de kendimizi severiz. O kendimiz ki, evrensel bir bütünün minik bir parçası ve onun iç aynamıza yansıyan yüzü değil midir zaten?
Hiç düşündünüz mü, bazı yazar, şair, düşünür ve sanat eserlerini neden diğerlerinden çok benimseriz diye? Sırf nitelikli oldukları için mi? Bu önerme doğru olsaydı eğer, niteliksiz bunca sanat eseri ve sanatçı asla prim yapamazdı. Bence seçtiklerimiz, bize en uygun dışavurum ve dışsallaşma yolunu bulanlardır. Onları öylesine severiz ki, kimi zaman adeta bir tutkuya dönüşürler. Uzak-yakın, sanal-gerçek, ölü veya diri olmaları fark etmez. Önemli olan tek şey, kullandıkları dilin iç’lerimizle kurduğu diyalog ve bunun sonucunda ektikleri tohumlarla 'ben'lerimizde yeni iletişim kanalları açıyor olmalarıdır. Demem o ki, esas olan birlikte yaşadığımız 'ben'lere ulaşmayı sağlayacak köprüler inşa etmeleridir. Biraz karmaşık gibi görünse de, dil ile duygu arasında bir bağ kurmaya ve aslında birbirinden farklı olan bu iki küme arasındaki ortak alanı işaret etmeye çalışıyorum...
..