i.Gök-köprü Kuşağı
Efervesan tabletler gibi, kah susan kah da yarı sorgulayan gibi hastaneler doğdu- hastalananları iyi etmeye çalışan- ziyaretçisi gelen adamın para saymaya veznelerinden birinde durma’ya beklediği, bekletildiğive ya da kan vermesi için gönderildiği bir ücra mevkide, sınıf gibi bir yerde, hemşirelerin toplum hemşireleri’nin hemşeri ve tan ağartısında tan ağartısına az kala-alakası nezareti’nde… Bitki labirentine girince yollar açıldı, öylesine sessiz, öylesine duyarsız, öylesine duyarlı ve öylesine çalgıcı; yapraklar uçarı, yapraklar duyarlı. Rüzgar geçti geldi bir delişmenlikte, görünen-görünmeyen her şeyi önüne katarak tekrar sessizliğine karıştırdı: Bir büyük kalabalık dolaşıyor beyaz duvarların beyaz gömleklilerinin arasında; onlar her yerde o dev duvarlar içinde, ama orda burada, hepsi de bir umutla gelmiş işte.
Yürüdükçe gök kuşağı üzerinde, bir köprü oluştu. Yürümeden önce böyle bir şey yoktu, yürüdükten sonra bunlar oldu. Gökler açıldı, ve bir inci boy verdi. Sanırsınız Dedem Korkut, Başat gerçekte nedir, kimdir, nerdedir görmedim ama Tepegöz herhalde şu inci tanesi olmalı. Belki de sapanlı çocuk da onun bekçisi midyesidir kendisinin. Böyle ince bir tül perdesiyle örtülüyken yarlar üstündeki uzak balkonların birinde bir erken-sabahlıkla, tatilci otelin nüve gözü’nde; yürüdükten sonra adım adım karar kılındı o köprünün nasıl geçileceği…
Malta hummasına neden olan şövalyelerin, anti hispanic’ten anti, sonradan verdikleri saçma yeminleri Mea Culpa’larında çok gerçeklikler gördük, çok dersler çıkardık çünkü, ki hiç de yanlış yola sapmadık bizler. Salamura haline getirilen şu leziz ve ama küflü peynir, tahta bir kehribar olmalı; yol kenarında hayallerinde sürtüp duruyor sen denize giderken -bir koluna deniz havlusu asmış, sırtına da paletlerini torbada asmış- sayfiye dinlence’nin. Eliot neden bir bahsetti İzmirli cam göz tüccardan ve bir de sustu Şekispiyerci’den-sokaklara fırlayan Arşimet? Halbuki, en azından bir İstanbul, bir de Ankara vardı, olmalıydı, köpekler adasında Richmond’dan ileri… Bir derece daha,ileri mi geçtim(!) ?
Işıklı yolların bir kara ofisi olmalı –son bir basamak- ara bir yerlerde veya daha alışılmış şekliyle, kuşağın gittiği, gittiği ve bittiği köprülerin sonunda. Ararsan bulursun, ölümü de. Işıklı basamaklardan devasa bir celseyi tırmanıyoruz, göğün. Yeşilliklerin, Jack’in o fasülye ağacından, aynı yerden, devlerin ortalıkta dolaştığı o sahanlığa çıktığı vakit, tırmanma da mı bitecek? belki o zaman kara ofis odur. Ordan daha ışık saçarak çıkacak, tarihin maceracı Argonautlarına görünen şu canlı asker-iskeletler belirmesin; Schrodingerden dem vursun ya da değil, kara bir kedi fırlasın ve çıksın o kara ofisin içinden. Çünkü gelişmiş dünyada, şekillerle pek güzel gözünü boyamaya başladılar boşlamış aptal insanların. Derinlikse, pek derinde olur; ruhu olmayan, serseri kurşun doğmuş bir bilginin bile kolay algıladığı söylenemez bunu.
ii. Oa{ha!
Freddie Mercury’nin Ay’ın yüzünü vuran küçük, çalışkan dünya insancıklarında ve 1800’ler başlarından Jules Verne’in Ay Dede’yi okşayan, daim yağmurlu Londra’nın ve Marie Antoinette vuran Versailles’ın yolculuk şemsiyelisi ve zıpçıktı asilzade bay e bayanlarının; İsli bir ovada giderken, sisten çıkan bebeklerle sisten çıkan ihtiyarlar kapladı ortalığı. Ve o sıra ne yapacağını bilmeyen orta yaşlı genç çocuk, hem yaş aldı hem de bebekledi. Doğuma yaklaştı, ölüme de yaklaştı; dişi dökülmenin dişi çıkmayla aynı gözükmediği bir atomaltı dünyasının başucu daha büyükçe bir dünyalar dizgesinde.
Paris’ten dünyayı göremeyecekler ve gösteremeyecekler ve bunun, Cezanne’nin kaldığı ve şimdi ‘atyık’ evinin Aix kırlarına bakan yüzünü taş bloklarla sıvamalarıyla da tek başına çok fazla bir ilgisi olmayacak belki de işin garibi. Çünkü sokaktaki o sıvanmış amatör ressam Ve onun tam masum hali-elinde tutuyor olduğu şu paleti; galericilerden çok darbe yemiştir. Michelangelo da, papa’nın saldırttığı halktan çok yağma yemiştir ölecek olduktan sonra, eserleri üzerinde. İskenderiyeli Hypatia’nın da etlerini midye kabuklarıyla cahil halka kazıtan, tescil edilmişliği kanıtlanmamış bir din görevlisiydi. Asıl mesele, metroya, vantroloğun önüne inen veya diyelim, ruhsal bir görüntüde, bacaksız inen; Prag’daki kukla gösterisine gidip kulak kapayan ve veya gitmeyen petrol şirketleri… Böyle kukla yapıyorlar işte insanları; tam aksi tarafta, sanatın ördüğü bir adil dünyada kukla gösterisinden soğutarak.
Merkez her yerisi, ovanın üstündeyiz ve gökdelenler kapladı ortalığı. Göğe çıkmak bir yarıştı; yarışlar bitti yeni Orta Doğu planları başladı. Mars’a çıkmanın amacı, ordaki bitkilerin güzelliğini görmek oysa bence; dünyanın yörüngesini, uzakları teleskoplarla göremeyeceğimiz denli çok uydularla kaplamak değil -hem bir de parçalandıkça, nice küçük, fark edilmez parçalara ayrılıyorken onlar. Yeni bir gezegen, yeni bir sömürge daha değildir; ineklerin sütünün çikolataya sarıldığı, sağıldığı İsviçre Alplerinde Cern parçacık laboratuarlarında cancağzını insanların sayarcasına hice ve insanları bilgilendirmeksizin kara delik deneyleri yapmak da Ay’a çıkan Neil Armstrong’a uygun düşmez. Mars’a çıktığında, yeni ormanlar bulacaksın, fikirlerinde veyahut gerçek ortamlarda; senden nefret etmek için doğmuş kıllı böcekler, örümcekler değil… Ay’da kurulacak koloniler yeni bir sömürge değil. En azından şöyle düşünülebilir,düşünülmelidir; öğrenilmişlerden çıkarılmış dersler vardır emperyalistin çocukları için. Köle olmak isteyenler için hiçbir yer kalmayacak gelecekte çünkü çok fazla nefret üretti onların kuklacıları.
Ova’nın geleceği budur işte, bunlardır vs… Kara bir gök kaplar üzerimizi, adına yürek deriz çarpan etolan kalbin. Sarf elzem kalemin yazığı şiir değildir, gökteki atarca-yıldız’daki mavi ışık hem. Tanrısal ve biz, her şeyin ürünleriyiz.
iii. Gong saatinin içinde
Makinasını sıvazlıyor H.G. Saati, eski devir evinde tik tak. Ne kadar çok şeye gerek var milyonlarca yıl geleceğe gitmek için! Yine de, Wells Fargo’nun kesinlikle bir bağı yok H.G’la ve olmayacak da. Dumbo, Jumbodur; Niels ve Uçan Kaz da, Clementine… Işık çıkararak ilerleyen kırmızı Londra telefon kulübesinin içinde Bill ve Ted’i maceralar içinden zaman makinasında Azrail’e gönderdiler de, Azrail onlarla oynadığı satrançta hileler yapmamayı öğrendi.
Günün getirdiği zamanın içinde, ki platonikçe de sezilebilir en dünyevi de, karmaşık zamanlar’ı çoğaltmanın zorundalığı. Ama bunu yaparken iyi niyet de lazım. İşte o zaman Ayder’e çıkmak anlamlı olacak. Güneş’e bir bakarsın, senin için güler: biride vardır bakar; içi değil dışı, ağlamaz hem de ne de güler geçer somurtur bir de.
Ölümün olmaması isteniyor, arzularda; çünkü Azrail bile satrancı hilesiz oynamayı isteyebildi. İyi de, başaramasın neden insan…
iv. Tey..
Çiçekleri say yukarıdaki ve aşağıdaki çardağın içinde beyaz yapraklarıyla ve sarı gövdesiyle! Arılar uçuşuyor gökte yürümeyen ama varolmuş o yolun üzerinde. Yıldız da buna benziyor, göz kırpıyor. Kuşağa sirayet ediyor bu, ve kuşak da hem ölümü ve hem de hayatı kazanıyor. Bu kuşak ne? Aşağıya doğruluyor ve yer sarsılıyor. O vakit, gökten bir yıldız ölüyor. Aşağıda doğuyor sonra ve o zaman dasarsıntıda bir gedik açılıyor. Gediğe atlayanlar var ve vardı da; devamlı bir koşuş! Mefisto’su Goethe’den baraka gibi kapılarına kalabalık cadde evlerinin, koşup giriyor, ve koşup gene dışarı çıkıyor. Faust, şu köşeyi dönünce döner yiyeceğin sokaktaki büfenin arka bahçesinde ki orası insan ciltleriyle bezenmiş, süs edilmiş; orda tahta bir masaya matkabını ücra dizaynı köşesinde daldırdı ve batrılan şeyden beyaz katran ve bazı asfaltlar çıktı. O daha bir insan gösteriliyor, İsa ise mucize gibi.
Sıtma mahalli bir titremişliğe astılar mucizeleri ve kendileri bir kenara geçip oturdular. Unutmak için. Bir de sanıyorlar ki, kendileri yaşar o kuşakta. Ben unutmam; önceden kin bileyip sonradan da unutmam. Kış olacaksa olsun, yaz olacaksa olsun; ilkbahar, gelecekse gelsin. Yazın plajlara giden insan, ve baharda koşup oynayan da o kartopu yayıp atıp oynayan gene arkadaşlarıyla bebek ve siyah zeytinden göz çizen eriyecek kardan adama ve turunç rengi bir havuç takıp takıştıran da burun niyetine kışın. Yazın, ince, küçük kumlardan kaleler inşa eder çocuk ıslak kenar kumlarda; su gelir alır götürür. Kışın kar yağar, güneş eritir alır. Her şey bir dönüşüm içinde gibi, ama varolmak için. Kuruca bir amaca da sahip değil bu, iyi bir istek. Sonra su birleşiyor gene denizin suyuyla: su kumla birleşiyor, kaleler çocuklarla; kış da kardanadamıyla.
Gözünün içine bakan bebek dedi ki: “Bana mama ver.” Bunu demesi için illa konuşması gerekmez. Yaş yok, ırk yok, dil ve coğrafya da, ve cinsiyet de yok, ve vs. Alıp vermek, şıp diyedir. Ve gene de her şeyi bilmezsin; sorun şu, böyleyken de bundan kıvançlı mısın?
v. Kasabadan dönme’deki göl evi
Bir göl evinde yaşamak güzeldir, gördüğün, tanır olduğun, ama hiç yaşamamışlığın. Suya sarkmış kenarlardaki otlardan salkım salkım, uçkurdan ibaret kurbağalar kudurdu. Siğillerini ordaki fazla uzun olmayan çiçeklere boşalttılar yetip, yetişip. Arı Maya bunlardan da, bal yaptı. Peygamber devesi geldi iç taraflarından ağaçların, seri ama kararlı; Kopernik’in adında, dansetmeye başladı onla. Bu onun akıllı bir kardinaliydi. Resiften, Endozenya veya Malezya’lardan kardinal balıkları, buradan doğmuşlar gibi arılara cesaret vermiş olacak ki, hiçbir kınkanatlı ölmeyecekti. Arıları tuttu peygamber devesi ve onlarla dans etmeye başladı. Ne kadar tepindiyse zeminde, o kadar da maskesi düştü arıların içindeki eşek arısı olanların -%78 kadar Tibald olanların… Eşek arıları kaş kaldırdılar böylece, itiraz cinsinden iğne düşürme eylemi taş düşürme gibi; ve peygamber devesi dansı bırakıp aralarında küfürleşen kurbağalara saldırdı. Ham edişte, yedi onları.
Kurbağalardan da bazıları bu iyi kardinalin görüntü tefecisi peygamber devsine geri tükürmeyi başarabildi.
Yağmur çiselediğinde, serileşen haber atomları sağnak asıl ulağı eleverdi. Gökseyen bir ağır telaş, bizim de uğraşımız olur. Tencere bilmeyen Kunta Kinte, baltalı sünnet töreninde kazan düğününü kıydı, Mağaralardan, kazancı Shipton Ana’nın kazanını tanırıdı. İyi velet Hıdrellez, kocamış bahar yoldaşı Nevrozu katınca yanına; önce sinirler bam teli gibi gerildi, sonra da damdaki kemancı coşunca, ateşler hurra! ! İyi pes ses, aşağıda yukarda, orda burada, eyvallah; titreştiren iplikçikler, ipliksiler evrende, Enigma. Her Mevlana, her Yunus, her Karacoğlan…
Yanan araba lastiklerinden de atlarken bir koku çıkar, ateşin üstünden atlarken de çıtırdayan odunların orda bir koku çıkar. Biraz öyle, biraz böyle; hep yaz, hep kış, hep bahar, hep güz…
Kendini tartan barışlar yönetir kendini tartan savaşları.
28-04-2008 Dnm
Akın AkçaKayıt Tarihi : 29.4.2008 08:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Akın Akça](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/04/29/sallanimlar.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!