Afrika’nın vahşi, ıssız coğrafyasında kaybolmak isteyen arkadaşımın giderken kucağıma bıraktığı demeti seyrediyorum birkaç gündür. Mızrak yapraklarının arasından boynunu eğen tomurcuklar, ürkek bir yürek misali küçücüktü ama onlar da çaresiz zamanın dönüştüren itaatkarlığına boyun eğdi. Çoğalarak kendini teslim eden şakayıkların, incecik orman yağmurlarının toprağı ıslatmasını anımsatan seslerle parkelerin üzerine düşüşünü duyabiliyorum. Bazen eğilip o kadifemsi yaprakları topluyorum birer birer. Avuçlarımı yaralı bir çocuk dizinin pembemsi kan rengine boyayan düğün çiçeklerinin an içindeki mucizevi değişimi bana ‘söz büyücüsünü’ hatırlatıyor. Çalışma odama gidip önce yazdıklarını indiriyorum raflardan. Her biri şakayıklarım gibi katmerli bir hayat saklıyor içinde. Saatlerin soldurduğu toz kokulu sayfalarını çevirdikçe üst üste yığılmış masallarının gerçekliğiyle karşılaşıyorum tekrar. Yıllar sonra eski sevgiliye kavuşmak kadar merhametli ve tutkulu hislerle ürperiyorum. Şimdi burada olsa anneannesinden miras kalan anlatma sezgisi ve yeteneğiyle çiçeklerin kısa süren muazzam değişimine ne zengin hayatlar sığdırırdı, diyorum. Beni duymuş gibi alaycı dudaklarıyla tebessüm edip yanıma oturuyor.
Sonra Yüzyıllık Yanlızlık’taki Auerliano Segundo, sessizce odamıza giriyor. Onu görebiliyorum. Herkes onu meczup sanıyor ama o sadece hayaletleri gerçek insanlara tercih eden bir roman kahramanı. Karşısında eski moda yeleğiyle Melguiades oturuyor. Başını eğip ‘merhaba delikanlı’ diyor. Ona dünyayı anlatıyor ama sökemediği el yazmalarını çevirmeye yanaşmıyor. “Yüz yaşını bulmadan, kimse orada ne yazdığını bilmemeli” diye fısıldıyor. Yazarın yüzüne bakıyorum merakla, “acele etme, romancılık sürprizi sona saklamaktan, olayları ustalıkla birbirine bağlamaktan ibaret değildir. Dört yüzyıllık bir hikâyeyi biriktirdiklerinle, kadim bir kültürden süzülenlerle anlatırken kendini, dilini ve hayatı yeniden keşfedersin. Bütün bunları hakkımdaki en kapsamlı inceleme kitabını hazırlayan bir başka yazar anlattı, onları mutlaka oku” diyor.
Her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar...
Amerikalı edebiyat eleştirmeni Gene H. Bell- Villada Marquez’i edebiyatıyla, hayatıyla, eserleriyle, gazeteciliğiyle, edebî mirasıyla anlamak isteyenler için gerçekten etkileyici bir kitap hazırlamış. Dedikodusu bol, renkli bir biyografi değil belki ama her yazarın geride bırakmak isteyeceği türden bir inceleme olmuş. Türkçe’ye Söz Büyücüsü diye çevrilen kitabın içinde meraklı bir fare gibi dolaşırken Marquez’in 1979’da Kolombiyalı bir gazeteciye verdiği röportajda söylediklerini buldum. Akademik eğitimi önemsemeyen ama sağlam ve köklü bir edebi temeli de reddetmeyen konuşması çok hoşuma gitti: “Edebi kültürü küçümseme, kendiliğinden olana, icat edilene inanma eğilimi var. Aslında edebiyat insanın öğrenmesi gereken bir bilimdir ve yazılan her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar. Edebiyatı öğrenmek için mütevazı ve alçakgönüllü olmalısınız. Sonuçta edebiyatı üniversitede değil, başka yazarları sürekli okuyarak öğrenirsiniz”. Kendisi de onu fena halde kışkırtan serseriliğine rağmen Kafka’yı keşfettikten sonra söylediği gibi yapmış. Dönüşüm’ü okuduktan sonra altı yıl boyunca İncil’den başlayarak günümüze kadar roman sanatında neler yapıldığını idrak etmek için her gün çalışmış. Bu yüzden Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazarken kendini çok mutlu hissediyordu sanırım. Onun rüyasında edebiyatı icat ettiğini söylemesinden daha çarpıcı ne olabilirdi ki?
Yüzyıllık Yalnızlık nasıl uçtu?
Her an yanıbaşımda yatmasaydı
Ben bu yükü taşıyamazdım
Sevinçlerime biraz hüzün katan odur
En çaresiz anımda
Issız bir dere kenarını
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta