Şimdi sadece dört beş ev kalmış geriye. Çoğunluk Malatya ve diğer illere taşınmış Gidilen yerler Elifi (ipekli) , Ağgever, Harun, Similide bir kabile ve Dilikan (Uzun köy) , Erkenekde de Sakallıların olduğu tespit edilmiştir.
Biz orta halli bir aileydik, AVDOŞLAR sülalesi denirdi bize. Tütün ve hayvancılık yaparak geçinirdik. Babam hayvanları kasaba pazarına götürüp satardı. İki Erkek kardeştik ve bir de kız kardeşim Fatma ile hayata tutunmaya çalışıyorduk. Kendi derdimiz yetmezmiş gibi, kız kardeşimin sıkıntısı da bizi buluyordu. Eniştem İbrahim(ÜRAMİ ALIKE) kendi halinde bir adamdı, iyi bağlama çaldığı için dedelerin, sofilerin peşinden koşardı. Ama onun bu hali kız kardeşim Fatma’nın da bizim de huzurumuzu kaçırıyordu. Ben on yaşımda; ağabeyim Hüseyin on iki yaşlarındayken Babam ABUZER’İ HUSİ HAS PİRE vefat etmişti. Ben babamın ölümüne dayanamayıp çok üzülüyordum evlerimizin arkasında Hatun’ tepesindeki Meşe ağacının altında gizli gizli ağlıyordum. Ağabeyim Hüseyin bunun farkındaydı. Bir gün ağacın altında ağlarken uyuya kalmıştım. Yüzümde bir sıcacık el hissetim, sandım ki babam geldi. Gözlerimi açınca ağabeyim Hüseyin beni kucakladı. Sonra ikimiz de ağlamaya başlamıştık, Öyle bir ağladı ki içim parçalandı. Ben artık ağabeyime teselli etmeye başladım. 3 ay sonrada Annem İSMİHAN’I da kaybettik. İşte o zaman tam yetim kalmıştık. Benle abim bir yumak olmuştuk. Sonrada 1941 de kıtlık başlamıştı. Eniştemiz İbrahim askere gitmişti. Üç yavrusu bizlere kalmış, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Köylülerle birleşip Malatya’nın Doğanşehir kasabasına yaya gidip çavdar yani yalancı mısırın püsküllü olan tohumunu getirip değirmende öğütüp un haline getirip ekmek yapardık.
Kar iki metreye yakındı ayaklarımızda çarık ve hediklerle büyükler karları yararak ben de en arkada sırtımda ufak bir çuval fasulye bir köyün kenarında geçerken bir köpeğin abım Hüseyin’in üzerine atlamasıyla bacağını ısırması bir oldu. Elimdeki sopayla köpeğin beline vurdum, çok şükür ki fazla ısırmamıştı o şekil köydeki akrabalar Kelejo, Hami Ayzer, İmamı Hasike, Ayzeri Keyı, Şeyini Hane, Üşü Hesreşe, Hısı Hasan, Avkero. Hasanı Kerre Hısgeler hepimiz beraberdik. Getirdiğimiz zahireyi değirmende öğüttük. Yoldan gelirken ağabeyime dedim: ‘’Ağabey bizim zahireyi bizi ilkbahara kavuşturur. O da: ‘’Hayır kavuşturmaz, dedi’’. Ben de: ‘’Niye iki kişiyiz bize yeter dedim.’’ oda ‘’Ya Fatma’nın çocukları’ Biz onlara vermesek onlar açlıktan ölürler. Bu da bize ömür boyu dert olur dedi’’.
Çocukluğumuz birlikte geçtiği için, HANEY ile gizli gizli ormanda buluşuyorduk. Onu, çocukken sevmiştim, Elimde dolmalı tüfek ile ormanda avlanırken, o da kışlık yakacak için, ormana çalı-çırpı toplamaya gelirdi, Sırtından çalıyı alır, Şeyh Bekir’in oradaki üzüm şırasını sıkan taşın üstüne oturur, ellerini avucumun içine alarak parlayan gözlerine bakardım. O da bundan memnun olurdu,
Haney:
' Sahi beni güzel buluyor musun İmam’’ derdi.
İmam:
‘’Güzel de söz mü, köyün en güzel kızısın sen. Seni gelip babalığında isteyecek abim’’
Haney:
'Ama beni Kovuya verecekler Babalığım ile annem konuşurken işittim.
İmam:
Ben seni hiç kimseye yar etmem. Haneye gülerken, inci gibi parlayan dişlerini görürdüm. Buluğ çağına girdiği için, yüzünde sivilceler vardı. Kendi de yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Bazen ' Beni yakalayamazsın ya! ' diye ormanda koşardı, Ceylan gibi çevikti, koşarken mahsus yavaşlardım. O benim arkada kaldığımı sanarak, dururdu, ben de belinden yakalardım Kalbi, yaralı bir kuş gibi çarpar, nefes alışları sıklaşır ve baygın baygın bakardı bana; ama ormanda bizi birisi görecek diye korkardık. Bir birimizden istemeden ayrılırdık 'Ormana yalnız başına gitmeye korkmuyor musun? Babalığın Şahin nasıl izin veriyor sana? ' 'İmam derdimi deşme! Analığım FAHTE RECEVİ gelince, tüm evin işleri bana kaldı! Babalığım da bütün gün ava gider.
Gün gelip geçti İbrahim askerden geldi tam rahat edeceğimiz zaman bizi ayırmaya kalktılar Hayda; evimizde bize ekmek yapacak kimsemiz yokken bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Evdeki eşyaların hepsi babamdan kalma Bizim bacımız Fatma’yı da akrabamız olduğu için İbrahim’e vermişiz. Fatma İbrahim’i sevmiyordu ama babamın hatırını kırmayarak o zaman da bir şey diyemiyordu Fatma’yı ayırdılar bizden Abim ve ben kaldık baş başa. Bize ekmek yapmaları için yukarı mahalleye Silolara, Hemo Ayzerlere un götürüp ekmek yaparlardı. Beni bir gün Keleş çağırdı. Gel oğlum; sana Pestil, kuru üzüm vereyim ye evdekileri boş ver Peşime biraz kuru üzüm koydu; ye oğlum dedi. Ben de hayır ekmek götüreceğim dedim. Onları boş ver deyince anladım ki bu dost değil. Ben de çaktırmadan oradan uzaklaştım ve üzümleri ağabeyime götürdüm. Ekmeği yukarı mahallede yapıyorduk ama yemeğimizi yapması için ise de akrabamız olan Tamı’nın bir kızını yanımıza getirmiştik. O yapıyordu Ekmek yapmayı bilmiyordu ama yemeği iyi kötü yapıyordu. Keçilerimizin sütleri sağılmadığında hayvanların memeleri sanki çatlamıştı. Böyle bir süre devam etti. Bu hikâye böyle devam ediyordu ki İbrahim’i tekrar askere çağırdılar! ALLAH’IN işi ya Fatma şimdi ne yapacak. İbrahim tekrar askere gitti. Sabahleyin baktım benim candan bir anada babadan olan tek dileğim ablamız anamızın yerinde olan Fatma davarların içine gitti. Tabi ki içim doluydu ama çok sevdiğim babam kadar değerli verdiğim bana kol kanat geren Abim benim gibi düşünemiyordu O çok cana yakın ılımlı akraba canlısı dostuna düşkünlüğü ile tanınmıştı. Hu hu ALLAHIN hikmeti işte, bu sözü çok kullanırdı.İbrahim Ben ise tam tersi yaramaz, hırçın, kinle büyüyen biriydim. Belki de beni bu hale getiren küçük yaşta annemi babamı kaybetmemdi. O şekil Fatma’yı gördüğümde ellerinde sitilleri almış keçileri sağmaya gitmiş görünce, sanki beynimde şimşekler çaktı. Elimdeki çubukla bir tane indirdim. Bunu gören abim bana çok kızdı Ben de hırsımı alamadan evin arkasına geçip ağlamaya başladım. Büyük meşe ağacı sanki benim dert ortağımdı.
Bu arada artık ilkbahar gelmiş karlar yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Dere kenarlarında yarpuz (bunk) çıkmaya başlamıştı. Kıtlığın ardında bir bereket olarak dediklerimiz pancarlar boldu. Milet bir bardak çavdar ununa beş bardak pancar karıştırarak ayakta durmaya çalışıyordu ve bir sene daha da böyle devam etti. Bizimle sevgili ablamın maceraları devam ediyordu ki bir yıl sonra sonbaharın ilk ayında eniştemiz İbrahim askerden döndü. Çok geçmeden yine bizi ayırmaya koyuldular. Ağabeyime dedim bu böyle olmaz artık sende büyüdün evimizde bir yemek yapacak kimsemiz yok evimizde yemek kokusuna hasret kaldık. Artık seni evlendirelim dedim. Ve karar verdik. Dol köyünde Zeynep isminde bir kız istedik. Zeynep uzun boylu ince beli çok güzel bir kızdı. Ağabeyimi evlendirdik. Artık bizimde bacamız tütecekti. Evimiz Kerpiç ve taşlarla örülüydü. Kışın su sıkıntısı olmuyordu, karların erimesiyle iç tarafta duvar kenarında su sızıntıları geliyordu. Duvarın kanarında bir hendek vurmuştuk. Oradan sular dışarı akıyordu, Evimizin duvarı Hatun tepesi adı verilen yere yaslanmıştı, yukarıda bir taş kopsa, damın üstüne gelirdi Aşağı Sakallıda komsumuz Şeyini Hane, Husı Hasan bizim hem akrabamız hem de komşularımızdı Yukarı Sakallı ile bizim aramız 1 kilometreydi İmamı Hısı Kelerin evi Cem dedikleri yerdeydi. Evimizin odasının tam ortasında bir çukur kazmışlardı. O zamanlar soba gibi bir icat yoktu Ortadan borusuz bacasız ocak seklinde orta kısımda ROJIN denilen yerde ateş yakardık. Sadece bizim ön taraflarımız ısınırdı arkamız yani belimiz ısınmazdı. Ayaklarımızı ateşe vere vere dizden aşağı kıpkırmızıya kesilirdi. Ara sıra da ateşe belimizi çevirirdik.
Çok geçmeden ağabeyimin askerliği de gelmiş çatmıştı. Daha yeni evliydi, altı ay sonra askere gitti. Yeni gelinim Zeynep’le kaldık baş başa üc ay sonrada Zeynep gelinim ince hastalığa yakalandı. İnce maraz diyorlarmış yani verem dedikleri bir hastalıkmış. Fakirlik ve kıtlık iç içeydi o zaman. Şimdiki zaman olsaydı gelinim Zeynep kurtulurdu. Ağabeyim askerdeyken gelinim Zeynep’i de kaybettik yeri cennet olsun çok memnundum. Yine kaldım tek başıma.
Köyümüz 5 kabileydi. Avdoşlar, Silolar, Cavolar Hısıkolar, hemen hemen hepsi de akrabaydılar. O zamanlar köyümde birlik beraberlik vardı! Ama ne yazık ki fakirlikten eziliyorduk. Çoğu da çalışmak için Adana denilen şehrin yolunu tutuyorlardı. O sene köyümüzde bir husumet başladı. Köyde birlik dirlik diye bir şey kalmadı. Akrabalar arasında huzursuzluk başını almış gidiyordu. Civar köyler de bunu fırsat bilip faydalanmak için olayları körüklüyorlardı. Bu da onların işine geliyordu. Köyümüzün otlak ve merası çok genişti Civar köylülerin otlak ve meraları çok azdı Bizim köyün hudutları taa! Recep çayına dayanırdı. Köyün gençleri köyümüzü bir şahin gibi koruyorlardı işte bu birlik beraberliklerimiz bunlara çekemiyorlardı. Bu olaylar köyün eski yeri olan Camalkan mevkisi olan cemmiş yani vadide olmuş hısıkolarla köylü arasındaki kavganın sebebi kartopu meselesiydi.
Çocuklar kartopu oynarken kartopu karşı tarafın bir çocuğun gözüne isabet eder ve çocuğun gözü kör olur. Köyün davası buradan başlar. Gittikçe alevlenir ve dumanlar yükselir. Ben buna çok üzülüyordum. Ne olacağını az çok tahmin edebiliyordum. Ama küçüktüm; yapacak bir şey gelmiyordu elimden. Zalimler çiviyi iyice perçinlemişlerdi. Çok geçmeden acı bir haber köye çabuk geldi. Köyümün üstünü sanki bir kara bulut kapladı. Şeyh Bekir ziyaretinde ben keçileri otlatıyordum. Bunda bir iş var bu kara bulutlar köyün üstünde kara çarşaf gibi dağlıyor karşı tepede iken köylüler Çeme (vadiye) doğru koşmaya başladılar köyüme bir şey olduğunu anladım çocuk ölmüştü. Kavga sırasında Alevi dedelerinden birine rastlanır. Dede karşı famileye: Burada göçün gidin kararı almıştır. Onlar da göçüp Erkenek kasabasına yerleşmişler Şimdi ise 200 haneye yakın akrabalarımız var orda. Ne yazık ki bizim birlik ve beraberliğimiz kalmamış. Köylümüz de dağılmıştı. Artık göç başlamış ve ova köylerinde Ağgevr denilen köye yerleşmişler. Epey orda kaldıktan sonra da bunlar üç kardeşmiş; kendi aralarında da anlaşmazlık başlamış bir kardeş Elifi denen yere yerleşmiş; biri Ağgevr de kalmış; diğer ise Şimdiki Sakallıya yerleşmiş Eliflidekiler pirlik Kalmış şimdiki pirimiz olanlardır. Perişan bir vaziyette sürünmeye devam edildi. Sonra KAVİ ile RAŞÎ aşiretler arasında kavgalar çıkmamaya başladı. AVDOŞLAR sülalesinde Hacı Ağanın iki oğlu da bu kavgaya girmişti. Bir gün yine aşiretler arasında savaş gibi kavgalar başlamış büyük bir savaş olmuş çok insan öldürülmüş iki taraf akşama doğru kavgadan sonra köye dönmüşler. Hacı Ağanın küçük oğlu ağabeyini görmeyince arkadaşlarına sormuş Ağabeyim nerde göremiyorum. Onlarda Ağabeyin şehit düştü demişler. Bunun üzerine Hemen atını geri çevirir ve gider. Arkadaşları mani olmaya çalışrsalarda bir fayda göremezler. ‘’Ben nasıl babamın yüzüne bakarım’’ ve geri giderek arkadan onlara kavuşur orda Hacı Ağa kaçakçılık yaparken bir dostu vardı. O dostu gelen Haçı Ağanın oğlu olduğunu tanır. Yavaşça yanına yaklaşır: ‘’Senin ne işin var kardeşini de öldürdüler şimdi seni de öldürürler.’’ ‘’Sesini çıkarma, kardeşimi hangisi öldürdü der.’’ Ve ısrar eder oda şu kırmızı ata binen vurdu hemen ona yaklaşır bir kılıç darbesiyle onu orda öldürür onlarda dönerler onu da orda şehit ederler.
Şimdiki mezarlığımızda yan yana olan başucunda Nahit taşlar olan iki mezar, Hacı Ağanın iki çocuğudur. İkisi de KAVİ ve RAŞÎ davasında ölmüşlerdir.
Köyümüze bir adam musallat olmuş baş edilemiyordu. Amcamız olan namus küpü ÜSİ HESREŞE beni çağırdı; tabii bu arada ben de biraz büyümüştüm. ‘’Oğlum İmam bu adam köye musallat olmuş ne yapalım dedi’’. Bende: ‘’Sen nasıl istersen onu yaparım amca’’ dedim. ‘’O zaman akşam geç zamanda yanıma gel’’dedi. Ben de Husi Hes pirenın dedemizden kalma sapı kırık bir kılıcını aldım ve Yusuf amcanın yanına gittim. Onun da loğlu Barabillo yapımı bir tabancası vardı. Onu bana verdi. ‘’Yolda sakla yabancı adam geldiğinde bizim köye bir daha gelmemesini söyle’’. Bende ‘’tamam’’ dedim ve gittim. Köyün üst kısmında Sakallı ile Kuremıllıye giden yolda bir meşe ağacının arkasına saklandım. Yusuf amcanın bana tarif etiği yer orasıydı. Beklemeye başladım. Epey vakit geçmişti. Baktım sallana sallana bir neşe içinde piposunu yakarak geliyordu biri. “Sen gel” dedim içimde Bana yaklaşınca bir şimşek çakarcasına “dur lan it Anasını ne yaptığımın adamı Sen bu saatte köyde ne geziyorsun ulan” Benim sesimle ıssız gecede dağın yankı yapması bir oldu. Adamın titrediğinin sesinden fark etim. Adam cüsseli biriydi Ben ise küçük- cılızdım’ ama çok çevik cesur atılgandım. Adamın titreyen sesiyle daha da cesaretlendim adam ay ışığında elimde parlayan tabancayı görünce korkmaya başladı. “Ne istiyorsun” dedi. ‘’Seni bir daha bizim köyde ne gece ne de gündüz görmeyeceğim’’ bir daha dedim. O da titreyen sesiyle tamam dedi. Adamı vuracaktım hiç gözüme gelmezdi. Kim vurdu ya gideceğinden adam da anlamıştı. ‘’Haydi, cehennem ol git’’. Adam da sessizce uzaklaşarak yürüdü. Ben de bir zafer kazanmış gibi amcam Yusuf’un yanına gitmeye başladım ki arkamda ayak seslerini işitim. ‘’Yoksa gerimi geldi dedim’’. Tam dönüp sıkacaktım ki ‘’Oğlum imam aman ha benim Yusuf amcan’’ her ihtimale karşı o bende önce gidip orda saklanmış olur belki gücüm yetmez ya da cesaret edemez diye gelmiş
. Amcam yanıma gelince “Oğlum sağ ol” iki gözümü de öptü. Afferim sana dedi ve o adamı bir daha da orda görmedik.
Bundan altı ay sonra ağabeyim Hüseyin de askerden gelmişti. Kozan köyünde gelin getirdiğimiz Afey Zıvenın kızı Zeynep’in vefat etiğini işitince temelli yıkıldı. Ağabeyim kendini çabuk topladı. Ağabeyim işini bilen akıllı çalışkan biriydi. Zaman çok geçmeden Adıyaman geldik köyü bıraktık artık Köyde yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Amcamızın oğlu olan Höseni Ayne çoktan ovaya inmiş; ova köylerinde ağaların yanında azaplık yapardı. Cesaret ve vücut yapısıyla tamamen bir delikanlıydı. Ağaların yanında fedai olarak çalışırdı. Amcam oğlu Hüseyni Ayne bizlere güç verirdi. Mert sözünün eri ve cesaretliydi Kimseye eyvallahı yoktu yürekli ve bileği pekti. Bizde Malatya’nın kazası olan Adıyaman da büyük bir köyü andıran kalede bir kerpiçle örülü eski toprak olan bir oda kiraladık. Birkaç eşya da emmim oğlu Hüseyin yardım ederek geçinmeye başladık. Abim Hüseyin iş konusunda çok becerikliydi. Bende günlüklere gidiyordum. Amcamız kızı olan BESI PISIK nerde almışsa bu ismi Bize çok yardımcı oldu. Amcamızın kızı aynı kabilede olan Besi Ağabeyim Hüseyin’e Bu böyle olmaz Hüseyin seni evlendirelim. Münasip bir kız var aile dostumuz O kızı sana isteyelim dedi. Ağabeyim de kabul etti ve Körk Köyünden olan Ali Mıçenin Sultan isminde bir kızı var. Onu sana isteyeceğiz dedi. Birkaç kişi toplayıp gidip Ali amcadan “Allah’ın emri peygamberin kavli ile kızınız Sultanı istiyoruz” dediler. Oda kader yazmışsa bizde veririz, kadere karşı gelinmez ve ağabeyimi Sultan ile evlendirdik. O sene biz ve amcamızın oğlu olan Hüseyin ile birlikte(KAVALIK) köye yarıcılık yani rençper olarak tütün ektik ağabeyim becerikliydi. (Raco da) yani tekelde eksperlerle anlaşır tütün alımı yapardı. Birkaç ay sonra ben de sevdiğim kız olan (HANEYLE) yani Hanım’la evlendim. İyi kötü bizim de bir yuvamız olmuştu. Çok geçmeden ben de herkesin yaptığı gibi vatani görevim olan askere gittim. ‘’İzmir’e askere gidiyorum kardeş. Vatan görevimi yapmaya gidiyorum. Şehit olmak var, Eğer şehit olursam gözlerinden yaş akmasın gurur duy benimle’’. O sıralarda Kore savaşı başlamış Kore’ye asker gönderiyorlardı. Kurayla Bölüğümün komutanı aynı günde 3 kez bana kura çektirdi ki Kore’ye beni göndersin. Ama şans ilk defa gülmüştü bana; kuram çıkmadı. Askerliğimi yapıp döndüğümde sonbahardı. Ağaçlarda yapraklar sararıp düşmeye başlıyordu: artık kışa giriyorduk. Havalar soğumaya başlıyordu. O kış ağabeyimle birlikte kaldım ama eşekle köy yolunu tutmuştum. Yakacak odun getirmek için. Kışı geçirdik, ilkbahar gelmişti. Amcam oğlu Hüseyin de yeğenim olan 14 yasındaki Afe’yi istemiş ve evlenmişti amcam oğlu iki evliydi. Bundan sonra ismi Hüseyi’nı Efey olmuştu. İlkbaharda Kızılcapınar köyüne yarıcılık yapmak için tarla tutmuştuk. Artık biz bir aileydik nereye gidersek beraberdik Ağabeyim olan Hüseyin de zekiliği ile orman işletmesine girmişti. Eğer aklımı kullansaydım ben de şehirde kalırdım ve bir işe girerdim.
Askerden döndüğümde Adıyaman da il olmuştu Malatya ile bir ilişkimiz kalmamıştı. Birkaç sene Kızılcapınarda kaldık. Ben, bir kışın tekrar köyüme olan özlemimden, anamın babamın toprakları olan Sakallıya yerleşmeye karar verdim. O kışı orda zor geçirdim. Akrabalarımız ile husumet yüzünden. O ara Hüseyni Fate Ele ile Mehmedi Kuçe geldiler. ‘’Köyde bende kaldılar. ‘’Burada bir kâr edemezsin. Yoksa biz köyümüzü bırakır mıydık Dediler’’ ve beni ikna etiler. Ben de onlarla gittim Tütün sadırlarımızı ektim ve döndüm Evimizi 1966 da Malatya Hasırcılar köyüne taşıdım. Bu ara ben oradan gidince amcam oğlu Hüseyin de fazla durmadı o da Adıyaman’a göç etti. İlde yarıcılık yapmaya başladı. Artık dev çınar yaşlanmıştı. 5 Erkek çocuk 6 da kız çocukları vardı. Bu çocukların geçimi elin tarlalarında sağlamak zordu. Ağabeyim artık işini yoluna koymuş akraba ve dostlar tarafından çok sevilen ve iş bitiren biriydi. Ağabeyim ile gururlanıyordum Sanki sırtımı bir kocaman dağa yaslamış rahattım Ağabeyim devlet işlerini iyi biliyordu ve sözü geçerliydi. Eskide Adıyaman da su şebekesi yoktu herkesin havlusunda birer kuyusu vardı. İçme suyu böyle karşılardı. Senede bir gün de kuyuyu temizlerlerdi. Ağabeyim tulumbayla kuyunun dibindeki suyu boşaltırdı. Suyu boşattıktan sonra tulumbanın borusunu yukarıya doğru kaldırdı; Çünkü damda geçen elektrik tellerinden çıplaklık olduğundan farkında olmadan tulumbanın borusu elektrik teline temas eder ve garibim elektriğe yakalanır. Evin her tarafı titremeye başlardı. Çocukların çığlık; sesleri, ağlamalar feryatlar başlar. Yoldan geçen bir işçi bu çığlığı duyunca hemen içeri dalarak orda bulunan bir sırıkla ağabeyimin kollarına vurur. Tulumba borusuyla elektrik temasını keser. Ellerinde, ayak dibinde yanık izleri meydana gelmiş. Ondan sonra da dağ gibi abım çökmeye başladı. Bir daha da tadı tuzu kalmaz Çok şükür öldürmeyen ALLAH öldürmez Oradan geçen adamdan ALLAH razı olsun. Ağabeyimi illet denilen elektrikten kurtarmış ona teşekkür borçluyuz.
Birkaç sene böyle devam etti emekli olmak üzereydi Orman işletmesi o zaman Maraşa bağlıydı. Bölge orasıydı. Bir gün iş için Maraş’a gitti. Orda 1980 de acı bir haber gelmişti Ağabeyimi, gözlerimin nuru olan kardeşim trafik kazası geçirmiştı. Dünyam yıkılmıştı ama ben abım gibi becerikli değildim. Elimde iş gelmiyor bunun acısını çekiyordum. Yüce Allah’ım yüzümüze baktı; sağ olup hastanede yattığını ve eve getirecekleri haberini aldım Çok şükür biraz rahatlamıştık arada zaman geçti ağabeyim hastalandı kaza geçirdiği zaman orda bir adam kan vermiş. O adamda siroz hastasıymış kardeşim çok çekti ama yine de direniyordu. İleriyi görebiliyordu toprak evlerini hastayken hemen yıkılmasını ve tekrar yapılmasını istedi çünkü o olmasa o evin öyle yapılmayacağını biliyordu. Hemen orayı yıkıp yaptırdı ve hastalığının geri kalanını o evde geçiriyordu.
Bir akşam 1987 de saat 6.30 sıralarında vefat etmişti. Başı ucundayken artık siroz hastalığından kurtulmuş; ebedi uykusuna dalmıştı. Ben yine biçare ne anası ne babası olan kardeşsiz kalmıştım.
Ağabeyimin 3 erkek iki kız çocuğu vardı. Hepsini iş sahibi yapmış.Ne mutlu sana abim MEKANIN ÇENET OLSUN
Çok geçmeden 5 yıl sonra Adıyaman dan acı bir haber geldi. Küçük kayınbiraderim olan Hüseyin’in vefat ettiği haberi geldi. Hasta yatağında yatan eşim Haney’e nasıl söyleyeceğimizi düşünürken büyük oğlum Kazım’ı çağırdım ve ona olayı anlattım. O sıralarda gelinim olan Feride’nin de Adıyaman da guatr ameliyatı olacağından hanımıma sordum. Feride ameliyat olacak Adıyaman’a gitmemiz lazım.
‘’O da sen git ben hastayım gelemem. Bende:‘’Sen gelmezsen olmaz dedim’’. Feride’nin o kadar sana emeği var dedim. Ve ikna ettik. Ben oğlum Kazım gelinim Feride ve eşim Haney’le Adıyaman yolunu tuttuk. Gelinim hemşire olduğundan eşim Haney’e yolda damardan bir iğne yaptı ve yolda sakin bir şekilde durumu anlattık. Kaynımın ölümün uçumcu günü sabahın erken saatlerinde eşimi rahatsızlandı hastaneye kaldırıldığında ise geç kalınmıştı. Kalbinden yaralı olan Haney’in bir daha kalbi çalışmadı. Onu da Türmüz Zeynel Abidin Ziyaretinin yanında kardeşinin mezarının başı ucuna defnedildi.
Kırkı geçmeden bir rüya gördüm Amcam oğlu olan Hüseyin Afenın de öldüğünü gördüm Sabahleyin erkenden kalktım üzerimi giydim oğlum ben Adıyaman’ a gideceğim. Hayrola baba ne işin var orda daha yakın da geldik sandım ki Anamın mezarı orda olduğu için anamın mezarına gidecek diye düşündüm. Hayrola baba ne işin var Adıyaman da Bu gece bir rüya gördüm: Amcam oğlu Hüseyin vefat etmiş’’. Aman baba sen de. Rüya işte. Bir telefon ettik meğer Hüseyin amca o akşam vefat etmiş Daha cenazeyi kaldırmamışlar. Hemen Adıyaman yolunu tuttuk. Acı üstüne acı geliyordu. Yine de Allah’tan geldiğine şükrediyorduk
Amcam oğlunun çocuklarında hayır yoktu çünkü babalarının beddualarını almışlardı. Bir evlat babalarının hayır dualarını almalı. Bir insanın eşi gitmesin. Eşi ya da kocası gitti mi artık o bir huzur bulamıyor bu fani dünyada. Oğul hani benim arkadaşlarım, yandaşlarım kim kaldı ki. Hani: Mehmedi Hasreşe, Şeyini Hane, Hıseni Fati Ele, Mehdi Kuçe, Keleş Avkaro, Mehdi Sıle, Üsi Cave, İmami Mısıke, Ayzeri Ele, Hemo Ayzer, Üvrami Elıke, Şegi Meme, Hüseni Mehmi, Üsu Çave, Urami Kuçe,Usi Kuçe, Usi Base Pısık, Usi has
Hüseni avi şote.Tıçır.Usi gove.Dvrişi mığemin.Güri ğeçe.Memi husen.Siti eşe
Raşe, Hısı Hasen nerde bunlar oğul Hepsi göç edip fani dünyadan gittiler. bize mi kalacak. Ne güzel sohbeti hoştu Hüseyni Afenin. Bazen içimde sanki bir Sıcaklık halsizlik geliyor Kardeşimi özlüyorum küçük yaşta kaybettiğim yetim kaldığım babamı anamı özlüyorum. İçim bir buruk gökyüzündeki yıldızları sayıyorum yine.
Aklıma geldi: ‘’Küçükken Ağabeyimle yaz günü damda yatarken yıldızları sayıyordum. Bizim köyde ne kadar çok yıldız vardı gökyüzünde, milyonlarca yıldız vardı işte. Şu yıldız benim şu da senin diyorduk işte bak yine bir yıldız kaydı, kuyruklu yıldız. Siz hiç yıldız kaymasını gördünüz mü her bir yıldız bir insana ait olduğunu sanıyordum. Her yıldız kaydığında birinin öldüğüne inanıyorduk. Benim de yıldızım ne zaman kayacak acaba 40 yılık arkadaşım tek dostum tabağımdaki sigaraydı Bir gün ben değil o beni bırakacaktı öksürüklerim başlamıştı nefesim daralıyordu. Halsiz düşmüştüm, ellerimde benler çıkmaya başlamıştı titreyen ellerime bakıyordum doğru dürüst bir çay içemiyorum. Sigaramı zorlukla ağzıma götürüyordum. Doktorlar üşütmüşsün bronşit var diyorlardı. Senin ciğerlerin duman tutmuş artık bu hastalıkla arkadaş olmuştuk O beni idare eder bende onu ama bir gün ona yenileceğimi biliyordum.
Ben çocuklarımdan razıydım Hele bir gelinim vardı imside İNSAF’tı hakikaten insaflıydı. ALLAH işini gücünü rast getire ALLAH yardımcısı olsun kızlarımın yapmadığı evlatlığı o yapıyordu. İnsaf dedi bir gün Baba pencerede dışarıyı seyrederken kendi kendine hey yalancı dünya; sen bir yalancısın insanı kandırmakta üstüne yok. Hey gidi dünya hey Hastalığı artık yavaş yavaş ilerlemişti. Yine bir gün öksürdü hastaneye kaldırdılar. Yapılan tahlillerde akciğer kanseri teşhisi konmuştu. Hastanede yatıyordu odadaki hastaların çoğu zamanın hastalığı kansere yakalanmışlardı Yüce Allah’ım; kimsenin başına vermesin bir gün oğluna dedi: ‘’Gel sana bir şey söyleyeyim ’Söyle babacım’ Eğildi kulağına: Oğlum şu genç adam kanserliymiş ha Allah yardımcısı olsun dedi’’. Kendi hastalığında haberi yoktu gittikçe bedeni zayıf düşüyordu. Artık doktorların yapacak bir şeyleri kalmamıştı Eve gönderdiler evden bir hafta sonra çok sevdiği hayata çocukların yanında o da ağabeyi Hüseyin gibi yemek zamanı tam saat 6.30 da gözlerini yumdu işte yine bir yıldız gökyüzünde kayarak Malatya Pirpirim köyüne düştü.
BABA ÖZLEMİ
Babayı tanırımsın? Bir kelime ile iki heceden oluşur. Birde dört harfi vardır. Baba demek düşünmek lazım baban senin, Gücün mutluluğun hayattaki en güzel şeydir baba. İlk aşkımız babalardır. Babayı kaybetmek hayatta ki en kötü şeydir. Bir kere kaybettiğin zaman bir daha geri gelmez. Ben kaybettim hayatta ki en değerli varlığım olan babamı kaybettim. İlk önce baba özlemiyle yaşarsın. Sonra beraber 20 yıl gezersin. Yıllar geçer baba gider. Sadece elinde bir fotoğraf kalır. Yıllar geçer hatta bir ömür geçer. Yinede o fotoğraf sandıkta saklarsın. Unutmazsın asla. Yüreğine bir ömür kilitlenir, saplanır. Her kapı çaldığında belki odur diye ümitle kapıya koşarsın ama o değildir üzülür odana gidersin fotoğrafı alır doya doya sever, bakarsın. Öpersin sonra bir bakmışsın rüyana girmiş baban koşarsın sarılır öpersin rüyanda doya doya bakarsın. Sonra bu mutluluğu bir gürültü bozar. Odaya kardeşin girer. Hiçbir şeyden habersizdir. Öyle gülüp durur. Kim bilir belki babam geri gelir dağılmış ailemiz mutlu olur diye gerçekleşmeyecek hayal kurarsın. Artık gökyüzünde bir yıldız kayarak düşmüş Pirpirimin üstüne. SİZ BABA’YI BİLİR MİSİNİZ?
Kayıt Tarihi : 25.12.2010 13:32:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Kazım Bektaş 2](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/12/25/sakallinin-en-guzel-kizi-fatima.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!